Yıl 1299 OSMANLI'DAN, YIL 19 MAYIS 1919 MUSTAFA KEMAL’E,
600 YILLIK BİR GEÇMİŞ, YIL 2014 YAZILMAMIŞ
SON 76 YIL
1299 da Anadolu'da doğan Osmanlı İmparatorluğu, yükselerek 16 cı
yüzyılda dünyanın en büyük askeri ve siyasi güçlerinden biri durumunda iken geçen
350 yıllık zaman içerisinde çeşitli iç ve dış nedenlerin katkılarıyla devamlı
güç ve itibar kaybederken, Viyana kapılarına kadar ilendikten sonra
Zayıflamaya başlamış ve 1683’e
gelindiğinde, iyiden iyiye Batının
Emperyalist baskısıyla, Siyasi, Askeri ve ekonomik olarak her sıkıştığında İç
ve dış güçlere devamlı borçlanarak “Yarı bağımlı” hale gelmiş ve köşeye sıkışmıştır.
Viyana, Budapeşte, Belgrat'ın elden
çıkmasını önleyememiştir. Avrupa'da geri-geri çekilerek, Bir avuç Rumeli
toprağına sığındı. Ancak elde kalan bu topraklar da, Ruslar ve Avusturyalıların işgal
hedeflerindedir. Ruslar: Kendi
ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları teslim etmek istiyordu.
Osmanlı,1699 Karlofça antlaşmasıyla
İlk defa topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Osmanlının
Ekonomik-Siyasal ve Kültürel olarak kayıp verdiği ise, Ancak 17’i
yüzyılda devleti yönetenlerin dikkatini çekmiştir. 600 yıllık Osmanlı döneminde,
devlet yönetimi için devşirme- dönme kimseler yetiştirilmiş ve kullanılmışlardır.
Osmanlıda biat kültürü hâkim. Devlet yönetiminde görev alan 288 Sadrazamdan
(Başbakan) yaklaşık 70 kişi kendi halkından. Geriye kalan, 210’n dan da fazlası
ise Yahudi ve Hristiyan kökenlidir.600 yüz yıldan beri yaşamın, Hukukun,
Sanatın, Siyasetin ve Kültürün Din ile şekillendiği bir şeriat ve ümmet
imparatorluğu olan, devletin eski etki ve canlılığına kavuşturma cabaları ise yorgun
ve itibar kaybeden bünyede olumlu sonuç verememiştir. 19 ‘u yüzyıla
gelindiğinde ise imparatorludaki irtifa kaybı, giderek hızlanmış, 20’i yüzyılın
başlarında, Trablusgarp, Yemen, Balkanlar ve birinci dünya savaşı sonunda; Osmanlı
toprakları Anadolu coğrafyası ile sınırlandırılmıştır. Yaklaşık 600 yüzyıl
yaşama becerisi gösteren, ve20’i yüz yılın başlarında, Hızla çöküşe
sürüklendiği yıllarda;
Mustafa Kemal,
Daha 5-6 yaşlarında ikin,
Osmanlı imparatorluğuna bağlı Selanik'te Öğrencisi olduğu mahalle mektebi
sayılan Medrese hocasının, dizlerinin üstünü oturup saatlerce o vaziyette ders
yaptırmasına, karşı gelerek, ayağa
kalkıp ders dinlemiş, hoca oturmasını ve öyle ders yapmasını isteyince de. Hayır,
ben ayakta ders yapacağım çünkü söylediğin gibi, "oturarak ders yaparken dizlerim
acıyor." hoca "sen benim
emrime karşı mı geliyorsun." Deyince.
“Evet, senin emrine karşı geliyorum." Diye dayatmıştır.
Bu tartışmada diğer öğrencileri
de yanına çekmesini başarmış, bunun üzerine, hoca, Mustafa Kemal ile pazarlık
yapmış, Mustafa Kemal ve öğrencilerin istediğini kabul etmiştir.
Mustafa Kemal Askeri Rüştiye'yi 14 yaşında bitirmiştir. Manastırda gittiği
Askeri Rüştiyede okurken,
Mantık, Hesap, Usul-i Defteri, Hendese (geometri), Coğrafya, Tarih-i İslam, Kavaide-i
Osmaniye (Osmanlı kaide- kuralları),Fransızca, İmla-yı Türki, Hatt-ı Fransevi, Resim gibi okutulan dersler
ile de,
Öğrenciliğinden itibaren analitik
düşünmesini öğrenmiştir. Okul dışında, özel hocalardan Fransızca dersler ile müzik
ve o zamanda moda olan dans dersleri almıştır.
Mustafa Kemal bu yıllarda, Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık arayışlarına
bizzat tanık olmuştur. Bir gece bir arkadaşı ile okuldan kaçıp, gönüllü olarak
askere yazılmaya gitmiş, fakat öğrenci olduğu anlaşılınca geri gönderilmiştir.
Mustafa Kemal; Manastırda bulunduğu yıllarda yazılarını okuduğu,
Avrupa'ya gitmiş Jön Türklerce, Fransa'da,
Fransızca yayınladıkları gazete ve dergiler ise Türklük duygularını
kamçılamıştır.
Asım Gündüz'ün hatıralarında Mustafa
Kemal'in ağzından bize aktardığı gibi "Tarihte inkılaplar önce aydın
kişilerin kafasında, Fikir olarak doğmuş zamanla toplumu sarmıştır(...) Başka
milletlerin şairleri,
Münevverleri böyle çalışıp
milletlerini uyarırken, nerde bizim mütefekkirlerimiz? Bizim bir Namık
Kemalimiz var. O, Türk milletinin yüz yıllardan beri beklediği sesi verdi
“Dediğini, Asım Gündüz,
Bizlere anlatır.
Mustafa Kemal; Harp akademisinde öğrenci iken çok okumuş ve Osmanlının
bir zamanlar hükmettiği
Batının egemenliğine girdiğini
ama batının kültür ve biliminden uzaklaştığını tespit etmiş, Pozitivizm,
Materyalizm, Sosyalizm,
Darvin’izm gibi akımlarla ilgilenmeye başlamış ve1904’e,Defterine şöyle bir not
düşmüş: “Önce sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı“ diye yazmıştır. Mustafa
Kemal: Batıyı yakından takip etmek ve anlamak için, Almanca, Fransızca ve
kısmen, İngilizce öğrenmiş, Hatta bir ara askeri okulda, Seçmeli, Rusça ve
Japonca dersleri almıştır. Batıyı temelden değiştiren, Rousseau,
Montesquieu, Holbach, Voltaire, Aguste Comte, Bohler, Desmoulins, Descartes,
Kant gibi yabancı aydınlarla, Osmanlıyı değiştirip, dönüştürmeye çalışan,
Tevfik Fikret, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet,
Kılıçzade Hakkı, Baha Tevfik, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Şehbenderzade
Filibeli Ahmet Hilmi gibi, Yerli aydınların kitaplarını, yazılarını okumuş;
Batı'da yayınlanan gazeteleri, Osmanlıdan yayınlanan, İçtihat ve Mizah gibi
dergileri takip etmiştir. Yıllar sonra Eşref Ünaydın’a Atatürk’ün bu kadar kültürü
nereden aldığını soranlara O da, sorulan soruya, "Mustafa Kemal: okuduğu
Meşveret 'ten, Mizan'dan Osmanlı'dan, Şurayı Ümmet'ten, Murat'ın Mizanı ile Ahmet
Cevdet'in “İçtihat “tını,
Düzenli olarak eline geçmiştir. Çanakkale savaşından sonra, kendisiyle
konuşurken, Jön Türlerin Avrupa'da çıkardığı Osmanlı mecmuasının tam
koleksiyonunun elinin altında olduğunu bana söylemiş,
Fırsat düştükçe karıştırıp eski okuduklarımı gözden
geçiriyorum." Dediğini anlatmıştır.
Mustafa Kemal, öğrencilik
yıllarındaki Yaz tatillerinden fırsat buldukça Selanik'e gelir oradaki,
Olympos, Kristal ve Yonyo gibi gazinolarda arkadaşları ile buluşurmuş. 1902
yılının bir yaz tatilinde
İran olayları konuşulurken, İran'da özgürlük savaşı verenlerin büyük
başarı kazanarak, İran Şahına parlamentoyu açtırdıkları, Girit'te de
Venizelos'un adayı Yunanistan'a katmak için savaştığı dile getirilirken, Ali
Fethi (Okyar) : "Bizde neden böyle adamlar çıkmaz?" Diye sorunca: Mustafa
Kemal;
"Neden bir Mustafa Kemal
çıkmasın" Diye karşılık verdiğini! Aktarır. Yine tatilde geçen Selanik
günlerinin birinde; İleride arkadaşlarına vereceği görevleri sıralarken, arkadaşı
Nuri Conker'e,
"seni de başvekil
yapacağım" demiş, Nuri Conker de: "o birader! Beni başvekil yapmak için sen ne
olacaksın." Diye sorunca, Mustafa Kemal, hiç tereddüt etmeden, "Bir
adamı başvekil yapabilecek adam (olacağım)" yanıtını verir. Mustafa Kemal
1902 de Selanik’te geçirdiği o tatil günlerin birinde
bir Bulgar vatandaşına "İmparatorluğun
o çöküş yıllarındaki bütün aksaklıkları, beceriksizlikleri anlatıyor...'Ben bir
gün başa gelirsem'... Deyip, kalkınma ve tutunma çarelerini sıralıyordu.
İmparatorluğun her milletine ayrı hak tanıyor, Türk milletini ayakta
tutmanın çarelerini düşünüyor,
Rüyada bir adamdı. Gözleri çakmak-çakmaktı.
Görülebilecek kadar hayalden bahsettiği, insan fark ediyor, fakat hangi
kuvvet bilinmez, insanı içinde
Ona inanmaya sevk ediyordu”...diyen Bulgar vatandaşı bunları bir Bulgar
gazetesinde anlatıyor.
Atatürk 1906 veya 1907 yılında Bulgar Türkolog'u Manof'a, yıllar sonra
yapacağı devrimleri tek-tek sıralayarak, gelecekte çağdaş bir Türkiye kurmaktan
söz ederken; “Bir gün gelecek, ben hayal sandığınız bu devrimleri yapacağım, mensup
olduğum ulus bana inanacaktır... Bu ulus gerçeği görünce arkasından duraksamasız
yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı türdeş
bir yapıya dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından
benliğimizi ayırarak, Batı uygarlığına
aktarılmalıyız. Batı uygarlığına engel olan Arap yazısını atarak,
Latin kökünden bir alfabe
seçmeliyiz... İnanın bunların hepsi bir gün olacaktır." Diye sıralayarak anlatmıştır. Mustafa Kemal
1905 te, sürgün gittiği Suriye yolculuğuna, kafasından yaratılacak Çağdaş Türkiye hedefi
ile çıkmış, ömründe ilk defa hala ortaçağı yaşayan bir kent olan ve İslam'ın
gözbebeği sayılan Şam'ı tanıyacaktır. Şam'da karanlık bastıktan sonra her yer
bomboş ve sessiz, Araplarca kutsal olan Şam tam bir ahiret şehri gibidir. Karanlık
ve sessiz geçen Şam gecelerinden bir gün, kapalı ve yüksek duvarların dibinden
geçerken, kahvehanenin birinin penceresinden dışarı taşan bir müzik sesi gelir,
Kapıdan içeri baktığından, Hicaz Demir yolunda çalışan İtalyanlarla dolu
olduğunu görür,
Mandolin çalıp şarkı söyleyerek, karıları ve kız arkadaşlarıyla dans
ediyorlardı "İzin isteyerek onlara karışır, sabaha kadar onlarla yer içer,
eğlenir dans eder. Mustafa Kemal; giderek, her şey karanlık içinde, baskı ve
derinden derine ikiyüzlülükle dolu, bu zamanda, katı gelenekler, yozlaşmış dini
inançlar içinde, milletin gerçek düşmanının, sadece yabancılar olmadığını, İyiden iyiye, tıpkı
bu şehirde yaşananlar gibi defalarca tespit etmiştir. Mustafa Kemal 1909 da Defterine
yazdığı notlarda şapkanın kabul edilmesinde söz etmiştir.
1910 da Fransa'da düzenlenen "Pacardie
manevraları”na katılmak için, Fransa'ya giderken,
Başında kırmızı feshi olan
arkadaşı Yüzbaşı Selahattin’le, Belgrat İstasyonunda alay edilmesi,
Mustafa Kemal’in gururunu çok kırmış,
bu seyahat için uğradıkları Selanik'te, aldığı Avrupai bir elbise ve kasket
giymiştir.
Mustafa Kemal; 1914 de
Bulgaristan'ın Sofya şehrinde yaptığı "Sofya Ateşemiliterliği" Resimlerinde
şapka giydiği çokça görülmüştür. Mustafa Kemal 1916 yılında 16’ı Kolordu
Komutanı olarak görev yaptığı Muş ve Bitlis'te defterine yazdığı notlara bakılacak
olursa, öğrencilik yıllarında bu yana okuduğu kitaplar, tuttuğu notlar ve
düşündüğü devrimin İçeriğine dair düşüncelerinin daha da
Netleştiği ve ileride kuracağı Çağdaş Türkiye hakkında önemli ipuçları
verir. Mustafa Kemal,
1918 yılının ortalarından, böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği
Avusturya Karlstad’a kaldığı günlerde, defterine yazdığı günlüklerde hem Âşık
olan, insan Mustafa Kemali, hem de
gelecekte yapacaklarını sıralarken, okuduğu kitaplardan alıntılar yapmıştır. 7
Temmuz 1918 Pazar gününe
İlişkin notlarında, yatmadan önce, Yükseköğrenim görmüş bir kızla, Felsefe
profesörü amcasının
"sosyalizm" konusundaki tartışmalarını içeren, bir kitap
okuduğunu belirterek, kitaptan bazı alıntılara yer vermiştir. Mustafa Kemal'in
burada okudukları arasında, Karl Marks'ın Fransızcaya çevrilmiş
Kapital'ine ilişkin eleştiri de vardır. Bu eleştiriye bakarak, Mustafa
Kemal'in daha öncede
Kapital'i okumuş kanaati de
oluşabiliyor insanda.
.
Mustafa Kemal; 22 Kasım 1916 akşamı, Kurmay başkanı İzzettin Çalışlar
ile yaptığı "Tesettürün lağvı
(kaldırılması) ve Toplumsal hayatımızın ıslahı, konusunda yaptığı uzunca
söyleşiden sonra, defterine şu notları düşmüş:
1-
Muktedir ve hayata vakıf valide (güçlü ve hayatı
bilen anne) yetiştirmek.
2- Kadınlara
serbestisini vermek,
3-
Kadınlara müşareket-i umumiye ( ortak yaşam) erkeklerin
ahlakiyatı, efkârı (düşünceleri)
Hissiyatı üzerinde
müessirdir.(etkilidir)
4-
Celb-i muhabbet-i
mütekabile, temayül-i fıtrisi (karşılıklı sevgiyi kazanmanın doğuştan gelen
eğilimi) diye satır başlı notlar yazmıştır.
Mustafa Kemal, arkadaşları ile
yaptığı bir söyleşide ise, "Ben her zaman söylerim, burada bir vesile ile
bilginize sunayım, benim elime büyük bir yetki ve güç geçerse, ben toplumsal
yaşantımızda istenilen devrimleri, bir anda, bir vuruşla uygulayacağımı
sanırım. Çünkü ben kimileri gibi, halkoyunu yavaş, yavaş benim tasarılarım ölçüsünde,
tasarlamaya ve düşünmeye alıştırmak yoluyla, bu işin yapıla bileceğini kabul
etmiyor. Böyle harekete karşı ruhum
isyan ediyor. Neden? Ben bunca yıl yüksek eğitim gördükten, Uygar yaşamı ve
toplumları incelemek ve Özgürlüğün tadına varmak için yaşam ve zaman
harcadıktan sonra cahil halkın derecesine ineyim. Onları kendi dereceme çıkarayım.
Ben onlar gibi değil, Onlar benim gibi olsunlar. Bununla birlikte sorunda, incelemeye değer kimi noktalar var.
Bunları iyice kararlaştırmadan
işe başlamak hata olur.
Mustafa Kemal, Kadın konusunda
defterine aldığı notların birinde, "Bu kadın meselesinde cesur olalım.
Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar. Onların dimağlarını ciddi bilim ve fenle
süsleyelim.
İffeti, Fenni, Sağlıklı olarak açıklayalım. Şeref ve haysiyet sahibi
olmalarına, birinci dereceden önem verelim. Sonra şahsi ilişkiye gelince, Tabiat
ve ahlakımıza uygun kararı arayalım. Ve onla evlenme şartlarımızı açık ve kesin
kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince, Onun gereğini yapalım... Kadın da
böyle hareket etsin." Defterine yazdığı notlara bakılacak olursa, Mustafa Kemal; 1918 yılının ortalarından, 8
Temmuz 1918 de, Böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği Fransa’da defterine
yazdığı notlar arasında şunlar göze çarpar. "Bugün kayda ve İncelemeye
değer aşağıdaki meseleler var. Fakat vaktim olmadığı için, yalnız not etmekle
yetineyim:
1-
Cemal Paşa'nın mevkii, takip ettiği hayat tarzı
için servet kaynağı!
2-
Talat
Paşa'nın Cemal Paşa'ya soğuk davranması! Sebebi ne olabilir?
3-
Enver Paşa bana karşı ne politika izliyor. Buna
karşı ne karar vermeliyim?
4-
4- Yeni
Padişah ne gibi vaziyetler alabilir?
Mustafa Kemal, 9 Temmuz 1918
Salı günkü notlarında ise, kendi kendine, şu soruları sormuştur.
1- Osmanlı Devleti nasıl bir
siyaset takip etmelidir.
2- Türklük mefkûresi.
3- Arabistan, Türkistan hakkında, vesair milletler hakkında, takip
edilecek bakış açısı, ne olmalıdır?
4- Devletimizin ileri gelenleri (Cavit bey) in Memleket hakkında,
kavrayışları?
5- Aşarın toplanma usulleri. Emanet, ihale, maktüiyet (mısır da)
6- İsmail Hakkı Paşa meselesi?
Mustafa Kemal Temmuz 1918 de, tedavi
için gittiği Avusturya-Karlsbad da tuttuğu notlar arasında, "Yaşantımın
her evresini, bütün ayrıntılarıyla belleğimde düzenli bulundurabiliyorum. Yalnız
tarih, gün, ad hatırımda kalmıyor. Bunları da başka bir araçla
düzenleyebilirim..."
Mustafa Kemal; Erzurum
Kongresinde önce,7-8 Temmuz 1919 gecesi, Mazhar Müfit Kansu'yu ve İbrahim
Yiğit'i çağırarak, “Memlekete iradi milliye hâkim olacak. Kuvayı milliye de bu
iradeye tabi.
Hakikat bu olunca, neler
olmaz." Demiş, Mazhar Müfit Kansu'dan not defterini getirmesini
istemiştir.
Sigarasını birkaç kez tüttürdükten
sonra şunları söylemiştir. "Bu defterin,
Bu yaprağını, Kimseye
göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, birde sen
bileceksin. Şartım bu." Dedikten sonra
da "yaz" diye devam eder.
1- Zaferden sonra hükümetin
şekli cumhuriyet olacaktır.
2- Padişah ve hanedan hakkında
zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
3- Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
4- Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
5- Latin harfleri kabul edilecek." Mazhar Müfit Kansu şaşkın bakışlar arasında "paşam kâfi-kâfi" diyerek, Mustafa Kemal'in sözünü kesmiş "Cumhuriyet
ilanında başarılı olalım da,
Üst tarafı yeter." Diyerek, defteri kapatmıştır. Erzurum Kongresi
sırasında tartışmalarda kullanılan
"asri" kelimesi gibi
bazı sözcükler tartışma yaratmış, bazı hoca efendiler, "asri" sözcüğünü
kullanmasını istememiştir. Mustafa Kemal de "Asri kelimesi, hoca
efendilerin taassubuna dokundu..."
Diyerek bu durumda, dert
yanmıştır.
Mustafa Kemal yıllar sonra, şapka
giyilmesine ilişkin yasa çıkartıldığında, Mazhar Müfit Kansu'ya
"Kaçıncı maddedeyiz? Notlarına
bakıyor musun?" Diyerek takılır.
Mustafa Kemal; 1922 yılında 18
numaralı not defterine yazdıkları ve hedefine koydukları ise şöyledir,
A- Sosyal bir toplumda şunlar
olmalıdır:
1- Ulusal bir gururun verdiği kararlılık ve kuvvet.
2- Durağanlığa kızgınlık ve iğrenme (ilerlemeci olma)
3- Kanaatkâr oluş
4-Hayatın ucuzluğu, süslemenin ucuzu.
5- Hayati zevklere karşı ilgisizlik.
6-Uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, dine ve maneviyata etki
etmede, hızla gelişmesi, yayılması.
7-Hükümetin gelişme gösterenler, yüreklendirici bir yol izlemesi.
B-)
1-Ulemayı kiram, Siyasete karışmamalı, Mebus da olmamalı.
2- Türkiye devletinin temelleri, bugün kurulacak değildir. O sarsılmaz
temeller, binlerce sene önce kurulmuştur. Fakat o temellerin üstündeki binayı
değiştirmek, bizim olmayan tarz ve renklerini atmak,
Sosyal yapımıza, çağın uygarlığına uyacak bir tarzda, en milli bir
renkte ihya etmek gerekir. Okul,
İktisat, Sanat, İmar.
3- Memleketimiz feyizlidir, zengindir, milletimiz, çalışkandır.
4- Ancak, İlim ve fen
sınırlıdır.
5- Genişletilecek,
6- Şerefli ve haysiyetli bir
millet böyle olur.
7- Sofya'da böyle membalar var. Her birinde Cennet havuzları vasfında
membaları (kaynakları)
Hamamları vardır. Biz niçin
yapmayalım?
8- Tanrı birdir, büyüktür.
9- Bu ana baba yurdu için hayatını vermeye hazır, yüzbinlerce evladımız
var.
10- Bir milleti irşat etmek (aydınlatmak) Felaketten kurtarmak için, Devlet adamlarının
pek büyük önemi vardır.
11- Bir milletin felaket içinde kalması, çökme tehlikesine maruz
kalması mutlaka sosyal, Ahlaki bir hastalığa, saplanmasındandır.
12-Milletin gerçek kurtuluşunu sağlamak için mutlaka, milletin sosyal
eksiklerini idrak etmek ve hastalık esasından, İlmi ve fenni bir şekilde, tedavi
çarelerine yönelmek gerek.
13-Tedavi ancak ilmi ve fenni bir surette olursa şifa verir.
14-Milletin fikri ve sosyal bütün kuvvetlerinden,
Yararlanmak gerekir. Hâlbuki fikirler
safsatalarla Mali, Sosyal, Aklın ve Mantığın kabul etmeyeceği,
Bir takım kötü adetler ile felç
olursa, aradığınız; muhtaç olduğunuz kuvvetlerin, kaynakları yok demektir.
Binaenaleyh bu kaynakların temizlenmesiyle, işe başlamak gerekir.
15- Bu kuvvetlerin israf edilmemesi için, usul ve program dâhilinde hareket
etmelidir.
16- Vatanın geleceğini, Milletin haysiyet ve Namusunu korumak, temel
düşünce olmalıdır.
17- İlim ve eğitim gereklidir.
18- İlim ve eğitimin merkezi okuldur.
19- Milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda, meselelerinde de birer
namuslu uzman, faal birer âlim olmaları gereklidir.
20- Düşmanı mağlup edene ordularımızın sevk ve idaresinde, Fenni ve
ilmi kurallar rehberimiz olmuştur.
21-Milleti yetiştirmek için, Okullar, Üniversiteler kurmak için de, aynı ilkeyi takip edeceğiz.
22- Milletin siyasi ve sosyal hayatında,
Fikri terbiyesinde her türlü dış
etkenlere, bir dayanıklılık için, İlmi ve fenni rehber edineceğiz.
23- Okul genç beyinlerde insanlığa hürmeti, vatan ve millete muhabbeti,
bağımsızlık şerefine muhabbeti ve bağımsızlık tehlikeye girdiği zaman, onu
kurtarmak için, gereken doğru yolu öğretir.
24- Okul sayesinde, İlim ve fen sayesinde, Türk milleti, Türk sanatı, Türk edebiyatı, bütün güzelliği
ile kendini gösterecektir. Türk tarihinin ahlaki bir şekilde, Öğrenimi okulda
olacaktır.
25- Çağdaş düşüncelerin, Çağdaş ilerlemelerin (terakkiye Asriye’nin) çeşitli
engellerin etkisinde kalmaksızın İvedi olarak, geliştirilmesi ve yayımı
gereklidir.
26- Şairlerimiz, Ediplerimiz, kadın erkek Öğretmenlerimiz,
Filozoflarımız, geçen felaket günlerini
mütemadiyen, Millete söyleyip, yazacaklardır. Maruz kaldığımız çöküntünün
nedenlerini, açık ve kesin anlatacaklardır. Bu kara günlerin tekrar etmemesi
için, Milletin ruhunu, Gözü açıklığını her an uyanık tutacaklardır.
27- Özellikle millete
anlatacaklardır ki, Türkiye devletinin güvenliği, Türkiye halkının gerçek
saadet ve refahı, Türkün sosyal yapısına en uygun olan, Türkiye Büyük Millet
Meclisi ve Onun hükümeti ile sağlanır.
28- Türkiye halkına gerçek benliğini idrak ettiren bu milli idareye yan
bakanlar, Millet nazarında ebediyen kötü
ve yok olmuş olacaktır.
29- En önemli ve faziletli görevimiz, eğitim işleridir. Çocuklarımıza
ve gençlerimize, görmekte olduğu eğitimin, sınırı her ne olursa olsun, her
şeyden önce, Türkiye'nin bağımsızlığına, Türkiye Büyük Millet Meçlisine ve
Hükümeti’ne düşman olan tüm unsurlarla, mücadele etmek gerektiği, Öğretilmelidir."
Mustafa Kemal 8 Nisan 1923 de Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adana yayınladığı, "dokuz
ilke(umde)" Kurulacak Türkiye'nin ilk resmi belgesi gibidir.
1- Egemenlik Ulusundur.
2- Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında, hiç bir makam, Ulusal yazgıya
egemen olamaz.
3- Bütün yasalarda, Örgütlerde, Yönetimde, Eğitimde, Ekonomide Ulusal
egemenlik içinde davranılır.
4- Saltanatın kaldırılması kararı, değişmez bir ilkedir.
5-Mahkemeler, yasalar düzeltilecektir.
6- Aşar vergisi kaldırılacaktır.
7- Öğretim birleştirilecektir.
8- Askerlik süresi azaltılacaktır.
9- Barış konusunda mali, İktisadi, Siyasal bağımsızlığımızın kesin
olarak, sağlanması koşuldur."
Görülüyor ki Mustafa Kemalin kafasında: "Osmanlıcılık"
düşüncesi artık iflas etmiştir. Mustafa Kemal;
Ta 1889 da İstanbul'da girdiği Harp
Okulu öğrencisi iken de, Beyoğlu'nda bir Fransız Madamına pansiyoner
olmuştur. Hem bu madamda Fransızca der
almış hem de, madamın aracılığıyla,
İttihatçıların Paris'te yayınladıkları gazeteleri elde etmiştir. Fransızca
dili sayesinde
Batı kültürünü daha iyi tanımıştır. Artık Rousseau, Voltaire, Aguste
Comte, Desmoulins, Montesquieu gibi Fransız aydınların eserlerine kolaylıkla
erişebilmiştir. Öğrencilik yıllarında sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile iyi
arkadaş olmuş her fırsat buldukça beraberce kendisi de asker olan Ali Fuat'ın
babasının Kuzguncuktaki "Konak "ta yapıla sohbet toplantılarına
katılmış, arada bir öz alarak konuşmalar yapıp, kısa zamanda onların kadirlerini
kazanmıştır. Mustafa Kemal; O yıllarda Namık Kemal, Ziya Gökalp'i okuyarak, Ulusal
isteklerin dayandığı temelleri öğrendikçe, pozitivist akımları takibe başlamıştır.
Mustafa Kemal: Harp okulunda Öğrenci arkadaşlarını toplar ve
"Arkadaşlar bu gece burada sizleri toplamaktan maksadın şudur: Memleketin
yaşadığı vahim anları Size söylemeye lüzum görmüyorum.
Buna cümleniz müdriksiniz. Bu
bedbaht memlekete karşı, mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak biricik
hedefimizdir. Bugün Makedonya'yı, tekmil
Rumeli'yi, Vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar.
Memlekete yabancı nüfus ve hâkimiyet
fiilen girmiştir. Padişah zevk ve Saltanatına düşkün, her zilleti yapacak,
menfur bir şahsiyettir. Millet zülüm ve İstibdat altında mahvoluyor. Hürriyet
olmayan bir memlekette, ölüm ve çöküntü vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve
kurtuluşun anası, Hürriyettir.
Tarih, bugün biz evlatlarına bazı
büyük vazifeler yüklüyor. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı yaymak
zaruridir. Sizlerden, fedakârlık bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı
ancak ihtilalle, cevap vermek ve Köhnemiş olan çürük, İdareyi yıkmak, Milleti hâkim kılmak, hülasa Vatanı
kurtarmak için Sizi,
Vazifeye davet ediyorum."
Mustafa Kemal; Din-Tanrı konusundaki araştırmalarını “Antik çağa” kadar
takip etmiştir. Antik dönem filozoflarından, Aristo, dan ST. Thomas'a kadar
olanı, kaynakların takibini sürdürerek, Doğa
düzenini,
Kavramının en belirgin özelliği Tanrının iradesine boyun eğen, fakat
kendisine has iç mantığı bulunan
Ezeli ve Ebedi maddenin kendi-kendine oluşumunu ve Leibniz "in,
Tanrı bu dünyadaki kötülüklerden
Sorumlu olmadığını anlatan "Tanrı Savunmasını” kitabını okumuş
olarak İngiliz şüpheci David Hume'i,
Alman filozofu Kant'ı ve Avrupalı Volteri, De La Metterie'ri, Holbach gibi düşünürler başta olmak üzere Ansiklopedisiler
ve Materyalistler gibi kimliklerin tanrıya karşı daha sert tavırları okumuş ve
özellikle Volter'in "alçağı
ezin" sloganıyla seslendirdiği Tanrıya değil Kiliseye yönelişini
ciddiyetle okumuş olarak, fırsatlar yaratıp İstanbul'daki O Konak
toplantılarındaki tartışmalara, bazen izleyici
bazen tartışmacı olarak katılmıştır. O dönem okuma yazma oranı düşükte
olsa, özellikle asker ve
bazı üst düzey yönetici kadroların ev ve konaklarında yaptıkları
sohbetli toplantılarda;
Osmanlının İmparatorluk felsefesinin sonunun geldiğini ve Bağımsızlık
idealini Takip eden başta
Beşir Fuat ve Osmanlının materyalist ve Pozitivistlerin başında gelen
Baha Tevfik ve ayrıca Osmanlının Abdullah Cevdet, Ahmet Hilmi, Ahmet Şuayip
gibi son dönem Osmanlı aydınlarını çabalarını hevesle takip etmiştir. İki bin
kişilik Harp okulunda yeterli miktarda su bulunmamasına rağmen, Padişahın
buyruğu gereği Öğrencilerin namaz kılmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal,
"abdestsiz namaza durdum, bağışla Tanrım" diyen çok sayıda Harbiyeli
arkadaşlarını görmüş, Dinin gösteriş haline getirilmesinin, zorlamanın, utanç
veren kişiliği yıkan sonuçları ile tanışmış, büyük oranda okudukları ve yaşadıklarıyla
bu anlamdaki din öğretisinden iyice soğumuştur.
Mustafa Kemal; son sınıf
öğrencisi iken arkadaşları ile birlikte el yazısı ile gazeteler hazırlamış,
Sınıf duvarına asmaya başlamıştır. Bu gazetecilik serüveninde teneffüs
saatinde Sınıftan gazetenin
Yeni bir nüshasını hazırlarken
Hocası tarafından, suçüstü yakalanmış ve kurduğu grup ile beraber 3 ay hapis
yatmıştır. Okul bittikten sonra da, Sirkeci'de kiraladığı bir evde, gizli-gizli
toplantılar yapmaya devam etmiştir. Bu hareketinden dolayı askerlik görevinden atılmasını
bir hocası önlemiş ancak Suriye'ye sürgüne gönderilmiştir. 1905 de Suriye'ye
giderken arkadaşlarına şöyle seslenmiştir "Pekâlâ, bizde bu çöle gider, yeni
bir devlet kurarız." Der.
Genç subay, Mustafa Kemal, artık
daha örgütlü hareket etmek gerektiğinin farkına varmıştır Suriye'de "Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti'ni" kurar. Vatan ve Hürriyet Cemiyetinde, Arkadaşlar arasında yaptığı bir toplantıda: "Arkadaşlar,
gerçi bizden evvel birçok teşebbüsler yapılmıştır; fakat onlar muvaffak
olamadılar. Çünkü teşkilatsız işe başladılar, biz kuracağımız teşkilat ile bir
gün mutlaka ve
Behemehâl ( her halde-mutlaka) başarılı olacağız. Vatanı, milleti
kurtaracağız." Der. Vatan ve
Hürriyet Cemiyeti, daha sonra, İttihat ve Terakki'ye katılırmıştır. Mustafa Kemal;
Bir dönem mücadelesini İttihat ve Terakki içinde sürdürür... Fakat zaman içinde
Selanik'te yapılan görüşmeler sırasında, Trablusgarp delegesi olarak, Mustafa Kemal Ordunun siyasetten ayrılmasını
ister. Ancak Mustafa Kemal'in, bu görüşü; İttihat ve Terakki tarafından dikkate
alınmadığı gibi, kendisi ortadan kaldırılmak istenmiştir. İttihat ve
Terakki'den ayrılan Mustafa Kemal artık tek başına, kendi bildiği yöntemlerle
Mücadele edecektir.
Bu arada İttihat ve Terakki'nin
baskısı sonucu; 20 Temmuz 1908 de II.
Abdülhamit "Meşrutiyet" ilan ederek,
"Kanunuesasiye" i, yeniden yürürlüğü koymak zorunda
kalacaktır. Tüm bu olup bitenleri 27 yaşındaki Mustafa Kemal: Osmanlının bir askeri olarak, tüm sıcaklığı
ile yaşamış ve Osmanlının; Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya savaşı ile aldığı
derin yaralara tanık olmuştur.
Birinci Dünya Savaş’ında
Çanakkale Cephesinde İngilizler ve Fransızları durduran, Doğu Cephesi’nde Muş
ve Bitlisi Ruslardan geri alan Mustafa Kemal, 17 Şubat 1917 de Hicaz Seferi
Kuvvetler komutanlığına atanmıştır. Hicaz Seferi Komutanlığı emrinde ki ordunun
görevi: Arap Yarımadası’nı, Mekke’yi, Kâbe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye
bağlayan demiryolunu elde tutmaktır. Fakat Mustafa Kemal Değil o bölgeyi
savunmak Hicaza asker sevk etmek, düşüncesi oradaki askerleri alıp, Anadolu ve
çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Mustafa Kemal
Halep’e giderken bu görüşlerini Enver Paşa ve Cemal Paşa’ya anlatmış ancak görüşleri
dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Enver Paşa bu
defa Mustafa Kemal’i Kafkasya içlerindeki 9. Ordu komutanlığına atamak istemiş,
ancak Mustafa Kemal, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer
de Suriye’deki 7. Kolordu Komutanlığına atanmıştır.
Mustafa Kemal Suriye Çephesi’nde7. Ordu Komutanıyken Grup Komutanı
Alman Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Alman General önce İngilizleri
Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamıştır. Başkomutan
Vekili Enver Paşa da Alman General gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel
durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an
önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz.” Demiştir. Mustafa Kemal,
General Falkenhayn sadece Almanların çıkarlarına göre davrandığı, Bölgedeki
İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların içyapılarını dikkate almadan
emrindeki Türk askerlerini ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını
fark etmiştir. Bu nedenle de Alman General Falkyenhayn’la çalışmak istemediğini
20 Eylül 1917 tarihinde, toplam 2010 kelimelik 7 sahifelik, iki raporla
Halep’ten durumu Dâhiliye Nazır Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya
göndermiştir. Bölgeye dair gözlemlerini açık yüreklilikle özetle şöyle
sıralamıştır.
“Halk yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Ülke genel bir anarşiye
sürüklenmektedir. Mül8ki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf
ve yetersizdir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktalar.
Yargı işlememektedir. Ekonomi çökmektedir. Saltanat çürümektedir. Bir gün her
birden çökme ihtimali vardır. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması
imkânsızdır. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır.” Çözüm yollarına yönelik
önerilerine de söyle özetlemek mümkün, “Hükümeti
güçlendirmek, Beslenmeyi sağlamak. Yolsuzlukları en aza indirmek, ülkeyi sağlam
bir hareket üssü haline getirmek, Askeri politikamızı bir savunma politikası
haline getirmek. Diye öneriler sıralarken, “Askeri politikamız bir savunma
politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar
saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim
düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki sebebiyle bunları tasvir
etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum.” Mustafa Kemal
kesin kararlıdır. “Memleket olarak
Anadolu dışında bir tek Türk askeri bulunmamalıdır.” Mustafa Kemal bunları
planlarken Enver Paşa, Kafkaslarda,
Dağıstan’da ve Hicazda bulunan ordulardan zafer haberleri beklemekte ve Hindistan’a
bir sefer planlamaktadır. Daha birinci raporun sonucu gelmeden Mustafa Kemal
Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor daha göndermiştir. Bu raporda
özellikle Alman General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirmektedir. Bu davranışı askeri kurallara göre “İdam
cezasına” çarptırılması gerekmektedir. Yıldırım Orduları Komutanı Falkeynhayn
bu durumu görev disiplini aşımı olarak değerlendirmiş ve Mustafa Kemal’in
derhal cezalanmasını istemiştir. Hükümet ve Baş Komutanlık bu raporu
görmemezlikten gelmiş ne disiplin soruşturması açmış, nede Mustafa Kemal’in
görüşlerini dikkate almıştır. Fakat Enver Paşa, Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki
başarını ve halkın ona sempatisini bildiğinden onu cezalandırmak yerine
Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığına atamakla yetinmiştir. Bunun üzerine kendi
görüşleri dikkate alınmadığını gören Mustafa Kemal bahsettiği sorunlar
çözülmedikçe “hiçbir makamdan memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek “Kendi
kendimi görevde aldım” diyerek istifa edip, İstanbul’a dönmüştür.
Bu sırada Şehzade Vahdetinle birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır. Bir
süre sonra Mustafa Kemal yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığına
ataması yapılmış, Yıldırım Ordular Komutanlığına da bir başka Alman Generali
olan, Liman von Sanders getirilmiştir. Yıldırım Orduları ise Mersinli Cemal
Paşa komutandaki 4. Ordu, Cevat Paşa
komutasındaki 8. Ordu ve Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu’da oluşmakta
idi. 7. Ordu’ya bağlı Kolordu Komutanlarından biri İsmet (İnönü) Paşa, diğer
Kolordu Komutanı da Ali Fuat (Cebesoy) Paşadır. Toplam üç Ordudan oluşan
Harekât Orduları Komutanlığı Yafanın 20 kilometre kuzeyi ile Lut Gölü
arasındaki 100 kilometrelik cepheyi savunmaktadır. Mustafa Kemal yeni görevini
devraldığında, 7. Ordu Şeria Nehri ile Nablus’un güneyine konuşlanmıştır.
Bu arada İngilizler yoğun hazırlıklar sonucu, 19 Eylül 1918 tarihinde
Filistin’deki Türk cephesine saldırmıştır. Harekât Ordu Komutanı Alman General
Liman von Sanders devasa İngiliz Ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış
vaziyette geri-geri kaçarak canını zor kurtarmıştır. Ordusunu bırakıp kaçan
Liman von Sanders ile irtibat kuramayan Mustafa Kemal kendi inisiyatifini
kullanarak dağılmış orduda geriye kalanları derleyip toplamış, Türk Ordusunu
Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeyi başarmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal’e kendi üstlerine
sormadan Harekât ordularını geri çekip Suriye’nin Kuzeyine yerleştirme nedenini
sorunca da Mustafa Kemal de, “ Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın
Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu,” belirtmiştir. Bu sırada da Yıldırım
Orduların Genel Karargâhı Adana’ya taşınmıştır. 25 Ekim 1918 de ise Halep’in
güneyinde kanlı çarpışmalar olmuş, bazı Arap aşiretleri de Halep’e giderek
Türklere karşı sokak çatışmalarına başlamıştır. Mustafa Kemal tek başına hem
Suriye’ye saldıran İngilizlere hem de onların desteklediği Arap aşiretleriyle
çarpışarak ordusunu geriye çekmeyi başarmıştır. Mustafa Kemal; Hatay’ı da içine
alan bir savunma Cephesi kurmuştur. İngilizler bu savunma Cephesine çok taarruz
etmiş fakat başarılı olamamışlardır. Mustafa Kemal I. Dünya savaşı sona ermeden
İngilizlere karşı adına “Katma Muhaberesi” denilen muhaberede İngiliz Orduları
ile Onların desteklediği Arap Aşiretleri bozguna uğratarak bu muhabereyi de
kazanarak zaferle çıkmıştır. Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Mustafa Kemal’in
I. Dünya Savaşındaki bu son büyük başarısını bize şöyle anlatmıştır. “ Filistin
muhaberelerinde Ordumuz bozuldu. Ordu Kumandanı Liman von Sanders Paşa kaçtı.
Ve zorlukla kendisini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç Ordu kumandanı
Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal Paşalar enkazı Dera’da toplandılar.
Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal Paşalar Ordu Kumandanlığını
Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en
buhranlı en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını
alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile
Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten
hayrete şayan bir olaydır.”
Mustafa Kemal zaferden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım.
Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinden geçmeyecek.” Gerçekten de İngiliz ordulara ve Arap
çeteleri her yöntemi kullanarak çeşitli saldırılar düzenlemiş fakat asla
Mustafa Kemal’in çizdiği hattı geçememişlerdir.
Daha sonra bu hat için Mustafa Kemal “Türk süngülerinin çizdiği
sınır.” Diye söz etmiştir. 1918 de Çizilen bu hat daha sonra Türkiye’nin
Misak-ı Millinin, güney sırı olacaktır. “Gerek Erzurum gerek Sivas Kongresinde
Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği
bu hattı esas kabul ettim. Zavallı Wilson anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve
haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.”
Mustafa Kemal daha Anadolu işgal edilmeden Anadolu’nun savunmasının hesaplarını
yapmıştır. Uygulamaya koyduğu bu savunma hattı ile İngiliz ve Arap kuvvetlerini
durdurmuş, biraz sonra aldığı bir haberle Arap asiler ile İngiliz ve Fransız
birliklerinin Antep yönüne doğru ilerledikleri haberini almıştır. Mustafa Kemal
aldığı bazı tedbirlere ek olarak 43. Tünemenden küçük mir müfreze oluşturmuş ve
Kilis’e göndererek Antep’ten oluşacak direniş hareketinin temelini olup, 28
Ekim 1918 de düşmanın bazı keşiflerine ateşle karşılamış ve düşmanı geri
püskürtmüştür. Bu arada 76. Ordu İskenderun ve kıyılarla birlikte Reyhanlı,
Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rıfat v e doğuya uzanarak Antakya ve
çevresini içine almış ve savunmasının genel hattını korumuştur. 30 Ekim 1918 de
Ordu Karargâhı Reco’ya taşınmıştır. Mustafa Kemal Fatma’daki Karargâha gelir,
gelmez Ordunun erzak durumu ile ilgilenmiş,
önemli bir kısmını direniş için güvenli bir yere taşımıştır. Yaveri ile
birlikte Katmadan Kilise giderken devriye gezen, nöbet tutan Cemat-i İslamiye
Örgütü’ne rastlamış onlarla diyalog kurmuş ve yönlendirmiştir. Mustafa Kemal
Kilsteki Mevlevi Tekkesinde misafir edilmiş, burada halkın ileri gelenleri ile
yaptığı toplantılarda “Savaşın henüz başladığını, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın
başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini,” defaten söylemiştir.
28-29 Ekim 1918 günlerini Kilis’te geçirmiş ve ayrılırken de Halka duyurulmak
üzere bir bildiri hazırlayarak dağıtmış ve
“Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım, Gençlerinizi
silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği takdir ettim. Bu davranışınızı
sürdürünüz.” Demiştir. Bu günlerde Katma istasyonunda karşılaştığı Ali Cemal
Bey’e “siz direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir. Ali Cenani
Beyde Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk Ordusunun ise Adana’ya
çekilmesiyle halkın büstün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki
ailesini daha güvenli bir yere taşımayı düşündüğünü söylemesi üzerine, Mustafa
Kemal de “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “ kendinizi
savunmanın bir çaresine bakın!” diye tembihlemiştir. Ali Cenani Beyde “iyi ama
nasıl neyle?” diye sorunca, Mustafa Kemalde, Ali Cenani Beyin gözlerinin içine
bakarak “Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm.”
Demiştir. Mustafa Kemal’in teşvik ve silahlandırmasıyla halk silaha sarılmış ve
Fransızlara karşı koymuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes
Antlaşması’nı imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekilmiştir. Bun antlaşmanın 7.
Maddesine göre: “İtilaf devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda
istedikleri her hangi bir stratejik bölgeyi işgal edebileceklerdir.” 24. Maddede ise “Doğudaki altı ilde
karışıklıklar çıkarsa oralar işgal edilecektir.” Denilmiş ve Osmanlının bütün
ordulara dağıtılacak, ordunun silah ve cephanesine itilaf devletlerince el
konulacaktır. Osmanlının bütün yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları,
telgraf hatları, demir yolları, tersaneler ve tünelleri İtilaf Devletlerinin
kontrolüne bırakılacaktır. Gerektiğinde İstanbul da İtilaf Devletlerince işgal
edilecektir.
Mustafa Kemal Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığını 31 Ekim 1918
günü Telgrafla Sadrazam ve Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’dan öğrenmiş
antlaşma metnini de 3 Kasım 1918 günü okumuştur. Mustafa Kemal 25 maddelik” Bu
Antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi:
Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara
teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali
için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.”
Demiştir. Osmanlı Hükümeti bu Antlaşma metnini hakkında tüm Ordu Komutanların
görüşlerini sormuş fakat Mustafa Kemal dışındaki tüm komutanlar sessiz kalırken
bir tek Mustafa Kemal “Bu Mütareke reddedilsin” diye tepkisini koymuştur.
Mustafa Kemal bu antlaşmayı inceledikten sonra 3 Kasım 1918 de komutası
altındaki 2. Ve 7. Kolordulara gönderdiği bir emirle, söyle demiştir. “Suriye
sınırının Osmanlı Devletinin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu,
Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi
gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla
yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros tünelini işgal edecek İtilaf
kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını,”
istemiştir.
Mustafa Kemal 31 Ekim 1918 günü Adana’ya gelerek, Alman General Liman
von Sanders’ten Yıldırım Orduları Komutanlığını devralmıştır. Devralış
töreninde Alman General Mustafa Kemal’e “Bizim için, her şey bitti!” deyince
Mustafa Kemal de Liman von Sanders’in gözlerinin içine bakarak,“ Savaş
müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, İstiklal
savaşımız şimdi başlıyor!” diye cevap vermiştir. Yıldırım Orduları Grup
Komutanlığını devralan Mustafa Kemal, karargâhını Şakirpaşa’da Hacı Seyit
Ağa’nın bağ evine kurmuş şehir içinde de Muradiye Oteli’nde menzil
komutanlığını oluşturmuştur. Dağınık durumdaki Yıldırım Ordularını derlemiş
toplamış ve İttifak Devletlerinin ve İngiliz orduları Halep önlerine mıhlamış
düşman güçlerinin ileriye geçmesine izin vermemiştir. Mustafa Kemal daha
sonraki yıllarda bu olayları anlatırken “ elimin altında bulunan iki ordunun
arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde bütün felaketlere rağmen Türk
sesini işittirebileceğim kanaatindeydim, Bu yılda işe başladım.” Diyerek ifade
etmiştir. “Nitekim mütarekeden hemen sonra Halep ve Katma arasında ordumuzun
süngüleriyle çizilmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhal
süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Nitekim İskenderun Körfezine
yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş emri verdim.”
Mustafa Kemal Paşa dışında Mondros Ateşkes Antlaşmasına karşı koyan
iki komutan daha vardır. Bunlardan biri Irak Cephesi Komutanlarından Ali İhsan
(Sabri) paşa, bir diğeri ise Kafkas Cephesi Komutanı Yakup Şevki Paşa’dır.
Yakup Şevket Paya Mondros Ateşkes Antlaşmasını uygularken işi yavaştan almış ve
silahların bir kısmını İngilizlere teslim etmeyip, o bölgeyi korumak için
kurulan “Kafkas İslam Şurasına” teslim etmiştir. İngilizler daha sonraki
günlerde bu iki komutanı tutuklatıp Malta’ya sürgüne göndermiştir.
Mustafa Kemal 31 Ekimde 1918de Reyhaniye’nin 3 Kasım 1918 de de
Antakya’nın işgal edilmesi emrini vermiştir. Aynı gün bölgedeki askeri ve sivil
yöneticilere Suriye’nin boşaltılmasını öngören bir önerge vermiş Halep
nüfusunun dörtte üçünün Arapça konuşan Türklerden oluştuğunu belirtmiştir.
Mustafa Kemal önce 7. Ordu, daha sonra da Yıldırım Orduları
Komutanı’yken emrindeki komutanlara, Anadolu’nun muhtemel işgaline karşı halkı
gizlice örgütleme emri vermiştir. Öteden beri tanıyıp güvendiği arkadaşlarıyla
görüşmeler yapmış, tez elden bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır.
Mustafa Kemal’in Komutasındaki 7.Ordu’ya bağlı 3. Kolordu’nun komutanı Miralay
İsmet (İnönü) Bey ve 20. Kolordu komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.
Mustafa Kemal Doğu Cephesinde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı
sırada da Kazım (Karabekir) Paşa’yla birlikte çalışmıştır. Kurtuluş savaşı için
bir araya gelen dört Paşadan üçü, Suriye-Filistin Cephesinde 7. Ordu içinde bir
araya gelinmiştir. Mustafa Kemal adına “Adana Mülakatı ”da denilen “Anadolu direnişi” fikrini ilk olarak
Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.
7. Ordu Komutanlığına vekâlet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle
yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış,
İngilizlerin isteklerini ret etmiştir. Daha önceden Mustafa Kemal’den aldığı
emre uyarak, Mayın tarama bahanesiyle İskenderun Limanına giren iki İngiliz
savaş gemisini İskenderun Körfezinden uzaklaştırmıştır. Bu olayı Mustafa
Kemal’e anlatan Ali Fuat Paşa’ya Mustafa Kemal
“yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek
Ali Fuat Paşa’ya çağırıp 4 Kasım 1918 günü onunla “Adana Mülakatı” olarak
bilinen görüşmeyi yapmıştır. Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür
Sadrazam Ahmet izzet Paşa ile yaptığı yazışmalardan bahsetmiş, Mondros un
bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğundan bahsetmiştir. Kurulacak
bir yeni Hükümetin bu kadarlık bir basiret bile gösteremeyeceği kanaatini
aktarmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunmak için birlikte
hareket etmeyi ve ilk aşamada da Orta ve Güney Anadolu’da “Direniş Yuvaları”
oluşturmayı teklif etmiştir.
Ali Fuat Cebesoy “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu
görüşmeyi şöyle anlatır. “ Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngiliz eve onu
takip eden diğer İtilaf Devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emri
vakilerle memleketimizi işgal edecekler, Türk ordusunun hudut boylarındaki
kısımlarını esir almaya başlayacaklar veyahut bunları memleket içlerine
sokulmak zorunda bırakarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımız her türlü
müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlardan mahrum bıraktıktan sonra arzularını
zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi
ve nihayet İngiliz Mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili
idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti.
Mustafa Kemal Paşa: ‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını
kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu
göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır,’ dedi ve sonra
aynı fikirde olup, olmadığımı sordu. ‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’
cevabını verdim. Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. P=ek
memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde
İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen
7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20.
Kolordu’nun başında kalacağımı ve sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi
hatırlattı. İlk mukavemet (direniş)
merkezi Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.” Bu
diyalogdan sonra Mustafa Kemal “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını
kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerinde mümkün olduğu kadar yolu
göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır.” Demiştir.
Görüldüğü gibi 4 Kasım 1918 de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve
müdafaa etmesinden” açık açık söz etmektedir. Mustafa Kemal’in kendi
ifadelerine göre bunun iki önemli ifade biçimi vardır. Birincisi Yabancı İşgallerine karşı halkı
harekete geçirerek, Kuvayı milliyeyi başlatmak, ikincisi saltanatı yıkmak ve
yerine Ulusal Egemenliğe dayalı bir düzen kurmaktır.
Şevket Süreyya Aydemir Mustafa Kemal’in bu sözlerini değerlendirirken
“Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir.” Demiştir. Şevket Süreyya
Aydemir bu tespitlerine şöyle devam etmiştir.
“Hâlbuki Mütarekenin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı
henüz iki gün olmuştur. O gün
karargâhına iki İngiliz Heyeti gelmiştir.
Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem
ordudan bahseder. Fakat Millet nere de,? Ordu nere de? Millet: çökmüştür,
açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir. Hele harbin, savaşın artık sözünü bile
işitmek istemez. Milleti tekil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan
Türklerin, adına sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları
çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam
var. Bu adam Mustafa Kemal’dir” ve Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordunun başında
kalacağını ve sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” doğru tahmin etmiş
ve haklı çıkmıştır. Çünkü Yıldırım orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ve ama 20.
Kolorduya dokunulmamış ve Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal’in görevden alınmadan
önce kendisine verdiği emirleri harfiyen yerine getirdiği gibi, Ali Fuat Paşa: Kilikya bölgesindeki bu
direniş için anılarından şöyle anlatır. “ Adana bölgesinde ilk iş olarak,
ordunun subay ve erat kadrosu Jandarmaya kaydırıldı. Bunların, Silah, araç ve
gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedenleri şudur: Ateşkes Antlaşması’na
göre Jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları
görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir
işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları
hazırlandı.” Özetle: Adana Mutabakatı
sonucu ordunun terhisini engellemek için, Subay ve Erler jandarma yapılmış,
Ordunun silah ve araç gereçleri ile Jandarmanın silah ve araç gereçleri
tamamlanmış Adana bölgesinde silahlı direniş yuvaları örgütlenmiş ve lazım
olduğu zaman kullanılmak üzere geri kalan silah ve araç gereçler gizli yerlere
depolanmıştır.
Mustafa Kemal; Güvendiği subaylara, “Çete savaşları için hazırlanın”
emrini vermişti. Düşmanın Anadolu
topraklarına sokulması önlemek için yeni yeni çeteler kurdurmuştur. İç
Anadolu’da direniş merkezleri olabilecek Antep ve Maraş gibi yerlere silah
dağıtmış, Kurtuluş savaşında önemli gelişmeleri sağlayan Antep ve Maraş’ı daha
Ordusu dağıtılmadan hem Jandarma yı hem de yöre halkını örgütlemiştir. Bu 20.
Kolordu daha sonraları Kurtuluş savaşı sıralarında çok önemli görevler
üstlenmiş ve başarı ile yerine getirmiştir.
Mustafa Kemal; Adana ve çevresinden ve sancaklardan gelen temsilcilerle
“Adana direnişi” konusunda görüş
alışverişlerini Ramazanoğlu Suphi Paşa,
Ramazanoğlu Hoca Mücteba, Bağdadizade Kadri, Nalbantzade Ahmet Efendi,
İbrahim Rasih, Ramazanoğlu Kadri Efendi, Gergerli Ali Efendi, Mısırlızade
Avukat Ahmet Efendi, Dıblanzade Fuat gibi kişilerle saldırılar karşısından
halkın kendi kendilerini nasıl savunacaklarını, konuşmuştur. Misis ve Gülek boğazlarına istikamlar
yaptırılmış, 5 Kasım 1918 günü Adana
merkezdeki Muradiye Otelinde düzenlenen bir akşam yemeğinden, halka hitaben bir konuşma yapmış, “ Bu
memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele
edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini
koruyabileceğini,” açıklamıştır. Adana’daki bazı görüşmelerini “Tırpanilerin evi” olarak bilinen kırmızı
konakta yapmış, bazı görüşmelerini de 8
Kasım 1918 günü, Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın
(Yerdelen) evinde toplantılar yapmıştır. Bu toplantıya: Fırka Komutanı
Nihat (Anılmış) Paşa (daha sonra 2. Ordu Komutanı) Ceyhan Askeri Fırka Komutanı
Remzi Bey, Levazım (…) katılmışlardır. Mustafa Kemal bu toplantıda yapılacak
çalışmaları anlattıktan sonra “ Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve
hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın,
gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim.” Toplantıya katılanlardan Ahmet
Rasim Bey, “ Paşa! Biz bu topraklarda doğduk, Bu topraklarda ölmesini de biliriz.
Mithat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın.” Demiş, Mücavirzade Mustafa
Efendi’de “Paşam, öldürmeden, ölmeyeceğiz” der. Mustafa Kemal’de “Evet, evet…
Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!” Der.
Mondros Antlaşması gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar
1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince
temizlenmeye başlanmıştır. Bu çalışmalarda anlaşılacağı gibi İtilaf
Devletlerinin asıl niyetinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal
etmek olduğu anlaşılmıştır. Hemen akabinde 4 Kasım 1918 ‘den itibaren Bölgedeki
yöneticiler ile yaptıkları görüşmelerde, İskenderun’u işgal etmekten bahsetmeye
başlamışlar. Bu gelişmeleri takip eden
Mustafa Kemal: Kendi Komutanlığına bağlı 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen
Komutanlığı’na 5 Kasım 1918 tarihinde Çektiği Telgraf emri ile İskenderun
Körfez’inden çıkarmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık
verilmesini emretmiştir. Bu emir gereğince 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun
Körfezine bakan sırtlarda, mevzilenmiş ve karaya çıkacak İngiliz ve Fransız
askerlerine uyarı ateşi açmıştır. Mustafa Kemal 6 Kasım 1918 de Başkomutanlık
Erkan-ı Harbiye Başkanlığı’na çektiği telgrafla Anadolu coğrafyasına yapılacak
her hangi bir çıkarma teşebbüslerine Ateş edilerek karşılık verileceği emrini;
hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi
Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir. Fakat 6 Kasım 1918 tarihinde; 7. Ordu Harekât
Şubesi’nde görev yapan Türk subaylar, İngiliz ve Fransız Donanma çıkarma
birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi açarak, karaya
çıkmalarını engellemiştir. Bu engelleme emrinin iptalini isteyen Sadrazam ve
Ordu Komutanı Ahmet İzzet Paşa; Mustafa Kemal ateş emrini iptaline gerek kalmadığını
çünkü İngiliz ve Fransız donanmaları limandan ayrılmışlardır diye cevap
vermiştir.
Gelişen bu olayları değerlendiren Prof. Dr. Stanford Show, “Osmanlı
İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “ İşgalin ilk günlerinde
Mustafa Kemal Kilikya’dayken kurtuluş hareketi direnişini başlatmıştır. “ der.
Bu tespiti Mustafa Kemal’in yaveri Cevat Abbas Gürer anılarında, söyle
anlatmaktadır. “ Mustafa Kemal, Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin
1917 de Halep’te, ortaya çıktığını, 1918 de Adana’da ve İstanbul’da
biçimlendiğini, 1919 da Samsun’da ve Amasya’da uygulanmaya başlandığını
belirtirken: “ Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler
çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun
Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye
girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da, İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da,
Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır”
Der.
Mustafa Kemal 15 Mart 1923 teki Adana seyahatinde Türk Ocağı’nda
yapılan toplantıda şöyle dile getirmiştir. “ … Acı günlere ait olmakla beraber
bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yâd etmek isterim. Efendiler bende bu
vakayiin (direnişin) ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut
bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile
buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte
olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta bulunmuştum. Fakat
o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı, (…) Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs
hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla
mubahı olduğum bu toprakları tebcil ederim.”
Mustafa Kemal’in bu çalışmalarına tanık olan yaveri Cevat Abbas Güner
bunu bize şu sözlerle ifade eder. “ Atatürk’ün Kilikya’yı ve Kilikya
sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazam la Adana’dan
makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum. Atatürk… Sadrazam
Mareşal İzzet’i devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini
alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevap pek sudan ve aldatıcı idi.” Daha
Mondros’un imzaları bile kurumadan Anadolu topraklarında İttifak kuvvetlerinin
işgalleri başlamıştır.
Mustafa Kemal 1 Kasım 1918 ile 8 Kasım 1918 tarihleri arasında Adana’da
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa gönderdiği raporlar Anadolu’nun işgaline karşı kayda
geçirilmiş ilk resmi belgelerdir. Bu raporları özetleyerek yazarsak,
Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise
de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt
bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye
gitmişlerdir.
İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle
önlenmesini emrettiğim arz olunur.
Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında
yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve
İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının
önüne geçmeye imkân kalmayacaktır.
İskenderun’a her ne sebep ve bahaneyle asker çıkarmaya teşebbüs edecek
İngilizlerin ateşle engellenmesini… Emrettim.
İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden
fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri
uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.
Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin,
yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya-İzmir hattının
işgali lüzumu teklifinin biri birini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun
kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun
Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da
kalmak uzak bir ihtimal değildir.
Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve
gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi
bildirmekte nefsimi alıkoymaya muktedir değilim. Dedikten sonra
İngiliz ve İttifak Devletlerin Kilikya’da karaya ayak basmalarına izin
vermemiştir.
Bu gelişmelere daha fazla dayanamayan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa 8 Kasım
1918 de görevinde istifa etmiştir. 10 Kasım 1918 de Mustafa Kemal’in Yıldırım
Orduları Grup’u kaldırılmış ve Mustafa Kemal İstanbul’a çağrılmıştır. Mustafa
Kemal bu çağrıya cevaben Sadrazam Ahmet izzet Paşa’ya şöyle seslenmiştir. “ Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım…
Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu ünvanlı ben onun
kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim.” Der. Mustafa Kemal’in bu isteğini
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa şu yanıtı vermiştir. “Siz mağlup devletimize karşı
bütün galip devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi
etmek istiyorsunuz?” Der. Ve Mustafa Kemal görevinden uzaklaştırılıp İstanbul’a
çağrılınca 10 Kasım 1918 de Terenle Adana’dan İstanbul’a hareket etmiştir.
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı Osmanlı Hükümetince İttifak devletlerin
talebi sonucu kaldırılınca, İngilizler- Fransızlar ve İtalyanlar İskenderun’a
çıkarma yapmış ve Anadolu’da işgaller başlamıştır.
11 Kasım 1918 de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuş ve 13 Kasım 1918 de de
İtilaf devletlerince de İstanbul işgal edilmeye başlanmıştır. Aynı gün öğle
saatlerinde Mustafa Kemal İstanbul’a gelmiş fakat Haydar Paşa garından bir çay
hanede saatlerce bekletilmiştir. Çünkü boğaz sadece İttifak devletlerinin
gemilerine açık tutulmuş ve Osmanlı gemilerinin bu tören bitene kadar
limanlarda ayrılmaları yasaklanmıştır. Daha sonra karşıya geçmesine izin
verilinde bindiği tekne düşman gemilerinin arasında karşıya geçerken Mustafa
Kemal Paşa yanındaki yaveri Cevap Abbas’a
“hiç tasalanma sen onlar, Geldikleri gibi giderler” der.
Mustafa Kemal 1937 yılında Hatay meselesi gündemde olduğu dönemde Hasan
Rıza Soyak’a 1918 de yarım kalan işini tamamlamaktan, bölgeye giderek Hatay
için mücadele etmekten söz etmiştir: “ Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman
İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkışmışlar. Oysa orası Mütareke
sınırları dışındaydı. Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim.
İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama
İstanbul Hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal
edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam
olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan
kararlaştırmış bulunuyorum. Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa
edeceğim, serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla
birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var.
Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde
ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye Hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan
eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca
bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketlerimizi oralara da yayarak
Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin
dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.” Diye anlatmıştır.
Mustafa Kemal 13 Kasım 1918 den 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında 6
aylık bir zaman dilimi altında işgal altındaki İstanbul’da kalmış yakın
arkadaşları ile sık sık buluşarak İstanbul’dan Anadolu’ya gizli geçiş planları
yapmıştır. Bu gizli geçiş planlarını daha önceleri tanıdığı gözü pek aldığı
görevi canı pahasına yerine getirecek eski İttihatçı arkadaşlarıyla toplantılar
yapmış ve geçiş yollarını tespit etmiştir. Bu toplantılarda arkadaşlarına
“Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu
içlerine girmek bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine
felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır.
Mustafa Kemal; İstanbul Şişli’deki evine 15 Ocak 1919 günü çağırdığı
Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’ya “ Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın
Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en
uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye
sormuştur. Mustafa Kemal anılarında bu olayı şöyle ifade etmektedir. “ Bir gün
İsmet Bey’i davet ettim. Şişlideki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey,’ Gene ne
var?’ Dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekası ve güven veren neşesi
ile gülüyordu. Ne haber? Dedim. ‘tahmin edeceğin gibi’…’Şuradan bana bir
Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerine konuşacağım,’ İsmet Bey
haritayı bulup açtı. Fazla olarak da her zaman cebinde taşıdığı pergeli de
çıkardı. Latife ettim; ‘Henüz pergel’lik bir şey yok. Biraz pergelsiz
görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız? Diye sordu’ Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en
iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna
olmadığını anlamıştı. ‘Mesela dedim. ‘Hiçbir fırsat ve yetki sahibi olmaksızın
Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için
en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?
Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi. Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana
memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden
şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki
sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde
dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezdim. Birden bire ayağa kalktı,
gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok! Dedi. Bazı ziyaretçilerin geldiğini haber
verdiler. Haritayı kapatmaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka
konulara daldık. Bir hayli müddet sonra ismet Bey’le yalnız kaldık. ‘Ne
yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’ ‘Zamanında!’
İsmet Paşa anılarını anlatırken bu olayı bize şöyle ifade etmiştir. “
Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret
sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına
girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânları sarf
ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek.
Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya
başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden
çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında
konuşuyorduk. Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur. Tedbir de çoktur.
Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.
Ali Fuat Cebesoy da “Milli Mücadele Hatıraları ”adlı kitabından Mustafa
Kemal’in Anadolu’ya “özel bir şekilde” geçmeyi planladığını belirtmiştir: “Var
kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir
defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Ordu Kolordu Karargâhının
Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık.
Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan
çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona
ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya
geçecek, Milli Mücadeledeki şerefli yerini alacaktı.” Der. Ve olayın devamını
bize şöyle ifade ederek anlatır. “ Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk.
Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat
ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını
söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir.’ Dedim. Mavi gözlerinin
nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden kalkıp hararetle elimi
sıktı. ‘ Beraber çalışacağız, Fuat,’ demişti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Cevat Abbas Gürer’in gün ışığına
çıkardığı belgeler ve bilgilerde de, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsuna görev emri
almamış olsaydı daha önceden hazırladığı Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya
geçeceğini anlatır.
Mustafa Kemal Paşa: Fethi Bey aracılığı ile tanıdığı ve Kasım 1918 de Pera
Palas’ta kendisini ziyaret eden Maltepe Atış Okulu Müdürü aynı zamanda Karakol
Cemiyetinin ‘Menzil Teşkilatı’nın Komutanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey’e ve
yardımcıları Doktor Fahri (Can) ve Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut’a “ Gözünüz
Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol altında tutmayı düşünün” diye
görev vermiştir. Bunun üzerine Şükrü Bey emrindeki subaylara “Gebze yolundan
kuş uçmayacak!” diye emir vermiştir. Aldığı talimatla Mustafa Kemal Paşa’nın
Gebze-Kocaeli yolunu tutunuz demiştir. Acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır.
Bir iş varda biz mi akıl erdiremiyoruz? Diye kendi arkadaşlarıyla konuşurken,
Bir gün Mustafa Kemal Paşa’dan gizlice Fansaların evine gelmesini istediğini
istemiştir. Haberi alan Şükrü Bey hemen Fansaların evine gitmiş, Mustafa Kemal
Yenibahçeli Şükrü Bey’e “Nedir Gebze-Kocaeli civarındaki vaziyetimiz Şükrü Bey”
diye sorunca: Yenibahçeli ’de şunu söylemiştir. “ Bizimkiler oraları
tutmuşlardır. Ufak-tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteleri
bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır.
Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır.
Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır. Teslim
edilmemiştir. Yenidir. Hücum taburumuzdan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse,
bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.” Bu sırada Mustafa Kemal
ayağa kalkıp yaverinde bir harita istemiş, getirilen haritayı oradaki masanın
üstüne açarak eliyle, Gebze-Kocaeli tarafından Anadolu üzerine doğru bir yayçizerken,
diğer taraftan Yenibahçelinin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir. “
Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Burada yapılacak
işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir surette
geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse
bozuşuruz! Fakat zaten siz bu işleri iyi
bilirsiniz…” Mustafa Kemal Paşa’nın bu imalı sözleri üzerine heyecanlanan
Yenibahçeli “Paşam geçsin dedikleriniz geçecektir. Geçmesin dedikleriniz dünya
başımıza gelse orada geçemez. Mahcup olmayız Paşam!” demiştir. Mustafa Kemal
son olarak Yenibahçeli ’ye son olarak şöyle demiştir. “ Şükrü Bey, bilir misiniz bir düştür vardır: İfşası idama
mucittir. (açıklanması idam gerektirir) İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece
yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma
bittiğinde Yenibahçeli asker selamı vererek Mustafa Kemal’i selamlamış ve
Mustafa Kemal’de konuğunu uğurlamıştır.
Daha sonraları da Mustafa Kemal Gebze-Kocaeli hattının kontrol edilip
edilmediğini Mayıs 1918’in başında Teşkilat-ı Mahsusa’cılara sormuştur. Mustafa
Kemalin yeniden sorması üzerine Yenibahçeli’ de “Emirleri olmadan kuş uçmaz,
emirleri olunca yol açıktır” Yenibahçeli gerçekten de Mustafa Kemal Paşa’ya
verdiği sözü tutmuş o bölgeden habersiz kuş uçurtmamıştır.
Mustafa Kemal’in tam yetki alarak görevli olarak Samsuna gönderilmesi
ve sağ-salim Samsuna varmasını öğrenen Yenibahçeli “ Şimdi, Mustafa Kemal Paşa
Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir
ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır. Geç denilen geçmelidir, geçme denilen
geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak
lazımdır. Lakin daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu dediklerim iyi
bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçmedi mi, geçme denilen
geçti mi vazifeyi bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre
bitti demektir.” Konukları dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Doktor Fahri ile
baş başa kalan Yenibahçeli Şükrü Bey Mustafa Kemal’i ancak şimdi anladığını
şöyle ifade etmiştir. “ Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha
ilk vaziyette bize Pera Palasta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bak,’ demiştir de
aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki hesaplamıştır bu işleri,
Lakin ne zaman? Onu da benim İttihatçı
aklım ermez!”
Mustafa Kemal Paşa bir Çankaya gecesi yemeğinden konukları İsmet Paşa
ve Fahrettin Altay Paşa ile sohbet ederken, İsmet Paşa’nın İstanbul’dan
Ankara’ya gelirken yaptığı çileli yolculuk konuşulurken Mustafa Kemal Paşa daha
İstanbul’dayken Yenibahçeliye, yaptığı görüşmelerden ve Gebze-Kocaeli yolunun
tutulması konusunda şunları aktarmıştır.
“O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda,
Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman
yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita
üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi
tuttu. İşte İsmet Paşa dâhil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya
geldiler. Fakat o gece Yenibahçeli ‘ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken
bir istikamet çizdim, fakat arkasından da, ‘İfşası idamı muciptir’ dedim.
Yenibahçeli, İttihat ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi
bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken
Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzayacağını anlayamamıştır.”
Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay anılarında şöyle
anlatır. “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor
Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Vanıköy tarafındaki bir
dergâhtan (Bu dergâh Vanıköy sırtlarındaki Özbekler Tekkesidir) Maltepe’de
Endaht Mektebi (Atış Okulu) Kumandanı
olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile-kafile insan ve
cephaneler kaçırmıştık.
Mustafa Kemal: Bir gün yaveri
Cevat Abbas Bey’i çağırarak Kocaeli-Taşköprü üzerinden veya İzmit Körfezinden
Anadolu’ya Ali Fuat Paşa’nın Komutasındaki 20. Kolordu sınırlarına kadar
uzanacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını istemiştir. Cevat
Abbas aldığı emir üzerine Yahya Kaptan ve arkadaşlarıyla görüşmüş ve yaptığı
çalışmaları bize şöyle aktarmıştır. “ Gebze, İzmit ve Değirmendere
istikametlerini etüt ettim. İcabından ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak
yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı
kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim
vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla
emniyet edilir bir hale gelmesini ve ormanların yapraklanmasını beklemeyi
faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir
buyurmuşlardır… Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.”
Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli Yarımadası’nda güvenliği
sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet
ve soygunlarına engel olmaktı.
Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı:
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya güvenli bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati
sırasında gereken güvenliği sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı
Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan,
kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal
Paşa’nın emrini bekliyordu.” Diye
anlatır.
Mustafa Kemal Paşa Yahya Kaptan Müfrezesini “Nutuk’ta” söyle anlatır.
“Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında
uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak
ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım
ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan
kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en
kuvvetlisi, bu Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi
idi.”
Mustafa Kemal Paşa: Öncelikle Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğini
sağlamak için gözünü budaktan esirgemeyen Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan
gibi vatanseverleri görevlendirmiştir. Yolun güvenliği sağlandıktan sonra da
önce kendisi sonra da asker-sivil vatanseverler bu yolu kullanarak Anadolu’ya
geçecekti.
Mustafa Kemal’in Yaveri Cevat Abbas Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gizli
geçiş planını bize şöyle anlatmaktadır. “ Atatürk’le kendime, cephaneyle
birlikte birer mavzer filinta ’sıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur
ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün
Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıla inen yolu takip
ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan
sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere bölgesinde
Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan
bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de
müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek, 20. Kolordu
Kıtaatından birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”
İstanbul Hükümeti ile Padişah Vahdettin, İngilizlerin bir notası
gereği, Karedeniz bölgesindeki karışıklığı önlemek amacıyla Mustafa Kemal
Paşa’nın tam yetkili olarak “Ordu Müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye
karar vermesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın aldığı bu resmi görevle Samsun yoluyla
Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan
“Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” Mustafa Kemal için gerek
kalmamış fakat daha sonraları bu yolu kullanan bir çok asker ve sivil
vatansever ile silah, cephane İstanbul’dan Anadolu’ya taşınmıştır.
Daha 1917 de Halep'ten Sadrazam
ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'ya İngiltere'nin gerçek emellerini sıralamış;
"İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama isteğinin,
Birinci Dünya Savaşı'nın en Büyük amaçlarından biri olduğunu" söylemiştir.
Bu durumun: Osmanlı İmparatorluğu için
telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğabileceğini önemle ifade etmiştir. Çok
geçmeden 30 Ekim 1918 de İmzalanan
Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı Devleti fiilen yok sayılırken, 15
Mayıs 1919 da Yunanlılar, Paris Barış Konferans'ında alınan karara dayanarak ve
Wilson prensiplerinde aldıkları destekle İzmir'i işgal etmiştir.
Kimliğini, Varını, Yoğunu, Benliğini
yani neyi varsa onu kaybetmekte olan bir Osmanlıya yeniden can vermek için:
“Elde, Avuçta kalan”, kısıtlı olanaklarla başarıya ulaşabilmek için Mustafa
Kemal Paşa
"Yalnız ufku görmek yetmez,
ufkun ötesini de görmek gerek." Diyerek,
19 Mayıs 1919 da Samsuna çıkarak ve de
Anadolu insanına güvenerek; “Yedi düvele” karşı, halkı örgütleyecektir. Yedi düvel
olarak sayılan, İşgal kuvveti devletlerin 1920 yılı sonlarında Osmanlı
topraklarındaki Ortalama sayısı şöyledir:
A-
Sakarya Meydan Savaşındaki Yunan ordusunun
toplamı 220 bin kişilik Tam teçhizatlı silahlı asker,
B-
İngilizlerin: Tam teçhizatlı 10 bin silahlı askeri
ve İngilizlere bağlı 8 bin kişilik, tam teçhizatlı Hintli asker,
C-
Fansa:(Tunus-Cezayir ve Senegalli askerler dâhil)
12 bin kişilik, Tam teçhizatlı silahlı asker ve Fransızlara bağlı tam
teçhizatlı 10 bin asker den oluşan Ermeni kuvvetleri
D-
İtalya'nın tam teçhizatlı silahlı askeri kuvvetleri
ise 2 bin kişi,
E-
Ermeni çeteleri 5 bin kişi lojistik destek
yabancı Devletlerce sağlanıyor.
F-
Pontus-Rum çeteleri 25 bin kişi, her türlü
lojistik destek ve malzeme Fransa- İngiliz hükümetlerince sağlanıyor.
G-
Anzavur, Çerkez Ethem ve Kuvayı İnzibatiye kuvvetleri
15 bin siyahlı çete…
H- Anadolu'daki 21 ayrı iç
isyana katılan isyancı sayısı ise 15 bin silahlı çete...
Toplamda; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Savaşmak zorunda kaldığı, Tam
teçhizatlı düşman gücü 322 bin kişidir.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, bazen ön
planda, bazen arka planda İngilizlerin olduğu, Çukurova ve çevresinde,
Fransızlar, Batıda Yunanlılar, Doğu'da ve Çukurova'da Ermeni birlikleri ve
çeteleri, Karadeniz ve çevresinde Yunan ve İngiliz destekli Pontus çeteleri,
Kocaeli, Ege ve Marmara bölgesinde Rum ve Ermeni çeteleri ile yerel
halktan oluşan bazı işbirlikçi çeteler ve "İyonya Devleti" için
hazırlanan 20 bin kişilik silahlı kuvvet…21 kez iç isyana katılan 15 bin
kişilik isyancı kuvveti, Anzavurun birliği ve Kuvayı İnzibatiye si, Çerkez Ethem'in Kuvayı Seyyaresi,
Bütün bunların dışında Paris Barış Konferansı ve Cemiyeti Akvam
(Birleşmiş Milletler Cemiyeti) gibi
Uluslararası kuruluşların Osmanlıya karşı tutumları ve ABD'nin Wilson
İlkelerinin Osmanlıya ve
Mustafa Kemal ve hareketine karşı devreye girmesi, yerli halk arasında
yayılan Yunan ve Ermeni ile
Kürtler arasında yayılan ayrılıkçı ve gerici akımlar ve faaliyetlerine
paralel, İzmir’de toplanan, Çerkez kongresi, Trabzon Âdemi Merkeziyet Derneği
faaliyetleri, Ankara’da yeniden toplanan Birinci meclisteki ikinci grubun
Mustafa Kemal ve arkadaşlarına muhalif çalışmaları. Arif ve H. Avni'nin
Erzurum'daki girişimleri, Enver Paşanın gizli faaliyetleri, Trabzon olayı, Ali
İhsan Paşa olayı,
Ali Şükrü Bey ve Topal Osman olayları, Mustafa Kemal ve silah
arkadaşları hakkındaki “Bolşevik" suçlamaları, Padişahın, Mustafa Kemal
hakkında yayınladığı İdam Fermanı ve Şeyhülislamın idam fetvası... İşbirlikçi
İstanbul Hükûmet çalışmaları, Mustafa Kemal ve arkadaşların temin etmek,
Zorunda olduğu. Asker, Lojistik malzeme, Silah ve cepheneler... ABD ve
İngiliz manda çalışma ve
Teklifleri ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kararlı duruşu ile geri
adım atmaması sonucu,
"Yedi düvel" saydığımız,
devletlere karşı 1911-1922 yılları arasında Aralıksız 11 yıl süren
yıkıcı savaşlarda, Osmanlı Devleti: Balkan savaşlarında 750.000 den fazla İnsan
kaybetmiştir. Birinci Dünya savaşında ölenlerin çoğunun 15-35 yaş aralığındaki
insanlardan oluşan ve 1,5 milyon kayıp vermiş bir Osmanlıda, Tanzimat'tan bu
yana aydınlanmaya çalışan, ama okur-yazar ve meslek sahibi bile olmayan yaşlı
bir nesil ile Cumhuriyeti kurmaya çalışmıştır.
1923 yılı itibari ile Türkiye Cumhuriyetine Osmanlıdan kalan miras
şöyle idi:
1-
Önemli bir bölümü yerleşik olmayıp, Konar-göçer
vaziyette yaşayan ve Ülke nüfusunun % 80'ini
Oluşturan,40 bin
köyün 37 bininde ne okul var, ne yol hizmetleri ne posta, yani iletişim
hizmetleri nede her hangi meslek sahibine ait bir dükkân yoktu. Osmanlıdan geriye kalan Ülke nüfusu ise 11
milyon insandır. Bu 11 milyon insanın %2 si okur-yazardır. Ülkede Mühendis
olmadığı gibi,
Sanayide kullanılacak ara teknik elamanda yoktur. Erkeklerin % 7 si Kadınların %04 oranında
okur-yazardı. Doğu ve güney doğudaki, Kürtler arasında ise Okuma-yazma oranı
%01 bile değildir.
Ülkede toplam 4770 İlkokul bulunuyor. Bu okullarda ise 337.618 kayıtlı
öğrenci var. Bu sayı zorunlu öğrenim görmesi
gerekli Öğrenci sayısının dörtte biridir. Ülkenin toplamında 72 adet ortaokul
ve bu okullarda okuyan 5905 öğrenci var, Bunların 543’ü kız öğrencisidir.
Ülkenin tümünde 23 adet lise bu liselere kayıtlı 1241 öğrenci kayıtlı 230’u kız
öğrencidir. Türklerin okullarının azlığı bir yana, niteliksiz bir eğitim-öğretim
müfredatı uygulanmaktadır. Okul olarak sayılan, Medreseler askerden kaçma yeri;
Çünkü: Medreseye kayıtlı öğrenci gözükenler, İmtiyazlı sayılmış ve
savaş dâhil askere alınamıyordu.
Ne iş yaparsa yapsın, Vergi ödemiyorlardı. Bunların birçoğunun
yabancılar ile Ortak iş kurup, yaptıkları İşi de Medresedeki öğrencisi kaydına dayanılarak,
Vergide muaf tutuldukları, Kurtuluş Savaşında Askere çağrıldıkları halde, Silahaltına
alınamadığı zaman, öğreniliyor. Görülüyor ki
Bunların ağırlıklı kısmı imtiyazdan yararlanmak için Medreseye kayıt
yaptırmış ancak eğitim-öğretime de katılmadıkları anlaşılmıştır.
Eğitim-öğretim adına açık olan bu Medreselerin, her biri birer bağnazlık
yuvaları durumundalar
Eğitim olarak öğrencilere "hurafeleri din diye öğreten ve Öğrencilere
salavatı tefriciye" çektiren,
Anlayış egemen. Medreselerde Türkçe eğitim yasaktır. Buna karşılık,
Ülkede yabancılara ait, kendi çocuklarının Eğitim ve Öğretim gördüğü, nitelikli
çok sayıda okulları var. Ülkede sadece bir adet Üniversite var. (Darülfünun) O
da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor. Âmâ çağın gelişmelerine kapılı. Akıl
ve bilim asla işlenmiyor. 1729 dan 1830 yılına kadar, yani 100 yıl içinde
Osmanlıda basılan toplam kitap sayısı sadece 180 adettir. Aynı yıllarda batıda
basılan kitap sayısı 90.000 adettir. Gazete ve Dergiler İstanbul'da bile az sayıda
okuyucu bulabiliyor. Ülkede doğru dürüst kitap yok, Kütüphane yok, Müzik üretim
yerleri yok, Resim yapmak, Müslümanlara
yasak. Heykel put sayıldığı için yasak.
Tiyatro ve sinema yok denecek kadar azdır. Var olan tiyatrolarda İslam
kadını oynayamaz, yasaktır.
Halk âdete cami imamının bilgisi, tarikat Şeyh’in; bilgi-görgü ve
medrese eğitimin, marifetine teslim edilmiş durumdadır. Mesela tarih denince
eğitimcilerin, aklına Peygamberin ve Padişahların hayat hikâyeleri geliyor. Bu
toprakların kültürü olan, birçok tarihi esere, değer verilememiş, tarihi kalıntıları isteyen
yabancılara “İstediklerini verin gitsin, bizde bol miktarda taş var "Diyen
padişahlar bile var.
Ve birçok tarihi eser, bu
anlayış sayesinde, kolaylıkla, yurt dışına kaçırılmıştır. Medreselerde verilen
Eğitim hayatında, Türkçe okuyup-yazma yasaklandığı için, Türkçe, Türk çeliğini
yitirmiş, Adına Osmanlıca denen ve içinde Arapça-Farsça - Fransızca karışımı
olan bir dil kullanılmaya başlanılmıştır.
Hatta uygulanan Hukuk sistemi, Yargı sistemi anayasal düzen ile kullandıkları
ne uzunluk ne de ağırlık ve saat Ölçüler bile çağa uymamaktadır. Kültürel
olarak giyim-kuşamda yani kıyafetler, Atatürk’ün deyimi ile "Ne milli, ne beynelmilel,
gülünç durumda." Halka adeta orta çağ yaşatılıyor. Özellikle kadınlar
ikinci sınıf insan sayılarak, toplum içinden dışlanmış, Osmanlıyı yönetenlerin
aklına; bir gün kadınlarında, okuyup-yazabileceği,
Eğitim alarak dünyada geçerli ne meslek var ise onlarında yapabileceği, seçme-seçilme
hakkı olabileceği, en az erkeklerin kullandığı, hak ve hukuka kavuşacakları, akılının
ucunda bile geçirmemişler. Osmanlının Medreselerde verdiği, bu eğitim
sayesinde, dini mezhep çatışmaları, hat safhalara varmıştır. Falcılar, Büyücüler,
Şeyhler-Şıhlar,
Din istismarı sayesinde, ayrıcalıklı konuda tutulmuşlar. 600 yıllık Osmanlı yönetimi boyunca Türk halkı
ihmal edilmiş, devlet yönetiminden dışlanmış sadece köylü, çiftçi ve savaştırılmak
için asker olabilmişler. 600 yıldan fazla devam eden Osmanlı saltanatı sistemi
içinde, Halkın kaderi, Padişahın iki dudağa arasında olmuş. Padişah
"rea" (Çoban) mantığıyla, Halkı "reaya" (sürü) görmüş ve
gütmüştür.
Saray ve devlet adamları, Din adamları, gayrı Müslim zenginler
ayrıcalıklı "Havas" yani üstün sınıf,
Geriye kalan halk ise alt tabaka,
yani avam olarak görülmüştür.
1922 tutulan istatistiki
bilgilere göre, 40 bin köyün 1950 sinde, yaygın bir sığır vebası var. Kurtuluş
savaşı sırasında Yunanlılarca yâda savaşılan devletlerce, tamamen yakılan köy
sayısı 830 adettir.
Kısmen yakılıp- yıkılan köy sayısı ise 930 köy dür. Yakılarak yanan
bina sayısı 114.408 adet, Tahrip edilerek hasar gören bina sayısı ise 11.404
adettir. Ülke genelinden, dört mevsim kullanılabilecek,
Kara yolu uzunluğu 2500 kilometre, yollar, asfalt olmadığı için, kışın
bataklığa dönüşür bu nedenle de,
Pek kullanılamıyor. Demir yoluna gelince: 4112 Kilometre uzunlukta, bir demir yolu ağı
var, Ama bu yolun bir metresi bile bizim değil, Tümünün sermayesi, İşletmesi ve
Çalışanları dâhil, Yabancılara ait.
Denizcilik denince de, İçler açısı bir durum II. Abdülhamit döneminde,
Donanmamız Haliçte çürütülmüştür. Ülke genelinde toplam nüfusun % 82 si tarımla
uğraşır. Tarım ise, İlkel alet-edevatla yapılabildiği için Ülke gelirinin %
58’i tarımla sağlanır durumda. Ekmeklik unun çoğu dışarıda getirilmektedir...
Çoğu köylünün ne sabanı, nede öküzü ve tarlası-toprağı yoktur. Taşrada
Cumhuriyet ile bağdaşmayacak insanlık dışı bir Sistem, yani Aşiret, Bey, Ağa, Şeyh
düzeni hüküm sürmektedir.
Sağlık konusunda: Ülke genelinde
337 doktor var. 150 ilçede, bir doktor
bile yok. Ülkede doktor başına 30 bin
hasta, düşmektedir. Sağlık memuru sayısı ise 434 kişidir. Pek az şehirde eczane
mevcuttur. Ülkede toplam 60 kişi eczacılık yapmakta ama tamamı da yabancıdır. 3
milyon insanımız Trahom, Tifüs, Verem, Frengi, Tifo gibi salgın hastalığa
yakalanmış durumda. Nüfusun % 14’ü sıtmalı, % 9 frengili. %72 si tifüse
yakalana bilecek durumda. Evlerin % 97 sinde tuvalet yok. Yıllık bebek ölüm
Sayısı doğumların % 60’ı geçiyor. Kayıtlı 40 bin köye bakabilecek ebe
sayısı ise 136 kişidir. Teknik olarak: Telefon, motor ve makine yok denecek kadar
az. Radyo- Televizyon yok. Tiyatro ve
Sinema sadece bir kaç şehirde mevcut. Avrupa'nın Emperyalist Devletlerine
verilen Kapitülasyonlar ve anlaşmalar ile yabancılara sağlanan avantajlarla: Yabancı
ülkelerin yurttaş ve şirketlerine tanınan imtiyazlar vergi ve harçlardan muaf
ve serbest ticaret ayrıcalığına kavuşmuşlar. Bu ayrıcalıklı durum,
Osmanlının yerli halkı olan, herkesin belini bükmüştür. Dolmabahçe-Yıldız
sarayları yapımı ve diğer işler için, Avrupa'nın Emperyalist devletlerine, olan
borçların alacağının tahsili için, alacaklı devletlerin,1881 de ülkemizde
kurdukları, Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi ise, Osmanlı Devleti
içinde, onu kontrol eden en tepede onu yöneten bir devlet olmuş, Osmanlıyı
yönetir konumdadır. Toplanan Vergileri, Osmanlının borçlarına karşılık, önce
onlar alacaklarını tahsil etmekte ve kalan paralar da Osmanlının geçimini
sağlayacak dirlik-düzeni organize etmeye, yetmemektedir.
Sanayi ürünleri sayılabilecek kalemler dahi, yani Şeker, Un ve hatta
damların üstünü örten kiremit bile, İthal ediliyordu. Sanayi sayılabilecek toplam
kuruluş sayısı 282 adettir. Bunların % 9’u Osmanlı devletine aittir. Bunun da
%15’i oranındaki sermaye Türklere aittir. Çalışanların bile %85’i yabancılardan
oluşuyordu. Bunun ağırlıklı kısmını, gıda, dokuma ve deri sanayisi
oluşturuyordu.
Bunlardan Osmanlının elinde kalan
sadece 4 adet fabrika var; Hereke ipek
dokuma, Feshane yün iplik, Bakırköy bez ve Beykoz deri fabrikaları, madenler,
Llmanlar ve demir yolları ve ağırlıklı gıda,
dokuma ve deri sanayi, yabancıların elinde. Elektrik 1907 den sonra, sadece
İstanbul'un bazı semtlerinde kullanıla biliniyordu. Savaş ve sonrası
Yunanistan'da göçmen olarak ülkeye gelen insanların sayısı 400 bini aşmış, genç Türkiye Cumhuriyetine, akın- akın gelen
göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım edile biliniyor ancak. Kurtuluş
savaşı boyunca, Emperyalist kuşatmayla
tecavüze uğramış topraklarımızda, Mustafa Kemal: Tam bağımsız, Milli egemenlik
ilkesi ile hareket etmiş, "Egemenlik
kayıtsız-şartsız milletindir" demiş
ve bu uğurda yapılacak işlerden biride,
Halka dayalı Millet Meclisini oluşturmak çabalar olmuştur. Mustafa
Kemal: Kurtuluş savaşını, millet meçlisinin iradesi ile gerçekleştirmiştir.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında, millet meçlisi açık sayılı ülkeler
arasında genç Türkiye Cumhuriyeti, kendine yer bulmuştur. Bu savaşlar sırasında
Parlamentosu açık, Avrupa'da 5, Amerika kıtasında 5 olmak üzere, Toplam 10 ülke
var, Bu 10 ülkenin biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Mesela:1920 de, Dünyada anayasal seçimler ile seçilmiş 35
hükümet varken, 1938 de bu sayı 17 ye düşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu
17 ülkeden biri olarak kalmıştır. Yine
1944 de tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12 si millet meçlisi ve anayasal düzene
sahiptir. Bu 12 ülkeden biri yine
Türki'yedir. Kadınlara; seçme ve seçilme, hakkı veren Ülkeler arasında; İslam
dünyasında birinci, Avrupa ülkeleri arasında yedinci, Dünyada 12’i sıradadır.
Avrupa’da Faşist diktatörler kol gezerken, Mustafa Kemal: Vatandaş için
tercihini, Demokrasiden yana kullanmış ve elinden geleni, ötesinden bir çabayı, sonuna kadar uygulamaya
koymuştur.
Mustafa Kemal: 600 yıllık Osmanlının, Devlet Yönetimini, seçtiği,
dönme, devşirme kişiler olan,
Hıristiyan, Musevi soylu
unsurlara bırakan, Kürtleri kendi çıkarlarına kullanma karşılığı o bölgede
aşiretleşmeyi, ağa, maraba ve feodalleşme ilişkilerine zemin hazırlayan,
zihniyete son vermiştir.
O'nun yerine: Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, yüzlerce yıl sonra, ilk
kez bu topraklarda dönme,
Devşirme saltanat soylusu olmayan, sıradan halk kitlelerine "Türkiye Cumhuriyetini Kuran
Türkiye halkına Türk milleti denir" tespitini yapmıştır. Ve kadınlı,
erkekli Türk vatandaşı olan her birey, seçme ve seçilme hakkı alarak, başta;
cumhurbaşkanı olmak üzere, başbakan, bakan
ve millet meçlisi üyeleri olabilmişlerdir. 1928 de Harf devriminin kabulü ile
18.589 adet okul şehirde, 35.46’i köylerde,
Olmak üzere toplam 54.050 adet millet mekteplerini açmış, 1929-1934
arasındaki 5 yıl içinde millet mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926
kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Yıl 1936 ya gelince Diploma almayı
hak kazanan yurttaş sayısı 2.546.051 kişiyi bulmuştur. Millet mekteplerinden hiç
okuma-yazma bilmeyen köylü kadınlarından 458.000’i okuma yazma öğrenmiş ve
diploma almışlardır. Harf devriminden önce erkeklerde okuma-yazma bilenlerin, nüfusa
göre oranı erkeklerden %7 kadınlardan %04 iken, harf devriminden,7 yıl sonra
yani 1935 nüfus sayımındaki tespitlere göre, bu oranlar toplamda % 19,2 le 17
milyon kişi okur-yazar olabilmiştir. Yani 7 yıl içindeki artış oranı %150 ye
gelmiştir. 1941 de ise okuma yazma oranı
% 22,4 de çıkarılmıştır...
Mustafa Kemal: Çağdaş dünya işlerini dinsel ilkelerden ayırıp, Çağdaş
hukuk ilkelerini benimsemek için Osmanlıda uygulanan şeri Hukuk olan “mecelle” hukukuna
son vermiştir.
"Biz düşünce ve inanca
saygılıyız diyerek", İnanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına
almıştır. 1924 tarihinde "Artık bizim; Dinin gereklerini öğrenmek için, şundan-bundan
ders ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Anamızın, babamızın kucaklarında
verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir."
" Bu günkü uygulama şekliyle Müslüman ibadet bicimi, son derece belirsiz
ve despotçadır. Din: Sırf şekle ait bir vazife haline getirilmiştir. Hâlbuki
Muhammedin gayesi,
Hakiki ve halis bir dini duygu
uyandırmaktan ibaretti". Diyen,
Mustafa Kemal, bir başka konuşmasında ise "Muhammedin yaşadığı muhitin
ve dinin esasının ve ruhunun nefret ettirecek eğilimleri olduğu ve ibadet
hususunda abartıya ve aşırılıklara, maruz kaldığı anlaşılıyor" diye
konuşmasını sürdürüyor...
"Tevhit-i Tedrisat Kanunu"
ile İstanbul Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmuş, daha
sonra İstanbul Üniversitesine bağlı bir, Yüksek İslam Enstitüsüne dönüştürülmüştür.
"Biz dini eğitimi aileye bıraktık, Çocuklar dini eğitimi ailesinden
alacaktır." Kararından sonra, ilk kuran kursları 1924 ten sonra kurulmaya
başlanmıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında yıkılan Eskişehir Mihalıççık
köyündeki camin yeniden, yapım ve onarımı için bizzat kendi maaşında biriken
paralarından 5.000 lira vermiş yeniden bu camiyi yaptırmıştır. Mustafa Kemal;
Çağın şartlarına uymayan, eski hukuk sitemi olan “mecelle” hukukunu kaldırmış, Onun
yerine, zamana ve hayata daha uyumlu ve Türk aile yapısına uygun olan Avrupa’da
uygulanan “İsviçre Medeni Kanunu" Millet meçlisinde kabul ettirmiştir. Türk
Ceza Kanunu ise İtalya'da almıştır. Bu ceza kanunu, bazılarının iddia ettiği
gibi Faşist Musolinin ceza kanuni çevirisi değildir. Bu ceza kanunu 1889
tarihli "İtalyan Ceza Kanunu" çevirisidir. O yıllarda çağdaş Avrupa
devletlerince de uygulanmakta idi. 1936 da İş kanunu çıkartılarak, çalışan
kadınların; ”Ağır ve tehlikeli “ işlerden sayılan 123 ayrı işten çalıştırılması,
kanunen yasaklanmıştır. Mesela iş
yasasının 10’u maddesinde der ki "Kadın
işçilere sekiz hafta doğum, her ay üç gün "ay hali" (regl dönemi)
izini verilir. Mustafa Kemal Atatürk; Ülkenin dört bir yanında halkevleri,
Halkodaları açtırarak, Halkı, eğitimle sanatla, kültürle, bilimle, her
konuda, halkı aydınlatmak için,
Daha savaş yıllarında bile, Anadolu Ajansını kurmuştur. Mustafa Kemal
Atatürk; Anadolu Rönesans'ı başlatmıştır. Böylece Anadolu insanı 400 yıl sonra,
geçte olsa batının kullandığı, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi
gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, en önemlisi
Kadınlı- erkekli toplantılara katılmış... Tüm bunları birlikte öğrenmiş
birlikte izlemişler... 1934 de halkevlerinin üye sayısı 34.000 kişidir. 1938 de
halkevlerinin üye sayısı 100 bini aşmış durumdadır.
1936 yılında Halkevleri
etkinlerine katılan insan sayısı 2.100.000 kişi aşmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk; Aşiret ve
tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak
istemiş ve 1934 yılında çıkartılan İskân kanunu ile bu durumdaki çok yoksul
köylüye, toprak dağıtılmıştır.1923-1938 yılları arasında, 246.431 aileye Toplam
9.983.750 dekar toprak dağıtılmıştır.
Bu durum Feodallerin tepkisiyle
karşılanmış ve Doğu Anadolu'da genç Cumhuriyete karşı, Ağrı ve Dersim isyanları
patlak vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra: Anadolu'daki toprak
ağalarından, Eskişehirli Sazak ailesi baştan olmak üzere, Anadolu'daki tüm
toprak ağalarının ya kendileri muhalefet etmiştir. Yâda toprak ağalarının
temsilcileri olarak, Türkiye Büyük Millet Meçlisinde Milletvekili olanların
tümü olmak üzere, reformlara muhalefet eksiksiz devam etmiştir. Aydınlı Toprak
ağalarından Adnan Menderes toprak reformuna şiddetli muhalefet etmiştir. Sonunda
bu toprak ağaları Cumhuriyet Halk Partisinden atılmışlardır. Cumhuriyet Halk
Partisinden atılanlar da: Celal Bayar ve Adnan Menderes önderliğinde
örgütlenerek Demokrat Partiyi kurmuşlardır...
Mustafa Kemal Atatürk, başta, "Atatürk Orman Çiftliği" olmak üzere Türkiye'nin değişik yerlerinde
kurduğu örnek çiftliklerde, modern tarım, ileri hayvancılık yapılanması
yöntemiyle, modern ve çevreci, bir Türkiye yaratmak istemiştir, “Atatürk Orman
Çiftliğinde” ki tarımda kullandığı Traktörlerin yakıtlarını bile biyoyakıt
olarak Çiftlikte üretip kullandırmıştır. Ve 3 yılda “Atatürk Orman Çiftliğinde”
150.000 adet ağaç, Yalova-Termal arasında ki yola ise, 1 yılda 2250 ağaç
diktirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu tarım devrimiyle, genç
Türkiye Cumhuriyeti, hem kendi kendine yetebilmiştir. Hem de birçok tarım ürününü
ihraç etmeye başlamıştır. Pamuk üretimi 1920 de
20.000 tondan 1927 de 120.000 tona, 1952 den 165.000 tona çıkartılmıştır.
Tütün Üretimi 1923 de 20.500 tondan, 1927 de 64.400 tona,
çıkartılmıştır. Üzüm üretimi 1923 te 37.400 tondan, 1927 de 40.000 tona
çıkartılmıştır. Buğday üretimi 1923 te 972 tondan, 1939 da 3636 tona
çıkartılmıştır. Aynı dönemde 145.000 ton zeytin, 40.000 ton fındık,28.000 ton
incir üretilmiştir.
Hayvancılık alanında ise 1923 te 15 milyon koyun sayısı 23 milyona 4
milyon sığır sayısı 9 milyona ulaşmıştır.1930-1939 yılları arasındaki küresel
kapitalizmin yaşadığı, büyük buhranın olumsuzluğuna karşın Ülkemizdeki tarım ve
hayvancılık kesimi, büyümesini sürdürmeyi başarabilmiştir.
17 Şubat 1923 de İzmir'de toplanan "İzmir İktisat Kongresi"
ile Türkiye'nin ekonomik kalkınması planlanmış, 1923-1929 yılları arasındaki
"liberal ekonomi dönemi"
1929 yılı, Dünya Ekonomik Krizinin ardından terk edilmiştir.
1930-1938 yılları arasında
"Planlı Devletçilik" (Karma ekonomi) benimsenmiş ve 1934 deki 1’i Beş
yıllık kalkınma planı ile başlayan, “Ağır Sanayi’ye geçişte dosta- düşmana, parmak
ısırtacak birçok başarılı yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Sadece % 15 'i
Osmanlıya ait, geriye kalan hisselerin tamamı yabancıların elinde olan 4 adet
fabrikayı Osmanlıdan devralan genç Cumhuriyet,1923-1938 arasında
Türkiye'nin değişik yerlerinde 28 âdeti büyük Fabrika olmak üzere,
Ülkede, Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Sadece Ankara'daki “Atatürk orman
çiftliğinde” 8 adet olmak üzere 1000 den fazla üretim yapan fabrika
kurulmuştur. Aynı yıllarda sanayi üretimindeki artış,% 152 artarken Toplam
sanayi üretimi % 80 artış gösterebilmiştir. Diğer artışlar: Kömürde % 100,Kromda
%600 Diğer madenlerde %200 olurken, Mitolojik var olma öyküsünde dağları
eritip, demir elde eden bir halkın,
Demir üretimi sıfırdan 180 bin tona çıkmıştır. Şeker üretimi 200 misli
artmıştır. 1930 Merkez Bankasının kuruluşu çerçevesinde, Türk lirasının
Dolar-sterlin ve diğer yabancı ülkelerin,
paraları karşısındaki değeri yükselmiştir. 1924 de var olan bankaların
sayısı 19 iken bunun 15’i yabancı ülkelere aittir.1938 de Ulusal anlamdaki
banka sayısı 39’a yükseltilmiş, bunun 9 tanesi yabancılara ait kalmıştır.1929
Dünya Ekonomik Krizine rağmen genç Türkiye Cumhuriyetin yıllık büyüme hızı %
10’un altına düşmemiştir. Gayrisafi milli hasılamız 3 katına çıkarken, kişi
başına milli gelir 2 katına çıkmıştır.
1923-1938 yılları arasında,11 yıl boyunca denk bütçe eşitliği sağlanmış
(gelir-gider denkliği)3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. Merkez bankası stoklarında 36 milyon Dolar
döviz, 26 ton altın stoku vardır.
Artık: Şeker, çimento kereste ve deri üretiminin tamamı millidir. Yünlü
dokumanın % 83, Pamuklu dokumanın %43, kâğıt üretiminin % 32 si, cam ve cam eşyanın
üretiminin % 63 millidir. Yıl 1938 geldiğinde, genç Türkiye Cumhuriyetinin
Osmanlıdan kalan borcundan başka ne içeriye nede dışarıya borcu kalmamıştır. Osmanlıdan
geriye kalan borçların son taksitini de genç Türkiye Cumhuriyet 1953 yılında
ödemiştir... Ulaşım olarak: Osmanlıdan Cumhuriyete yabancıların
kontrolündeki4112 kilometre demir yolu miras kalmıştır. Bu demir yollarının
3387 kilometresi 1928-1938 yılları arasında
Yabancılardan satın alınarak millîleştirilmiştir. Osmanlının 600 yıllık
geçmişinden Cumhuriyete kadar geçen zamanda, üstelik sermayesi ve işletmesi
yabancılara ait toplam 4112 kilometre demir ayığına,
genç Türkiye Cumhuriyeti kendi imkânlarıyla 10 yılda toplam 4bin
kilometreye yakın yeni, demir yolu ilave ederek toplam demir yolu ağımızı 8000
kilometrenin üzerine çıkartarak, demir ağlarla ülkeyi donatmıştır.1938 den
günümüze kadar yani 76 yılda yaklaşık 2.000 kilometre demir yolu yapılmıştır. 1923-1926
yılları arasında27.850 kilometre köy yolu yapılarak, köyler ile kentlerin
iletişimi Motorlu taşıtların kullanımına açılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk 1926
yılında Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketini kurdurmuştur. Kayseri'de yapılan
fabrikada uçak üretimine 1928 yılında başlanmıştı. 1928 yılında Kayseri’de kurulan
bu şirket, Alman Jokerse firması ile birlikte 1938 de 15 adet Jokerse A 20
uçağı, 15 adet ABD Havk Muhabere Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat uçağı üretmiştir.
1938 ze kadar toplamda bu fabrikada 112 uçak üretilmiştir. Her ne hikmetse 1939
da bu fabrikada üretilen uçaklar
NATO'nun kullandığı uçaklara
uyum sağlayamaz gerekçesiyle, uçak üretimine son verilmiştir. Ve bu fabrikada
bundan sonra, sadece Türk Hava Kuvvetine ait uçakların bakım ve onarımını
yaptırılmıştır.
Yine Mustafa Kemal Atatürk, döneminde, genç Türkiye Cumhuriyetinin girişimci,
Özel sektörünce de uçaklar üretilmiş olup, 1925 de Vecihi Hürkuş her şeyi ile %
100 yerli olan Türk uçağını yapmıştır.
1936 da Nuri Demirağ İstanbul Beşiktaş'ta yani bugünkü deniz müzesinin
bulunduğu yerde
Uçak Fabrikasını kurmuş ve No:
37 Kodu ile 24 adet uçak üretmiştir. 1940’a gelindiğinde ise
Ankara'da THK Uçak fabrikası ve THK motor fabrikasıyla, Uçak
üretildikten sonra, Test edilebilecek
“Rüzgâr tünelleri” üretilmiştir. Bu tüneller hala atıl olarak, el
atılmasını hükümetlerde beklemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, nüfusunun % 14 sıtmalı, % 9 'u
frengili, % 72 si tifüse yakalanabilecek durumdayken; Türk insanının belini büken,
bu amansız hastalıkların kökü kazınmış,
İdealist Cumhuriyet Doktorları ve Sağlık personeli sayesinde; Sıtma, Verem,
Tifüs Frengi, Cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele edilmiş, bu
hastalıklar büyük oranda etkisiz hale getirilmiştir
1923 de Ülke genelinde var olan 337 doktor, 434 sağlık memuru ve 60
eczacı varken, bu sayı 1928 de
1078’e Doktora 130 hemşireye,
1059 sağlık memuru ve 377 ebe ’ye yükseltilmiştir. 1924 yılında 150
İlçede muayene ve tedavi evi açılmış, hastane sayısı 1940 da 198’e yükseltilmiştir.
1926 da Manisa ve Elâzığ'da Ruh ve Sinir Hastalıkları, Ankara ve Konya'da Çocuk
ve Doğum-bakım evleri, Adana, Malatya, Antep,
Kilis, Besni’de trahom savaş Hastaneleri açılmıştır. Mücadele sırasında. Adana,
Antep, Malatya, Urfa ve Maraş’ta 120 şer yataklı Trahom hastaneleri
kurulmuş yalnızca 1934 yıllında
Müracaat eden 87. bin kişiden2215'i tedavi, 4318'i ameliyat edilmiştir.
1925-1931 yılları arasında
Ülke genelinde 40 bin trahomlu hasta tedavi edilmiştir. Adana'da
kurulan Sıtma Enstitüsü hizmete girerek 11 sıtma dispanseri kurmuştur. Ülke
genelinden 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiş ve
Bunların 5 milyonu tedavi edilmiştir. Dünyada eşi-benzeri olmayan
başarılı mücadele sırasında,
350 kilometre bataklık kurutulmuş, 1000 kilometre kanal açılmıştır. Yine
1922 de 22 adet olan Kızılay Dispanseri sayısı 339 çıkartılarak, (bu dispanserlerde, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında yetim kalan
çocukların bakımı ve desteklenmesi için toplanan paralar ile kurulmuştur.) 1932’de bu yatak sayısı ise 189’dan 1318 ze
çıkartılmıştır. Yıl 1960’agelindiğinde ülke genelinde: Doktor sayısı 9826’a, Hemşire
sayısı 2420’e Ebe sayısı 3126’a çıkartmıştır. 1922 yılındaki köylerdeki sığır Vebasını
ise 1932 de tamamen önlenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk insanına: Sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü,
sporu, çevreyi sevdirmiştir.
Halk evleri aracılığıyla: resim, heykel, müzik, tiyatro,
sinema, gibi sanatların Anadolu'ya yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri:
Eğitim için Avrupa'nın çeşitli ülkelerine devlet bursu ile göndermiştir. Bu
gençlerden bazıları; Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi
kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir.
Türkiye’nin ilk defa resim galerisini, 1937 yılında
Resim ve Heykel Müzesini açmıştır. İlk Türk operasının hazırlanması
için Adnan Saygun'u
Görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e ilk Türk Konservatuarı kurdurmuş ve Türk
müziği araştırmasını sağlamış ve bu uğurda mücadele etmiştir. Türk insanını bu
çalışmalara alıştırabilmesi için
Kendisinin de çok sevdiği alaturka müziği bir süreliğine yasaklamıştır.
“Cumhurbaşkanlığı Senfoni Müziği Orkestrası’nı” kurdurmuş, Türkiye genelinde
önemli şehirlerde halka açık konserler verdirmiştir.
Bir gün Diyarbakır'a konser
vermeye giden Cumhur Başkanlığı Senfoni orkestrasının halka açık konserine halk
pek rağbet etmemiş, Durumun üzücü olduğunu düşünen durumda kendine vazife
çıkaran, bölgenin askeri yetkilisi Aşiret ağaları ve önemli şeyh ve Şıhlara
haber yollayarak,
Konseri izlemeye halkı getirmelerini ve kendilerinde konserde hazır
bulunmalarını emretmiş,
Konser izleyen gelen komutanda, şehrin ileri gelen bir aşiret beyinin
yanına oturmuş beraberce izlemişle. Konser bitmiş fakat halkta en ufak bir
alkış bir tepki yok. Sessizlik hâkim. Sessizliği bozmak,
Havayı değiştirmek isteyen komutan, yanındaki aşiret beyine "nasıl
konseri beğendin mi" diye sormuş, Aşiret beyi de cevaben, "valla
komutan Diyarbakır-Diyarbakır olalı, böyle zülüm görmedi" Der.
Mustafa Kemal Atatürk: Şehir Tiyatroları vasıtası ile yurdun dört bir yanına
eski Türk seyirlik halk oyunlarının yeniden sergilenmesini istemiştir. Mevlana,
Yunus Emre, Karacaoğlan'ın hatırlanması, anılması, arzusu taşıdığını ve Fatih
Sultan Mehmet, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel
araştırmalar yapılmasını istemiştir. Radyo yayınları başlatmış, sinemanın
yaygınlaşmasına örnek olsun diye Ankara Millet bahçesinde Sinema kurdurmuştur. Bireysel
olarak da sinema ile ilgilenmiş, fırsatlar yaratıp, sinemada film izlemeye
gitmiştir. Hatta Kurtuluş savaşını anlatan bir film senaryosu yazmıştır.
Güreş, atletizm, yüzme ve havacılık sporların gelişmesini ve özellikle
bu spor alanında Türk kadınının, sporcu olarak yetişmesini çok istemiştir. Çanakkale
kahramanı, milli hareketin lideri, Kurtuluş Savaşının başkomutanı ve Türkiye
Cumhuriyeti devrimlerinin yaratıcısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
Hiçbir zaman bu derece yüceltilmek, İlahlaştırılmak, insanüstü bir
varlık haline getirilerek bir diktatör gibi gösterilmesine izin vermemiştir. "Vatanın
bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır" "Bütün yapılanlar herkesten evvel büyük Türk
milletinin esiridir. Onun başında bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan
bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği
içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat
bundan ibaret" Diyerek,
"Milletim olmasaydı, ben
hiç bir şey yapamazdım" demiş ve genç
Türkiye Cumhuriyetinin tüm başarılarının kendisine mal edilmesine karşı
çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, kısa vadede "ulusal egemenliği" Uzun
vadede "Demokrasiyi" hedefleyen bir lider olduğunu, bu uğurda
yapıp-ettikleriyle defalarca ortaya koymuştur. Ülkemizde dâhil bütün doğu
toplumlarının tipik ve baskın bir özelliği olan, "bireysel kahraman yaratma
geleneğini" dikkate alarak, halka hitaplarında sık-sık bireysel kahraman,
yaratmanın zararlarında bahsederek, Ulus olma bilincini aşılamıştır. Halka
hitabının birinde: "Vatandaşlar, yalnız sizden olan bir kişiye, sizden
fazla önem vermek, her şeyi bir millet ferdinin benliğinde toplamak, yüksek bir
topluluğun geçmiş, hatta geleceğe ait bütün meselelerini açıklamayı o
topluluğun bir tek şahsından beklemek, elbette layık değildir... Sayın
arkadaşlar,
Memleket ve milletin hayatına ve geleceğine olan sevgi ve saygıdan
dolayı huzurunuzda bir gerçeği açıklamak zorundayım. Vatandaşlar! Vatanınızda
herhangi bir kimseyi, istediğinizi sevebilirsiniz;
Kardeşiniz gibi arkadaşınız gibi, babanız gibi sevebilirsiniz… Fakat bu
sevgi sizi ulusal varlığınızı herhangi bir kimseye, herhangi bir sevdiğinize
vermek yoluna götürmemelidir. Aksine hareket kadar hatalı bir şey olmaz. Ben
büyük milletimin artık böyle bir hatayı yapmayacağına inanmış olmakla
Övünç ve rahatlık duyuyorum..."
Konya'da bir akşam yemeğinde Mebuslardan Refik Koraltan, halka uzun
övücü bir nutuk vermeye başlamış ve Mustafa Kemal Atatürk'e hitaben de "her
şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz, sen olmazsan başka hiç kimse hiç bir şey
yapamazdı, bundan sonrada yapamaz, Allah
sizi başımızda eksik etmesin..." Demiştir. Bu söylevle,
Mustafa Kemal Atatürk'ün neşesi kaçmış, bahsi kapatmak ister. Cevaben de "Beyefendi;
bütün yapılanlar herkesten evvel büyük, Türk milletinin eseridir. Onun başında
bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan bizler ise, ancak onun şanlı fedakârlığı
sayesinde, fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, Öylece başarı
kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir. Efendim müsaade buyurunuz...
Ortada tevazu filan yok... Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıâlinize bir şey hatırlatacağım.
Elbette dikkat etmişsinizdir; ben
önümüze çıkan meseleler hakkında uzun uzadıya konuşur,
İstişarelerde bulunurum. Herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim
ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip
olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur. Bu konularda ancak arkadaşlarımı, yani
sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh, tatbikatta
olduğu gibi verilen kararlarda da, hepinizin hissesi vardır. Bunu
bilesiniz." Bundandır ki, ben
yaptığımı gösteriş için değil, Milletimi ve kendimi tatmin için
yapıyorum." Der.
Bütün çabalarına rağmen, Mustafa Kemal Atatürk'e duyulan sevgi, saygı
ve minnettarlık, zaman içinde "onu tabulaştıracak” “ilahlaştıracak"
boyutlara varmıştır. Yine de, Mustafa Kemal Atatürk,
" Ben manevi miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum, benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim
Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden
sonra beni benimsemek isteyenler bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin
rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar." Demiştir
Mustafa Kemal Atatürk; Her
konuda olduğu gibi Din ve Tanrı konusuna da "bilimsel"
Yöntemlerle yaklaşmış, Ona göre "İnsanlık, Din ve Tanrı konusundaki gerçeklere yine,
Bilim ışığıyla ulaşacaktır."
Doğru anlaşılan ve doğru aktarılan, Mustafa Kemal Atatürk düşüncesi
Türk toplumuna birçok konuda ilham kaynağı olacak kadar zengindir. Mustafa
Kemal Atatürk'ün devrimciliği: Toplumsal
dokuya karşı bir devrimcilik değil, ulusal zemindeki kültürel ve tarihsel
zemine oturtulmuş, Türk toplumunun, kendi gerçeklerinin ürünü oldukları, Mustafa
Kemal Atatürk tarafından, “ Biz batının uygarlığını, bir taklitçilik yapalım
diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun
bulduğumuz için Dünya uygarlığı seviyesi içinde benimsiyoruz... Ülkeler
çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir. Ve
ulusun ilerlemesi için de, bu tek uygarlığa katılması zorunludur. Osmanlı
İmparatorluğu'nun duraklaması,
Batı'ya karşı elde ettiği zaferden, çok gururlanarak, kendisini Avrupa uluslarına bağlayan, bağları
kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Türkler bütün
uygar uluslarının dostlarıdır." Tespitini yapar.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk devriminin bir Fransız devrimi taklidi
olmadığını, kendi ülkemize has
Kültürel özellikler taşıdığını ifade ederken de; " Fransız Devrimi bütün dünyada özgürlük rüzgârını
estirmiştir. O tarihten itibaren insanlık ilerlemiştir. Türk Demokrasisi, Fransız
Devriminin açtığı yolu izlemiş, ama kendine has seçkin özelliği ile
gelişmiştir. Çünkü her ulus devrimini, toplumsal olan hal
Ve durumuna, düzenin değiştirilmesi ve devrimin, oluş
zamanına göre yapar." Diyen; Mustafa Kemal Atatürk; Batılılaşmak için
çağdaşlaşmayı değil, çağdaşlaşmak için
batılılaşmayı öngörmüştür.
Çağdaşlaşma; toplumun siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik ve bireysel
başarılarından çağa uygun hale gelmesidir. Mustafa Kemal Atatürk, önce aklı, sonra
bireyin, özgürleşmesi ve egemenliğin kaynağını,
İlahi güçten alan, kendisini de, İlahi güncün, yeryüzündeki temsilcisi
gören, Padişahın kullandığı,
İradesine karşı; Türkiye Büyük Millet Meçlisini koyarak, Saltanat ve
Hilafeti kaldırmıştır. Mustafa Kemal,1921 de Türkiye Büyük Millet Meçlisinde,
yaptığı bir konuşmada, Osmanlı reformistlerinin
Batı taklitçiliğini eleştirirken, “II ‘i Mahmut memleketin yönetimini
ıslah etmek için, teşebbüste bulunmak istedi, fakat yapılan girişimler, Avrupa’yı
taklit etmek oldu. Avrupa kanunlarını almak,
Avrupa düzenlerini almak, Avrupa’nın elbisesini giymek gibi, bir takım
düzenleme girişimlerinde bulundu. Fakat bu gerçekte olumlu sonuç vermedi. Çünkü
ıslahat için taklitçiliğe geçilmişti. Taklit suretiyle olan bu, Islahat, girişimin
doğurduğu karışıklık bugün de sürmektedir.”
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrimini anlatırken de, Fransız Devrimini
anlatırken de,“10 Temmuz Fransız inkılabı, bir baskıcı hükümdarla millet
arasında, en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan,
Bir düşünüşü elde etmeye yönelmiş idi. Hâlbuki bizim inkılabımız, Meşrutiyet
yönetimi dahi özgürlük ve milletin bağımsızlığı için yeterli görmez ve kayıtsız
şartsız, millet hâkimiyetini kendi elinde tutan,
Esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin ilgili olduğu şekil, hiç bir
zaman eski şekillerle karşılaştırılamaz.
Bu iki inkılap arasındaki fark, tarif edilmeyecek kadar büyük olduğunu
zannederim. Birincisi, (Fransız İnkılabı) milletin doğal olarak aradığı
özgürlük havasını, aldırdığını
zannettiren bir harekettir.
Fakat ikincisi,(Türk İnkılabı özgürlük ve hâkimiyeti gerçekleştirilen,
maddi olarak tespit ve ilan eden bir mutlu inkılaptır. Ve şüphesiz, yalnız
Türkiye’de değil, bütün dünyada, önemle dikkate değer bir yeniliktir. Fransız
ihtilali bütün dünyada, özgürlük düşüncesi estirmiş, bu fikrin, halen esas
kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk
demokrasisi, Fransa ihtilalinin, açtığı yolu takip etmiş fakat kendisine has
seçkin niteliğiyle, gelişmiştir. Zira her millet inkılabını, sosyal çevrenin
baskıları ve ihtiyacına bağlı olan hal ve durumuna bu ihtilal ve inkılabın
meydana gelişi,
Zamanına göre yapar.”
Taklitçiliği büyük bir yıkım gören, Mustafa Kemal Atatürk, “Biz, garp
(batı) medeniyetini, bir taklitçilik olarak almıyoruz. Onda iyi olarak
gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi
içinde, benimsiyoruz.”
Mustafa Kemal Atatürk, Türk devriminin
yerli köklerini anlatırken, “Bir ulus için mutluluk olan bir şey,
Bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı nedenler ve koşullar birini
mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bu ulusa gideceği
yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden
yararlanalım.
Ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız. Ulusumuzun
tarihini,
Ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlıklı ve doğruya bağlı bir bakışla
görmeliyiz. Gizlemeden söylemeliyiz ki, bugün bile aydınlarımızın, gençleri ile
halk ve geniş yığınlar arasında, kesin bir uyum yoktur. Ülkeyi kurtarmak için bu
iki düşünüş biçimi arasındaki ayrılığı, durdurmak gereklidir. Bunun için de
halk yığınlarının, yürümesini, çabuklaştırılması, bundan başka da, aydınların
çok hızlı gitmesi gerekir.
Ama halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok aydınlara düşen bir
görevdir.
1921 yılında yapılan I. Maarif (Eğitim) Kongresinde, Mustafa Kemal,
halka söyle seslenir. “Bir ulusal eğitim programında söz ederken, eski dönemin
boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle, hiç de ilişkisi bulunmayan,
yabancı düşüncelerden; Doğu’dan ve
Batı’dan gelebilen, her türlü etkilerden tümüyle uzak, Ulusal ve tarihsel
karakterimize bütünüyle uygun, bir kültürü anlatmak istiyorum.
Çünkü ulusal adabımızın gelişimi, ancak böyle bir kültürle
sağlanabilir…”
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyetini ilan ederken: J.J. Rousseau, Montesquieu
gibi düşünürlerden ve Fransız ihtilalinin yarattığı Fransız Cumhuriyetinden,
esinlendiğini ifade ettikten sonra, bununla yetinmemiştir.
Bir taratanda İslam tarihinde uygulanan dört halife, dönemindeki danışma
(meşveret) sistemini incelemiş olarak;
Öz kültürü olan, Anadolu Selçuklu dönemini incelerken, dikkatini çeken,
Anadolu Selçuklu sultanı Tuğrul Beyin 1055 de Bağdat önlerine kadar gitmesi ve
O dönem Büveyhoğlarının yönetimindeki Şii zulmünden bıkmış olan Halife Kaim
Biemrillah, Anadolu Selçuklu Beyi Tuğrul bey adına hutbe okutması ve onun
hükümdarlığına sığındığını görmüştür. Tuğrul Bey okutulan hutbeden sonra
Bağdat’ın yeni hakimi olmuştur. Tuğrul Bey, 15 Aralık 1055 de uygulamada siyasi
ve idari yetkilerini kısaca Halifenin tüm yetkilerini elinden alarak Halife’ye
sadece din işleri ile ilgili yetki tanımıştır. Mustafa Kemal anlattıklarında görüyor
ki Anadolu Selçuklusu hükümdarı Tuğrul beyi n bu günkü dille söylersek Laiklik
uygulamasını takdir etmiştir. Tuğrul
Bey’in devlet yönetirken dini işleri kendi üzerine almayarak din işlerini
devlet işlerinden ayırmış olduğunu olumlu bulmuş, ama fırsat elinde geçmişken Halifeliği
kaldırmadığını da bir hata olarak değerlendirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurarken bir taraftan
Anadolu Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ülkeyi yönetirken uyguladığı laiklik
sisteminden esinlenmiş, diğer taraftan da Fransa da uygulanan laiklik
sisteminden esinlendiğini anlatırken de, 1055 de Tuğrul Bey’in yarım bıraktığı
Halifeliği de kaldırmıştır.
Kendi kültürünü araştırma sırasında Mustafa Kemal Atatürk, Dağılma
dönemindeki, Anadolu Selçuklusunun
bakiyesi olan Ankara ve çevresindeki Ahilerin, örgütlenip, güçlenerek 1290-1354
yılları arasında bir Cumhuriyet kurmuş olduklarını ve bu Cumhuriyet’i 65 yıl nasıl
yaşatmış olduklarını okuyarak öğrenmiştir. Mustafa Kemal, Ahilerin Kurdukları, Cumhuriyet
ile halkın yönetme, biçimi ve becerisini incelemiş bundan tam 570 yıl sonra
ise,
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini
İlan ederken, nelerden ve nasıl esinlendiğini
anlatırken, “Ben Ankara’yı Coğrafya kitabından ziyade Tarihten öğrendim. Ve
cumhuriyet merkezi olarak, öğrendim. Hakikaten, Selçuklu İdaresinin bölünmesi (inkısamı)
üzerine, Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin, isimlerini okurken bir,
Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir
cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı,
Ankara’ya ilk defa geldim. Ve o günde gördüm ki, aradan geçen asırlara rağmen, Ankara’da hala o
cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün (menatıkını) bölgelerini gezdiğim ve gördüğüm
için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin, bugünkü
halkı da
Aynı kabiliyetten asla uzak değildir… Beni, Türkiye’nin en münasip
merkez, Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile, çok eski ve
bilimseldir. (fennidir)” Diye bilgi
verir.
Bunun dışında Mustafa Kemalin, kendi yaşamı içinde fiilen tanıklık
ettiği, II. Balkan Savaşından hemen sonra 31 Ağustos 1913’e Teşkilatı Mahsusa’nın
özellikle Kuşçubaşı Eşref’in, çalışmaları sonunda kurulan Batı Trakya Türk
Cumhuriyeti, bu Cumhuriyeti, 29 Ekim 1913 de Osmanlı Devleti İstanbul’da
imzaladığı, İstanbul anlaşması ile batı Trakya’yı bütünüyle, Bulgarlara
bırakmıştır. Bulgarlar da bu anlaşmaya dayanarak, bu toprakları tamamen işgal
ederek, Batı Trakya Cumhuriyetine son vermişlerdir. Ve Birinci Dünya savaşından
hemen sonra kurulan, Azerbaycan Cumhuriyeti Devletidir.
5 Kasım 1918 de Karsta kurulan, “Kars İslam Şurası” 25 Mart 1919 da tam
bağımsızlığını ilan ederek,
Güney Batı Kafkas Cumhuriyeti adını almıştır. Türkiye Büyük Millet
Meçlisindeki bir oturumda,
Doktrinler hakkın da yapılan telkinlerin birinde: “Adımızı Koyalım,
adımızı bilelim, Kapitalist miyiz?
Sosyalist miyiz? Bolşevik miyiz? Adımızı bilelim.” Diyenlere, “Biz
benzememekle ve benzetmemekle,
İftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benzeriz.” Diye hitap eden, Mustafa Kemal Atatürk, Ziya Gökalp gibi
“Kültür” ve “ Medeniyet” ayrımına gitmeden, uygulanacak tek medeniyet
olduğunu, bunanda batı medeniyeti olduğunu, ifade etmiş, “Medeni olmayan
insanlar, medeni olanların, ayakları altında kalmaya mecburdur.” Demiştir. Bir başka söyleşiden de
“Medeniyetin ne olduğunu, başka -başka tarif edenler var. Bence medeniyeti, kültürde
ayırmak, güçtür. Ve lüzumsuzdur. Memleketler muhteliftir, fakat “Medeniyet”
birdir. Ve bir milletin ilerlemesi için, bu yegâne (tek) medeniyete katılması lazımdır. Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşü, batıya karşı elde ettiği zaferden çok mağrur olarak,
kendisini Avrupa milletlerine bağlayan, ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu
bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Medeniyete girmeği arzu edip de, Batı’ya
yönelmemiş millet hangisidir?”
“Fakat kültür ayrı şeydir. Uygarlık ayrı şeydir. Biz uygarlığı batıdan
alırız, çünkü uygarlık evrenseldir.
Ama kültürümüze dokunmayız, çünkü kültür millidir.” “Biz ilhamlarımızı
gökten ve gaipten değil,
Doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Derken, “En gerçek yol
gösterici İlim ve fendir.”
Özdeyişini kullanmıştır.
Ünlü Fransız düşünür Georges Duhamel, “Türkiye batının yeni gücü” adlı
kitabından, Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısının, “Medeniyet algısında” olduğunu
belirtmiştir.
“Ne Cromwell, ne Robespierre, ne
Lenin ve ardında gelenlerin, önderlik etkileri, Ulusun bilim felsefesi, düşünme
yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna, kalkışmışlardır… Türkiye, Mustafa
Kemal Atatürk’ün itmesiyle, kendisine yalnız becerikli işçiler, teknisyenler ve
mühendislerin yeterli olmadığını tersine; işlere asıl yön veren, bilim
filozoflarına, yöntem kurucularına, gereksinimi bulunduğunu kavradı. Mustafa
Kemal Atatürk böylece bütün insanların içinde çırpındığı, uygarlık bunalımının
temel sorununa, yani çağdaş bilimin sağladığı, güçlü teknolojinin nasıl
kullanılacağı sorununa en geçerli yaklaşımı getirdi.”
Mustafa Kemal Atatürk, kültür ve medeniyet ayrımı yapmadan, yani
rasyonel akla ve eleştirel düşünce biçimine yönelmiştir. Mısırlı yazar
Muşarrafa, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu yönünü şöyle değerlendirmiştir. “Atatürk’ün
Doğu için değeri somut ve olumludur. Çünkü o bize, kültürce batının etkisi
altında kalıp, boğuluruz yolundaki korkularımızın, temelsiz olduğunu gösterdi. Doğulu
uluslara,
Ulus bütünlüklerini yitirmeden, kendi değerlerini yeni durumlara, nasıl
uygulayacaklarını gösterdi.”
Diye yazmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, çağdaşlaşırken batıya yönelmesinin temel
nedeni, doğu kültürünün 10’u yüzyıldan beri yorumlamaya, batı kültürünün ise,
Antik çağda başlayarak, 15’i yüzyılda da Rönesans’tan beri de, araştırmaya eleştirmeye
dayanmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk doğu medeniyeti derken, nakilciliği ve
yorumculuğu, “batı medeniyeti” derken de, araştırıcılığı ve eleştiriciliği
anlatmak istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, yüzyılın başında küllerinden doğan,
Yeni Türkiye’nin, araştırıcılığa ve eleştiriciliğe, ihtiyaç olduğunu
düşünmüş, Türk devriminin yönünü,
Batıya döndürerek de, Türk devrimine “ Dinamik Devrim” Diyerek, şu tespitlerinden birini yapar.
“bizim programımıza karşı çıkanlar, onu görmeye alışık oldukları, bir
kalıba (doktrine) benzetemiyorlardı. Oysa bizim programımız, temelliydi ve
işlevseldi. Bizde isteseydik, uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal kimi
ayrıntıları yazdırıp, bir kitap (doktrin) yazabilirdik.
Öyle yapmadık. Ulusumuzun maddi
ve manevi, gelişme gereksinimleri doğrultusunda işlem ve
Eylemlerimizle, özlerin ve kuramların önüne geçmeyi tercih ettik.”
Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal Atatürk, karşı olduğu Emperyalist
Batıyla savaşmış, karşı olmadığı Uygar Batıyı benimsemiştir.
Kuşkusuz, uygarlığın ve kültürün temeli, “Özgürlük ve
Bağımsızlıktır.” Özdeyişini her fırsatta
yenilerken, “Şüphesiz her insan cemiyetinin kültürü, yani medeniyet derecesi
bir olmaz, bu farklar,
Devlet, fikir ve iktisat
hayatının, her birinde, ayrı- ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün bileşkesi
üzerinde de görülür. Yüksek bir kültür, sadece, onun sahibi olan millette
kalmaz, Diğer milletlerde de,
Tesirini gösterir. Büyük kıtalara yayılır.” Tespitini yapmıştır. Mutafa
Kemal Atatürk; Sohbet ettiği bazı gazetecilere, Batılılaşmak yâda Doğululaşmak
hedefini şöyle anlatır. “Bizim ülkemiz Asya ve Avrupa için aynıdır. Her
ikisinin de en iyi yönlerini alacağız, fakat bağımsızlığımızı da koruyacağız. Her
şeye yalnızca Türk çıkarlarını, göz önüne alarak Türk görüş açısından
bakacağız.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün dile getirip, Türkiye Cumhuriyetinde
uygulayarak, Hayatımıza katmaya çalıştığı bu gerçeklere karşın,
1940’lardan itibaren, İsmet İnönü Atatürkçülüğüyle, “Atatürk’ü anmak
bir ibadettir” Diyen,
Celal Bayar yakın arkadaşı daha sonra Başbakanı olan Adnan Menderes,
Atatürkçülüğü karşılıklı tartışmış, kendi anlayışlarına uygun bir Atatürkçülük
tarifi yapılarak, Atatürkçülük diye bir İdeolojiyi,
Türk halkına dayatmışlardır.
Yıl 1980’e geldiğinden, Kenan Evren Atatürkçüleri türemiş, Mustafa
Kemal Atatürk’ü “Batıcı”,
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda ki “Çağdaşlaşma” idealine ise
“Batılılaşmak” olarak, adlandırmışlardır. Bu yanlış tahlil ve kendilerince
yaptıkları tespitler,
2014 itibariyle 74 yıldır okullarımızda, çocuklarımıza Tarih
derslerinden, öğretilip, ezberletilmektedir.
Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk, 1925 de Çağdaşlaşma kararlılığı şöyle
ifade etmiştir. “Biz her bakımdan medeni (çağdaş) insan olmalıyız. Çok acılar
gördük. Bunun sebebi, dünyanın vaziyetini
anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medeni olacaktır. Şekillerimiz,
kıyafetlerimiz, tepeden-tırnağa medeni olacaktır. Şunun- bunun sözüne, önem
vermeyeceğiz. Medeni olacağız. Bununla iftihar edeceğiz. Bütün Türk İslam âlemine
bakınız, zihinlerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği, kapsan ve yüksekliğe,
uyduramadıklarından ne büyük, felaketler ve ıstıraplar içindedirler. Bizimde
şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batmamız bundandır.
Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki
değişikliktendir. Artık duramayız. Mutlaka ileri gideceğiz. Geriye ise hiç
gidemeyiz. Çünkü ileriye gitmeye mecburuz. Millet açıkça bilmelidir,
Medeniyet öyle bir ateştir ki, Ona kayıtsız kalanları yakar ve
mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde, layık olduğumuz mevkii
bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundandır. Medeniyetin
coşkun seli karşısında, direnç boşunadır. O gafil ve itaatsizler hakkında çok
amansızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, Göze görünmeyen zerrelerden
yıldızlara kadar, her şeyi gören, aydınlatan, İnceleyen medeniyetin kudret ve
ulviyeti karşısında, Ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle, yürümeye
çalışan milletler, mahvolmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı,
yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak, İlelebet yaşamaya karar vermiş,
Esaret zincirini ise, eşsiz kahramanlıklarla parça-parça etmiştir.”
Mustafa Kemal Atatürk, Çağdaşlaşmayı ancak eğitimle mümkün olacağını düşünmüş
ve bu konuda kendi görüşünü de şöyle ifade etmiştir. “Okulla, okulun verdiği, ilimle,
fenle, Türk ulusu, Türk sanatı,
Türk ekonomisi, Türk şiiri ve edebiyatı, bütün ince güzelliklerle belirtip
gelişecektir. Ülkemiz için
Uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin vakit geçirilmeksizin, yapılması
ve gelişmesi gereklidir. Bütün ilim ve fen insanları… Öğretmenlerimiz, ozanlarımız,
yazarlarımız bu uğurda, çalışmayı, bir namus borcu bilmelidir.” “Gözlerimizi
kapayıp, yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine
alıp, cihan ile alakasız yaşayamayız. Bilakis sürekli-sürekli ilerleyen, bir
millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve
fenle olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız. Ve her ferdin, milletin
kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
MUSTAFA KEMAL'İN SOYU:
1041 yılı civarında Hazar Denizi'nin güneyinde ve güney batısında Tahran, Kazvin Reşat, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan "Kızıl Özen" veya "Kızıl Ören" bölgesinde yaşayan ve İldeniz hükümdarlarından Arslan Şah'ın... oğlu Kızıl Bey'in oymaklar'ı olduklarında bu Türkmenlere "Kızıloğuz" Türkmenleri adı verilmiştir.
Özellikle 14 ve15. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Balkanlara doğru yayılmıştır. Bu yayılmayı önceleri korkusuz yeniçeriler, ardından da Asya'dan Avrupa'ya akın eden Türkmenler Balkanlarda Sarp Makedonya dağ eteklerine yerleşmeye başlamışlardır.
Osmanlı tarafından Anadolu'dan, Makedonya'ya göç ettirilen; ki bu göçlerin hepsinin devlet organizasyonu sonucu olduğunu sanmayın içinde Osmanlının özellikle Yavuz Sultan Selim zamanında yani 1514 Çaldıran savaşı öncesi Anadolu'daki, Alevi Bektaşi'lerin kimine göre 40.000 kişi kimine göre 80.000 kişinin hunharca katledilmesinden sonra Anadolu'da arta kalan bazı. Alevi-Bektaşileri, canlarını kurtarmak için Balkanlara yönelmişlerdir.
15. yüzyılda Anadolu'dan Makedonya'ya göç ettirilen Türkmenlerin bir kolu Kızıloğuz (Kocacık) Türkmenleridir. Yapılan tüm araştırmalar Kocacık Türkmenlerinin oğuzların Kızıloğuz boyunda olduğunu göstermektedir.
Selçuklu Devleti zamanında Anadolu'ya yerleşen Kızıloğuzlar, Osmanlının Balkanları Türkleştirme politikası (iskan) gereği Anadolu'dan Balkanlara göçürülerek Makedonya, Teselya ve Selanik'e yerleştirilmişlerdir. Bu Türkmen topluluğunun en yoğun olarak yerleştirildiği yer Teselya'nın Larisa (Yenişehir) kentidir.
Osmanlı Devletinin Balkan yarımadasındaki yayılma ve ilerlemesine paralel olarak sayıları ve önemi artan Türkmen- Yörük gruplarını organize etme ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Rumeli'ye çeşitli zaman ve yerlerden getirilen bu Yörük gruplar 15. yüzyılın ortalarına doğru askeri ve stratejik görevlerde belli roller üstlenmeye başlamışlardır.
İşte Mustafa Kemal'in Baba soyuda bu Yörük gruplardan biri olan Kocacık yani Kızıloğuz Türkmenlerine dayanmaktadır.
Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi'nin dedeleri Konya Karaman'dan Aydın Söke'ye göçtürülerek, önce Vidin, daha sonra da Serez'e gelmişlerdir.
Osmanlı Padişahi ııı. Selim'in Nizam-ı Cedid düzenlemeleri döneminde, 1827 Osmanlı-Rus Savaşının yenilgisiyle meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak ortaya çıkan Bulgar, Yunan Sırp eşkıya veya çetelerinin Balkan coğrafyasında yaptıkları taşkınlıklar sonucu Mustafa Kemal'in Dedesi ailesiyle Selanik'e yönelmişlerdir.
Manastır Vilayetinin Debre-i bala Sancağının Kocacık Nahiyesine gelen aile, Tahminen 1830 larda Selanik'e yerleşmişlerdir. Mustafa Kemal'in kimliğini araştıran araştırmacıların yaptıkları hesaplamaya göre, Mustafa Kemal'in babası Ali Rıza Efendi tahmini tarihle 1839 yılında, burada Dünya'ya gelmiştir.
Ali Rıza Efendi'nin babası yani Mustafa Kemal'in dedesi Kırmızı Hafız Ahmet'tir. Kırmızı Hafız Ahmet'in Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi ve Nimeti Hanım adında bir kız kardeşi vardır. Ali Rıza Efendinin ayrıca Rukiye Hanım isminde bir kız kardeşi ve Salih Efendi adında bir erkek kardeşi vardır.
Ali Rıza Efendi Selanik nüfus kayıtlarına "Karakocalı Yörük Taifesinden" diye kayıtlıdır.
Mustafa Kemal'in Selanik'ten mahalle ve okul arkadaşı olan eski milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey Mustafa Kemal'in atalarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık Nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıkların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörük'tür. Hayvancılıkla geçinirler, Sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri, Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları hatta lehçeleri de aynıdır." Der.
1993 yılında gazeteci Altan Araslı "Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk. Atatürk Yörük Türkmen'i" başlığıyla Üsküp'te görüştüğü Numan Kartal, Atatürk'ün baba soyu hakkında bize şunları aktarır.
"Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayetinin Debre-i Bala Sancağına bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri, Anadolu'dan geldiler. Bizler Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk'ün babası İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. Golalar ise 'hudut gazileri' anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı mahallesinden, babaannesi ise Yukarı mahallesindedir. Ayşe Hanım Taşlı mahallesine gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı mahallesinde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık'ın Taşlı mahallesinin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar, Bu nedenle oraya Dere mahallesi de denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradaydı. Kocacık'tan temelli göç ettikleri zaman evlerini Etem Maliklere satmışlar. Malik'in oğlu Hayrettin İzmit'te oturmaktaydı. Der.
Mustafa Kemal'in kız kardeşi Makbule Hanım'da soylarının Yörük olduğunu şöyle ifade etmiştir. "Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi." anlatmıştır.
Osmanlı Devletinin yerleştirme (İskan) siyaseti gereği Rumeli'ne göçürülen ve Mustafa Kemal'in baba soyunu oluşturan "Karakocalı" (Kızıloğuz) Türkmenlerinin Anadolu'daki kolu bugüne kadar bilindiği kadarıyla Alevidir. Rumeli'ne göçtükten sonra da Bektaşılığın etkin olduğu bir Bölgede; Aleviliklerini korumaları ve sürdürmeleri hiçte yadırganacak bir durum değildir.
Mustafa Kemal'in baba soyundaki Alevi-Bektaşi etkisine karşın, anne soyunda bazı akrabalarının Sünni İslam anlayışını benimsedikleri Yörük Türkmenlere rastlanmıştır.
Mustafa Kemal'in amcası Salih Bey'in eşi Müberra Hanım, Selanik eşrafından Mevlevi -Şeyhizade ailesindedir. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetine Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne konuk olarak gelen amcasının kızı Vüsat Hanım'ın Ramazan orucu tuttuğu ve Mustafa Kemal'in de bu akrabasına iftar ve sahur yemeklerinin verilmesini isteği bilinmektedir. Ramazan orucunu tutma geleneği daha çok Sünni inanışlı İslam anlayışını benimseyenlere ait olmasına karşın, Balkanlar'daki Alevi-Bektaşi inançlı Müslümanlar arasında da Ramazan orucu tutanlar görülmüştür.
Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendinin Mustafa'dan başka Ahmet ve Ömer isimli iki oğlu ve Naciye, Fatma, Makbule adlı üç kızı olmuş fakat Mustafa ve Makbule adlı üç kızı olmuş; fakat Mustafa ve Makbule dışındaki çocukları küçük yaşta ölmüştür.
Mustafa Kemal'in Babası Ali Rıza Efendi Osmanlı-Yunan sınırındaki Olimpos Dağının ormanlarla kaplı eteklerindeki Paşaköprüsü gümrük kontrol noktasında, gümrük muhafaza memurluğu yaptığı yıllarda ailesiyle birlikte çok sıkıntı çekmiştir. Burası kara yolu bile olmayan çok kötü koşulları olan bir yerdir. Ali Rıza Efendi ailesini derme çatma bir eve yerleştirebilmiştir. Üstelik burası Rum çetelerinin herkesi haraca bağladığı bir uğrak yeridir. Çok geçmeden aile ikinci çocukları olan Ömer'i de ilaçsızlık ve bakımsızlık nedeniyle kaybedeceklerdir. Bu ölüm olayında sonra kızları Fatma ve sonrada oğulları Ömer ile iki çocukları daha ölür. Şimdi ailenin tüm dikkatleri sağ kalan Ahmet'e yoğunlaşmıştır. Ancak bir süre sonra oğulları Ahmet de ölür. Ali Rıza Efendi oğlu Ahmet'i sahilde açtığı mezara gömer. Bazı kaynaklara göre ve Soner Yalçın'ın 18 Mayıs 2008'de Hürriyet gazetesinde yayınladığı "Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım Evliliğinin Trajik Hikayesi" adlı çalışmada bize aktardığı gibi, o gece çıkan fırtına denizde dev dalgalara neden olmuş ve kıyıları döven dalgalar Ahmet'in mezarını aşındırmış, ve Ahmet'in cesedi açığa çıkmıştır. Ahmet'in o küçük bedeni, dağlardan inen aç çakallara yem olmuştur. Sabah bu korkunç manzarayı gören Zübeyde Hanım oracıkta bayılmıştır. Bu elem dolu olay güzü yaşlı anneyi ruhsal olarak çökertmiştir.
Mustafa Kemal'in baba soyu, dedesinin kardeşi Kırmızı Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam ettirilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Onun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım'dan olan çocuklarla aile yedinci kuşağa ulaşmıştır. Belgelerde Mustafa Kemal'in Müberra Hanım'a "yenge" diye hitap ettiği görülmektedir. Bunların beş çocuklarından biri olan Necati Erbatur 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan törenle nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütlügil'in nikahları 2 Ekim 1937'de Park Otel'inde yapılmış ve nikah törenine Mustafa Kemal katılmıştır. Mustafa Kemal ayrıca bazı özel mektuplarında "Lütfi enişte" diye birinde bahsetmektedir. Ancak Selanik'te yaşadığı anlaşılan bu "Lütfi eniştenin" kim olduğu şimdiye kadar anlaşılamamıştır.
Yazı fazlasıyla uzayacak. Benimde şu an dışarı çıkman gerek onun için sizlerden özür dileyerek,devamını daha sonra yazıp,paylaşırım.
"ATATÜRK'ÜN SOYU" AÇIKLANDI...!
-Baba tarafından dedesi Kızıl Hafız Ahmet Efendi 14-15. yüzyıllarda Karaman’dan Makedonya’ya, Kocacık’a yerleşmiş Kızıl Oğuz (Kocacık) Yörüklerindendir.
-Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş köklü bir Türk ailesinin kızıdır.
Hüseyin Tepe
Güncel Bakış
hüseyin-tepe @blogspot.com
Gönderen: Hüseyin Tepe
Zaman: 19Mayıs 2014
Saat: 23.40