10 Temmuz 2014 Perşembe


 MUSTAFA KEMAL'İN SOYU:

 

1041 yılı civarında Hazar Denizi'nin güneyinde ve güney batısında Tahran, Kazvin Reşat, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan "Kızıl Özen" veya "Kızıl Ören" bölgesinde yaşayan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Şah’ın oğlu, Kızıl Bey'in oymaklar'ı olduklarında bu Türkmenlere "Kızıloğuz" Türkmenleri adı verilmiştir.

Özellikle 14 ve15. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Balkanlara doğru yayılmıştır. Bu yayılmayı önceleri korkusuz yeniçeriler, ardından da Asya'dan Avrupa'ya akın eden Türkmenler Balkanlarda Sarp Makedonya dağ eteklerine yerleşmeye başlamışlardır.

Osmanlı tarafından Anadolu'dan, Makedonya'ya göç ettirilen ki bu göçlerin hepsinin devlet organizasyonu sonucu olduğunu sanmayın içinde Osmanlının özellikle Yavuz Sultan Selim zamanında yani 1514 Çaldıran savaşı öncesi Anadolu'daki, Alevi Bektaşi'lerin kimine göre 40.000 kişi kimine göre 80.000 kişinin hunharca katledilmesinden sonra Anadolu'da arta kalan bazı. Alevi-Bektaşileri, canlarını kurtarmak için Balkanlara yönelmişlerdir.

 15. yüzyılda Anadolu'dan Makedonya'ya göç ettirilen Türkmenlerin bir kolu Kızıloğuz (Kocacık) Türkmenleridir. Yapılan tüm araştırmalar Kocacık Türkmenlerinin oğuzların Kızıloğuz boyunda olduğunu göstermektedir.

Selçuklu Devleti zamanında Anadolu'ya yerleşen Kızıloğuzlar, Osmanlının Balkanları Türkleştirme politikası (iskân) gereği Anadolu'dan Balkanlara göçürülerek Makedonya, Teselya ve Selanik'e yerleştirilmişlerdir. Bu Türkmen topluluğunun en yoğun olarak yerleştirildiği yer Teselya'nın Larisa (Yenişehir) kentidir.

Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasındaki yayılma ve ilerlemesine paralel olarak sayıları ve önemi artan Türkmen- Yörük gruplarını organize etme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Rumeli'ye çeşitli zaman ve yerlerden getirilen bu Yörük gruplar 15. yüzyılın ortalarına doğru askeri ve stratejik görevlerde belli roller üstlenmeye başlamışlardır.

İşte Mustafa Kemal'in Baba soyu da bu Yörük gruplardan biri olan Kocacık yani Kızıloğuz Türkmenlerine dayanmaktadır.

Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi'nin dedeleri Konya Karaman'dan Aydın Söke'ye göçtürülerek, önce Vidin, daha sonra da Serez'e gelmişlerdir.

Osmanlı Padişahi ııı. Selim'in Nizam-ı Cedid düzenlemeleri döneminde, 1827 Osmanlı-Rus Savaşının yenilgisiyle meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak ortaya çıkan Bulgar, Yunan Sırp eşkıya veya çetelerinin Balkan coğrafyasında yaptıkları taşkınlıklar sonucu Mustafa Kemal'in Dedesi ailesiyle Selanik'e yönelmişlerdir.

 Manastır Vilayetinin Debre-i bala Sancağının Kocacık Nahiyesine gelen aile, Tahminen 1830 larda Selanik'e yerleşmişlerdir. Mustafa Kemal'in kimliğini araştıran araştırmacıların yaptıkları hesaplamaya göre, Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi tahmini tarihle 1839 yılında, burada Dünya'ya gelmiştir.

Ali Rıza Efendi'nin babası yani Mustafa Kemal'in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet'tir. Kırmızı Hafız Ahmet'in Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi ve Nimeti Hanım adında bir kız kardeşi vardır. Ali Rıza Efendinin ayrıca Rukiye Hanım isminde bir kız kardeşi ve Salih Efendi adında bir erkek kardeşi vardır.

Ali Rıza Efendi Selanik nüfus kayıtlarına "Karakocalı Yörük Taifesinden" diye kayıtlıdır.

  Mustafa Kemal'in Selanik'ten mahalle ve okul arkadaşı olan eski milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey Mustafa Kemal'in atalarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık Nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıkların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür. Hayvancılıkla geçinirler, Sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri, Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları hatta lehçeleri de aynıdır." Der.

1993 yılında gazeteci Altan Araslı "Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk. Atatürk Yörük Türkmen'i" başlığıyla Üsküp'te görüştüğü Numan Kartal, Atatürk'ün baba soyu hakkında bize şunları aktarır.

"Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri, Anadolu'dan geldiler. Bizler Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk'ün babası İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. Golalar ise 'hudut gazileri' anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı mahallesinden, babaannesi ise Yukarı mahallesindedir. Ayşe Hanım Taşlı mahallesine gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı mahallesinde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık'ın Taşlı mahallesinin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar, Bu nedenle oraya Dere mahallesi denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradaydı. Kocacık'tan temelli göç ettikleri zaman evlerini Etem Maliklere satmışlar. Malik'in oğlu Hayrettin İzmit'te oturmaktaydı. Der.

Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanım'da soylarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi." anlatmıştır.

Osmanlı Devletinin yerleştirme (İskân) siyaseti gereği Rumeli'ne göçürülen ve Mustafa Kemal'in baba soyunu oluşturan "Karakocalı" (Kızıloğuz) Türkmenlerinin Anadolu'daki kolu bugüne kadar bilindiği kadarıyla Alevidir. Rumeli'ne göçtükten sonra da Bektaşılığın etkin olduğu bir Bölgede; Aleviliklerini korumaları ve sürdürmeleri hiçte yadırganacak bir durum değildir.

Mustafa Kemal'in baba soyundaki Alevi-Bektaşi etkisine karşın, anne soyunda bazı akrabalarının Sünni İslam anlayışını benimsedikleri Yörük Türkmenlere rastlanmıştır.

Mustafa Kemal'in amcası Salih Bey'in eşi Müberra Hanım, Selanik eşrafından Mevlevi -Şeyhizade ailesindedir. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetine Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne konuk olarak gelen amcasının kızı Vüsat Hanım'ın Ramazan orucu tuttuğu ve Mustafa Kemal'in de bu akrabasına iftar ve sahur yemeklerinin verilmesini isteği bilinmektedir. Ramazan orucunu tutma geleneği daha çok Sünni inanışlı İslam anlayışını benimseyenlere ait olmasına karşın, Balkanlar'daki Alevi-Bektaşi inançlı Müslümanlar arasında da Ramazan orucu tutanlar görülmüştür.

Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendinin Mustafa'dan başka Ahmet ve Ömer isimli iki oğlu ve Naciye, Fatma, Makbule adlı üç kızı olmuş fakat Mustafa ve Makbule adlı üç kızı olmuş; fakat Mustafa ve Makbule dışındaki çocukları küçük yaşta ölmüştür.

Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendi Osmanlı-Yunan sınırındaki Olimpos Dağının ormanlarla kaplı eteklerindeki Paşaköprüsü gümrük kontrol noktasında, gümrük muhafaza memurluğu yaptığı yıllarda ailesiyle birlikte çok sıkıntı çekmiştir. Burası kara yolu bile olmayan çok kötü koşulları olan bir yerdir. Ali Rıza Efendi ailesini derme çatma bir eve yerleştirebilmiştir. Üstelik burası Rum çetelerinin herkesi haraca bağladığı bir uğrak yeridir. Çok geçmeden aile ikinci çocukları olan Ömer'i de ilaçsızlık ve bakımsızlık nedeniyle kaybedeceklerdir. Bu ölüm olayında sonra kızları Fatma ve sonrada oğulları Ömer ile iki çocukları daha ölür. Şimdi ailenin tüm dikkatleri sağ kalan Ahmet'e yoğunlaşmıştır. Ancak bir süre sonra oğulları Ahmet de ölür. Ali Rıza Efendi oğlu Ahmet'i sahilde açtığı mezara gömer. Bazı kaynaklara göre ve Soner Yalçın'ın 18 Mayıs 2008'de Hürriyet gazetesinde yayınladığı "Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım Evliliğinin Trajik Hikâyesi" adlı çalışmada bize aktardığı gibi, o gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden olmuş ve kıyıları döven dalgalar Ahmet'in mezarını aşındırmış ve Ahmet'in cesedi açığa çıkmıştır. Ahmet'in o küçük bedeni, dağlardan inen aç çakallara yem olmuştur. Sabah bu korkunç manzarayı gören Zübeyde Hanım oracıkta bayılmıştır. Bu elem dolu olay güzü yaşlı anneyi ruhsal olarak çökertmiştir.

Mustafa Kemal'in baba soyu, dedesinin kardeşi Kırmızı Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam ettirilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Onun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım'dan olan çocuklarla aile yedinci kuşağa ulaşmıştır. Belgelerde Mustafa Kemal'in Müberra Hanım'a "yenge" diye hitap ettiği görülmektedir. Bunların beş çocuklarından biri olan Necati Erbatur 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan törenle nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütlügil'in nikâhları 2 Ekim 1937'de Park Otel'inde yapılmış ve nikâh törenine Mustafa Kemal katılmıştır. Mustafa Kemal ayrıca bazı özel mektuplarında "Lütfi enişte" diye birinde bahsetmektedir. Ancak Selanik'te yaşadığı anlaşılan bu "Lütfi eniştenin" kim olduğu şimdiye kadar anlaşılamamıştır.

 

Mustafa Kemal’in Annesi Zübeyde Hanım 1857 yılında Selanik yakınlarında Lagaza ‘da dünyaya gelmiştir.  Zübeyde Hanım Öz-Türk’tür. Ünle araştırmacı yazar L.Kinross’un Zübeyde Hanım için bize şu cümlelerle hitap etmektedir.

“Zübeyde Hanım, damarlarında ilk göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgür yaşamlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığın düşünmekte hoşlanırdı.” Der.

Zübeyde Hanım’ın bu kimliğinden hoşlanması çok yerinde bir bilgiye dayanır, çünkü Zübeyde Hanımın soyuna Osmanlı döneminde Evlad-ı Fatihan denirdi. Osmanlının yayılma-genişleme dönemlerinde vatan haline getirilen ve bu topraklara yerleştirilen yedi göbek Türklere verilen addır.

Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın soyu Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan dolayı da Rumeli’deki diğer Yörük gruplarından faklı olarak “Konyarlar” olarak bilinen Yörüklerdendi.

Konya Karamanoğullarının 1466 yılında Fatih Sultan Mehmet döneminde ortadan kaldırılması sonucu, Konya Karaman ahalisinin Rumeli’ye göçürülerek yine bir iskana tabi tutulmuşlardır.

Zübeyde Hanımın soyu önce Konya Karamandan alınarak Batı Makedonya’daki Vodin ilçesi’nin batısındaki Sarıgöl Bucağına yerleştirilmişler. Daha sonraları ’da Selanik dolaylarına gelmişlerdir. Zübeyde Hanımın babası Sofuzade Feyzullah Efendidir.

Mustafa Kemal’in dedesi Kırmızı yâda Kızıl Hafız Ahmet Bey’i de tanıyan Aydın Milletvekili Tahsin Zan, Zübeyde Hanımın baba soyu hakkında şu bilgileri vermektedir. “Atatürk’ün validesi Zübeyde Hanım, Sofuzade ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130 sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e gelmişlerdir. Vodina Kazasının batısında Sarıgöl Nahiyesinden 16 köyden ibaret olan bu nahiye ailesi Makedonya ve Teselya’nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı hükümetinin sevk ve iskân ettirdiği Türkmenlerdendir.” Diye anlatır.

Mustafa Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım, annesi Zübeyde Hanım’ın sık sık, “Soyumuz Yörük’tür. Konya Karaman yöresinden buraya gelmişiz. Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’da kalmış, Mevlevi Dergâhına girmiş orada Yürüklüğü tutmuş” dediğine tanıklık etmiştir. Makbule Hanım bir gün ağabeyi Mustafa Kemal’e “Yörük ne demektir?” diye sorduğunda, Mustafa Kemal’in de cevaben “Yürüyen Türk demektir.” Dediğini bize Makbule Hanım anlatır.

Bin yıldan fazla olmuş, Türkmen göçebelerinin Anadolu’ya yerleşmeye başlaması. Bu gün bile bu Yörükler İslamiyet’i kendi kültürleri ile harmanlamış olarak ulusal karakterini muhafaza etmişlerdir.

E.Behnan Şapolyo’nun Ruşen Ünaydın’dan naklettiğine göre, Mustafa Kemal birçok kere “Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş “Yörük Türkmenleridir.” Demiştir.

Ünlü Tarihçi Hammer, “Yörük kadınları gibi Kula’daki Türk kadınlarının da yüzlerini kapamadıklarını ifade eder. (…) Bu aykırı davranış onların Türkmen kökenlerini kolayca kanıtlamaktadır.” (…) “Türkmen kadınlar, Türkmenlerin yerleştiği dönemde Amasis’inki gibi Anadolu’da daima güzellikleriyle ün salmıştır.”

Zübeyde Hanım okuma-yazmayı ailesinden öğrenmiştir. Okuryazar olduğu içinde Kuran okuyabiliyor ve mahalle halkı bu özelliğinden dolayı da kendisine Molla Zübeyde diye anmışlardır.

 

Mustafa Kemal, Askeri öğrenciliği yıllarındaki tatillerde Selanik’e annesinin yanına gelir, tatil günlerinde Akrabalarının Selanik’te bulunan Tekkelerine giderek, dini törenlerin yapıldığı günlerde dervişlere katılıp zikir çektiği, ”hu, hu” çekerek kan-ter içinde kalıncaya kadar içinde sema döndüğü bilinmektedir.

Mustafa Kemal’in çocukluğunu ve gençliğini yakından bilen Kılıçoğlu Hakkı, Fatih Rıfkı Atay’a gönderdiği bir mektup ’da, genç Mustafa Kemal’in tekke de düzenlenen semalara törenlerine katıldığını bize şöyle anlatır. “Ailece pek yakındık. Zübeyde Molla’yı ikinci defa kocaya veren benim büyük kaynatam Şeyh Rıfat Efendidir. Mustafa Kemal tatillerde Selanik’te sılaya geldiği vakit büyük kaynatamın tekkesine gelir, sema törenlerinde dervişler halkasına katılarak huuu-huu diye kan-ter içinde kalıncaya kadar döner dururmuş” Diye anlatmıştır.

Balkanlarda ve Selanik’teki Alevi-Bektaş’ı tekkelerin nerede ise tamamına yakını; Bektaşilere aittir.

Mustafa Kemal’in etkileyen Alevi-Bektaşi öğretisinin aileden geldiği bir yana, Mustafa Kemal’i etkileyen Jöntürkler ve İttihat ve terakkidir.  Özgürlükçü ve liberal düşüncelerin merkezi olan Selanik Jöntürlerin ve İttihat Terakkinin en etkin olduğu yerlerden biridir. İttihat ve Terakki içinde aktif rol alanlardan Talat Paşa, Enver Paşa ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi İttihat ve Terakki içindeki önemli ve etkin Bektaşilerdendiler.

Mustafa Kemal’in önemle takip ettiği ve etkilendiği kaynaklardan biri de Alevi-Bektaşi olan Namık Kemaldir. Namık Kemal, Alevi-Bektaşi İslam anlayışının en etkin entelektüellerinden biridir. Namık Kemal’in yazdığı  “Kerbela Mersiyesi” ile  “Şahımdır Ali” isimli şiirleri çok ünlüdür. Namık Kemal’in, Eşref Paşa’nın “Aleviyim” diye başlayan bir şiirine nazire olarak yazdığı “Aleviyim”  redifli şiirleri pek ala örnek olarak gösterilmektedir.

Görünen köy misali kılavuz istemeden anlaşılan odur ki, her çocuk gibi Mustafa Kemal’de çocukluk ve gençlik yıllarında babası ve sülalesinin inanç etkisinde büyümüştür. Bundan yadırganacak hiçbir şey yoktur. Mustafa Kemal’in Laik düşünceye varmasında, uygulanan Sünni İslam din olayının karşındaki pozitivist tutumunda hareket etmesi ve bilim-felsefe din anlayışını benimsemesinde Bektaşi inanç biçiminin egemen olduğu Bektaşi çevresinde yetişmesinin, Bektaş’ı düşün öğeleriyle beslenmesinin büyük rolü olmuştur. Bektaşi bir babanın oğlunun da Bektaş’ı olması kadar daha doğal ne olabilir ki! Mustafa Kemal’in yaşama dair Laik, hoş görülü oluşu, Ulusal açıdan bakıldığında ise evrensel ve çağdaş boyut da oluşu kısacası Laiklik, evrensellik, ulusçuluk, demokrasi anlayışının katı ve dogmatik olmayışı, bağnazlık ve yobazlıktan uzak oluşunun tüm alt yapısı çok doğaldır ki köklerini Bektaşilik öğretisinden almıştır.

Mustafa Kemal’in okuduğu kitaplar arasında yer alan R.Rozy’in “İslam Tarihi Üzerine Denemeler” adlı eserini okurken, süflilikten söz eden şu satırlarla ilgilenmiştir. “ Üçüncü aşama inanç aşamasıdır. Sufi tam anlamıyla bilime ulaşmıştır. Eskiden çok yüce görünen şey, şimdi ona sübjektif bir inancı vermiştir. Tanrısallığın bir parçası olduğunu biliyor, kendi benliğiyle Tanrısallık benzer düşüncelerdir. Allah’ı benliğinde bulmuştur.” Mustafa Kemal önemli bulduğu bu paragrafın başını dikey bir çizgiyle işaretlemiştir. Mustafa Kemal’in işaretlediği bu paragrafta Hallacı Mansur’un “Enal Hak” diye ifade ettiği “Varlığın birliği” ne vurgu yapılmaktadır.

Sufi-Tasavvuf geleneğinde “Enel Hak”  kavramı, varlığın tekliğini, her şeyi yaratan bir büyük kaynağın var olduğunu ve yaratılmışların bir gün yine o tek büyük kaynağa döneceğini belirtmek için kullanılmıştır.

Mustafa Kemal, R.Rozy’in “İslam Tarihi Üzerine Deneme” adlı eseri okurken “Araplar ile Türkler tarafından Noçairis ve Farslar tarafından Aliillahlah olarak çağrılan, kendilerini nitelendirdikleri gibi gerçeğin insanların Ehli hak doktrininden bahsetmek istiyorum.” Diyen cümleyi işaretlemiş ve “Yalnızca Bektaşiler istisnadır;  yalnızca sadakayla yaşamak için şereflerini bile ortaya koyarlar. Dervişleri hiçbir tarikat bağlayıcı kılamaz”

Mustafa Kemal’in bu eserde ilgilendiği ve Alevilikte insan ruhunun, kaynağı olan Hak’tan ayrılıp yine ona dönünceye kadar geçirdiği evreler “Devriye” olarak adlandırılır. Alevi inancına göre bir süre konuk olduğu bedenden ayrılan “ruh” Devriye olarak, ” Kamil insan” oluncaya kadar yeniden vücut bulacaktır.

Mustafa Kemal okuduğu bazı kitaplarda karşılaştığı bu “Devriye” kavramıyla ilgilenmiştir. Okuduğu J.Churchward’ın “Kayıp Kıta Mu” adlı kitapta da şu satırlarla ilgilenmiştir. “Eğer yaşayacaksak ebediyen devam etmeliyiz. Daire ve edebiyat gibi ebediyen devam edeceksek insanın başlangıcı yoktur. ‘İnsan müteaddit defalar vücuda gelir. Bununla beraber evvelki hayatından külliyen(tamamen) bihaberdir. (habersizdir.)

Mustafa Kemal; Alevi-Bektaşilik dışında Mevlevilikle de ilgilenmiştir.

1905’de Harp Akademisini bitiren Mustafa Kemal, Sirkeci’de kiraladığı bir ev de sık sık, ülkenin durumu üstüne toplantılar yapan Mustafa Kemal ve arkadaşları 3 ay tutuklu kaldıktan sonra ordudan atılmamış ama Kurmay Yüzbaşısı olarak Suriye’ye sürgüne gönderilmiştir. Zübeyde Hanım oğlunu Suriye’nin Şam kentine, yolcu olarak uğurlamaya birkaç günlüğü ’ne İstanbul’a gelmiştir.

Balkan Savaşları sonunda Selanik’in kaybedilmesi üzerine burada yaşayan diğer Türkler ile birlikte Zübeyde Hanım kızı Makbule’yle birlikte İstanbul’a gelmiş ve Beşiktaş Akaretler ’deki 76 numaralı eve yerleşmiştir.

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşından sonra Müttefik Orduları Komutanı Fakenhayn’la arasındaki bir anlaşmazlık sonucunda istifa ederek Halep’e gelmiştir. Mustafa Kemal burada sarılık hastalığına yakalanmıştır. Mustafa Kemal’in sarılık olduğunu duyan Zübeyde Hanım oğlunu görmeye Halep’ e gitmiş oğlunu görmüş ve İstanbul’a dönmüştür.

Mustafa Kemal, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç gün sonra 13 Kasım 1918’de Suriye Cephesi’nden ayrılarak İstanbul’a annesinin yanına gelmiştir. Bir süre Pera Palas Otelde, bir sürede Beyoğlu’ndaki Fansa’ların evinde, daha sonrada Şişlideki Madam Kasabyan’ın 3 katlı evini kiralamış ve Annesi ve kız kardeşini yanına almıştır.

Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsuna hareket etmiştir. Mustafa Kemal’in gidişinden sonra Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Hanım İstanbul’da yalnız kalmıştır.

Mustafa Kemal; görevle gittiği Samsundaki görevini bırakması ve İstanbul’a dönmesi istenmiş ancak İstifa eden Mustafa Kemal hakkında Osmanlı Hükümeti ve Padişahında onayıyla İdam kararı verilmiştir. İdam kararını duyan, hatta öldüğünü biçimindeki haberleri duyan Zübeyde Hanım hastalanarak kısmı felç olmuştur.

Türkiye Büyük Millet Meçlisi Başkanı ve Baş Komutan, Mustafa Kemal; hasta annesinden daha fazla ayrı kalmamak için 14 Haziran 1922’de bir gün önce tren ile Adapazarı’nda Askerlik Şubesi Başkanı Vehip Beyin evine getirilen annesiyle buluşmuş, geceyi annesiyle birlikte o evde geçirmiş ve sabahleyin otomobille ana-oğul beraberce Ankara’ya gitmişlerdir.

Zübeyde Hanım ömrünün son günlerini ’de müstakbel gelini Latife Hanımın İzmir Karşıyaka’daki Köşkünde geçirirken 15 Ocak 1923 günü 66 yaşında iken bu evde hayata gözlerini kapamıştır.

 

 

 

 

 

13 Haziran 2014 Cuma


Yıl 1299 OSMANLI'DAN, YIL 19 MAYIS 1919 MUSTAFA KEMAL’E,

 600 YILLIK BİR GEÇMİŞ, YIL 2014 YAZILMAMIŞ SON 76 YIL

 

1299 da Anadolu'da doğan Osmanlı İmparatorluğu, yükselerek 16 cı yüzyılda dünyanın en büyük askeri ve siyasi güçlerinden biri durumunda iken geçen 350 yıllık zaman içerisinde çeşitli iç ve dış nedenlerin katkılarıyla devamlı güç ve itibar kaybederken, Viyana kapılarına kadar ilendikten sonra

 Zayıflamaya başlamış ve 1683’e gelindiğinde,  iyiden iyiye Batının Emperyalist baskısıyla, Siyasi, Askeri ve ekonomik olarak her sıkıştığında İç ve dış güçlere devamlı borçlanarak “Yarı bağımlı” hale gelmiş ve köşeye sıkışmıştır. Viyana,  Budapeşte, Belgrat'ın elden çıkmasını önleyememiştir. Avrupa'da geri-geri çekilerek, Bir avuç Rumeli toprağına sığındı. Ancak elde kalan bu topraklar da,  Ruslar ve Avusturyalıların işgal hedeflerindedir. Ruslar:  Kendi ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları teslim etmek istiyordu.

 

 Osmanlı,1699 Karlofça antlaşmasıyla İlk defa topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Osmanlının

Ekonomik-Siyasal ve Kültürel olarak kayıp verdiği ise, Ancak 17’i yüzyılda devleti yönetenlerin dikkatini çekmiştir. 600 yıllık Osmanlı döneminde, devlet yönetimi için devşirme- dönme kimseler yetiştirilmiş ve kullanılmışlardır. Osmanlıda biat kültürü hâkim. Devlet yönetiminde görev alan 288 Sadrazamdan (Başbakan) yaklaşık 70 kişi kendi halkından. Geriye kalan, 210’n dan da fazlası ise Yahudi ve Hristiyan kökenlidir.600 yüz yıldan beri yaşamın, Hukukun, Sanatın, Siyasetin ve Kültürün Din ile şekillendiği bir şeriat ve ümmet imparatorluğu olan, devletin eski etki ve canlılığına kavuşturma cabaları ise yorgun ve itibar kaybeden bünyede olumlu sonuç verememiştir. 19 ‘u yüzyıla gelindiğinde ise imparatorludaki irtifa kaybı, giderek hızlanmış, 20’i yüzyılın başlarında, Trablusgarp, Yemen, Balkanlar ve birinci dünya savaşı sonunda; Osmanlı toprakları Anadolu coğrafyası ile sınırlandırılmıştır. Yaklaşık 600 yüzyıl yaşama becerisi gösteren, ve20’i yüz yılın başlarında, Hızla çöküşe sürüklendiği yıllarda;

 

Mustafa Kemal,

 Daha 5-6 yaşlarında ikin, Osmanlı imparatorluğuna bağlı Selanik'te Öğrencisi olduğu mahalle mektebi sayılan Medrese hocasının, dizlerinin üstünü oturup saatlerce o vaziyette ders yaptırmasına, karşı gelerek,  ayağa kalkıp ders dinlemiş, hoca oturmasını ve öyle ders yapmasını isteyince de. Hayır, ben ayakta ders yapacağım çünkü söylediğin gibi,  "oturarak ders yaparken dizlerim acıyor."  hoca "sen benim emrime karşı mı geliyorsun."  Deyince. “Evet, senin emrine karşı geliyorum." Diye dayatmıştır.

 Bu tartışmada diğer öğrencileri de yanına çekmesini başarmış, bunun üzerine, hoca, Mustafa Kemal ile pazarlık yapmış, Mustafa Kemal ve öğrencilerin istediğini kabul etmiştir.

 

Mustafa Kemal Askeri Rüştiye'yi 14 yaşında bitirmiştir. Manastırda gittiği Askeri Rüştiyede okurken,

 Mantık, Hesap,  Usul-i Defteri,  Hendese (geometri), Coğrafya, Tarih-i İslam, Kavaide-i Osmaniye (Osmanlı kaide- kuralları),Fransızca, İmla-yı Türki,  Hatt-ı Fransevi, Resim gibi okutulan dersler ile de,

 Öğrenciliğinden itibaren analitik düşünmesini öğrenmiştir. Okul dışında, özel hocalardan Fransızca dersler ile müzik ve o zamanda moda olan dans dersleri almıştır.

Mustafa Kemal bu yıllarda, Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık arayışlarına bizzat tanık olmuştur. Bir gece bir arkadaşı ile okuldan kaçıp, gönüllü olarak askere yazılmaya gitmiş, fakat öğrenci olduğu anlaşılınca geri gönderilmiştir. Mustafa Kemal; Manastırda bulunduğu yıllarda yazılarını okuduğu,

 Avrupa'ya gitmiş Jön Türklerce, Fransa'da, Fransızca yayınladıkları gazete ve dergiler ise Türklük duygularını kamçılamıştır.

 

 Asım Gündüz'ün hatıralarında Mustafa Kemal'in ağzından bize aktardığı gibi "Tarihte inkılaplar önce aydın kişilerin kafasında, Fikir olarak doğmuş zamanla toplumu sarmıştır(...) Başka milletlerin şairleri,

 Münevverleri böyle çalışıp milletlerini uyarırken, nerde bizim mütefekkirlerimiz? Bizim bir Namık Kemalimiz var. O, Türk milletinin yüz yıllardan beri beklediği sesi verdi “Dediğini, Asım Gündüz,

Bizlere anlatır.

 

Mustafa Kemal; Harp akademisinde öğrenci iken çok okumuş ve Osmanlının bir zamanlar hükmettiği

 Batının egemenliğine girdiğini ama batının kültür ve biliminden uzaklaştığını tespit etmiş, Pozitivizm,

 Materyalizm, Sosyalizm, Darvin’izm gibi akımlarla ilgilenmeye başlamış ve1904’e,Defterine şöyle bir not düşmüş: “Önce sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı“ diye yazmıştır. Mustafa Kemal: Batıyı yakından takip etmek ve anlamak için, Almanca, Fransızca ve kısmen, İngilizce öğrenmiş, Hatta bir ara askeri okulda, Seçmeli, Rusça ve Japonca dersleri almıştır. Batıyı temelden değiştiren, Rousseau,

Montesquieu, Holbach, Voltaire, Aguste Comte, Bohler, Desmoulins, Descartes, Kant gibi yabancı aydınlarla, Osmanlıyı değiştirip, dönüştürmeye çalışan, Tevfik Fikret, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet,

Kılıçzade Hakkı, Baha Tevfik, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi gibi, Yerli aydınların kitaplarını, yazılarını okumuş; Batı'da yayınlanan gazeteleri, Osmanlıdan yayınlanan, İçtihat ve Mizah gibi dergileri takip etmiştir. Yıllar sonra Eşref Ünaydın’a Atatürk’ün bu kadar kültürü nereden aldığını soranlara O da, sorulan soruya, "Mustafa Kemal: okuduğu Meşveret 'ten, Mizan'dan Osmanlı'dan, Şurayı Ümmet'ten, Murat'ın Mizanı ile Ahmet Cevdet'in “İçtihat “tını,

Düzenli olarak eline geçmiştir. Çanakkale savaşından sonra, kendisiyle konuşurken, Jön Türlerin Avrupa'da çıkardığı Osmanlı mecmuasının tam koleksiyonunun elinin altında olduğunu bana söylemiş,

Fırsat düştükçe karıştırıp eski okuduklarımı gözden geçiriyorum."  Dediğini anlatmıştır.

 

 Mustafa Kemal, öğrencilik yıllarındaki Yaz tatillerinden fırsat buldukça Selanik'e gelir oradaki, Olympos, Kristal ve Yonyo gibi gazinolarda arkadaşları ile buluşurmuş. 1902 yılının bir yaz tatilinde

İran olayları konuşulurken, İran'da özgürlük savaşı verenlerin büyük başarı kazanarak, İran Şahına parlamentoyu açtırdıkları, Girit'te de Venizelos'un adayı Yunanistan'a katmak için savaştığı dile getirilirken, Ali Fethi (Okyar) : "Bizde neden böyle adamlar çıkmaz?" Diye sorunca: Mustafa Kemal;

 "Neden bir Mustafa Kemal çıkmasın" Diye karşılık verdiğini! Aktarır. Yine tatilde geçen Selanik günlerinin birinde; İleride arkadaşlarına vereceği görevleri sıralarken, arkadaşı Nuri Conker'e,

 "seni de başvekil yapacağım" demiş, Nuri Conker de: "o birader!  Beni başvekil yapmak için sen ne olacaksın." Diye sorunca, Mustafa Kemal, hiç tereddüt etmeden, "Bir adamı başvekil yapabilecek adam (olacağım)" yanıtını verir. Mustafa Kemal 1902 de Selanik’te geçirdiği o tatil günlerin birinde

bir Bulgar vatandaşına  "İmparatorluğun o çöküş yıllarındaki bütün aksaklıkları, beceriksizlikleri anlatıyor...'Ben bir gün başa gelirsem'... Deyip, kalkınma ve tutunma çarelerini sıralıyordu.

İmparatorluğun her milletine ayrı hak tanıyor, Türk milletini ayakta tutmanın çarelerini düşünüyor,

Rüyada bir adamdı. Gözleri çakmak-çakmaktı.

Görülebilecek kadar hayalden bahsettiği, insan fark ediyor, fakat hangi kuvvet bilinmez, insanı içinde

Ona inanmaya sevk ediyordu”...diyen Bulgar vatandaşı bunları bir Bulgar gazetesinde anlatıyor.

Atatürk 1906 veya 1907 yılında Bulgar Türkolog'u Manof'a, yıllar sonra yapacağı devrimleri tek-tek sıralayarak, gelecekte çağdaş bir Türkiye kurmaktan söz ederken; “Bir gün gelecek, ben hayal sandığınız bu devrimleri yapacağım, mensup olduğum ulus bana inanacaktır... Bu ulus gerçeği görünce arkasından duraksamasız yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı türdeş bir yapıya dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından benliğimizi ayırarak,  Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Batı uygarlığına engel olan Arap yazısını atarak,

 Latin kökünden bir alfabe seçmeliyiz... İnanın bunların hepsi bir gün olacaktır."  Diye sıralayarak anlatmıştır. Mustafa Kemal 1905 te, sürgün gittiği Suriye yolculuğuna,  kafasından yaratılacak Çağdaş Türkiye hedefi ile çıkmış, ömründe ilk defa hala ortaçağı yaşayan bir kent olan ve İslam'ın gözbebeği sayılan Şam'ı tanıyacaktır. Şam'da karanlık bastıktan sonra her yer bomboş ve sessiz, Araplarca kutsal olan Şam tam bir ahiret şehri gibidir. Karanlık ve sessiz geçen Şam gecelerinden bir gün, kapalı ve yüksek duvarların dibinden geçerken, kahvehanenin birinin penceresinden dışarı taşan bir müzik sesi gelir, Kapıdan içeri baktığından, Hicaz Demir yolunda çalışan İtalyanlarla dolu olduğunu görür,

Mandolin çalıp şarkı söyleyerek, karıları ve kız arkadaşlarıyla dans ediyorlardı "İzin isteyerek onlara karışır, sabaha kadar onlarla yer içer, eğlenir dans eder. Mustafa Kemal; giderek, her şey karanlık içinde, baskı ve derinden derine ikiyüzlülükle dolu, bu zamanda, katı gelenekler, yozlaşmış dini inançlar içinde, milletin gerçek düşmanının,  sadece yabancılar olmadığını, İyiden iyiye, tıpkı bu şehirde yaşananlar gibi defalarca tespit etmiştir. Mustafa Kemal 1909 da Defterine yazdığı notlarda şapkanın kabul edilmesinde söz etmiştir.

 1910 da Fransa'da düzenlenen "Pacardie manevraları”na katılmak için, Fransa'ya giderken,

 Başında kırmızı feshi olan arkadaşı Yüzbaşı Selahattin’le, Belgrat İstasyonunda alay edilmesi,

 Mustafa Kemal’in gururunu çok kırmış, bu seyahat için uğradıkları Selanik'te, aldığı Avrupai bir elbise ve kasket giymiştir.

 

 Mustafa Kemal; 1914 de Bulgaristan'ın Sofya şehrinde yaptığı "Sofya Ateşemiliterliği" Resimlerinde şapka giydiği çokça görülmüştür. Mustafa Kemal 1916 yılında 16’ı Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı Muş ve Bitlis'te defterine yazdığı notlara bakılacak olursa, öğrencilik yıllarında bu yana okuduğu kitaplar, tuttuğu notlar ve düşündüğü devrimin İçeriğine dair düşüncelerinin daha da

Netleştiği ve ileride kuracağı Çağdaş Türkiye hakkında önemli ipuçları verir. Mustafa Kemal,

1918 yılının ortalarından, böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği Avusturya Karlstad’a kaldığı günlerde, defterine yazdığı günlüklerde hem Âşık olan,  insan Mustafa Kemali, hem de gelecekte yapacaklarını sıralarken, okuduğu kitaplardan alıntılar yapmıştır. 7 Temmuz 1918 Pazar gününe

İlişkin notlarında, yatmadan önce, Yükseköğrenim görmüş bir kızla, Felsefe profesörü amcasının

"sosyalizm" konusundaki tartışmalarını içeren, bir kitap okuduğunu belirterek, kitaptan bazı alıntılara yer vermiştir. Mustafa Kemal'in burada okudukları arasında, Karl Marks'ın Fransızcaya çevrilmiş

Kapital'ine ilişkin eleştiri de vardır. Bu eleştiriye bakarak, Mustafa Kemal'in daha öncede

 Kapital'i okumuş kanaati de oluşabiliyor insanda.

.

Mustafa Kemal; 22 Kasım 1916 akşamı, Kurmay başkanı İzzettin Çalışlar ile yaptığı  "Tesettürün lağvı (kaldırılması) ve Toplumsal hayatımızın ıslahı, konusunda yaptığı uzunca söyleşiden sonra, defterine şu notları düşmüş:

 

1-      Muktedir ve hayata vakıf valide (güçlü ve hayatı bilen anne) yetiştirmek.

2-      Kadınlara serbestisini vermek,

3-      Kadınlara müşareket-i umumiye ( ortak yaşam) erkeklerin ahlakiyatı, efkârı (düşünceleri)

               Hissiyatı üzerinde müessirdir.(etkilidir)

4-       Celb-i muhabbet-i mütekabile, temayül-i fıtrisi (karşılıklı sevgiyi kazanmanın doğuştan gelen eğilimi) diye satır başlı notlar yazmıştır.

 

 Mustafa Kemal, arkadaşları ile yaptığı bir söyleşide ise, "Ben her zaman söylerim, burada bir vesile ile bilginize sunayım, benim elime büyük bir yetki ve güç geçerse, ben toplumsal yaşantımızda istenilen devrimleri, bir anda, bir vuruşla uygulayacağımı sanırım. Çünkü ben kimileri gibi, halkoyunu yavaş, yavaş benim tasarılarım ölçüsünde, tasarlamaya ve düşünmeye alıştırmak yoluyla, bu işin yapıla bileceğini kabul etmiyor.  Böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden? Ben bunca yıl yüksek eğitim gördükten, Uygar yaşamı ve toplumları incelemek ve Özgürlüğün tadına varmak için yaşam ve zaman harcadıktan sonra cahil halkın derecesine ineyim. Onları kendi dereceme çıkarayım. Ben onlar gibi değil, Onlar benim gibi olsunlar. Bununla birlikte sorunda,  incelemeye değer kimi noktalar var.

 Bunları iyice kararlaştırmadan işe başlamak hata olur.

 

 Mustafa Kemal, Kadın konusunda defterine aldığı notların birinde, "Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar. Onların dimağlarını ciddi bilim ve fenle süsleyelim.

İffeti, Fenni, Sağlıklı olarak açıklayalım. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına, birinci dereceden önem verelim. Sonra şahsi ilişkiye gelince, Tabiat ve ahlakımıza uygun kararı arayalım. Ve onla evlenme şartlarımızı açık ve kesin kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince, Onun gereğini yapalım... Kadın da böyle hareket etsin." Defterine yazdığı notlara bakılacak olursa,  Mustafa Kemal; 1918 yılının ortalarından, 8 Temmuz 1918 de, Böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği Fransa’da defterine yazdığı notlar arasında şunlar göze çarpar. "Bugün kayda ve İncelemeye değer aşağıdaki meseleler var. Fakat vaktim olmadığı için, yalnız not etmekle yetineyim:

 

1-      Cemal Paşa'nın mevkii, takip ettiği hayat tarzı için servet kaynağı!

2-       Talat Paşa'nın Cemal Paşa'ya soğuk davranması! Sebebi ne olabilir?

3-      Enver Paşa bana karşı ne politika izliyor. Buna karşı ne karar vermeliyim?

4-       4- Yeni Padişah ne gibi vaziyetler alabilir?

 

 Mustafa Kemal, 9 Temmuz 1918 Salı günkü notlarında ise, kendi kendine, şu soruları sormuştur.

 

 1- Osmanlı Devleti nasıl bir siyaset takip etmelidir.

2- Türklük mefkûresi.

3- Arabistan, Türkistan hakkında, vesair milletler hakkında, takip edilecek bakış açısı, ne olmalıdır?

4- Devletimizin ileri gelenleri (Cavit bey) in Memleket hakkında, kavrayışları?

5- Aşarın toplanma usulleri. Emanet, ihale, maktüiyet (mısır da)

6- İsmail Hakkı Paşa meselesi?

 

 Mustafa Kemal Temmuz 1918 de, tedavi için gittiği Avusturya-Karlsbad da tuttuğu notlar arasında, "Yaşantımın her evresini, bütün ayrıntılarıyla belleğimde düzenli bulundurabiliyorum. Yalnız tarih, gün, ad hatırımda kalmıyor. Bunları da başka bir araçla düzenleyebilirim..."

 

 Mustafa Kemal; Erzurum Kongresinde önce,7-8 Temmuz 1919 gecesi, Mazhar Müfit Kansu'yu ve İbrahim Yiğit'i çağırarak, “Memlekete iradi milliye hâkim olacak. Kuvayı milliye de bu iradeye tabi.

 Hakikat bu olunca, neler olmaz." Demiş, Mazhar Müfit Kansu'dan not defterini getirmesini istemiştir.

 Sigarasını birkaç kez tüttürdükten sonra şunları söylemiştir. "Bu defterin,

 Bu yaprağını, Kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, birde sen bileceksin. Şartım bu."  Dedikten sonra da "yaz" diye devam eder.

 

 1- Zaferden sonra hükümetin şekli cumhuriyet olacaktır.

2-  Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.

3- Tesettür (örtünme) kalkacaktır.

4- Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

5- Latin harfleri kabul edilecek."  Mazhar Müfit Kansu şaşkın bakışlar arasında  "paşam kâfi-kâfi"      diyerek, Mustafa Kemal'in sözünü kesmiş "Cumhuriyet ilanında başarılı olalım da,

 Üst tarafı yeter."  Diyerek, defteri kapatmıştır. Erzurum Kongresi sırasında tartışmalarda kullanılan

 "asri" kelimesi gibi bazı sözcükler tartışma yaratmış, bazı hoca efendiler, "asri" sözcüğünü kullanmasını istememiştir. Mustafa Kemal de "Asri kelimesi, hoca efendilerin taassubuna dokundu..."

 Diyerek bu durumda, dert yanmıştır.

 

 Mustafa Kemal yıllar sonra, şapka giyilmesine ilişkin yasa çıkartıldığında,  Mazhar Müfit Kansu'ya

 "Kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?" Diyerek takılır.

 

 Mustafa Kemal; 1922 yılında 18 numaralı not defterine yazdıkları ve hedefine koydukları ise şöyledir,

 

 A- Sosyal bir toplumda şunlar olmalıdır:

 

1- Ulusal bir gururun verdiği kararlılık ve kuvvet.

2- Durağanlığa kızgınlık ve iğrenme (ilerlemeci olma)

3- Kanaatkâr oluş

4-Hayatın ucuzluğu, süslemenin ucuzu.

5- Hayati zevklere karşı ilgisizlik.

6-Uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, dine ve maneviyata etki etmede, hızla gelişmesi,  yayılması.

7-Hükümetin gelişme gösterenler, yüreklendirici bir yol izlemesi.

 

 

 

 B-)

 

1-Ulemayı kiram, Siyasete karışmamalı, Mebus da olmamalı.

2- Türkiye devletinin temelleri,  bugün kurulacak değildir. O sarsılmaz temeller, binlerce sene önce kurulmuştur. Fakat o temellerin üstündeki binayı değiştirmek, bizim olmayan tarz ve renklerini atmak,

Sosyal yapımıza, çağın uygarlığına uyacak bir tarzda, en milli bir renkte ihya etmek gerekir. Okul,

İktisat, Sanat, İmar.

3- Memleketimiz feyizlidir, zengindir, milletimiz, çalışkandır.

 4- Ancak, İlim ve fen sınırlıdır.

 5- Genişletilecek,

 6- Şerefli ve haysiyetli bir millet böyle olur.

7- Sofya'da böyle membalar var. Her birinde Cennet havuzları vasfında membaları (kaynakları)

     Hamamları vardır. Biz niçin yapmayalım?

8- Tanrı birdir, büyüktür.

9- Bu ana baba yurdu için hayatını vermeye hazır, yüzbinlerce evladımız var.

10- Bir milleti irşat etmek (aydınlatmak)  Felaketten kurtarmak için, Devlet adamlarının pek büyük önemi vardır.

11- Bir milletin felaket içinde kalması, çökme tehlikesine maruz kalması mutlaka sosyal, Ahlaki bir hastalığa, saplanmasındandır.

12-Milletin gerçek kurtuluşunu sağlamak için mutlaka, milletin sosyal eksiklerini idrak etmek ve hastalık esasından, İlmi ve fenni bir şekilde, tedavi çarelerine yönelmek gerek.

13-Tedavi ancak ilmi ve fenni bir surette olursa şifa verir.

14-Milletin fikri ve sosyal bütün kuvvetlerinden,

 Yararlanmak gerekir. Hâlbuki fikirler safsatalarla Mali, Sosyal, Aklın ve Mantığın kabul etmeyeceği,

 Bir takım kötü adetler ile felç olursa, aradığınız; muhtaç olduğunuz kuvvetlerin, kaynakları yok demektir. Binaenaleyh bu kaynakların temizlenmesiyle, işe başlamak gerekir.

15- Bu kuvvetlerin israf edilmemesi için, usul ve program dâhilinde hareket etmelidir.

16- Vatanın geleceğini, Milletin haysiyet ve Namusunu korumak, temel düşünce olmalıdır.

17- İlim ve eğitim gereklidir.

18- İlim ve eğitimin merkezi okuldur.

19- Milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda, meselelerinde de birer namuslu uzman, faal birer âlim olmaları gereklidir.

20- Düşmanı mağlup edene ordularımızın sevk ve idaresinde, Fenni ve ilmi kurallar rehberimiz olmuştur.

21-Milleti yetiştirmek için, Okullar, Üniversiteler kurmak için de,  aynı ilkeyi takip edeceğiz.

22- Milletin siyasi ve sosyal hayatında,

 Fikri terbiyesinde her türlü dış etkenlere, bir dayanıklılık için, İlmi ve fenni rehber edineceğiz.

23- Okul genç beyinlerde insanlığa hürmeti, vatan ve millete muhabbeti, bağımsızlık şerefine muhabbeti ve bağımsızlık tehlikeye girdiği zaman, onu kurtarmak için, gereken doğru yolu öğretir.

24- Okul sayesinde, İlim ve fen sayesinde, Türk milleti,  Türk sanatı, Türk edebiyatı, bütün güzelliği ile kendini gösterecektir. Türk tarihinin ahlaki bir şekilde, Öğrenimi okulda olacaktır.

25- Çağdaş düşüncelerin, Çağdaş ilerlemelerin (terakkiye Asriye’nin) çeşitli engellerin etkisinde kalmaksızın İvedi olarak, geliştirilmesi ve yayımı gereklidir.

26- Şairlerimiz, Ediplerimiz, kadın erkek Öğretmenlerimiz, Filozoflarımız,  geçen felaket günlerini mütemadiyen, Millete söyleyip, yazacaklardır. Maruz kaldığımız çöküntünün nedenlerini, açık ve kesin anlatacaklardır. Bu kara günlerin tekrar etmemesi için, Milletin ruhunu, Gözü açıklığını her an uyanık tutacaklardır.

 27- Özellikle millete anlatacaklardır ki, Türkiye devletinin güvenliği, Türkiye halkının gerçek saadet ve refahı, Türkün sosyal yapısına en uygun olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Onun hükümeti ile sağlanır.

28- Türkiye halkına gerçek benliğini idrak ettiren bu milli idareye yan bakanlar, Millet nazarında ebediyen kötü  ve yok olmuş olacaktır.

29- En önemli ve faziletli görevimiz, eğitim işleridir. Çocuklarımıza ve gençlerimize, görmekte olduğu eğitimin, sınırı her ne olursa olsun, her şeyden önce, Türkiye'nin bağımsızlığına, Türkiye Büyük Millet Meçlisine ve Hükümeti’ne düşman olan tüm unsurlarla, mücadele etmek gerektiği, Öğretilmelidir."

 

 Mustafa Kemal 8 Nisan 1923 de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adana yayınladığı, "dokuz ilke(umde)" Kurulacak Türkiye'nin ilk resmi belgesi gibidir.

 

 1- Egemenlik Ulusundur.

2- Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında, hiç bir makam, Ulusal yazgıya egemen olamaz.

3- Bütün yasalarda, Örgütlerde, Yönetimde, Eğitimde, Ekonomide Ulusal egemenlik içinde davranılır.

4- Saltanatın kaldırılması kararı, değişmez bir ilkedir.

5-Mahkemeler, yasalar düzeltilecektir.

6- Aşar vergisi kaldırılacaktır.

 7- Öğretim birleştirilecektir.

8- Askerlik süresi azaltılacaktır.

9- Barış konusunda mali, İktisadi, Siyasal bağımsızlığımızın kesin olarak, sağlanması koşuldur."

Görülüyor ki Mustafa Kemalin kafasında: "Osmanlıcılık" düşüncesi artık iflas etmiştir. Mustafa Kemal;

 Ta 1889 da İstanbul'da girdiği Harp Okulu öğrencisi iken de, Beyoğlu'nda bir Fransız Madamına pansiyoner olmuştur.  Hem bu madamda Fransızca der almış hem de, madamın aracılığıyla,

İttihatçıların Paris'te yayınladıkları gazeteleri elde etmiştir. Fransızca dili sayesinde

Batı kültürünü daha iyi tanımıştır. Artık Rousseau, Voltaire, Aguste Comte, Desmoulins, Montesquieu gibi Fransız aydınların eserlerine kolaylıkla erişebilmiştir. Öğrencilik yıllarında sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile iyi arkadaş olmuş her fırsat buldukça beraberce kendisi de asker olan Ali Fuat'ın babasının Kuzguncuktaki "Konak "ta yapıla sohbet toplantılarına katılmış, arada bir öz alarak konuşmalar yapıp, kısa zamanda onların kadirlerini kazanmıştır. Mustafa Kemal; O yıllarda Namık Kemal, Ziya Gökalp'i okuyarak, Ulusal isteklerin dayandığı temelleri öğrendikçe, pozitivist akımları takibe başlamıştır.

 

Mustafa Kemal: Harp okulunda Öğrenci arkadaşlarını toplar ve "Arkadaşlar bu gece burada sizleri toplamaktan maksadın şudur: Memleketin yaşadığı vahim anları Size söylemeye lüzum görmüyorum.

 Buna cümleniz müdriksiniz. Bu bedbaht memlekete karşı, mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak biricik hedefimizdir. Bugün Makedonya'yı,  tekmil Rumeli'yi, Vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar.

 Memlekete yabancı nüfus ve hâkimiyet fiilen girmiştir. Padişah zevk ve Saltanatına düşkün, her zilleti yapacak, menfur bir şahsiyettir. Millet zülüm ve İstibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve çöküntü vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve kurtuluşun anası, Hürriyettir.

 Tarih, bugün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler yüklüyor. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı yaymak zaruridir. Sizlerden, fedakârlık bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı ancak ihtilalle, cevap vermek ve Köhnemiş olan çürük,  İdareyi yıkmak, Milleti hâkim kılmak, hülasa Vatanı kurtarmak için Sizi,

Vazifeye davet ediyorum."

 

Mustafa Kemal; Din-Tanrı konusundaki araştırmalarını “Antik çağa” kadar takip etmiştir. Antik dönem filozoflarından, Aristo, dan ST. Thomas'a kadar olanı, kaynakların takibini sürdürerek,  Doğa düzenini,

Kavramının en belirgin özelliği Tanrının iradesine boyun eğen, fakat kendisine has iç mantığı bulunan

Ezeli ve Ebedi maddenin kendi-kendine oluşumunu ve Leibniz "in, Tanrı bu dünyadaki kötülüklerden

Sorumlu olmadığını anlatan "Tanrı Savunmasını” kitabını okumuş olarak İngiliz şüpheci David Hume'i,

Alman filozofu Kant'ı ve Avrupalı Volteri, De La Metterie'ri,  Holbach gibi düşünürler başta olmak üzere Ansiklopedisiler ve Materyalistler gibi kimliklerin tanrıya karşı daha sert tavırları okumuş ve özellikle Volter'in  "alçağı ezin" sloganıyla seslendirdiği Tanrıya değil Kiliseye yönelişini ciddiyetle okumuş olarak, fırsatlar yaratıp İstanbul'daki O Konak toplantılarındaki tartışmalara, bazen izleyici

bazen tartışmacı olarak katılmıştır. O dönem okuma yazma oranı düşükte olsa, özellikle asker ve

bazı üst düzey yönetici kadroların ev ve konaklarında yaptıkları sohbetli toplantılarda;

Osmanlının İmparatorluk felsefesinin sonunun geldiğini ve Bağımsızlık idealini Takip eden başta

Beşir Fuat ve Osmanlının materyalist ve Pozitivistlerin başında gelen Baha Tevfik ve ayrıca Osmanlının Abdullah Cevdet, Ahmet Hilmi, Ahmet Şuayip gibi son dönem Osmanlı aydınlarını çabalarını hevesle takip etmiştir. İki bin kişilik Harp okulunda yeterli miktarda su bulunmamasına rağmen, Padişahın buyruğu gereği Öğrencilerin namaz kılmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal, "abdestsiz namaza durdum, bağışla Tanrım" diyen çok sayıda Harbiyeli arkadaşlarını görmüş, Dinin gösteriş haline getirilmesinin, zorlamanın, utanç veren kişiliği yıkan sonuçları ile tanışmış, büyük oranda okudukları ve yaşadıklarıyla bu anlamdaki din öğretisinden iyice soğumuştur.

 

 Mustafa Kemal; son sınıf öğrencisi iken arkadaşları ile birlikte el yazısı ile gazeteler hazırlamış,

Sınıf duvarına asmaya başlamıştır. Bu gazetecilik serüveninde teneffüs saatinde Sınıftan gazetenin

 Yeni bir nüshasını hazırlarken Hocası tarafından, suçüstü yakalanmış ve kurduğu grup ile beraber 3 ay hapis yatmıştır. Okul bittikten sonra da, Sirkeci'de kiraladığı bir evde, gizli-gizli toplantılar yapmaya devam etmiştir. Bu hareketinden dolayı askerlik görevinden atılmasını bir hocası önlemiş ancak Suriye'ye sürgüne gönderilmiştir. 1905 de Suriye'ye giderken arkadaşlarına şöyle seslenmiştir "Pekâlâ, bizde bu çöle gider, yeni bir devlet kurarız."  Der.

 

 Genç subay, Mustafa Kemal, artık daha örgütlü hareket etmek gerektiğinin farkına varmıştır Suriye'de "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni" kurar. Vatan ve Hürriyet Cemiyetinde,  Arkadaşlar arasında yaptığı bir toplantıda: "Arkadaşlar, gerçi bizden evvel birçok teşebbüsler yapılmıştır; fakat onlar muvaffak olamadılar. Çünkü teşkilatsız işe başladılar, biz kuracağımız teşkilat ile bir gün mutlaka ve

Behemehâl ( her halde-mutlaka) başarılı olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız."  Der. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, daha sonra, İttihat ve Terakki'ye katılırmıştır. Mustafa Kemal; Bir dönem mücadelesini İttihat ve Terakki içinde sürdürür... Fakat zaman içinde Selanik'te yapılan görüşmeler sırasında, Trablusgarp delegesi olarak,  Mustafa Kemal Ordunun siyasetten ayrılmasını ister. Ancak Mustafa Kemal'in, bu görüşü; İttihat ve Terakki tarafından dikkate alınmadığı gibi, kendisi ortadan kaldırılmak istenmiştir. İttihat ve Terakki'den ayrılan Mustafa Kemal artık tek başına, kendi bildiği yöntemlerle

 Mücadele edecektir.

 

 Bu arada İttihat ve Terakki'nin baskısı sonucu;  20 Temmuz 1908 de II. Abdülhamit "Meşrutiyet" ilan ederek,  "Kanunuesasiye" i, yeniden yürürlüğü koymak zorunda kalacaktır. Tüm bu olup bitenleri 27 yaşındaki Mustafa Kemal:  Osmanlının bir askeri olarak, tüm sıcaklığı ile yaşamış ve Osmanlının; Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya savaşı ile aldığı derin yaralara tanık olmuştur.

 Birinci Dünya Savaş’ında Çanakkale Cephesinde İngilizler ve Fransızları durduran, Doğu Cephesi’nde Muş ve Bitlisi Ruslardan geri alan Mustafa Kemal, 17 Şubat 1917 de Hicaz Seferi Kuvvetler komutanlığına atanmıştır. Hicaz Seferi Komutanlığı emrinde ki ordunun görevi: Arap Yarımadası’nı, Mekke’yi, Kâbe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye bağlayan demiryolunu elde tutmaktır. Fakat Mustafa Kemal Değil o bölgeyi savunmak Hicaza asker sevk etmek, düşüncesi oradaki askerleri alıp, Anadolu ve çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Mustafa Kemal Halep’e giderken bu görüşlerini Enver Paşa ve Cemal Paşa’ya anlatmış ancak görüşleri dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Enver Paşa bu defa Mustafa Kemal’i Kafkasya içlerindeki 9. Ordu komutanlığına atamak istemiş, ancak Mustafa Kemal, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer de Suriye’deki 7. Kolordu Komutanlığına atanmıştır.

Mustafa Kemal Suriye Çephesi’nde7. Ordu Komutanıyken Grup Komutanı Alman Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Alman General önce İngilizleri Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamıştır. Başkomutan Vekili Enver Paşa da Alman General gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz.” Demiştir. Mustafa Kemal, General Falkenhayn sadece Almanların çıkarlarına göre davrandığı, Bölgedeki İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların içyapılarını dikkate almadan emrindeki Türk askerlerini ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını fark etmiştir. Bu nedenle de Alman General Falkyenhayn’la çalışmak istemediğini 20 Eylül 1917 tarihinde, toplam 2010 kelimelik 7 sahifelik, iki raporla Halep’ten durumu Dâhiliye Nazır Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya göndermiştir. Bölgeye dair gözlemlerini açık yüreklilikle özetle şöyle sıralamıştır.

“Halk yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Ülke genel bir anarşiye sürüklenmektedir. Mül8ki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf ve yetersizdir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktalar. Yargı işlememektedir. Ekonomi çökmektedir. Saltanat çürümektedir. Bir gün her birden çökme ihtimali vardır. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması imkânsızdır. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır.” Çözüm yollarına yönelik önerilerine de söyle özetlemek mümkün,  “Hükümeti güçlendirmek, Beslenmeyi sağlamak. Yolsuzlukları en aza indirmek, ülkeyi sağlam bir hareket üssü haline getirmek, Askeri politikamızı bir savunma politikası haline getirmek. Diye öneriler sıralarken, “Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum.” Mustafa Kemal kesin kararlıdır.  “Memleket olarak Anadolu dışında bir tek Türk askeri bulunmamalıdır.” Mustafa Kemal bunları planlarken Enver Paşa,  Kafkaslarda, Dağıstan’da ve Hicazda bulunan ordulardan zafer haberleri beklemekte ve Hindistan’a bir sefer planlamaktadır. Daha birinci raporun sonucu gelmeden Mustafa Kemal Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor daha göndermiştir. Bu raporda özellikle Alman General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirmektedir.  Bu davranışı askeri kurallara göre “İdam cezasına” çarptırılması gerekmektedir. Yıldırım Orduları Komutanı Falkeynhayn bu durumu görev disiplini aşımı olarak değerlendirmiş ve Mustafa Kemal’in derhal cezalanmasını istemiştir. Hükümet ve Baş Komutanlık bu raporu görmemezlikten gelmiş ne disiplin soruşturması açmış, nede Mustafa Kemal’in görüşlerini dikkate almıştır. Fakat Enver Paşa, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarını ve halkın ona sempatisini bildiğinden onu cezalandırmak yerine Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığına atamakla yetinmiştir. Bunun üzerine kendi görüşleri dikkate alınmadığını gören Mustafa Kemal bahsettiği sorunlar çözülmedikçe “hiçbir makamdan memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek “Kendi kendimi görevde aldım” diyerek istifa edip, İstanbul’a dönmüştür.

Bu sırada Şehzade Vahdetinle birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır. Bir süre sonra Mustafa Kemal yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığına ataması yapılmış, Yıldırım Ordular Komutanlığına da bir başka Alman Generali olan, Liman von Sanders getirilmiştir. Yıldırım Orduları ise Mersinli Cemal Paşa komutandaki 4. Ordu,  Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu ve Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu’da oluşmakta idi. 7. Ordu’ya bağlı Kolordu Komutanlarından biri İsmet (İnönü) Paşa, diğer Kolordu Komutanı da Ali Fuat (Cebesoy) Paşadır. Toplam üç Ordudan oluşan Harekât Orduları Komutanlığı Yafanın 20 kilometre kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 kilometrelik cepheyi savunmaktadır. Mustafa Kemal yeni görevini devraldığında, 7. Ordu Şeria Nehri ile Nablus’un güneyine konuşlanmıştır.

Bu arada İngilizler yoğun hazırlıklar sonucu, 19 Eylül 1918 tarihinde Filistin’deki Türk cephesine saldırmıştır. Harekât Ordu Komutanı Alman General Liman von Sanders devasa İngiliz Ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış vaziyette geri-geri kaçarak canını zor kurtarmıştır. Ordusunu bırakıp kaçan Liman von Sanders ile irtibat kuramayan Mustafa Kemal kendi inisiyatifini kullanarak dağılmış orduda geriye kalanları derleyip toplamış, Türk Ordusunu Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeyi başarmıştır.  Daha sonra Mustafa Kemal’e kendi üstlerine sormadan Harekât ordularını geri çekip Suriye’nin Kuzeyine yerleştirme nedenini sorunca da Mustafa Kemal de, “ Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu,” belirtmiştir. Bu sırada da Yıldırım Orduların Genel Karargâhı Adana’ya taşınmıştır. 25 Ekim 1918 de ise Halep’in güneyinde kanlı çarpışmalar olmuş, bazı Arap aşiretleri de Halep’e giderek Türklere karşı sokak çatışmalarına başlamıştır. Mustafa Kemal tek başına hem Suriye’ye saldıran İngilizlere hem de onların desteklediği Arap aşiretleriyle çarpışarak ordusunu geriye çekmeyi başarmıştır. Mustafa Kemal; Hatay’ı da içine alan bir savunma Cephesi kurmuştur. İngilizler bu savunma Cephesine çok taarruz etmiş fakat başarılı olamamışlardır. Mustafa Kemal I. Dünya savaşı sona ermeden İngilizlere karşı adına “Katma Muhaberesi” denilen muhaberede İngiliz Orduları ile Onların desteklediği Arap Aşiretleri bozguna uğratarak bu muhabereyi de kazanarak zaferle çıkmıştır. Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Mustafa Kemal’in I. Dünya Savaşındaki bu son büyük başarısını bize şöyle anlatmıştır. “ Filistin muhaberelerinde Ordumuz bozuldu. Ordu Kumandanı Liman von Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendisini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç Ordu kumandanı Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal Paşalar enkazı Dera’da toplandılar. Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal Paşalar Ordu Kumandanlığını Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır.”

Mustafa Kemal zaferden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinden geçmeyecek.”  Gerçekten de İngiliz ordulara ve Arap çeteleri her yöntemi kullanarak çeşitli saldırılar düzenlemiş fakat asla Mustafa Kemal’in çizdiği hattı geçememişlerdir.  Daha sonra bu hat için Mustafa Kemal “Türk süngülerinin çizdiği sınır.”  Diye söz etmiştir.  1918 de Çizilen bu hat daha sonra Türkiye’nin Misak-ı Millinin, güney sırı olacaktır. “Gerek Erzurum gerek Sivas Kongresinde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim. Zavallı Wilson anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.” Mustafa Kemal daha Anadolu işgal edilmeden Anadolu’nun savunmasının hesaplarını yapmıştır. Uygulamaya koyduğu bu savunma hattı ile İngiliz ve Arap kuvvetlerini durdurmuş, biraz sonra aldığı bir haberle Arap asiler ile İngiliz ve Fransız birliklerinin Antep yönüne doğru ilerledikleri haberini almıştır. Mustafa Kemal aldığı bazı tedbirlere ek olarak 43. Tünemenden küçük mir müfreze oluşturmuş ve Kilis’e göndererek Antep’ten oluşacak direniş hareketinin temelini olup, 28 Ekim 1918 de düşmanın bazı keşiflerine ateşle karşılamış ve düşmanı geri püskürtmüştür. Bu arada 76. Ordu İskenderun ve kıyılarla birlikte Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rıfat v e doğuya uzanarak Antakya ve çevresini içine almış ve savunmasının genel hattını korumuştur. 30 Ekim 1918 de Ordu Karargâhı Reco’ya taşınmıştır. Mustafa Kemal Fatma’daki Karargâha gelir, gelmez Ordunun erzak durumu ile ilgilenmiş,  önemli bir kısmını direniş için güvenli bir yere taşımıştır. Yaveri ile birlikte Katmadan Kilise giderken devriye gezen, nöbet tutan Cemat-i İslamiye Örgütü’ne rastlamış onlarla diyalog kurmuş ve yönlendirmiştir. Mustafa Kemal Kilsteki Mevlevi Tekkesinde misafir edilmiş, burada halkın ileri gelenleri ile yaptığı toplantılarda “Savaşın henüz başladığını, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini,” defaten söylemiştir. 28-29 Ekim 1918 günlerini Kilis’te geçirmiş ve ayrılırken de Halka duyurulmak üzere bir bildiri hazırlayarak dağıtmış ve  “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım, Gençlerinizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği takdir ettim. Bu davranışınızı sürdürünüz.” Demiştir. Bu günlerde Katma istasyonunda karşılaştığı Ali Cemal Bey’e “siz direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir. Ali Cenani Beyde Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk Ordusunun ise Adana’ya çekilmesiyle halkın büstün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki ailesini daha güvenli bir yere taşımayı düşündüğünü söylemesi üzerine, Mustafa Kemal de “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “ kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!” diye tembihlemiştir. Ali Cenani Beyde “iyi ama nasıl neyle?” diye sorunca, Mustafa Kemalde, Ali Cenani Beyin gözlerinin içine bakarak “Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm.” Demiştir. Mustafa Kemal’in teşvik ve silahlandırmasıyla halk silaha sarılmış ve Fransızlara karşı koymuşlardır.

Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekilmiştir. Bun antlaşmanın 7. Maddesine göre: “İtilaf devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda istedikleri her hangi bir stratejik bölgeyi işgal edebileceklerdir.”  24. Maddede ise “Doğudaki altı ilde karışıklıklar çıkarsa oralar işgal edilecektir.” Denilmiş ve Osmanlının bütün ordulara dağıtılacak, ordunun silah ve cephanesine itilaf devletlerince el konulacaktır. Osmanlının bütün yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları, telgraf hatları, demir yolları, tersaneler ve tünelleri İtilaf Devletlerinin kontrolüne bırakılacaktır. Gerektiğinde İstanbul da İtilaf Devletlerince işgal edilecektir. 

Mustafa Kemal Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığını 31 Ekim 1918 günü Telgrafla Sadrazam ve Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’dan öğrenmiş antlaşma metnini de 3 Kasım 1918 günü okumuştur. Mustafa Kemal 25 maddelik” Bu Antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.” Demiştir. Osmanlı Hükümeti bu Antlaşma metnini hakkında tüm Ordu Komutanların görüşlerini sormuş fakat Mustafa Kemal dışındaki tüm komutanlar sessiz kalırken bir tek Mustafa Kemal “Bu Mütareke reddedilsin” diye tepkisini koymuştur. Mustafa Kemal bu antlaşmayı inceledikten sonra 3 Kasım 1918 de komutası altındaki 2. Ve 7. Kolordulara gönderdiği bir emirle, söyle demiştir. “Suriye sınırının Osmanlı Devletinin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros tünelini işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını,” istemiştir.

Mustafa Kemal 31 Ekim 1918 günü Adana’ya gelerek, Alman General Liman von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutanlığını devralmıştır. Devralış töreninde Alman General Mustafa Kemal’e “Bizim için, her şey bitti!” deyince Mustafa Kemal de Liman von Sanders’in gözlerinin içine bakarak,“ Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, İstiklal savaşımız şimdi başlıyor!” diye cevap vermiştir. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığını devralan Mustafa Kemal, karargâhını Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evine kurmuş şehir içinde de Muradiye Oteli’nde menzil komutanlığını oluşturmuştur. Dağınık durumdaki Yıldırım Ordularını derlemiş toplamış ve İttifak Devletlerinin ve İngiliz orduları Halep önlerine mıhlamış düşman güçlerinin ileriye geçmesine izin vermemiştir. Mustafa Kemal daha sonraki yıllarda bu olayları anlatırken “ elimin altında bulunan iki ordunun arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceğim kanaatindeydim, Bu yılda işe başladım.” Diyerek ifade etmiştir. “Nitekim mütarekeden hemen sonra Halep ve Katma arasında ordumuzun süngüleriyle çizilmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhal süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Nitekim İskenderun Körfezine yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş emri verdim.”

Mustafa Kemal Paşa dışında Mondros Ateşkes Antlaşmasına karşı koyan iki komutan daha vardır. Bunlardan biri Irak Cephesi Komutanlarından Ali İhsan (Sabri) paşa, bir diğeri ise Kafkas Cephesi Komutanı Yakup Şevki Paşa’dır. Yakup Şevket Paya Mondros Ateşkes Antlaşmasını uygularken işi yavaştan almış ve silahların bir kısmını İngilizlere teslim etmeyip, o bölgeyi korumak için kurulan “Kafkas İslam Şurasına” teslim etmiştir. İngilizler daha sonraki günlerde bu iki komutanı tutuklatıp Malta’ya sürgüne göndermiştir.

Mustafa Kemal 31 Ekimde 1918de Reyhaniye’nin 3 Kasım 1918 de de Antakya’nın işgal edilmesi emrini vermiştir. Aynı gün bölgedeki askeri ve sivil yöneticilere Suriye’nin boşaltılmasını öngören bir önerge vermiş Halep nüfusunun dörtte üçünün Arapça konuşan Türklerden oluştuğunu belirtmiştir.

Mustafa Kemal önce 7. Ordu, daha sonra da Yıldırım Orduları Komutanı’yken emrindeki komutanlara, Anadolu’nun muhtemel işgaline karşı halkı gizlice örgütleme emri vermiştir. Öteden beri tanıyıp güvendiği arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış, tez elden bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal’in Komutasındaki 7.Ordu’ya bağlı 3. Kolordu’nun komutanı Miralay İsmet (İnönü) Bey ve 20. Kolordu komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.

Mustafa Kemal Doğu Cephesinde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada da Kazım (Karabekir) Paşa’yla birlikte çalışmıştır. Kurtuluş savaşı için bir araya gelen dört Paşadan üçü, Suriye-Filistin Cephesinde 7. Ordu içinde bir araya gelinmiştir. Mustafa Kemal adına “Adana Mülakatı ”da denilen  “Anadolu direnişi” fikrini ilk olarak Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.

7. Ordu Komutanlığına vekâlet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış, İngilizlerin isteklerini ret etmiştir. Daha önceden Mustafa Kemal’den aldığı emre uyarak, Mayın tarama bahanesiyle İskenderun Limanına giren iki İngiliz savaş gemisini İskenderun Körfezinden uzaklaştırmıştır. Bu olayı Mustafa Kemal’e anlatan Ali Fuat Paşa’ya Mustafa Kemal  “yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek Ali Fuat Paşa’ya çağırıp 4 Kasım 1918 günü onunla “Adana Mülakatı” olarak bilinen görüşmeyi yapmıştır. Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür Sadrazam Ahmet izzet Paşa ile yaptığı yazışmalardan bahsetmiş, Mondros un bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğundan bahsetmiştir. Kurulacak bir yeni Hükümetin bu kadarlık bir basiret bile gösteremeyeceği kanaatini aktarmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunmak için birlikte hareket etmeyi ve ilk aşamada da Orta ve Güney Anadolu’da “Direniş Yuvaları” oluşturmayı teklif etmiştir.

Ali Fuat Cebesoy “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu görüşmeyi şöyle anlatır. “ Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngiliz eve onu takip eden diğer İtilaf Devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emri vakilerle memleketimizi işgal edecekler, Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya başlayacaklar veyahut bunları memleket içlerine sokulmak zorunda bırakarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımız her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlardan mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz Mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti.

Mustafa Kemal Paşa: ‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır,’ dedi ve sonra aynı fikirde olup, olmadığımı sordu. ‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’ cevabını verdim. Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. P=ek memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen 7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında kalacağımı ve sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı.  İlk mukavemet (direniş) merkezi Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.” Bu diyalogdan sonra Mustafa Kemal “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerinde mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır.” Demiştir. Görüldüğü gibi 4 Kasım 1918 de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesinden” açık açık söz etmektedir. Mustafa Kemal’in kendi ifadelerine göre bunun iki önemli ifade biçimi vardır.  Birincisi Yabancı İşgallerine karşı halkı harekete geçirerek, Kuvayı milliyeyi başlatmak, ikincisi saltanatı yıkmak ve yerine Ulusal Egemenliğe dayalı bir düzen kurmaktır.

Şevket Süreyya Aydemir Mustafa Kemal’in bu sözlerini değerlendirirken “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir.” Demiştir. Şevket Süreyya Aydemir bu tespitlerine şöyle devam etmiştir.  “Hâlbuki Mütarekenin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı henüz iki gün olmuştur.  O gün karargâhına iki İngiliz Heyeti gelmiştir.  Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem ordudan bahseder. Fakat Millet nere de,? Ordu nere de? Millet: çökmüştür, açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir.  Hele harbin, savaşın artık sözünü bile işitmek istemez. Milleti tekil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan Türklerin, adına sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam var. Bu adam Mustafa Kemal’dir” ve Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordunun başında kalacağını ve sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” doğru tahmin etmiş ve haklı çıkmıştır. Çünkü Yıldırım orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ve ama 20. Kolorduya dokunulmamış ve Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal’in görevden alınmadan önce kendisine verdiği emirleri harfiyen yerine getirdiği gibi,  Ali Fuat Paşa: Kilikya bölgesindeki bu direniş için anılarından şöyle anlatır. “ Adana bölgesinde ilk iş olarak, ordunun subay ve erat kadrosu Jandarmaya kaydırıldı. Bunların, Silah, araç ve gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedenleri şudur: Ateşkes Antlaşması’na göre Jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlandı.”  Özetle: Adana Mutabakatı sonucu ordunun terhisini engellemek için, Subay ve Erler jandarma yapılmış, Ordunun silah ve araç gereçleri ile Jandarmanın silah ve araç gereçleri tamamlanmış Adana bölgesinde silahlı direniş yuvaları örgütlenmiş ve lazım olduğu zaman kullanılmak üzere geri kalan silah ve araç gereçler gizli yerlere depolanmıştır.

Mustafa Kemal; Güvendiği subaylara, “Çete savaşları için hazırlanın” emrini vermişti.  Düşmanın Anadolu topraklarına sokulması önlemek için yeni yeni çeteler kurdurmuştur. İç Anadolu’da direniş merkezleri olabilecek Antep ve Maraş gibi yerlere silah dağıtmış, Kurtuluş savaşında önemli gelişmeleri sağlayan Antep ve Maraş’ı daha Ordusu dağıtılmadan hem Jandarma yı hem de yöre halkını örgütlemiştir. Bu 20. Kolordu daha sonraları Kurtuluş savaşı sıralarında çok önemli görevler üstlenmiş ve başarı ile yerine getirmiştir.

Mustafa Kemal; Adana ve çevresinden ve sancaklardan gelen temsilcilerle “Adana direnişi”  konusunda görüş alışverişlerini Ramazanoğlu Suphi Paşa,  Ramazanoğlu Hoca Mücteba, Bağdadizade Kadri, Nalbantzade Ahmet Efendi, İbrahim Rasih, Ramazanoğlu Kadri Efendi, Gergerli Ali Efendi, Mısırlızade Avukat Ahmet Efendi, Dıblanzade Fuat gibi kişilerle saldırılar karşısından halkın kendi kendilerini nasıl savunacaklarını, konuşmuştur.  Misis ve Gülek boğazlarına istikamlar yaptırılmış,  5 Kasım 1918 günü Adana merkezdeki Muradiye Otelinde düzenlenen bir akşam yemeğinden,  halka hitaben bir konuşma yapmış, “ Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini,” açıklamıştır. Adana’daki bazı görüşmelerini  “Tırpanilerin evi” olarak bilinen kırmızı konakta yapmış,  bazı görüşmelerini de 8 Kasım 1918 günü, Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın  (Yerdelen) evinde toplantılar yapmıştır. Bu toplantıya: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (daha sonra 2. Ordu Komutanı) Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım (…) katılmışlardır. Mustafa Kemal bu toplantıda yapılacak çalışmaları anlattıktan sonra “ Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın, gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim.” Toplantıya katılanlardan Ahmet Rasim Bey, “ Paşa! Biz bu topraklarda doğduk, Bu topraklarda ölmesini de biliriz. Mithat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın.” Demiş, Mücavirzade Mustafa Efendi’de “Paşam, öldürmeden, ölmeyeceğiz” der. Mustafa Kemal’de “Evet, evet… Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!” Der.

Mondros Antlaşması gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Bu çalışmalarda anlaşılacağı gibi İtilaf Devletlerinin asıl niyetinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek olduğu anlaşılmıştır. Hemen akabinde 4 Kasım 1918 ‘den itibaren Bölgedeki yöneticiler ile yaptıkları görüşmelerde, İskenderun’u işgal etmekten bahsetmeye başlamışlar.  Bu gelişmeleri takip eden Mustafa Kemal: Kendi Komutanlığına bağlı 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5 Kasım 1918 tarihinde Çektiği Telgraf emri ile İskenderun Körfez’inden çıkarmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini emretmiştir. Bu emir gereğince 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezine bakan sırtlarda, mevzilenmiş ve karaya çıkacak İngiliz ve Fransız askerlerine uyarı ateşi açmıştır. Mustafa Kemal 6 Kasım 1918 de Başkomutanlık Erkan-ı Harbiye Başkanlığı’na çektiği telgrafla Anadolu coğrafyasına yapılacak her hangi bir çıkarma teşebbüslerine Ateş edilerek karşılık verileceği emrini; hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir. Fakat 6 Kasım 1918 tarihinde; 7. Ordu Harekât Şubesi’nde görev yapan Türk subaylar, İngiliz ve Fransız Donanma çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi açarak, karaya çıkmalarını engellemiştir. Bu engelleme emrinin iptalini isteyen Sadrazam ve Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa; Mustafa Kemal ateş emrini iptaline gerek kalmadığını çünkü İngiliz ve Fransız donanmaları limandan ayrılmışlardır diye cevap vermiştir.

Gelişen bu olayları değerlendiren Prof. Dr. Stanford Show, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “ İşgalin ilk günlerinde Mustafa Kemal Kilikya’dayken kurtuluş hareketi direnişini başlatmıştır. “ der. Bu tespiti Mustafa Kemal’in yaveri Cevat Abbas Gürer anılarında, söyle anlatmaktadır. “ Mustafa Kemal, Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin 1917 de Halep’te, ortaya çıktığını, 1918 de Adana’da ve İstanbul’da biçimlendiğini, 1919 da Samsun’da ve Amasya’da uygulanmaya başlandığını belirtirken: “ Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da, İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da, Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır” Der.

Mustafa Kemal 15 Mart 1923 teki Adana seyahatinde Türk Ocağı’nda yapılan toplantıda şöyle dile getirmiştir. “ … Acı günlere ait olmakla beraber bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yâd etmek isterim. Efendiler bende bu vakayiin (direnişin) ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı, (…)  Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla mubahı olduğum bu toprakları tebcil ederim.”

Mustafa Kemal’in bu çalışmalarına tanık olan yaveri Cevat Abbas Güner bunu bize şu sözlerle ifade eder. “ Atatürk’ün Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazam la Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum. Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevap pek sudan ve aldatıcı idi.” Daha Mondros’un imzaları bile kurumadan Anadolu topraklarında İttifak kuvvetlerinin işgalleri başlamıştır.

Mustafa Kemal 1 Kasım 1918 ile 8 Kasım 1918 tarihleri arasında Adana’da Sadrazam Ahmet İzzet Paşa gönderdiği raporlar Anadolu’nun işgaline karşı kayda geçirilmiş ilk resmi belgelerdir. Bu raporları özetleyerek yazarsak,

Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye gitmişlerdir.

İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle önlenmesini emrettiğim arz olunur.

Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktır.

İskenderun’a her ne sebep ve bahaneyle asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… Emrettim.

İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.

Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya-İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin biri birini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.

Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi bildirmekte nefsimi alıkoymaya muktedir değilim. Dedikten sonra

İngiliz ve İttifak Devletlerin Kilikya’da karaya ayak basmalarına izin vermemiştir.

Bu gelişmelere daha fazla dayanamayan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa 8 Kasım 1918 de görevinde istifa etmiştir. 10 Kasım 1918 de Mustafa Kemal’in Yıldırım Orduları Grup’u kaldırılmış ve Mustafa Kemal İstanbul’a çağrılmıştır. Mustafa Kemal bu çağrıya cevaben Sadrazam Ahmet izzet Paşa’ya şöyle seslenmiştir.  “ Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım… Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu ünvanlı ben onun kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim.” Der. Mustafa Kemal’in bu isteğini Sadrazam Ahmet İzzet Paşa şu yanıtı vermiştir. “Siz mağlup devletimize karşı bütün galip devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi etmek istiyorsunuz?” Der. Ve Mustafa Kemal görevinden uzaklaştırılıp İstanbul’a çağrılınca 10 Kasım 1918 de Terenle Adana’dan İstanbul’a hareket etmiştir. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı Osmanlı Hükümetince İttifak devletlerin talebi sonucu kaldırılınca, İngilizler- Fransızlar ve İtalyanlar İskenderun’a çıkarma yapmış ve Anadolu’da işgaller başlamıştır.

11 Kasım 1918 de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuş ve 13 Kasım 1918 de de İtilaf devletlerince de İstanbul işgal edilmeye başlanmıştır. Aynı gün öğle saatlerinde Mustafa Kemal İstanbul’a gelmiş fakat Haydar Paşa garından bir çay hanede saatlerce bekletilmiştir. Çünkü boğaz sadece İttifak devletlerinin gemilerine açık tutulmuş ve Osmanlı gemilerinin bu tören bitene kadar limanlarda ayrılmaları yasaklanmıştır. Daha sonra karşıya geçmesine izin verilinde bindiği tekne düşman gemilerinin arasında karşıya geçerken Mustafa Kemal Paşa yanındaki yaveri Cevap Abbas’a  “hiç tasalanma sen onlar, Geldikleri gibi giderler” der.

Mustafa Kemal 1937 yılında Hatay meselesi gündemde olduğu dönemde Hasan Rıza Soyak’a 1918 de yarım kalan işini tamamlamaktan, bölgeye giderek Hatay için mücadele etmekten söz etmiştir: “ Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkışmışlar. Oysa orası Mütareke sınırları dışındaydı. Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim. İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama İstanbul Hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim, serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye Hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketlerimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.” Diye anlatmıştır.

Mustafa Kemal 13 Kasım 1918 den 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında 6 aylık bir zaman dilimi altında işgal altındaki İstanbul’da kalmış yakın arkadaşları ile sık sık buluşarak İstanbul’dan Anadolu’ya gizli geçiş planları yapmıştır. Bu gizli geçiş planlarını daha önceleri tanıdığı gözü pek aldığı görevi canı pahasına yerine getirecek eski İttihatçı arkadaşlarıyla toplantılar yapmış ve geçiş yollarını tespit etmiştir. Bu toplantılarda arkadaşlarına “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır.

Mustafa Kemal; İstanbul Şişli’deki evine 15 Ocak 1919 günü çağırdığı Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’ya  “ Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye sormuştur. Mustafa Kemal anılarında bu olayı şöyle ifade etmektedir. “ Bir gün İsmet Bey’i davet ettim. Şişlideki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey,’ Gene ne var?’ Dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekası ve güven veren neşesi ile gülüyordu. Ne haber? Dedim. ‘tahmin edeceğin gibi’…’Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerine konuşacağım,’ İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak da her zaman cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim; ‘Henüz pergel’lik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız? Diye sordu’ Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı. ‘Mesela dedim. ‘Hiçbir fırsat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir? Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi.  Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezdim. Birden bire ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok! Dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiğini haber verdiler. Haritayı kapatmaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka konulara daldık. Bir hayli müddet sonra ismet Bey’le yalnız kaldık. ‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’ ‘Zamanında!’ 

İsmet Paşa anılarını anlatırken bu olayı bize şöyle ifade etmiştir. “ Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânları sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti:  Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek. Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur. Tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.

Ali Fuat Cebesoy da “Milli Mücadele Hatıraları ”adlı kitabından Mustafa Kemal’in Anadolu’ya “özel bir şekilde” geçmeyi planladığını belirtmiştir: “Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Ordu Kolordu Karargâhının Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya geçecek, Milli Mücadeledeki şerefli yerini alacaktı.” Der. Ve olayın devamını bize şöyle ifade ederek anlatır. “ Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir.’ Dedim. Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden kalkıp hararetle elimi sıktı. ‘ Beraber çalışacağız, Fuat,’ demişti.

Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Gürer’in gün ışığına çıkardığı belgeler ve bilgilerde de, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsuna görev emri almamış olsaydı daha önceden hazırladığı Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya geçeceğini anlatır.

Mustafa Kemal Paşa: Fethi Bey aracılığı ile tanıdığı ve Kasım 1918 de Pera Palas’ta kendisini ziyaret eden Maltepe Atış Okulu Müdürü aynı zamanda Karakol Cemiyetinin ‘Menzil Teşkilatı’nın Komutanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey’e ve yardımcıları Doktor Fahri (Can) ve Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut’a “ Gözünüz Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol altında tutmayı düşünün” diye görev vermiştir. Bunun üzerine Şükrü Bey emrindeki subaylara “Gebze yolundan kuş uçmayacak!” diye emir vermiştir. Aldığı talimatla Mustafa Kemal Paşa’nın Gebze-Kocaeli yolunu tutunuz demiştir. Acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır. Bir iş varda biz mi akıl erdiremiyoruz? Diye kendi arkadaşlarıyla konuşurken, Bir gün Mustafa Kemal Paşa’dan gizlice Fansaların evine gelmesini istediğini istemiştir. Haberi alan Şükrü Bey hemen Fansaların evine gitmiş, Mustafa Kemal Yenibahçeli Şükrü Bey’e “Nedir Gebze-Kocaeli civarındaki vaziyetimiz Şükrü Bey” diye sorunca: Yenibahçeli ’de şunu söylemiştir. “ Bizimkiler oraları tutmuşlardır. Ufak-tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteleri bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır. Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır. Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır. Teslim edilmemiştir. Yenidir. Hücum taburumuzdan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse, bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.” Bu sırada Mustafa Kemal ayağa kalkıp yaverinde bir harita istemiş, getirilen haritayı oradaki masanın üstüne açarak eliyle, Gebze-Kocaeli tarafından Anadolu üzerine doğru bir yayçizerken, diğer taraftan Yenibahçelinin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir. “ Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Burada yapılacak işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir surette geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse bozuşuruz!  Fakat zaten siz bu işleri iyi bilirsiniz…” Mustafa Kemal Paşa’nın bu imalı sözleri üzerine heyecanlanan Yenibahçeli “Paşam geçsin dedikleriniz geçecektir. Geçmesin dedikleriniz dünya başımıza gelse orada geçemez. Mahcup olmayız Paşam!” demiştir. Mustafa Kemal son olarak Yenibahçeli ’ye son olarak şöyle demiştir. “ Şükrü Bey,  bilir misiniz bir düştür vardır: İfşası idama mucittir. (açıklanması idam gerektirir) İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma bittiğinde Yenibahçeli asker selamı vererek Mustafa Kemal’i selamlamış ve Mustafa Kemal’de konuğunu uğurlamıştır.

Daha sonraları da Mustafa Kemal Gebze-Kocaeli hattının kontrol edilip edilmediğini Mayıs 1918’in başında Teşkilat-ı Mahsusa’cılara sormuştur. Mustafa Kemalin yeniden sorması üzerine Yenibahçeli’ de “Emirleri olmadan kuş uçmaz, emirleri olunca yol açıktır” Yenibahçeli gerçekten de Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği sözü tutmuş o bölgeden habersiz kuş uçurtmamıştır.

Mustafa Kemal’in tam yetki alarak görevli olarak Samsuna gönderilmesi ve sağ-salim Samsuna varmasını öğrenen Yenibahçeli “ Şimdi, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır. Geç denilen geçmelidir, geçme denilen geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak lazımdır. Lakin daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu dediklerim iyi bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçmedi mi, geçme denilen geçti mi vazifeyi bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre bitti demektir.” Konukları dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Doktor Fahri ile baş başa kalan Yenibahçeli Şükrü Bey Mustafa Kemal’i ancak şimdi anladığını şöyle ifade etmiştir. “ Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha ilk vaziyette bize Pera Palasta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bak,’ demiştir de aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki hesaplamıştır bu işleri, Lakin ne zaman?  Onu da benim İttihatçı aklım ermez!”

Mustafa Kemal Paşa bir Çankaya gecesi yemeğinden konukları İsmet Paşa ve Fahrettin Altay Paşa ile sohbet ederken, İsmet Paşa’nın İstanbul’dan Ankara’ya gelirken yaptığı çileli yolculuk konuşulurken Mustafa Kemal Paşa daha İstanbul’dayken Yenibahçeliye, yaptığı görüşmelerden ve Gebze-Kocaeli yolunun tutulması konusunda şunları aktarmıştır.

“O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda, Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi tuttu. İşte İsmet Paşa dâhil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya geldiler. Fakat o gece Yenibahçeli ‘ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken bir istikamet çizdim, fakat arkasından da, ‘İfşası idamı muciptir’ dedim. Yenibahçeli, İttihat ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzayacağını anlayamamıştır.”

Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay anılarında şöyle anlatır. “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Vanıköy tarafındaki bir dergâhtan (Bu dergâh Vanıköy sırtlarındaki Özbekler Tekkesidir) Maltepe’de Endaht Mektebi (Atış Okulu)  Kumandanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile-kafile insan ve cephaneler kaçırmıştık.

Mustafa Kemal:  Bir gün yaveri Cevat Abbas Bey’i çağırarak Kocaeli-Taşköprü üzerinden veya İzmit Körfezinden Anadolu’ya Ali Fuat Paşa’nın Komutasındaki 20. Kolordu sınırlarına kadar uzanacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını istemiştir. Cevat Abbas aldığı emir üzerine Yahya Kaptan ve arkadaşlarıyla görüşmüş ve yaptığı çalışmaları bize şöyle aktarmıştır. “ Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim. İcabından ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir bir hale gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir buyurmuşlardır… Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.” Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli Yarımadası’nda güvenliği sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı.

Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı: Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya güvenli bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati sırasında gereken güvenliği sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrini bekliyordu.”  Diye anlatır.

Mustafa Kemal Paşa Yahya Kaptan Müfrezesini “Nutuk’ta” söyle anlatır. “Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en kuvvetlisi, bu Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi idi.”

Mustafa Kemal Paşa: Öncelikle Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğini sağlamak için gözünü budaktan esirgemeyen Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi vatanseverleri görevlendirmiştir. Yolun güvenliği sağlandıktan sonra da önce kendisi sonra da asker-sivil vatanseverler bu yolu kullanarak Anadolu’ya geçecekti.

Mustafa Kemal’in Yaveri Cevat Abbas Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gizli geçiş planını bize şöyle anlatmaktadır. “ Atatürk’le kendime, cephaneyle birlikte birer mavzer filinta ’sıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıla inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere bölgesinde Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek, 20. Kolordu Kıtaatından birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”

İstanbul Hükümeti ile Padişah Vahdettin, İngilizlerin bir notası gereği, Karedeniz bölgesindeki karışıklığı önlemek amacıyla Mustafa Kemal Paşa’nın tam yetkili olarak “Ordu Müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye karar vermesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı bu resmi görevle Samsun yoluyla Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan “Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” Mustafa Kemal için gerek kalmamış fakat daha sonraları bu yolu kullanan bir çok asker ve sivil vatansever ile silah, cephane İstanbul’dan Anadolu’ya taşınmıştır.

 

 

 

  Daha 1917 de Halep'ten Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'ya İngiltere'nin gerçek emellerini sıralamış;

"İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama isteğinin, Birinci Dünya Savaşı'nın en Büyük amaçlarından biri olduğunu" söylemiştir.  Bu durumun: Osmanlı İmparatorluğu için telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğabileceğini önemle ifade etmiştir. Çok geçmeden 30 Ekim 1918 de İmzalanan

Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı Devleti fiilen yok sayılırken, 15 Mayıs 1919 da Yunanlılar, Paris Barış Konferans'ında alınan karara dayanarak ve Wilson prensiplerinde aldıkları destekle İzmir'i işgal etmiştir.

 

 Kimliğini, Varını, Yoğunu, Benliğini yani neyi varsa onu kaybetmekte olan bir Osmanlıya yeniden can vermek için: “Elde, Avuçta kalan”, kısıtlı olanaklarla başarıya ulaşabilmek için Mustafa Kemal Paşa

 "Yalnız ufku görmek yetmez, ufkun ötesini de görmek gerek."  Diyerek,  19 Mayıs 1919 da Samsuna çıkarak ve de Anadolu insanına güvenerek; “Yedi düvele”  karşı, halkı örgütleyecektir. Yedi düvel olarak sayılan, İşgal kuvveti devletlerin 1920 yılı sonlarında Osmanlı topraklarındaki Ortalama sayısı şöyledir:

 

A-     Sakarya Meydan Savaşındaki Yunan ordusunun toplamı 220 bin kişilik Tam teçhizatlı silahlı asker,

B-      İngilizlerin: Tam teçhizatlı 10 bin silahlı askeri ve İngilizlere bağlı 8 bin kişilik, tam teçhizatlı Hintli asker,

C-      Fansa:(Tunus-Cezayir ve Senegalli askerler dâhil) 12 bin kişilik, Tam teçhizatlı silahlı asker ve Fransızlara bağlı tam teçhizatlı 10 bin asker den oluşan Ermeni kuvvetleri

D-      İtalya'nın tam teçhizatlı silahlı askeri kuvvetleri ise 2 bin kişi,

E-      Ermeni çeteleri 5 bin kişi lojistik destek yabancı Devletlerce sağlanıyor.

F-      Pontus-Rum çeteleri 25 bin kişi, her türlü lojistik destek ve malzeme Fransa- İngiliz hükümetlerince sağlanıyor.

G-     Anzavur, Çerkez Ethem ve Kuvayı İnzibatiye kuvvetleri 15 bin siyahlı çete…

 H- Anadolu'daki 21 ayrı iç isyana katılan isyancı sayısı ise 15 bin silahlı çete...

Toplamda; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Savaşmak zorunda kaldığı, Tam teçhizatlı düşman gücü 322 bin kişidir.

 

Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, bazen ön planda, bazen arka planda İngilizlerin olduğu, Çukurova ve çevresinde, Fransızlar, Batıda Yunanlılar, Doğu'da ve Çukurova'da Ermeni birlikleri ve çeteleri, Karadeniz ve çevresinde Yunan ve İngiliz destekli Pontus çeteleri,

Kocaeli, Ege ve Marmara bölgesinde Rum ve Ermeni çeteleri ile yerel halktan oluşan bazı işbirlikçi çeteler ve "İyonya Devleti" için hazırlanan 20 bin kişilik silahlı kuvvet…21 kez iç isyana katılan 15 bin kişilik isyancı kuvveti, Anzavurun birliği ve Kuvayı İnzibatiye si,  Çerkez Ethem'in Kuvayı Seyyaresi,

Bütün bunların dışında Paris Barış Konferansı ve Cemiyeti Akvam (Birleşmiş Milletler Cemiyeti)  gibi

Uluslararası kuruluşların Osmanlıya karşı tutumları ve ABD'nin Wilson İlkelerinin Osmanlıya ve

Mustafa Kemal ve hareketine karşı devreye girmesi, yerli halk arasında yayılan Yunan ve Ermeni ile

Kürtler arasında yayılan ayrılıkçı ve gerici akımlar ve faaliyetlerine paralel, İzmir’de toplanan, Çerkez kongresi, Trabzon Âdemi Merkeziyet Derneği faaliyetleri, Ankara’da yeniden toplanan Birinci meclisteki ikinci grubun Mustafa Kemal ve arkadaşlarına muhalif çalışmaları. Arif ve H. Avni'nin Erzurum'daki girişimleri, Enver Paşanın gizli faaliyetleri, Trabzon olayı, Ali İhsan Paşa olayı,

Ali Şükrü Bey ve Topal Osman olayları, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları hakkındaki “Bolşevik" suçlamaları, Padişahın, Mustafa Kemal hakkında yayınladığı İdam Fermanı ve Şeyhülislamın idam fetvası... İşbirlikçi İstanbul Hükûmet çalışmaları, Mustafa Kemal ve arkadaşların temin etmek,

Zorunda olduğu. Asker, Lojistik malzeme, Silah ve cepheneler... ABD ve İngiliz manda çalışma ve

Teklifleri ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kararlı duruşu ile geri adım atmaması sonucu,

"Yedi düvel" saydığımız,  devletlere karşı 1911-1922 yılları arasında Aralıksız 11 yıl süren yıkıcı savaşlarda, Osmanlı Devleti: Balkan savaşlarında 750.000 den fazla İnsan kaybetmiştir. Birinci Dünya savaşında ölenlerin çoğunun 15-35 yaş aralığındaki insanlardan oluşan ve 1,5 milyon kayıp vermiş bir Osmanlıda, Tanzimat'tan bu yana aydınlanmaya çalışan, ama okur-yazar ve meslek sahibi bile olmayan yaşlı bir nesil ile Cumhuriyeti kurmaya çalışmıştır.

 

1923 yılı itibari ile Türkiye Cumhuriyetine Osmanlıdan kalan miras şöyle idi:

 

1-      Önemli bir bölümü yerleşik olmayıp, Konar-göçer vaziyette yaşayan ve Ülke nüfusunun % 80'ini

Oluşturan,40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne yol hizmetleri ne posta, yani iletişim hizmetleri nede her hangi meslek sahibine ait bir dükkân yoktu.  Osmanlıdan geriye kalan Ülke nüfusu ise 11 milyon insandır. Bu 11 milyon insanın %2 si okur-yazardır. Ülkede Mühendis olmadığı gibi,

Sanayide kullanılacak ara teknik elamanda yoktur.  Erkeklerin % 7 si Kadınların %04 oranında okur-yazardı. Doğu ve güney doğudaki, Kürtler arasında ise Okuma-yazma oranı %01 bile değildir.

Ülkede toplam 4770 İlkokul bulunuyor. Bu okullarda ise 337.618 kayıtlı öğrenci var.  Bu sayı zorunlu öğrenim görmesi gerekli Öğrenci sayısının dörtte biridir. Ülkenin toplamında 72 adet ortaokul ve bu okullarda okuyan 5905 öğrenci var, Bunların 543’ü kız öğrencisidir. Ülkenin tümünde 23 adet lise bu liselere kayıtlı 1241 öğrenci kayıtlı 230’u kız öğrencidir. Türklerin okullarının azlığı bir yana, niteliksiz bir eğitim-öğretim müfredatı uygulanmaktadır. Okul olarak sayılan, Medreseler askerden kaçma yeri;

Çünkü: Medreseye kayıtlı öğrenci gözükenler, İmtiyazlı sayılmış ve savaş dâhil askere alınamıyordu.

Ne iş yaparsa yapsın, Vergi ödemiyorlardı. Bunların birçoğunun yabancılar ile Ortak iş kurup, yaptıkları İşi de Medresedeki öğrencisi kaydına dayanılarak, Vergide muaf tutuldukları, Kurtuluş Savaşında Askere çağrıldıkları halde, Silahaltına alınamadığı zaman, öğreniliyor. Görülüyor ki

Bunların ağırlıklı kısmı imtiyazdan yararlanmak için Medreseye kayıt yaptırmış ancak eğitim-öğretime de katılmadıkları anlaşılmıştır.

 

Eğitim-öğretim adına açık olan bu Medreselerin, her biri birer bağnazlık yuvaları durumundalar

Eğitim olarak öğrencilere "hurafeleri din diye öğreten ve Öğrencilere salavatı tefriciye" çektiren,

Anlayış egemen. Medreselerde Türkçe eğitim yasaktır. Buna karşılık, Ülkede yabancılara ait, kendi çocuklarının Eğitim ve Öğretim gördüğü, nitelikli çok sayıda okulları var. Ülkede sadece bir adet Üniversite var. (Darülfünun) O da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor. Âmâ çağın gelişmelerine kapılı. Akıl ve bilim asla işlenmiyor. 1729 dan 1830 yılına kadar, yani 100 yıl içinde Osmanlıda basılan toplam kitap sayısı sadece 180 adettir. Aynı yıllarda batıda basılan kitap sayısı 90.000 adettir. Gazete ve Dergiler İstanbul'da bile az sayıda okuyucu bulabiliyor. Ülkede doğru dürüst kitap yok, Kütüphane yok, Müzik üretim yerleri yok,  Resim yapmak, Müslümanlara yasak. Heykel put sayıldığı için yasak.

Tiyatro ve sinema yok denecek kadar azdır. Var olan tiyatrolarda İslam kadını oynayamaz, yasaktır.

Halk âdete cami imamının bilgisi, tarikat Şeyh’in; bilgi-görgü ve medrese eğitimin, marifetine teslim edilmiş durumdadır. Mesela tarih denince eğitimcilerin, aklına Peygamberin ve Padişahların hayat hikâyeleri geliyor. Bu toprakların kültürü olan, birçok tarihi esere,  değer verilememiş, tarihi kalıntıları isteyen yabancılara “İstediklerini verin gitsin, bizde bol miktarda taş var "Diyen padişahlar bile var.

 Ve birçok tarihi eser, bu anlayış sayesinde, kolaylıkla, yurt dışına kaçırılmıştır. Medreselerde verilen Eğitim hayatında, Türkçe okuyup-yazma yasaklandığı için, Türkçe, Türk çeliğini yitirmiş, Adına Osmanlıca denen ve içinde Arapça-Farsça - Fransızca karışımı olan bir dil kullanılmaya başlanılmıştır.

Hatta uygulanan Hukuk sistemi, Yargı sistemi anayasal düzen ile kullandıkları ne uzunluk ne de ağırlık ve saat Ölçüler bile çağa uymamaktadır. Kültürel olarak giyim-kuşamda yani kıyafetler, Atatürk’ün deyimi ile "Ne milli, ne beynelmilel, gülünç durumda." Halka adeta orta çağ yaşatılıyor. Özellikle kadınlar ikinci sınıf insan sayılarak, toplum içinden dışlanmış, Osmanlıyı yönetenlerin aklına;  bir gün kadınlarında, okuyup-yazabileceği, Eğitim alarak dünyada geçerli ne meslek var ise onlarında yapabileceği, seçme-seçilme hakkı olabileceği, en az erkeklerin kullandığı, hak ve hukuka kavuşacakları, akılının ucunda bile geçirmemişler. Osmanlının Medreselerde verdiği, bu eğitim sayesinde, dini mezhep çatışmaları, hat safhalara varmıştır. Falcılar, Büyücüler, Şeyhler-Şıhlar,

 Din istismarı sayesinde,  ayrıcalıklı konuda tutulmuşlar.  600 yıllık Osmanlı yönetimi boyunca Türk halkı ihmal edilmiş, devlet yönetiminden dışlanmış sadece köylü, çiftçi ve savaştırılmak için asker olabilmişler. 600 yıldan fazla devam eden Osmanlı saltanatı sistemi içinde, Halkın kaderi, Padişahın iki dudağa arasında olmuş. Padişah "rea" (Çoban) mantığıyla, Halkı "reaya" (sürü) görmüş ve gütmüştür.

Saray ve devlet adamları, Din adamları, gayrı Müslim zenginler ayrıcalıklı "Havas" yani üstün sınıf, 

 Geriye kalan halk ise alt tabaka, yani avam olarak görülmüştür.

 

 1922 tutulan istatistiki bilgilere göre, 40 bin köyün 1950 sinde, yaygın bir sığır vebası var. Kurtuluş savaşı sırasında Yunanlılarca yâda savaşılan devletlerce, tamamen yakılan köy sayısı 830 adettir.

Kısmen yakılıp- yıkılan köy sayısı ise 930 köy dür. Yakılarak yanan bina sayısı 114.408 adet, Tahrip edilerek hasar gören bina sayısı ise 11.404 adettir. Ülke genelinden, dört mevsim kullanılabilecek,

Kara yolu uzunluğu 2500 kilometre, yollar, asfalt olmadığı için, kışın bataklığa dönüşür bu nedenle de,

Pek kullanılamıyor. Demir yoluna gelince:  4112 Kilometre uzunlukta, bir demir yolu ağı var, Ama bu yolun bir metresi bile bizim değil, Tümünün sermayesi, İşletmesi ve Çalışanları dâhil, Yabancılara ait.

Denizcilik denince de, İçler açısı bir durum II. Abdülhamit döneminde, Donanmamız Haliçte çürütülmüştür. Ülke genelinde toplam nüfusun % 82 si tarımla uğraşır. Tarım ise, İlkel alet-edevatla yapılabildiği için Ülke gelirinin % 58’i tarımla sağlanır durumda. Ekmeklik unun çoğu dışarıda getirilmektedir... Çoğu köylünün ne sabanı, nede öküzü ve tarlası-toprağı yoktur. Taşrada Cumhuriyet ile bağdaşmayacak insanlık dışı bir Sistem, yani Aşiret, Bey, Ağa, Şeyh düzeni hüküm sürmektedir.

 

 Sağlık konusunda: Ülke genelinde 337 doktor var.  150 ilçede, bir doktor bile yok.  Ülkede doktor başına 30 bin hasta, düşmektedir. Sağlık memuru sayısı ise 434 kişidir. Pek az şehirde eczane mevcuttur. Ülkede toplam 60 kişi eczacılık yapmakta ama tamamı da yabancıdır. 3 milyon insanımız Trahom, Tifüs, Verem, Frengi, Tifo gibi salgın hastalığa yakalanmış durumda. Nüfusun % 14’ü sıtmalı, % 9 frengili. %72 si tifüse yakalana bilecek durumda. Evlerin % 97 sinde tuvalet yok. Yıllık bebek ölüm

Sayısı doğumların % 60’ı geçiyor. Kayıtlı 40 bin köye bakabilecek ebe sayısı ise 136 kişidir. Teknik olarak: Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az.  Radyo- Televizyon yok. Tiyatro ve Sinema sadece bir kaç şehirde mevcut. Avrupa'nın Emperyalist Devletlerine verilen Kapitülasyonlar ve anlaşmalar ile yabancılara sağlanan avantajlarla: Yabancı ülkelerin yurttaş ve şirketlerine tanınan imtiyazlar vergi ve harçlardan muaf ve serbest ticaret ayrıcalığına kavuşmuşlar. Bu ayrıcalıklı durum,

Osmanlının yerli halkı olan, herkesin belini bükmüştür. Dolmabahçe-Yıldız sarayları yapımı ve diğer işler için, Avrupa'nın Emperyalist devletlerine, olan borçların alacağının tahsili için, alacaklı devletlerin,1881 de ülkemizde kurdukları, Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi ise, Osmanlı Devleti içinde, onu kontrol eden en tepede onu yöneten bir devlet olmuş, Osmanlıyı yönetir konumdadır. Toplanan Vergileri, Osmanlının borçlarına karşılık, önce onlar alacaklarını tahsil etmekte ve kalan paralar da Osmanlının geçimini sağlayacak dirlik-düzeni organize etmeye, yetmemektedir.

Sanayi ürünleri sayılabilecek kalemler dahi, yani Şeker, Un ve hatta damların üstünü örten kiremit bile, İthal ediliyordu. Sanayi sayılabilecek toplam kuruluş sayısı 282 adettir. Bunların % 9’u Osmanlı devletine aittir. Bunun da %15’i oranındaki sermaye Türklere aittir.  Çalışanların bile %85’i yabancılardan oluşuyordu. Bunun ağırlıklı kısmını, gıda, dokuma ve deri sanayisi oluşturuyordu.

 Bunlardan Osmanlının elinde kalan sadece 4 adet fabrika var;  Hereke ipek dokuma, Feshane yün iplik, Bakırköy bez ve Beykoz deri fabrikaları, madenler, Llmanlar ve demir yolları ve ağırlıklı gıda,

dokuma ve deri sanayi, yabancıların elinde. Elektrik 1907 den sonra, sadece İstanbul'un bazı semtlerinde kullanıla biliniyordu. Savaş ve sonrası Yunanistan'da göçmen olarak ülkeye gelen insanların sayısı 400 bini aşmış,  genç Türkiye Cumhuriyetine, akın- akın gelen göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım edile biliniyor ancak. Kurtuluş savaşı boyunca,  Emperyalist kuşatmayla tecavüze uğramış topraklarımızda, Mustafa Kemal: Tam bağımsız, Milli egemenlik ilkesi ile hareket etmiş,  "Egemenlik kayıtsız-şartsız milletindir"  demiş ve bu uğurda yapılacak işlerden biride,

Halka dayalı Millet Meclisini oluşturmak çabalar olmuştur. Mustafa Kemal: Kurtuluş savaşını, millet meçlisinin iradesi ile gerçekleştirmiştir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında, millet meçlisi açık sayılı ülkeler arasında genç Türkiye Cumhuriyeti, kendine yer bulmuştur. Bu savaşlar sırasında Parlamentosu açık, Avrupa'da 5, Amerika kıtasında 5 olmak üzere, Toplam 10 ülke var, Bu 10 ülkenin biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Mesela:1920 de,  Dünyada anayasal seçimler ile seçilmiş 35 hükümet varken, 1938 de bu sayı 17 ye düşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu 17 ülkeden biri olarak kalmıştır.  Yine 1944 de tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12 si millet meçlisi ve anayasal düzene sahiptir.  Bu 12 ülkeden biri yine Türki'yedir. Kadınlara; seçme ve seçilme, hakkı veren Ülkeler arasında; İslam dünyasında birinci, Avrupa ülkeleri arasında yedinci, Dünyada 12’i sıradadır. Avrupa’da Faşist diktatörler kol gezerken, Mustafa Kemal: Vatandaş için tercihini, Demokrasiden yana kullanmış ve elinden geleni,  ötesinden bir çabayı, sonuna kadar uygulamaya koymuştur.

Mustafa Kemal: 600 yıllık Osmanlının, Devlet Yönetimini, seçtiği, dönme, devşirme kişiler olan, 

 Hıristiyan, Musevi soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kendi çıkarlarına kullanma karşılığı o bölgede aşiretleşmeyi, ağa, maraba ve feodalleşme ilişkilerine zemin hazırlayan, zihniyete son vermiştir.

O'nun yerine: Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, yüzlerce yıl sonra, ilk kez bu topraklarda dönme,

Devşirme saltanat soylusu olmayan, sıradan halk kitlelerine  "Türkiye Cumhuriyetini Kuran

Türkiye halkına Türk milleti denir" tespitini yapmıştır. Ve kadınlı, erkekli Türk vatandaşı olan her birey, seçme ve seçilme hakkı alarak, başta; cumhurbaşkanı olmak üzere, başbakan,  bakan ve millet meçlisi üyeleri olabilmişlerdir. 1928 de Harf devriminin kabulü ile 18.589 adet okul şehirde, 35.46’i köylerde,

Olmak üzere toplam 54.050 adet millet mekteplerini açmış, 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde millet mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Yıl 1936 ya gelince Diploma almayı hak kazanan yurttaş sayısı 2.546.051 kişiyi bulmuştur. Millet mekteplerinden hiç okuma-yazma bilmeyen köylü kadınlarından 458.000’i okuma yazma öğrenmiş ve diploma almışlardır. Harf devriminden önce erkeklerde okuma-yazma bilenlerin, nüfusa göre oranı erkeklerden %7 kadınlardan %04 iken, harf devriminden,7 yıl sonra yani 1935 nüfus sayımındaki tespitlere göre, bu oranlar toplamda % 19,2 le 17 milyon kişi okur-yazar olabilmiştir. Yani 7 yıl içindeki artış oranı %150 ye gelmiştir.  1941 de ise okuma yazma oranı % 22,4 de çıkarılmıştır...

Mustafa Kemal: Çağdaş dünya işlerini dinsel ilkelerden ayırıp, Çağdaş hukuk ilkelerini benimsemek için Osmanlıda uygulanan şeri Hukuk olan “mecelle” hukukuna son vermiştir.

 

 "Biz düşünce ve inanca saygılıyız diyerek", İnanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına almıştır. 1924 tarihinde "Artık bizim; Dinin gereklerini öğrenmek için, şundan-bundan ders ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Anamızın, babamızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir." " Bu günkü uygulama şekliyle Müslüman ibadet bicimi, son derece belirsiz ve despotçadır. Din: Sırf şekle ait bir vazife haline getirilmiştir. Hâlbuki Muhammedin gayesi,

 Hakiki ve halis bir dini duygu uyandırmaktan ibaretti". Diyen,

Mustafa Kemal, bir başka konuşmasında ise "Muhammedin yaşadığı muhitin ve dinin esasının ve ruhunun nefret ettirecek eğilimleri olduğu ve ibadet hususunda abartıya ve aşırılıklara, maruz kaldığı anlaşılıyor" diye konuşmasını sürdürüyor...

"Tevhit-i Tedrisat Kanunu"  ile İstanbul Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmuş, daha sonra İstanbul Üniversitesine bağlı bir, Yüksek İslam Enstitüsüne dönüştürülmüştür. "Biz dini eğitimi aileye bıraktık, Çocuklar dini eğitimi ailesinden alacaktır." Kararından sonra, ilk kuran kursları 1924 ten sonra kurulmaya başlanmıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında yıkılan Eskişehir Mihalıççık köyündeki camin yeniden, yapım ve onarımı için bizzat kendi maaşında biriken paralarından 5.000 lira vermiş yeniden bu camiyi yaptırmıştır. Mustafa Kemal; Çağın şartlarına uymayan, eski hukuk sitemi olan “mecelle” hukukunu kaldırmış, Onun yerine, zamana ve hayata daha uyumlu ve Türk aile yapısına uygun olan Avrupa’da uygulanan “İsviçre Medeni Kanunu" Millet meçlisinde kabul ettirmiştir. Türk Ceza Kanunu ise İtalya'da almıştır. Bu ceza kanunu, bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolinin ceza kanuni çevirisi değildir. Bu ceza kanunu 1889 tarihli "İtalyan Ceza Kanunu" çevirisidir. O yıllarda çağdaş Avrupa devletlerince de uygulanmakta idi. 1936 da İş kanunu çıkartılarak, çalışan kadınların; ”Ağır ve tehlikeli “ işlerden sayılan 123 ayrı işten çalıştırılması, kanunen yasaklanmıştır.  Mesela iş yasasının 10’u maddesinde der ki  "Kadın işçilere sekiz hafta doğum, her ay üç gün "ay hali" (regl dönemi) izini verilir. Mustafa Kemal Atatürk; Ülkenin dört bir yanında halkevleri,

Halkodaları açtırarak, Halkı, eğitimle sanatla, kültürle, bilimle, her konuda, halkı aydınlatmak için,

Daha savaş yıllarında bile, Anadolu Ajansını kurmuştur. Mustafa Kemal Atatürk; Anadolu Rönesans'ı başlatmıştır. Böylece Anadolu insanı 400 yıl sonra, geçte olsa batının kullandığı, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, en önemlisi

Kadınlı- erkekli toplantılara katılmış... Tüm bunları birlikte öğrenmiş birlikte izlemişler... 1934 de halkevlerinin üye sayısı 34.000 kişidir. 1938 de halkevlerinin üye sayısı 100 bini aşmış durumdadır. 

 1936 yılında Halkevleri etkinlerine katılan insan sayısı 2.100.000 kişi aşmıştır.

 

 Mustafa Kemal Atatürk; Aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak istemiş ve 1934 yılında çıkartılan İskân kanunu ile bu durumdaki çok yoksul köylüye, toprak dağıtılmıştır.1923-1938 yılları arasında, 246.431 aileye Toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtılmıştır.

 Bu durum Feodallerin tepkisiyle karşılanmış ve Doğu Anadolu'da genç Cumhuriyete karşı, Ağrı ve Dersim isyanları patlak vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra: Anadolu'daki toprak ağalarından, Eskişehirli Sazak ailesi baştan olmak üzere, Anadolu'daki tüm toprak ağalarının ya kendileri muhalefet etmiştir. Yâda toprak ağalarının temsilcileri olarak, Türkiye Büyük Millet Meçlisinde Milletvekili olanların tümü olmak üzere, reformlara muhalefet eksiksiz devam etmiştir. Aydınlı Toprak ağalarından Adnan Menderes toprak reformuna şiddetli muhalefet etmiştir. Sonunda bu toprak ağaları Cumhuriyet Halk Partisinden atılmışlardır. Cumhuriyet Halk Partisinden atılanlar da: Celal Bayar ve Adnan Menderes önderliğinde örgütlenerek Demokrat Partiyi kurmuşlardır...

Mustafa Kemal Atatürk, başta, "Atatürk Orman Çiftliği"  olmak üzere Türkiye'nin değişik yerlerinde kurduğu örnek çiftliklerde, modern tarım, ileri hayvancılık yapılanması yöntemiyle, modern ve çevreci, bir Türkiye yaratmak istemiştir, “Atatürk Orman Çiftliğinde” ki tarımda kullandığı Traktörlerin yakıtlarını bile biyoyakıt olarak Çiftlikte üretip kullandırmıştır. Ve 3 yılda “Atatürk Orman Çiftliğinde” 150.000 adet ağaç, Yalova-Termal arasında ki yola ise, 1 yılda 2250 ağaç diktirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu tarım devrimiyle, genç Türkiye Cumhuriyeti, hem kendi kendine yetebilmiştir. Hem de birçok tarım ürününü ihraç etmeye başlamıştır. Pamuk üretimi 1920 de

20.000 tondan 1927 de 120.000 tona, 1952 den 165.000 tona çıkartılmıştır.

 

Tütün Üretimi 1923 de 20.500 tondan, 1927 de 64.400 tona, çıkartılmıştır. Üzüm üretimi 1923 te 37.400 tondan, 1927 de 40.000 tona çıkartılmıştır. Buğday üretimi 1923 te 972 tondan, 1939 da 3636 tona çıkartılmıştır. Aynı dönemde 145.000 ton zeytin, 40.000 ton fındık,28.000 ton incir üretilmiştir.

Hayvancılık alanında ise 1923 te 15 milyon koyun sayısı 23 milyona 4 milyon sığır sayısı 9 milyona ulaşmıştır.1930-1939 yılları arasındaki küresel kapitalizmin yaşadığı, büyük buhranın olumsuzluğuna karşın Ülkemizdeki tarım ve hayvancılık kesimi, büyümesini sürdürmeyi başarabilmiştir.

 

17 Şubat 1923 de İzmir'de toplanan "İzmir İktisat Kongresi" ile Türkiye'nin ekonomik kalkınması planlanmış, 1923-1929 yılları arasındaki "liberal ekonomi dönemi"

1929 yılı, Dünya Ekonomik Krizinin ardından terk edilmiştir.

 

 1930-1938 yılları arasında "Planlı Devletçilik" (Karma ekonomi) benimsenmiş ve 1934 deki 1’i Beş yıllık kalkınma planı ile başlayan, “Ağır Sanayi’ye geçişte dosta- düşmana, parmak ısırtacak birçok başarılı yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Sadece % 15 'i Osmanlıya ait, geriye kalan hisselerin tamamı yabancıların elinde olan 4 adet fabrikayı Osmanlıdan devralan genç Cumhuriyet,1923-1938 arasında

Türkiye'nin değişik yerlerinde 28 âdeti büyük Fabrika olmak üzere, Ülkede, Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Sadece Ankara'daki “Atatürk orman çiftliğinde” 8 adet olmak üzere 1000 den fazla üretim yapan fabrika kurulmuştur. Aynı yıllarda sanayi üretimindeki artış,% 152 artarken Toplam sanayi üretimi % 80 artış gösterebilmiştir. Diğer artışlar: Kömürde % 100,Kromda %600 Diğer madenlerde %200 olurken, Mitolojik var olma öyküsünde dağları eritip, demir elde eden bir halkın,

Demir üretimi sıfırdan 180 bin tona çıkmıştır. Şeker üretimi 200 misli artmıştır. 1930 Merkez Bankasının kuruluşu çerçevesinde, Türk lirasının Dolar-sterlin ve diğer yabancı ülkelerin,  paraları karşısındaki değeri yükselmiştir. 1924 de var olan bankaların sayısı 19 iken bunun 15’i yabancı ülkelere aittir.1938 de Ulusal anlamdaki banka sayısı 39’a yükseltilmiş, bunun 9 tanesi yabancılara ait kalmıştır.1929 Dünya Ekonomik Krizine rağmen genç Türkiye Cumhuriyetin yıllık büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Gayrisafi milli hasılamız 3 katına çıkarken, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır.

1923-1938 yılları arasında,11 yıl boyunca denk bütçe eşitliği sağlanmış (gelir-gider denkliği)3 yıl gelir giderden fazla olmuştur.  Merkez bankası stoklarında 36 milyon Dolar döviz, 26 ton altın stoku vardır.

Artık: Şeker, çimento kereste ve deri üretiminin tamamı millidir. Yünlü dokumanın % 83, Pamuklu dokumanın %43, kâğıt üretiminin % 32 si, cam ve cam eşyanın üretiminin % 63 millidir. Yıl 1938 geldiğinde, genç Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlıdan kalan borcundan başka ne içeriye nede dışarıya borcu kalmamıştır. Osmanlıdan geriye kalan borçların son taksitini de genç Türkiye Cumhuriyet 1953 yılında ödemiştir... Ulaşım olarak: Osmanlıdan Cumhuriyete yabancıların kontrolündeki4112 kilometre demir yolu miras kalmıştır. Bu demir yollarının 3387 kilometresi 1928-1938 yılları arasında

Yabancılardan satın alınarak millîleştirilmiştir. Osmanlının 600 yıllık geçmişinden Cumhuriyete kadar geçen zamanda, üstelik sermayesi ve işletmesi yabancılara ait toplam 4112 kilometre demir ayığına,

genç Türkiye Cumhuriyeti kendi imkânlarıyla 10 yılda toplam 4bin kilometreye yakın yeni, demir yolu ilave ederek toplam demir yolu ağımızı 8000 kilometrenin üzerine çıkartarak, demir ağlarla ülkeyi donatmıştır.1938 den günümüze kadar yani 76 yılda yaklaşık 2.000 kilometre demir yolu yapılmıştır. 1923-1926 yılları arasında27.850 kilometre köy yolu yapılarak, köyler ile kentlerin iletişimi Motorlu taşıtların kullanımına açılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk 1926 yılında Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketini kurdurmuştur. Kayseri'de yapılan fabrikada uçak üretimine 1928 yılında başlanmıştı. 1928 yılında Kayseri’de kurulan bu şirket, Alman Jokerse firması ile birlikte 1938 de 15 adet Jokerse A 20 uçağı, 15 adet ABD Havk Muhabere Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat uçağı üretmiştir. 1938 ze kadar toplamda bu fabrikada 112 uçak üretilmiştir. Her ne hikmetse 1939 da bu fabrikada üretilen uçaklar

 NATO'nun kullandığı uçaklara uyum sağlayamaz gerekçesiyle, uçak üretimine son verilmiştir. Ve bu fabrikada bundan sonra, sadece Türk Hava Kuvvetine ait uçakların bakım ve onarımını yaptırılmıştır.

Yine Mustafa Kemal Atatürk, döneminde, genç Türkiye Cumhuriyetinin girişimci, Özel sektörünce de uçaklar üretilmiş olup, 1925 de Vecihi Hürkuş her şeyi ile % 100 yerli olan Türk uçağını yapmıştır.

1936 da Nuri Demirağ İstanbul Beşiktaş'ta yani bugünkü deniz müzesinin bulunduğu yerde

 Uçak Fabrikasını kurmuş ve No: 37 Kodu ile 24 adet uçak üretmiştir. 1940’a gelindiğinde ise

Ankara'da THK Uçak fabrikası ve THK motor fabrikasıyla, Uçak üretildikten sonra, Test edilebilecek

“Rüzgâr tünelleri” üretilmiştir. Bu tüneller hala atıl olarak, el atılmasını hükümetlerde beklemektedir.

 

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, nüfusunun % 14 sıtmalı, % 9 'u frengili, % 72 si tifüse yakalanabilecek durumdayken; Türk insanının belini büken, bu amansız hastalıkların kökü kazınmış,

İdealist Cumhuriyet Doktorları ve Sağlık personeli sayesinde; Sıtma, Verem, Tifüs Frengi, Cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele edilmiş, bu hastalıklar büyük oranda etkisiz hale getirilmiştir

1923 de Ülke genelinde var olan 337 doktor, 434 sağlık memuru ve 60 eczacı varken, bu sayı 1928 de

1078’e Doktora 130 hemşireye,  1059 sağlık memuru ve 377 ebe ’ye yükseltilmiştir. 1924 yılında 150 İlçede muayene ve tedavi evi açılmış, hastane sayısı 1940 da 198’e yükseltilmiştir. 1926 da Manisa ve Elâzığ'da Ruh ve Sinir Hastalıkları, Ankara ve Konya'da Çocuk ve Doğum-bakım evleri,  Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni’de trahom savaş Hastaneleri açılmıştır. Mücadele sırasında. Adana,

Antep, Malatya, Urfa ve Maraş’ta 120 şer yataklı Trahom hastaneleri kurulmuş yalnızca 1934 yıllında

Müracaat eden 87. bin kişiden2215'i tedavi, 4318'i ameliyat edilmiştir. 1925-1931 yılları arasında

Ülke genelinde 40 bin trahomlu hasta tedavi edilmiştir. Adana'da kurulan Sıtma Enstitüsü hizmete girerek 11 sıtma dispanseri kurmuştur. Ülke genelinden 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiş ve

Bunların 5 milyonu tedavi edilmiştir. Dünyada eşi-benzeri olmayan başarılı mücadele sırasında,

350 kilometre bataklık kurutulmuş, 1000 kilometre kanal açılmıştır. Yine 1922 de 22 adet olan Kızılay Dispanseri sayısı 339 çıkartılarak, (bu dispanserlerde,  Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında yetim kalan çocukların bakımı ve desteklenmesi için toplanan paralar ile kurulmuştur.)  1932’de bu yatak sayısı ise 189’dan 1318 ze çıkartılmıştır. Yıl 1960’agelindiğinde ülke genelinde: Doktor sayısı 9826’a, Hemşire sayısı 2420’e Ebe sayısı 3126’a çıkartmıştır. 1922 yılındaki köylerdeki sığır Vebasını ise 1932 de tamamen önlenmiştir.

 

Mustafa Kemal Atatürk, Türk insanına: Sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir.

Halk evleri aracılığıyla: resim, heykel,  müzik,  tiyatro, sinema, gibi sanatların Anadolu'ya yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri: Eğitim için Avrupa'nın çeşitli ülkelerine devlet bursu ile göndermiştir. Bu gençlerden bazıları; Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir. Türkiye’nin ilk defa resim galerisini, 1937 yılında

Resim ve Heykel Müzesini açmıştır. İlk Türk operasının hazırlanması için Adnan Saygun'u

Görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e ilk Türk Konservatuarı kurdurmuş ve Türk müziği araştırmasını sağlamış ve bu uğurda mücadele etmiştir. Türk insanını bu çalışmalara alıştırabilmesi için

Kendisinin de çok sevdiği alaturka müziği bir süreliğine yasaklamıştır. “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Müziği Orkestrası’nı” kurdurmuş, Türkiye genelinde önemli şehirlerde halka açık konserler verdirmiştir.

 

 Bir gün Diyarbakır'a konser vermeye giden Cumhur Başkanlığı Senfoni orkestrasının halka açık konserine halk pek rağbet etmemiş, Durumun üzücü olduğunu düşünen durumda kendine vazife çıkaran, bölgenin askeri yetkilisi Aşiret ağaları ve önemli şeyh ve Şıhlara haber yollayarak,

Konseri izlemeye halkı getirmelerini ve kendilerinde konserde hazır bulunmalarını emretmiş,

Konser izleyen gelen komutanda, şehrin ileri gelen bir aşiret beyinin yanına oturmuş beraberce izlemişle. Konser bitmiş fakat halkta en ufak bir alkış bir tepki yok. Sessizlik hâkim. Sessizliği bozmak,

Havayı değiştirmek isteyen komutan, yanındaki aşiret beyine "nasıl konseri beğendin mi" diye sormuş, Aşiret beyi de cevaben, "valla komutan Diyarbakır-Diyarbakır olalı, böyle zülüm görmedi" Der.

 

Mustafa Kemal Atatürk: Şehir Tiyatroları vasıtası ile yurdun dört bir yanına eski Türk seyirlik halk oyunlarının yeniden sergilenmesini istemiştir. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan'ın hatırlanması, anılması, arzusu taşıdığını ve Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel araştırmalar yapılmasını istemiştir. Radyo yayınları başlatmış, sinemanın yaygınlaşmasına örnek olsun diye Ankara Millet bahçesinde Sinema kurdurmuştur. Bireysel olarak da sinema ile ilgilenmiş, fırsatlar yaratıp, sinemada film izlemeye gitmiştir. Hatta Kurtuluş savaşını anlatan bir film senaryosu yazmıştır.

Güreş, atletizm, yüzme ve havacılık sporların gelişmesini ve özellikle bu spor alanında Türk kadınının, sporcu olarak yetişmesini çok istemiştir. Çanakkale kahramanı, milli hareketin lideri, Kurtuluş Savaşının başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti devrimlerinin yaratıcısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk,

Hiçbir zaman bu derece yüceltilmek, İlahlaştırılmak, insanüstü bir varlık haline getirilerek bir diktatör gibi gösterilmesine izin vermemiştir. "Vatanın bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" "Bütün yapılanlar herkesten evvel büyük Türk milletinin esiridir. Onun başında bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat bundan ibaret"  Diyerek,

 

 "Milletim olmasaydı, ben hiç bir şey yapamazdım"  demiş ve genç Türkiye Cumhuriyetinin tüm başarılarının kendisine mal edilmesine karşı çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, kısa vadede "ulusal egemenliği" Uzun vadede "Demokrasiyi" hedefleyen bir lider olduğunu, bu uğurda yapıp-ettikleriyle defalarca ortaya koymuştur. Ülkemizde dâhil bütün doğu toplumlarının tipik ve baskın bir özelliği olan, "bireysel kahraman yaratma geleneğini" dikkate alarak, halka hitaplarında sık-sık bireysel kahraman, yaratmanın zararlarında bahsederek, Ulus olma bilincini aşılamıştır. Halka hitabının birinde: "Vatandaşlar, yalnız sizden olan bir kişiye, sizden fazla önem vermek, her şeyi bir millet ferdinin benliğinde toplamak, yüksek bir topluluğun geçmiş, hatta geleceğe ait bütün meselelerini açıklamayı o topluluğun bir tek şahsından beklemek, elbette layık değildir... Sayın arkadaşlar,

Memleket ve milletin hayatına ve geleceğine olan sevgi ve saygıdan dolayı huzurunuzda bir gerçeği açıklamak zorundayım. Vatandaşlar! Vatanınızda herhangi bir kimseyi, istediğinizi sevebilirsiniz;

Kardeşiniz gibi arkadaşınız gibi, babanız gibi sevebilirsiniz… Fakat bu sevgi sizi ulusal varlığınızı herhangi bir kimseye, herhangi bir sevdiğinize vermek yoluna götürmemelidir. Aksine hareket kadar hatalı bir şey olmaz. Ben büyük milletimin artık böyle bir hatayı yapmayacağına inanmış olmakla

Övünç ve rahatlık duyuyorum..."

 

Konya'da bir akşam yemeğinde Mebuslardan Refik Koraltan, halka uzun övücü bir nutuk vermeye başlamış ve Mustafa Kemal Atatürk'e hitaben de "her şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz,  sen olmazsan başka hiç kimse hiç bir şey yapamazdı, bundan sonrada yapamaz,  Allah sizi başımızda eksik etmesin..." Demiştir. Bu söylevle,

Mustafa Kemal Atatürk'ün neşesi kaçmış,  bahsi kapatmak ister. Cevaben de "Beyefendi; bütün yapılanlar herkesten evvel büyük, Türk milletinin eseridir. Onun başında bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan bizler ise, ancak onun şanlı fedakârlığı sayesinde, fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, Öylece başarı kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir. Efendim müsaade buyurunuz... Ortada tevazu filan yok... Gerçeğin ifadesi vardır.  Zatıâlinize bir şey hatırlatacağım.

Elbette dikkat etmişsinizdir;  ben önümüze çıkan meseleler hakkında uzun uzadıya konuşur,

İstişarelerde bulunurum. Herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur. Bu konularda ancak arkadaşlarımı, yani sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh, tatbikatta olduğu gibi verilen kararlarda da, hepinizin hissesi vardır. Bunu bilesiniz."  Bundandır ki, ben yaptığımı gösteriş için değil, Milletimi ve kendimi tatmin için yapıyorum." Der.

 

Bütün çabalarına rağmen, Mustafa Kemal Atatürk'e duyulan sevgi, saygı ve minnettarlık, zaman içinde "onu tabulaştıracak” “ilahlaştıracak" boyutlara varmıştır. Yine de, Mustafa Kemal Atatürk,

 " Ben manevi miras olarak hiçbir ayet,  hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum, benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar." Demiştir

 

 Mustafa Kemal Atatürk; Her konuda olduğu gibi Din ve Tanrı konusuna da "bilimsel"

 Yöntemlerle yaklaşmış,  Ona göre "İnsanlık,  Din ve Tanrı konusundaki gerçeklere yine,

Bilim ışığıyla ulaşacaktır."

 

Doğru anlaşılan ve doğru aktarılan, Mustafa Kemal Atatürk düşüncesi Türk toplumuna birçok konuda ilham kaynağı olacak kadar zengindir. Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimciliği:  Toplumsal dokuya karşı bir devrimcilik değil, ulusal zemindeki kültürel ve tarihsel zemine oturtulmuş, Türk toplumunun, kendi gerçeklerinin ürünü oldukları, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, “ Biz batının uygarlığını, bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için Dünya uygarlığı seviyesi içinde benimsiyoruz... Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir.  Ve ulusun ilerlemesi için de, bu tek uygarlığa katılması zorunludur. Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklaması,

Batı'ya karşı elde ettiği zaferden, çok gururlanarak,  kendisini Avrupa uluslarına bağlayan, bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Türkler bütün uygar uluslarının dostlarıdır." Tespitini yapar.

 

Mustafa Kemal Atatürk, Türk devriminin bir Fransız devrimi taklidi olmadığını, kendi ülkemize has 

Kültürel özellikler taşıdığını ifade ederken de;  " Fransız Devrimi bütün dünyada özgürlük rüzgârını estirmiştir. O tarihten itibaren insanlık ilerlemiştir. Türk Demokrasisi, Fransız Devriminin açtığı yolu izlemiş, ama kendine has seçkin özelliği ile gelişmiştir. Çünkü her ulus devrimini, toplumsal olan hal

 Ve durumuna,  düzenin değiştirilmesi ve devrimin, oluş zamanına göre yapar." Diyen; Mustafa Kemal Atatürk; Batılılaşmak için çağdaşlaşmayı değil,  çağdaşlaşmak için batılılaşmayı öngörmüştür.

Çağdaşlaşma; toplumun siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik ve bireysel başarılarından çağa uygun hale gelmesidir. Mustafa Kemal Atatürk, önce aklı, sonra bireyin, özgürleşmesi ve egemenliğin kaynağını,

İlahi güçten alan, kendisini de, İlahi güncün, yeryüzündeki temsilcisi gören, Padişahın kullandığı,

İradesine karşı; Türkiye Büyük Millet Meçlisini koyarak, Saltanat ve Hilafeti kaldırmıştır. Mustafa Kemal,1921 de Türkiye Büyük Millet Meçlisinde, yaptığı bir konuşmada, Osmanlı reformistlerinin

Batı taklitçiliğini eleştirirken, “II ‘i Mahmut memleketin yönetimini ıslah etmek için, teşebbüste bulunmak istedi, fakat yapılan girişimler, Avrupa’yı taklit etmek oldu. Avrupa kanunlarını almak,

Avrupa düzenlerini almak, Avrupa’nın elbisesini giymek gibi, bir takım düzenleme girişimlerinde bulundu. Fakat bu gerçekte olumlu sonuç vermedi. Çünkü ıslahat için taklitçiliğe geçilmişti. Taklit suretiyle olan bu, Islahat, girişimin doğurduğu karışıklık bugün de sürmektedir.”

 

Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrimini anlatırken de, Fransız Devrimini anlatırken de,“10 Temmuz Fransız inkılabı, bir baskıcı hükümdarla millet arasında, en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan,

Bir düşünüşü elde etmeye yönelmiş idi. Hâlbuki bizim inkılabımız, Meşrutiyet yönetimi dahi özgürlük ve milletin bağımsızlığı için yeterli görmez ve kayıtsız şartsız, millet hâkimiyetini kendi elinde tutan,

Esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin ilgili olduğu şekil, hiç bir zaman eski şekillerle karşılaştırılamaz.

Bu iki inkılap arasındaki fark, tarif edilmeyecek kadar büyük olduğunu zannederim. Birincisi, (Fransız İnkılabı) milletin doğal olarak aradığı özgürlük havasını,  aldırdığını zannettiren bir harekettir.

Fakat ikincisi,(Türk İnkılabı özgürlük ve hâkimiyeti gerçekleştirilen, maddi olarak tespit ve ilan eden bir mutlu inkılaptır. Ve şüphesiz, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada, önemle dikkate değer bir yeniliktir. Fransız ihtilali bütün dünyada, özgürlük düşüncesi estirmiş, bu fikrin, halen esas kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi, Fransa ihtilalinin, açtığı yolu takip etmiş fakat kendisine has seçkin niteliğiyle, gelişmiştir. Zira her millet inkılabını, sosyal çevrenin baskıları ve ihtiyacına bağlı olan hal ve durumuna bu ihtilal ve inkılabın meydana gelişi,

 Zamanına göre yapar.”

 

Taklitçiliği büyük bir yıkım gören, Mustafa Kemal Atatürk, “Biz, garp (batı) medeniyetini, bir taklitçilik olarak almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde, benimsiyoruz.”

 

Mustafa Kemal Atatürk,  Türk devriminin yerli köklerini anlatırken, “Bir ulus için mutluluk olan bir şey,

Bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı nedenler ve koşullar birini mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bu ulusa gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım.

Ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız. Ulusumuzun tarihini,

Ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlıklı ve doğruya bağlı bir bakışla görmeliyiz. Gizlemeden söylemeliyiz ki, bugün bile aydınlarımızın, gençleri ile halk ve geniş yığınlar arasında, kesin bir uyum yoktur. Ülkeyi kurtarmak için bu iki düşünüş biçimi arasındaki ayrılığı, durdurmak gereklidir. Bunun için de halk yığınlarının, yürümesini, çabuklaştırılması, bundan başka da, aydınların çok hızlı gitmesi gerekir.

Ama halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok aydınlara düşen bir görevdir.

 

1921 yılında yapılan I. Maarif (Eğitim) Kongresinde, Mustafa Kemal, halka söyle seslenir. “Bir ulusal eğitim programında söz ederken, eski dönemin boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle, hiç de ilişkisi bulunmayan, yabancı düşüncelerden;  Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen, her türlü etkilerden tümüyle uzak, Ulusal ve tarihsel karakterimize bütünüyle uygun, bir kültürü anlatmak istiyorum.

Çünkü ulusal adabımızın gelişimi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir…”

 

Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyetini ilan ederken: J.J. Rousseau, Montesquieu gibi düşünürlerden ve Fransız ihtilalinin yarattığı Fransız Cumhuriyetinden, esinlendiğini ifade ettikten sonra, bununla yetinmemiştir.

Bir taratanda İslam tarihinde uygulanan dört halife, dönemindeki danışma (meşveret) sistemini incelemiş olarak;

Öz kültürü olan, Anadolu Selçuklu dönemini incelerken, dikkatini çeken, Anadolu Selçuklu sultanı Tuğrul Beyin 1055 de Bağdat önlerine kadar gitmesi ve O dönem Büveyhoğlarının yönetimindeki Şii zulmünden bıkmış olan Halife Kaim Biemrillah, Anadolu Selçuklu Beyi Tuğrul bey adına hutbe okutması ve onun hükümdarlığına sığındığını görmüştür. Tuğrul Bey okutulan hutbeden sonra Bağdat’ın yeni hakimi olmuştur. Tuğrul Bey, 15 Aralık 1055 de uygulamada siyasi ve idari yetkilerini kısaca Halifenin tüm yetkilerini elinden alarak Halife’ye sadece din işleri ile ilgili yetki tanımıştır. Mustafa Kemal anlattıklarında görüyor ki Anadolu Selçuklusu hükümdarı Tuğrul beyi n bu günkü dille söylersek Laiklik uygulamasını takdir etmiştir.  Tuğrul Bey’in devlet yönetirken dini işleri kendi üzerine almayarak din işlerini devlet işlerinden ayırmış olduğunu olumlu bulmuş,  ama fırsat elinde geçmişken Halifeliği kaldırmadığını da bir hata olarak değerlendirmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurarken bir taraftan Anadolu Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ülkeyi yönetirken uyguladığı laiklik sisteminden esinlenmiş, diğer taraftan da Fransa da uygulanan laiklik sisteminden esinlendiğini anlatırken de, 1055 de Tuğrul Bey’in yarım bıraktığı Halifeliği de kaldırmıştır.

Kendi kültürünü araştırma sırasında Mustafa Kemal Atatürk, Dağılma dönemindeki,  Anadolu Selçuklusunun bakiyesi olan Ankara ve çevresindeki Ahilerin, örgütlenip, güçlenerek 1290-1354 yılları arasında bir Cumhuriyet kurmuş olduklarını ve bu Cumhuriyet’i 65 yıl nasıl yaşatmış olduklarını okuyarak öğrenmiştir. Mustafa Kemal, Ahilerin Kurdukları, Cumhuriyet ile halkın yönetme, biçimi ve becerisini incelemiş bundan tam 570 yıl sonra ise,

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini

İlan ederken,  nelerden ve nasıl esinlendiğini anlatırken, “Ben Ankara’yı Coğrafya kitabından ziyade Tarihten öğrendim. Ve cumhuriyet merkezi olarak, öğrendim. Hakikaten, Selçuklu İdaresinin bölünmesi (inkısamı) üzerine, Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin, isimlerini okurken bir,

Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı,

Ankara’ya ilk defa geldim. Ve o günde gördüm ki,  aradan geçen asırlara rağmen, Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün  (menatıkını) bölgelerini gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin, bugünkü halkı da

Aynı kabiliyetten asla uzak değildir… Beni, Türkiye’nin en münasip merkez, Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile, çok eski ve bilimseldir. (fennidir)”  Diye bilgi verir.

Bunun dışında Mustafa Kemalin, kendi yaşamı içinde fiilen tanıklık ettiği, II. Balkan Savaşından hemen sonra 31 Ağustos 1913’e Teşkilatı Mahsusa’nın özellikle Kuşçubaşı Eşref’in, çalışmaları sonunda kurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, bu Cumhuriyeti, 29 Ekim 1913 de Osmanlı Devleti İstanbul’da imzaladığı, İstanbul anlaşması ile batı Trakya’yı bütünüyle, Bulgarlara bırakmıştır. Bulgarlar da bu anlaşmaya dayanarak, bu toprakları tamamen işgal ederek, Batı Trakya Cumhuriyetine son vermişlerdir. Ve Birinci Dünya savaşından hemen sonra kurulan, Azerbaycan Cumhuriyeti Devletidir.

5 Kasım 1918 de Karsta kurulan, “Kars İslam Şurası” 25 Mart 1919 da tam bağımsızlığını ilan ederek,

Güney Batı Kafkas Cumhuriyeti adını almıştır. Türkiye Büyük Millet Meçlisindeki bir oturumda,

Doktrinler hakkın da yapılan telkinlerin birinde: “Adımızı Koyalım, adımızı bilelim, Kapitalist miyiz?

Sosyalist miyiz? Bolşevik miyiz? Adımızı bilelim.” Diyenlere, “Biz benzememekle ve benzetmemekle,

İftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benzeriz.”  Diye hitap eden, Mustafa Kemal Atatürk,  Ziya Gökalp gibi

“Kültür” ve “ Medeniyet” ayrımına gitmeden, uygulanacak tek medeniyet olduğunu, bunanda batı medeniyeti olduğunu, ifade etmiş, “Medeni olmayan insanlar, medeni olanların, ayakları altında kalmaya mecburdur.”  Demiştir. Bir başka söyleşiden de “Medeniyetin ne olduğunu, başka -başka tarif edenler var. Bence medeniyeti, kültürde ayırmak, güçtür. Ve lüzumsuzdur. Memleketler muhteliftir, fakat “Medeniyet” birdir. Ve bir milletin ilerlemesi için, bu yegâne (tek)  medeniyete katılması lazımdır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü, batıya karşı elde ettiği zaferden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan, ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Medeniyete girmeği arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”

“Fakat kültür ayrı şeydir. Uygarlık ayrı şeydir. Biz uygarlığı batıdan alırız, çünkü uygarlık evrenseldir.

Ama kültürümüze dokunmayız, çünkü kültür millidir.” “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil,

Doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Derken, “En gerçek yol gösterici İlim ve fendir.”

Özdeyişini kullanmıştır.

 

Ünlü Fransız düşünür Georges Duhamel, “Türkiye batının yeni gücü” adlı kitabından, Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısının, “Medeniyet algısında” olduğunu belirtmiştir.

“Ne Cromwell, ne Robespierre,  ne Lenin ve ardında gelenlerin, önderlik etkileri, Ulusun bilim felsefesi, düşünme yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna, kalkışmışlardır… Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün itmesiyle, kendisine yalnız becerikli işçiler, teknisyenler ve mühendislerin yeterli olmadığını tersine; işlere asıl yön veren, bilim filozoflarına, yöntem kurucularına, gereksinimi bulunduğunu kavradı. Mustafa Kemal Atatürk böylece bütün insanların içinde çırpındığı, uygarlık bunalımının temel sorununa, yani çağdaş bilimin sağladığı, güçlü teknolojinin nasıl kullanılacağı sorununa en geçerli yaklaşımı getirdi.”

 

Mustafa Kemal Atatürk, kültür ve medeniyet ayrımı yapmadan, yani rasyonel akla ve eleştirel düşünce biçimine yönelmiştir. Mısırlı yazar Muşarrafa, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu yönünü şöyle değerlendirmiştir. “Atatürk’ün Doğu için değeri somut ve olumludur. Çünkü o bize, kültürce batının etkisi altında kalıp, boğuluruz yolundaki korkularımızın, temelsiz olduğunu gösterdi. Doğulu uluslara,

Ulus bütünlüklerini yitirmeden, kendi değerlerini yeni durumlara, nasıl uygulayacaklarını gösterdi.”

Diye yazmıştır.

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün, çağdaşlaşırken batıya yönelmesinin temel nedeni, doğu kültürünün 10’u yüzyıldan beri yorumlamaya, batı kültürünün ise, Antik çağda başlayarak, 15’i yüzyılda da Rönesans’tan beri de, araştırmaya eleştirmeye dayanmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk doğu medeniyeti derken, nakilciliği ve yorumculuğu, “batı medeniyeti” derken de, araştırıcılığı ve eleştiriciliği anlatmak istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, yüzyılın başında küllerinden doğan,

Yeni Türkiye’nin, araştırıcılığa ve eleştiriciliğe, ihtiyaç olduğunu düşünmüş, Türk devriminin yönünü,

Batıya döndürerek de, Türk devrimine “ Dinamik Devrim”  Diyerek, şu tespitlerinden birini yapar.

“bizim programımıza karşı çıkanlar, onu görmeye alışık oldukları, bir kalıba (doktrine) benzetemiyorlardı. Oysa bizim programımız, temelliydi ve işlevseldi. Bizde isteseydik, uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal kimi ayrıntıları yazdırıp, bir kitap (doktrin) yazabilirdik.

Öyle yapmadık.  Ulusumuzun maddi ve manevi, gelişme gereksinimleri doğrultusunda işlem ve

Eylemlerimizle, özlerin ve kuramların önüne geçmeyi tercih ettik.”

 

Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal Atatürk, karşı olduğu Emperyalist Batıyla savaşmış, karşı olmadığı Uygar Batıyı benimsemiştir.

Kuşkusuz, uygarlığın ve kültürün temeli, “Özgürlük ve Bağımsızlıktır.”  Özdeyişini her fırsatta yenilerken, “Şüphesiz her insan cemiyetinin kültürü, yani medeniyet derecesi bir olmaz, bu farklar,

Devlet,  fikir ve iktisat hayatının, her birinde, ayrı- ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün bileşkesi üzerinde de görülür. Yüksek bir kültür, sadece, onun sahibi olan millette kalmaz, Diğer milletlerde de,

Tesirini gösterir. Büyük kıtalara yayılır.” Tespitini yapmıştır. Mutafa Kemal Atatürk; Sohbet ettiği bazı gazetecilere, Batılılaşmak yâda Doğululaşmak hedefini şöyle anlatır. “Bizim ülkemiz Asya ve Avrupa için aynıdır. Her ikisinin de en iyi yönlerini alacağız, fakat bağımsızlığımızı da koruyacağız. Her şeye yalnızca Türk çıkarlarını, göz önüne alarak Türk görüş açısından bakacağız.”

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün dile getirip, Türkiye Cumhuriyetinde uygulayarak, Hayatımıza katmaya çalıştığı bu gerçeklere karşın,

 

1940’lardan itibaren, İsmet İnönü Atatürkçülüğüyle, “Atatürk’ü anmak bir ibadettir” Diyen,

Celal Bayar yakın arkadaşı daha sonra Başbakanı olan Adnan Menderes, Atatürkçülüğü karşılıklı tartışmış, kendi anlayışlarına uygun bir Atatürkçülük tarifi yapılarak, Atatürkçülük diye bir İdeolojiyi,

Türk halkına dayatmışlardır.

 

Yıl 1980’e geldiğinden, Kenan Evren Atatürkçüleri türemiş, Mustafa Kemal Atatürk’ü “Batıcı”,

Mustafa Kemal Atatürk’ün, Akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda ki  “Çağdaşlaşma” idealine ise

“Batılılaşmak” olarak, adlandırmışlardır. Bu yanlış tahlil ve kendilerince yaptıkları tespitler,

2014 itibariyle 74 yıldır okullarımızda, çocuklarımıza Tarih derslerinden, öğretilip, ezberletilmektedir.

 

Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk, 1925 de Çağdaşlaşma kararlılığı şöyle ifade etmiştir. “Biz her bakımdan medeni (çağdaş) insan olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun sebebi,  dünyanın vaziyetini anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medeni olacaktır. Şekillerimiz, kıyafetlerimiz, tepeden-tırnağa medeni olacaktır. Şunun- bunun sözüne, önem vermeyeceğiz. Medeni olacağız. Bununla iftihar edeceğiz. Bütün Türk İslam âlemine bakınız, zihinlerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği, kapsan ve yüksekliğe, uyduramadıklarından ne büyük, felaketler ve ıstıraplar içindedirler. Bizimde şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batmamız bundandır. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki değişikliktendir. Artık duramayız. Mutlaka ileri gideceğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz. Çünkü ileriye gitmeye mecburuz. Millet açıkça bilmelidir,

Medeniyet öyle bir ateştir ki, Ona kayıtsız kalanları yakar ve mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde, layık olduğumuz mevkii bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundandır. Medeniyetin coşkun seli karşısında, direnç boşunadır. O gafil ve itaatsizler hakkında çok amansızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, Göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar, her şeyi gören, aydınlatan, İnceleyen medeniyetin kudret ve ulviyeti karşısında, Ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle, yürümeye çalışan milletler, mahvolmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı, yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak, İlelebet yaşamaya karar vermiş,

Esaret zincirini ise, eşsiz kahramanlıklarla parça-parça etmiştir.”

 

Mustafa Kemal Atatürk, Çağdaşlaşmayı ancak eğitimle mümkün olacağını düşünmüş ve bu konuda kendi görüşünü de şöyle ifade etmiştir. “Okulla, okulun verdiği, ilimle, fenle, Türk ulusu, Türk sanatı,

Türk ekonomisi, Türk şiiri ve edebiyatı, bütün ince güzelliklerle belirtip gelişecektir. Ülkemiz için

Uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin vakit geçirilmeksizin, yapılması ve gelişmesi gereklidir. Bütün ilim ve fen insanları… Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, yazarlarımız bu uğurda, çalışmayı, bir namus borcu bilmelidir.” “Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alakasız yaşayamayız. Bilakis sürekli-sürekli ilerleyen, bir millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız. Ve her ferdin, milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

 
MUSTAFA KEMAL'İN SOYU:

1041 yılı civarında Hazar Denizi'nin güneyinde ve güney batısında Tahran, Kazvin Reşat, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan "Kızıl Özen" veya "Kızıl Ören" bölgesinde yaşayan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Şah'ın... oğlu Kızıl Bey'in oymaklar'ı olduklarında bu Türkmenlere "Kızıloğuz" Türkmenleri adı verilmiştir.

Özellikle 14 ve15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Balkanlara doğru yayılmıştır. Bu yayılmayı önceleri korkusuz yeniçeriler, ardından da Asya'dan Avrupa'ya akın eden Türkmenler Balkanlarda Sarp Makedonya dağ eteklerine yerleşmeye başlamışlardır.

Osmanlı tarafından Anadolu'dan, Makedonya'ya göç ettirilen; ki bu göçlerin hepsinin devlet organizasyonu sonucu olduğunu sanmayın içinde Osmanlının özellikle Yavuz Sultan Selim zamanında yani 1514 Çaldıran savaşı öncesi Anadolu'daki, Alevi Bektaşi'lerin kimine göre 40.000 kişi kimine göre 80.000 kişinin hunharca katledilmesinden sonra Anadolu'da arta kalan bazı. Alevi-Bektaşileri, canlarını kurtarmak için Balkanlara yönelmişlerdir.

15. yüzyılda Anadolu'dan Makedonya'ya göç ettirilen Türkmenlerin bir kolu Kızıloğuz (Kocacık) Türkmenleridir. Yapılan tüm araştırmalar Kocacık Türkmenlerinin oğuzların Kızıloğuz boyunda olduğunu göstermektedir.

Selçuklu Devleti zamanında Anadolu'ya yerleşen Kızıloğuzlar, Osmanlının Balkanları Türkleştirme politikası (iskan) gereği Anadolu'dan Balkanlara göçürülerek Makedonya, Teselya ve Selanik'e yerleştirilmişlerdir. Bu Türkmen topluluğunun en yoğun olarak yerleştirildiği yer Teselya'nın Larisa (Yenişehir) kentidir.

Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasındaki yayılma ve ilerlemesine paralel olarak sayıları ve önemi artan Türkmen- Yörük gruplarını organize etme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Rumeli'ye çeşitli zaman ve yerlerden getirilen bu Yörük gruplar 15. yüzyılın ortalarına doğru askeri ve stratejik görevlerde belli roller üstlenmeye başlamışlardır.

İşte Mustafa Kemal'in Baba soyuda bu Yörük gruplardan biri olan Kocacık yani Kızıloğuz Türkmenlerine dayanmaktadır.

Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi'nin dedeleri Konya Karaman'dan Aydın Söke'ye göçtürülerek, önce Vidin, daha sonra da Serez'e gelmişlerdir.

Osmanlı Padişahi ııı. Selim'in Nizam-ı Cedid düzenlemeleri döneminde, 1827 Osmanlı-Rus Savaşının yenilgisiyle meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak ortaya çıkan Bulgar, Yunan Sırp eşkıya veya çetelerinin Balkan coğrafyasında yaptıkları taşkınlıklar sonucu Mustafa Kemal'in Dedesi ailesiyle Selanik'e yönelmişlerdir.

Manastır Vilayetinin Debre-i bala Sancağının Kocacık Nahiyesine gelen aile, Tahminen 1830 larda Selanik'e yerleşmişlerdir. Mustafa Kemal'in kimliğini araştıran araştırmacıların yaptıkları hesaplamaya göre, Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi tahmini tarihle 1839 yılında, burada Dünya'ya gelmiştir.

Ali Rıza Efendi'nin babası yani Mustafa Kemal'in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet'tir. Kırmızı Hafız Ahmet'in Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi ve Nimeti Hanım adında bir kız kardeşi vardır. Ali Rıza Efendinin ayrıca Rukiye Hanım isminde bir kız kardeşi ve Salih Efendi adında bir erkek kardeşi vardır.

Ali Rıza Efendi Selanik nüfus kayıtlarına "Karakocalı Yörük Taifesinden" diye kayıtlıdır.

 
Mustafa Kemal'in Selanik'ten mahalle ve okul arkadaşı olan eski milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey Mustafa Kemal'in atalarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık Nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıkların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür. Hayvancılıkla geçinirler, Sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri, Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları hatta lehçeleri de aynıdır." Der.
 
1993 yılında gazeteci Altan Araslı "Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk. Atatürk Yörük Türkmen'i" başlığıyla Üsküp'te görüştüğü Numan Kartal, Atatürk'ün baba soyu hakkında bize şunları aktarır.
 
"Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri, Anadolu'dan geldiler. Bizler Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk'ün babası İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. Golalar ise 'hudut gazileri' anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı mahallesinden, babaannesi ise Yukarı mahallesindedir. Ayşe Hanım Taşlı mahallesine gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı mahallesinde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık'ın Taşlı mahallesinin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar, Bu nedenle oraya Dere mahallesi de denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradaydı. Kocacık'tan temelli göç ettikleri zaman evlerini Etem Maliklere satmışlar. Malik'in oğlu Hayrettin İzmit'te oturmaktaydı. Der.
 
Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanım'da soylarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi." anlatmıştır.
 
Osmanlı Devletinin yerleştirme (İskan) siyaseti gereği Rumeli'ne göçürülen ve Mustafa Kemal'in baba soyunu oluşturan "Karakocalı" (Kızıloğuz) Türkmenlerinin Anadolu'daki kolu bugüne kadar bilindiği kadarıyla Alevidir. Rumeli'ne göçtükten sonra da Bektaşılığın etkin olduğu bir Bölgede; Aleviliklerini korumaları ve sürdürmeleri hiçte yadırganacak bir durum değildir.
 
Mustafa Kemal'in baba soyundaki Alevi-Bektaşi etkisine karşın, anne soyunda bazı akrabalarının Sünni İslam anlayışını benimsedikleri Yörük Türkmenlere rastlanmıştır.
 
Mustafa Kemal'in amcası Salih Bey'in eşi Müberra Hanım, Selanik  eşrafından Mevlevi -Şeyhizade ailesindedir. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetine Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne konuk olarak gelen amcasının kızı Vüsat Hanım'ın Ramazan orucu tuttuğu ve Mustafa Kemal'in de bu akrabasına iftar ve sahur yemeklerinin verilmesini isteği bilinmektedir. Ramazan orucunu tutma geleneği daha çok Sünni inanışlı İslam anlayışını benimseyenlere ait olmasına karşın, Balkanlar'daki Alevi-Bektaşi inançlı Müslümanlar arasında da Ramazan orucu tutanlar görülmüştür.
 
Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendinin Mustafa'dan başka Ahmet ve Ömer isimli iki oğlu ve Naciye, Fatma, Makbule adlı üç kızı olmuş fakat Mustafa ve Makbule adlı üç kızı olmuş; fakat Mustafa ve Makbule dışındaki çocukları küçük yaşta ölmüştür.
 
Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendi Osmanlı-Yunan sınırındaki Olimpos Dağının ormanlarla kaplı eteklerindeki Paşaköprüsü gümrük kontrol noktasında, gümrük muhafaza memurluğu yaptığı yıllarda ailesiyle birlikte çok sıkıntı çekmiştir. Burası kara yolu bile olmayan çok kötü koşulları olan bir yerdir. Ali Rıza Efendi ailesini derme çatma bir eve yerleştirebilmiştir. Üstelik burası Rum çetelerinin herkesi haraca bağladığı bir uğrak yeridir. Çok geçmeden aile ikinci çocukları olan Ömer'i de ilaçsızlık ve bakımsızlık nedeniyle kaybedeceklerdir. Bu ölüm olayında sonra kızları Fatma ve sonrada oğulları Ömer ile iki çocukları daha ölür. Şimdi ailenin tüm dikkatleri sağ kalan Ahmet'e yoğunlaşmıştır. Ancak bir süre sonra oğulları Ahmet de ölür. Ali Rıza Efendi oğlu Ahmet'i sahilde  açtığı mezara gömer. Bazı kaynaklara göre ve Soner Yalçın'ın 18 Mayıs 2008'de Hürriyet gazetesinde yayınladığı "Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım Evliliğinin Trajik Hikayesi" adlı çalışmada bize aktardığı gibi, o gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden olmuş ve kıyıları döven dalgalar Ahmet'in mezarını aşındırmış, ve Ahmet'in cesedi açığa çıkmıştır. Ahmet'in o küçük bedeni, dağlardan inen aç çakallara yem olmuştur. Sabah bu korkunç manzarayı gören Zübeyde Hanım oracıkta bayılmıştır. Bu elem dolu olay güzü yaşlı anneyi ruhsal olarak  çökertmiştir.
 
Mustafa Kemal'in baba soyu, dedesinin kardeşi Kırmızı Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam ettirilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Onun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım'dan olan çocuklarla aile yedinci kuşağa ulaşmıştır. Belgelerde Mustafa Kemal'in Müberra Hanım'a "yenge" diye hitap ettiği görülmektedir. Bunların beş çocuklarından biri olan Necati Erbatur 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan törenle nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütlügil'in nikahları 2 Ekim 1937'de Park Otel'inde yapılmış ve nikah törenine Mustafa Kemal katılmıştır. Mustafa Kemal ayrıca bazı özel mektuplarında "Lütfi enişte" diye birinde bahsetmektedir. Ancak Selanik'te yaşadığı anlaşılan bu "Lütfi eniştenin" kim olduğu şimdiye kadar anlaşılamamıştır.
 
 


 Yazı fazlasıyla uzayacak. Benimde şu an dışarı çıkman gerek onun için sizlerden özür dileyerek,devamını daha sonra yazıp,paylaşırım.


"ATATÜRK'ÜN SOYU" AÇIKLANDI...!

-Baba tarafından dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda Karaman’dan Makedonya’ya, Kocacık’a yerleşmiş Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörüklerindendir.

-Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş köklü bir Türk ailesinin kızıdır.

 

 

 

Hüseyin Tepe

Güncel Bakış

hüseyin-tepe @blogspot.com

Gönderen: Hüseyin Tepe

Zaman:  19Mayıs 2014

Saat: 23.40