26 Şubat 2017 Pazar

İstanbulun köy isimleri

İstanbul’un Köylerinin Adı Nereden Geliyor?

İstanbul’un köylerinin bazısı ilk çağlardan veya Bizans döneminden beri vardı; bazısı da yeni kuruldu. Adını beylerden, azizlerden, padişahlardan alan da oldu; oraya yerleşen milletlerle anılan da. Aslında ortak noktaları, bir süre sonra eski isimlerinin Türkçeleştirilmesiydi.
İstanbul’un köylerinin kapısını şöyle bir aralayalım…

1. Alibeyköy

Burası adını Karesi Beyliği Emirlerinden Gazi Evrenos Bey’in oğlu Ali Bey’den aldı. Bu semtin alâmetifarikası, sadece fetihleriyle ünlü beyleri değil bir de uçsuz bucaksız mısır tarlalarıydı. Ama günümüzde tarlalar yerini semtin göbeğindeki dev mısır heykellerine bıraktı.

2.  Ataköy

Ataköy, Osmanlı’nın en genç semtlerindendi ve eski adı Baruthane’ydi. Bir zamanlar İstanbul’un epey dışında kaldığı için, II. Mahmut buraya baruthane yaptırmıştı. Ama 1950’lerden itibaren başlayan kentleşme ve göç hareketinden burası da nasibini alacaktı.

1955’te Emlak Kredi Bankası, Bakırköy-Topkapı arasındaki semte 50-60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri kurmayı planladı. Konutlar üç sene sonra göğe yükselmeye başlamıştı. O dönemde yapılan anketle de ismi Ataköy kabul edildi.

3.  Arnavutköy

Ortaköy ve Bebek arasında yer alan semtin İlk Çağ’da adı Hestai, Bizans döneminde ise Promotu ve Anaplus’tu. Burası uzun süre Vicus Michaelicus veya Scaleae (İskele) adıyla da anıldı. Fatih Sultan Mehmet , Arnavutluk’u Osmanlı topraklarına katınca, buraya Arnavut göçmenler yerleştirildi ve bölge bu ismi aldı. 16. yüzyılda, üzüm bağlarıyla ünlü bu yörede halkın avlanmasının yasaklanması istenmiş, bostancıbaşına gönderilen bir fermanda burası Arnavutköy olarak geçmişti.

4. Bahçeköy

Kanuni Sultan Süleyman, 1521’de Belgrad Seferi dönüşünde getirdiği Sırp esirleri buraya yerleştirince, yöredeki köye Belgradköy, civarındaki ağaçlı bölgeye de Belgrad Ormanı adı verildi. 1800’lerin sonunda köylülerin su kaynaklarını kirletmesi üzerine köy şimdiki yerine taşındı ve Bahçeköy adını aldı. En sonunda ise Lozan Anlaşması ile 1924’teki nüfus mübadelesinde demografik yapısı değişti. Selanik sancağına bağlı Vodina Karacaova bölgesinden gelen Müslüman Türkler buraya yerleştirildi.

5.  Bakırköy

Kentin sur dışında, Ataköy-Florya arasında yer alan bu semti Latinler “Yedinci” anlamına gelen Septimum, Bizanslılar da aynı anlama gelen Hebdomon adıyla andılar. Bu isim yörenin, Ayasofya’nın önündeki dünyanın merkezi, “0 noktası” kabul edilen Milyon Taşı’na, Roma mili olarak uzaklığını simgeliyordu.

Semte Bizans’ın son döneminde, uzun köy anlamına gelen Makri Khora / Makri Khori; Osmanlı’da ise Makri Köy denildi. Bu isim 1925’te yer isimleri Türkçeleştirilirken Bakırköy oldu.

6.  Basınköy

Burası 1959’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin üyeleri tarafından kooperatif olarak kuruldu. Sakinleri arasından mühim gazeteciler, yazarlar eksik olmadı. Yaşar Kemal, Altan Erbulak, Çetin Altan, Hakkı Devrim, Mehmet Ali Birand burada oturdu. Ahmet Altan, Orhan Kemal’in büyük oğlu Kemal, Umur Talu gibi isimler ise semtin futbol takımında top koşturdu.

Eski otomobil pazarı ile ünlü, Florya ile Atatürk Ormanı arasındaki bu semt elbette adını Türkiye’nin basın hayatına damgasını vurmuş sakinleri sayesinde aldı.

7. Boyacıköy

Bugün Avrupa Yakası’nda Boğaz kıyısında, Emirgan ile Baltalimanı arasında yer alan, tarihi konaklarıyla ünlü bu semt adını III. Selim zamanında aldı. Sultan’ın Kırklareli’nden fes, şayak, aba ve çul benzeri kumaşları boyamak ve bu sanatı yaygınlaştırmak için getirttiği 40 kişilik Kafrariyofi (Kafkariyodi) ailesi buraya yerleştirilince semtin adı Boyacıköy oldu.

Bir taraftan boyacılık sanatının icra edildiği Boyacıköy, diğer taraftan sahil boyu sayfiye yeri olarak yazları kentin ileri gelenlerini ağırlıyordu.

9. Çengelköy

İsmi konusunda rivayet muhtelif semtlerden biri Çengelköy. Semtin Bizans’taki adı, İmparator Jüstinyen’in karısı Sophia’ya ithafen Sophianea’ydı. 11. asırda burasının Singelköy diye anıldığı biliniyor. Bu adın patrikliğe aday olanlara verilen Singelos unvanından kaynaklandığı tahmin ediliyor.

Osmanlı döneminde, bu semtte gemi çapaları imal edildiği için semte bu adın verildiği en yaygın inanıştı. Bir başka söylentiye göre ise Osmanlı döneminde kaptan-ı deryalığa kadar yükselen Çengeloğlu Tahir Paşa burada oturmuş ve semtin isim babası olmuştu.

10. Demirciköy

Osmanlı zamanında padişah ve paşaların avlanmaya gittiği bu yer mesire alanlarıyla ünlüydü. Hatta paşaların rağbeti yüzünden buraya “Paşalar Köyü” de deniliyordu. 17. yüzyılda köye gelen aileler demircilikle uğraştığı için bu ismi alan köy, Fransız Devrimi’nden kaçıp İstanbul’a gelen Alyon Ailesi sayesinde popüler hale gelmişti. Alyon Ailesi yaz aylarını burada geçirmeye başlayınca köy bir anda zenginlerin uğrak yerine dönüşmüştü.

11.  Erenköy

Bir zamanlar üzüm bağlarıyla ünlü bu köyün geçmişi, Orhan Gazi döneminde bölgeye yerleşen akıncılara ve savaşçı dervişlere uzanıyor. Burada oturan ve halk tarafından çok sevilen Eren Baba; çevresindekilere bilgeliğini, semte ise adını bahşetti. 1800’lerin sonunda Haydarpaşa-İzmit demiryolu Bostancı’ya uzatıldığında ise istasyona göre içeride kalan asıl Erenköy, İçerenköy adını aldı.

12. Feriköy

Buranın adı hakkında da rivayetler muhtelif. Ermenicedeki “veri”, yani “yukarı” kelimesinden Yukarıköy anlamına geldiği söylenirken, bir başka hikâyede İstanbul’un ünlü Levantenlerinden Mösyö Ferry karşımıza çıkıyordu. Burada bir köşk yaptıran Mösyö Ferry, civarda avlanırken attan düşüp ayağını kıran Sultan III. Ahmet’in yardımına koşunca bölge bu ismi almıştı.

Bir diğer söylentiye göre de, Abdülmecit tarafından, bugün semtin bulunduğu yer Madam Feri’ye bağışlanmıştı ve semtin ismi buradan geliyordu.

13. Hadımköy

Semt adını, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Hadım Baba ismindeki bir hadımağasına bağışlanan topraklara kurulmasından; bir diğer rivayete göre ise “hizmet eden” anlamına gelen hâdim kelimesinden alıyor. Bu sefer karşımızda Hâdim Baba vardı ve o bir hadımağası değildi. Kendi adını taşıyan caminin avlusundaki türbesinde yatan bu zatın kim olduğu ise hâlâ bilinmiyor.

14.  Hasköy

Haliç kıyısındaki Hasköy de ismiyle ilgili muhtelif rivayetlerin döndüğü yerlerden biri. Kimine göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı zaman otağını buraya kurmuş ve bu yüzden buraya “hükümdara özgü olan manasında” has denilmişti. Böylece Hasköy adını almıştı.

II. Selim döneminde yaptırılan has bahçelerden geliyor, ikinci bir rivayete göre buranın adı. Son rivayet ise Aya Paraskevi Kilisesi’nden ötürü uzun yıllar semte “Parasköy” denilmiş olması; bu isim zamanla Hasköy’e dönmüştü.

15. Kadıköy 

Semtin tarihi epey eski. M.Ö. 1000 civarında Fenikeliler, Fikirtepe civarına Harhadon isminde bir ticaret kolonisi kurdu. Daha sonra Moda civarında “Bakır Ülkesi” anlamına gelen Halkedon (Kalkedon) tarih sahnesindeydi. M.Ö. 658’de Sarayburnu’na yerleşen Bizanslılar Kadıköy’ü Khalkedon (körler ülkesi) diye nitelendirdiler. Bugünkü Tarihi Yarımada bırakılıp da karşıya yerleşilir miydi hiç?

Fatih Sultan Mehmet, Nasrettin Hoca’nın kızının torunu olan ilk İstanbul Kadısı Celalzade Hızır Bey’i buraya yerleştirince semte önceleri Kadıköyü, sonra ise Kadıköy denildi.

16. Karaköy

Burasının eski adı Karayköy’dü ve bölgenin ilk ahalisi Fatih Sultan Mehmet zamanında semte yerleştirilen Karai Musevileriydi.

Kırım’dan gelen ve Tatar Türkçesi konuşan Karailer, Yahudi din yasalarının temeli Talmud’u ve Tevrat tefsirlerini mukaddes metin saymıyorlardı. Sadece Tevrat’ı kabul ediyorlardı. Bu yüzden İbranice “kitapçı” “okumacı” anlamına gelen Karâî ismini almışlardı. Tahmin edileceği gibi Karayköy zaman içinde Karaköy’e döndü.

17. Mecidiyeköy

Çok değil, bundan 50-60 yıl önce bile dutluklarıyla meşhur Mecidiyeköy, muhacirlere toprak vererek semti yerleşime açan Abdülmecid’den alıyor adını. Çünkü Abdülmecid’in saltanatı sırasında, 1839-1861 yıllarında Osmanlı’nın sınırlarındaki yerleşimlerden göçenler İstanbul’a sığınmıştı. Onlara yer göstermek için de bu bölge seçilmişti.

18. Merdivenköy

Göztepe civarındaki Merdivenköy’ün eski adı Bizans döneminde Kutsal Anneler Ülkesi anlamına gelen Aya Mamanos’tu. Semt, Fatih Sultan Mehmet zamanında sarayın süt, peynir, yoğurt ihtiyacını karşıladığı için Mandıra diye de anıldı.

Bugünkü ismi ise halkının çoğunun Alevi-Bektaşi olmasından ötürü “imanına güvenilir” anlamına gelen “merdi iman”dan geliyor.

19. Ortaköy

Antik çağda Arkheon (Argion) diye anılan semt, yeni ismini Bizans’ta I. Basileios döneminde yaptırılan Ayios Fokas Manastırı’ndan aldı ve balıkçı köyü oldu.

Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman zamanda yerleşimin başladığı köye, dere vadisinin ortasında olmasından kaynaklı Ortaköy adı verildi. Bir zamanlar köyün göbeğinden geçip denize dökülen dere ise Dereboyu Caddesi’ne dönüştü.

20.  Polonezköy

Polonezköy, 1830 Polonya Ayaklanması’nda hükümet başkanı, sonra da Polonyalı sürgünlerin lideri Prens Adam Czartoryski tarafından 1842’de kuruldu. Kurucusundan ötürü önce Adampol adını aldı.

Başta, Saint Benoit Fransız Lisesi’ni yöneten Lazarist rahipler tarafından çiftlik olarak düzenlendi. İlk zamanlarında 12 kişinin oturduğu bu Polak köyü zamanla kalabalıklaştı. Şimdilerde ise ünlü kahvaltıcıları ve yemyeşil doğasıyla kentin arka bahçesine dönüştü.

21. Sefaköy

Küçükçekmece’ye bağlı Sefaköy’ü 1800’lerin sonunda Bulgaristan Deliorman’dan göç eden Karaömeroğlu İbrahim Safra kurdu.

O zamandan beri Balkanlar’dan göç alan ve bugün Balkan göçmenlerinin yaşadığı semtin ilk ismi Safraköy’dü. Safra olarak da anılan yer, zamanla şimdiki adını alarak Sefaköy oldu.

22. Tokatköy Geçmişte mesire yeriyken sonradan sarayın av alanına dönüşen Beykoz’a bağlı bu yerin kaderi, padişahın iki dudağının arasından çıkan cümlelerle şekillendi. Rivayete göre Tokat Kalesi alınınca Fatih Sultan Mehmet çok heyecanlandı. Oraya hemen Tokat Kalesi’ne benzer bir kale yaptırdı, içini çiçeklerle süsledi ve “Buranın adı Tokatköy olsun” dedi.

23.  VaniköyAnadolu Yakası’nda, Çengelköy ve Kandilli arasında yer alan semte Bizans zamanında Nikapolis (Güzel kent) deniliyordu. Şimdiki adını ise 17. yüzyılda yaşamış sofu bir Müslüman’dan alıyor.
Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, din âlimi Mehmet Efendi’yi Van’dan getirip buraya yerleştirdi. Vakit kaybetmeden semte cami yaptıran Mehmet Efendi Van’dan gelen, Vanlı anlamında Vani Mehmet Efendi olarak tanındı; böylece buraya Vaniköy denildi.

24.Antik çağlarda Neapolis (Yenişehir) adıyla anılan yöreye, Bizans döneminde epey bol olan çilek bahçeleri ve kocayemiş ağaçları nedeniyle “koca yemişlik” anlamına gelen Kommarodes deniliyordu.
Burası fetihten sonra Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanıyla kuruldu. İlk sakinleri Romanya’nın Geni Bölgesi’ndendi. Bu nedenle Geniköy adı ile anılan köy, Kanuni’nin buyruğu ile Yeniköy olarak anıldı. Rumlar ise bölgeye aynı anlamı taşıyan Neahorion dedi.

25. YeşilköyBurası, eski adı Ayastefanos’u bir azizden alıyordu. İlk din kurbanlarından Aziz Stephanus’un mezarı Filistin’den Vatikan’a taşınırken, İstanbul’dan yola çıkan gemi fırtınaya tutuldu ve şimdiki Yeşilköy sahiline sığındı. Fırtına o kadar kuvvetliydi ki azizin kemiklerini taşıyan lahit günlerce bir çadırda saklandı.

Daha sonra bu olayın anısına oraya bir kilise yapıldı ve Ayastefanos denildi. Bu isim Cumhuriyet sonrası, uzun yıllar semtte oturan yazar Halit Ziya Uşaklıgil’in önerisi ile Yeşilköy  olarak değiştirildi.

KÜRTLER KARARINI VERMİŞ-MİŞ

DE HAYDI BAKALIM!
Yakın tarihimiz sayılan son 200 yıllık bir Çabanın vardığı noktaya bakar mısınız? İmparatorluklar dağıldı....
uygulanan siyasi yönetim sistemlerin kimi sık-sık değişerek kimi biraz daha uzun ömürlü savaşlar verirken.....
...
gelişmiş çağdaş dünya en azında sınırları belli ülkelerde bu sorunlara kendi içinde demokratik yöntemler kullanarak yollarına devam ederken daha iyiye daha güzele doğru...
biz hala halkların refahı ve demokratik hakları için ille de kendimize lider arar durur ve çıkış yolu olarak da uygulanacak ancak bu yönteme sığınarak bulunabileceğine sığınırız...
insan biraz ileriye gideyim isterken; bizim kiler ilkel devlet yöntemlerinde olduğu gibi kendileri tarafından efsaneleştirilmiş kahramanlar aramıyor mu?
Vah halimize ki ne vay...
sadece çıplak göz ile baktığımızda binalar yollar vesaire ile giyim kuşam ve yiyecekler sanki çağdaş bir yaşam içindeymişiz gibi geliyor insana....
Amma velakin aklımızı devreye sokup sorular sorarak düşünerek baktığımız da olup bitenlere ....
yine vay halimize ki ne vay,,,
Devamını Gör
DTK kongresi için geldiğimiz kentte edindiğimiz izlenim o ki, çatışmalı sürecin getirdiği dezavantajı Kürt Özgürlük Hareketi artık lehine çevirmeye başlamış.
haberdar.com

68-78 KUŞAKLARI

68 Kuşağının Anlatılmayan Öyküsü

“Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar”68 kuşağı üzerine bugüne kadar pek çok kitap, makale yazıldı; belgeseller, diziler, filmler çekildi. Ama bir konunun üzerinde nedense pek durulmadı. Bu nedenle 68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini yazayım, kararı siz verin…
Arkadaşım dert yandı: “Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi. Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi? Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı. Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar. Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu. Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi. ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu. ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü. Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı. Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti. Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü. Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak…”
ŞAİRDİLERSize 68’lileri anlatmalıyım: Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.” Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı. SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı. Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
ODTÜ’NÜN DONLARI1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı. Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?” İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler; “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz… Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz? 68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı. Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de… Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu. Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Aşkı da yaşadılar doyasıya… Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi. O da 25 yaşındaydı. O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler. Oysa… Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar. Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar? Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı? Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz? Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz? Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINEDelikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar. Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular. 68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle. Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü. Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı…
SBF’NİN DANS PARTİLERİMahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazıp hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı. Resimden, edebiyattan gelmişlerdi. Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı? Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı. Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi? Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi? Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular. FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü? ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil mi? Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi? Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı? Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı? ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı? SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi? Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in adını duymuş mudur? ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin… Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı. Hangisini yazayım? 68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz? Oysa… Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.
HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ: YAŞAR YILMAZ
İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi. İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı. Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı. Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı: 1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti. Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı. Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı. Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü. Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı. Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı. Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı. Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya çağırdı. Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti. İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu. İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır. 5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi. Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi. Neler bulmadı ki: Paris Louvre Müzesi: Mağnesia’daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos’dan sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri. Londra British Museum: Ksantos’dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos’tan (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum’daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri). New York Metropolitan Müzesi: Sardes’ten (Salihli) sütun ve diğer eserler, Bergama’dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes’ten heykeller, mermer lahitler, Kültepe’den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri. Boston Müzesi: Asos eserleri Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri. Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu. Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri. Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri. Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m’ye yakın mermer duvar frizleri Efes’ten giden binlerce eser. Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet’ten mermer heykeller. Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene’den tapınaklar, Zincirli’den Hitit tapınağı, Hattuşaş’dan heykeller, 33 metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine ait eserler. Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya’dan heykel ve Troya eserleri. Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri. Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya’dan türbe sandukası, Cizre Camii’nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
Daha sırada 60 bin eser var. Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor. Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır.

TC 91 CI YILI KUTLAMASI

Hüseyin Tepe:
Türkiye'nin; Türkçe anlamı da bir başka dilce anlamı 'da Türkiye' dir.
Mustafa Kemal'in tanımı ile "Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran halka Türk Halkı denir."
Kurulan devlete de Türkiye Cumhuriyeti Devleti denir.
Cumhuriyet'in kelime kökü ise Arapça "Cemahir'den" yani topluluk- halk tanımından gelmektedir.
Türkçe okunuşu ile Cumhur'dan gelir; Türkçe karşılığı da Arapçada olduğu gibi yine "halk" demektir.
Türkiye Cumhuriyeti'ne, gönlünce anlamlar yüklemek isteyenlere bir kez de benden duyurulur...
Dikkat edenler bilir ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin taşıdığı anlam da: Türkiye Halk Devleti'dir...
Hepsi bu...
Ama: hiç ama hiç unutulmasın ki;
Mustafa Kemal Cumhuriyet rejimini anlatırken hep Demokrasi ile tarif etmiştir...
Mustafa Kemal'in hangi konuşmasına,
hangi söyleyişine,
çıkardığı hangi yasa ve verdiği hangi emre bakılırsa bakılsın;
Savaş cephelerinden verdiği hangi savaşa bakılılarsa bakılsın, hepsinin kökünde Demokrasiyi görmeyen varsa buyursun bana anlatsın...
Mustafa Kemal hiç bir zaman aldığı ve varlığını borçlu olduğu kültür ve evrensel insan haklarının dışında hiç bir güce minnet duymamış ama kendisini hep başta ait hissettiği Anadolu insanına sonra da mazlum dünya insanlarına karşı borçlu hissetmiştir.
Ben de; Mustafa Kemal'in bizi tanıştırdığı bu güzel dünya için, ona ve bize bıraktığı evrensel insan hakları başta olmak üzere doğup büyüdüğüm kültürüme karşı kendimi hep borçlu hissettim.
Bu borcumu ödeyebilmek için de elimden gelenin fazlasını vermeye hazır, toplumsal bir birey olarak insan varlıklarına katılmaya devam etmeye kararlı biri olarak 91 yaşını kutladığımız Cumhuriyete saygılarımı sunarım...
Huseyin Tepe
Devamını Gör
Beğen
Yorum Yap

SOVYETLER BİRLİĞİ- TÜRKİYE

CanikA Mavi Umut, Deniz Erdogan ile birlikte.
29 Ekim 2014
Lenin, daha doğrusu Sovyetler Birliği Merkez Komitesi Ocak 1922’de “askerlik işlerinden” anlayan Litvanya büyükelçisi Semiyon İvanoviç Aralov’u Ankara’ya Sovyet...ler Birliği Büyükelçisi olarak görevlendirir. Lenin Aralov’a yeni görev yerini anlatırken, Anadolu’nun ve Mustafa Kemal Paşa’nın portresini çizer. Bu arada Mustafa Kemal’in ve Anadolu kurtuluş hareketinin siyasal yönelimleri hakkında tespitlerde bulunur; Aralov’a gittiği ülke (Türkiye) ile ilişkilerinde nelere dikkat etmesi gerektiğini anlatır. Ancak Lenin sözlerinde devrim ihracına yönelik en ufak bir beklentiye yer vermez; onunki emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren bir halka karşı 17 Ekim devrimiyle birlikte evrenselleşen insani duygulardır.
Atatürk’le diplomatik sınırları aşan dostluk düzeyinde bir ilişki geliştiren Aralov, anılarında Lenin’in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında kendisine söylediklerini şöyle anlatır:

“Türkler millî kurtuluşları için savaşıyorlar. Emperyalistler Türkiye'yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve baş kaldırdılar. Sabır bardağı taştı, gerek Doğu halkları gerek biz emperyalist kuvvetlere karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bitirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.
Mustafa Kemal Paşa tabii ki sosyalist değildir ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılabımızın önemini anlamış olup Sovyet Rusya'ya karşı olumlu davranıyor. O istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Kapitalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikle silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız. İngiltere onların üzerine Yunanistan'ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı.
Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye'ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya'ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz moralce büyük bir güç kazanmışlardır.
Çarlık Rusyası yüz yıl boyunca Türkiye ile savaşmıştır. Bu tabii Rusya'nın Türkiye'nin amansız düşmanı olduğuna dair yapılan propagandalarla halkın hafızasında derin izler bırakmıştır. Bütün bunlar Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki güvensizlik ağır geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, sakıncalı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayırımı sözle değil, işle göstermek ve anlatmak gerekmekledir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayii çok azdır. Olanı da Avrupa kapitalistlerinin elindedir, işçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz!.. Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güleryüzlü olunuz!..
En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı istilacı politikalarına karşılık bizim hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!.. Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim: En kuvvetli bir ihtimalle silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.”
Sovyet resmi verilerine göre Kurtuluş Savaşı döneminde Rusya’nın Türkiye’ye yaptığı askeri ve nakdi yardımlar:
39.000 tüfek
327 makineli tüfek
54 top
63 milyon fişek
147.000 top mermisi vs.
2 avcı botu
Doğu sınırlarından eski Rus ordusunun bıraktığı askeri malzemeler
Ankara’da iki barut fabrikasının kurulmasına yardım
Fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammadde sağlama
200 kilo külçe altın
100.000 altın Ruble (kimsesiz gazi çocukları için yetimhane kurulması amacıyla)
20.000 Lira (basımevi ve sinema teçhizatı alımı için)
10 milyon altın Ruble
Semiyon İvanoviç Aralov - Bir Diplomatın Hatıraları
Ayrıca bakınız: Şevket Süreyya Aydemir - Tek Adam: Mustafa Kemal 1919-1922, Cilt II

EMİNE ÜLKER TARHAN VE PARTİSİ

Coşkun Gülten Kartal:
Emine Ülker Tarhan, kurduğu Anadolu Partisi'nin kısa adını "ANA PARTİ" olarak açıkladı. Anavatan Partisi 1983 yılında kurulduğunda, Kurucu Genel Başkanı Turgut Özal da partinin kısa adının "ANA PARTİ" olacağını söylemişti. Ancak, yanlış hatırlamıyorsam bu isme "izin verilmediği" için kısa ad ANAP olarak değiştirilmişti. ANAP, 12 Eylül öncesinin dört siyasi eğilimini birleştirme iddiasıyla yola çıksa da, izlediği ekonomi politikaları açısından ve siyasete...n merkez sağ bir partiydi. Yeni "ANA PARTİ"nin sağ sol yelpazedeki yerini henüz çözebilmiş değilim ama bu başlangıç bile ANAP'a öykünen sağ eksenli bir siyasi çizgiye yakın olacağı izlenimi veriyor. Herhalde "çivi çiviyi söker" falan diye düşünüyorlar!
Nuran Milli Günaydın,:
Bence doğmadan ölen bir parti...CHP'ye zarar vermekten başka bir işlevi olmayan bir parti girişimi
Hüseyin Tepe :
Boşuna; ne endişe, nede telaş etmeyin... Ölmüş hiç bir şey yeniden aynısı olmaz... Hem ne Emini Ülker Tarhan, nede beraberindekilerin cürmü ne ki alacakları sonuç ne olsun... Doğu Perinçek' li "İşçi Partisi kadar oy ya alır yada altında kalır... Beğensek de beğenmesek de nice zamandır Türkiye Cumhuriyeti Devleti artık İdeolojilerle yönetiliyor... Hem bütün aşureler birebirine benzer... Nedeni çok basit, kullanılan malzeme aynı! Halk pazarına düşen bir malın aslı varken hem de sahtesiyle aynı fiyatsa kimse sahtesinin yüzüne bile bakmaz! Çok geçmez Emine Ülker Tarhan'ı elinde şişler ile örgü örmeye başladığı görürseniz şaşmayın... Bu onun yeteneğini değil, yapacağı başka bir işi olmadığını gösterir...Sakın kadınlık hali falan demeyin... Hepimiz kadınlarımızın ne kadar meziyetli olduğunu biliriz ama Emine Ülker Tarhan'a altında kalkamayacağı meziyetler yüklendi, O da şimdi bunun altında kalkamıyor... Meziyet sonradan verilirse bir çoğumuzun dizleri titrer, aklı-fikri karışır... Emine Ülker Tarhan'a gelinde onunda fikri dolaşık... Bir haftayı geçti galiba Emine Ülker Tarhan'a hitaben ve teşbihte hata olmaz kanaatiyle demiştim ki "Rahvan giden atın fışkısı seyrek düşer" Durum BU...

KUBADA CAMİ

José Martí Küba Dostluk Derneği (JMKDD)
15.11.2014
Basına ve Kamuoyuna,
Bugün, 15 Kasım 2014, İstanbul’da Diyanet Vakfı ev sahipliğinde gerçekleşen 1. Latin Ame...rika İslam Liderleri Zirvesi’nde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Latin Amerika’nın İslam’la tanışması 12. yüzyıla kadar dayanır. Amerika’yı Kolomb değil 1178’de Müslümanlar keşfetti. 1178'te Müslüman denizciler Amerika kıtasına ulaşmıştı. Kristof Kolomb anılarında Küba kıyılarında dağın tepesinde bir caminin varlığından bahseder. Ben şimdi Kübalı kardeşimle konuşurum. O dağın tepesine bir cami bugün de yakışır. Yeter ki izin versinler, olur desinler. Yani Kolomb daha Amerika kıtasını keşfetmeden İslam dini kıtada inkişaf etmiş, yayılmıştı." sözleri üzerine Türkiyeli Küba dostları olarak aşağıdaki bilgilendirmeyi yapmayı gerekli görüyoruz.
Öncelikle, Küba Cumhuriyeti Anayasasının 1. Maddesi Küba devletinin yapısını ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde izlenen prensipleri şu şekilde ifade eder:
“Küba bağımsız ve egemen bir sosyalist işçi devletidir, siyasi özgürlük, sosyal adalet, bireysel ve kolektif refah ve insani dayanışma adına herkesin katılımı ile herkesin iyiliği için örgütlenen birleşmiş ve demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur.”
Küba’da inanç özgürlüklerini garanti altına alan anayasanın 55. Maddesi ise şu ifadeleri içermektedir:
“Din ve vicdan özgürlüğünü tanıyan, bu özgürlüğe saygı duyan ve bu özgürlüğü güvence altına alan devlet, aynı zamanda her bir yurttaşın din değiştirme yada dini inanca sahip olmama ve yasalar çerçevesinde dini inançlarını beyan etmeme özgürlüğünü tanır, bu özgürlüğe saygıyla yaklaşır ve bu özgürlüğü güvence altına alır. Devletin dini kurumlar ile ilişkileri yasa tarafından düzenlenir.”
Küba devleti, anayasada da belirtildiği üzere, halkın talep ve ihtiyaçlarını yine halkın katılımı ile yerine getirir. Bu minvalde, Küba’da yaşayan müslüman topluluğun ihtiyaçlarının karşılanması da devlet tarafından ve tüm toplumsal ihtiyaçların bütünlüklü şekilde planlanmasının bir parçası olarak garanti altına alınır. Herhangi bir yabancı ülke temsilcisinin kararı veya dileği neticesinde belirlenmez.
Erdoğan’ın konuşmasında atıfta bulunduğu Küba’da Kolomb öncesi müslüman bir topluluğun ve o tarihlerde bir cami yapısının varlığı ise asılsızdır. Kolomb’un günlüğünde yazan Küba’nın kuzeyinde Gibara kıyılarında cami kubbesine benzer güzel bir tepe gördüğüdür.
Küba’da nereye ne türden yapıların inşa edilebileceği kararı yine Küba halkına aittir. Örgütlülük ve gelişkin siyasi katılım mekanizmalarının garanti altına aldığı demokratik karar alma süreçleri neticesinde ise tepelere mega boyutlu cami inşası kararının çıkacağını hiç sanmayız. Zira Kübalılar eğitimlerinin ilk basamaklarından itibaren erişebildikleri bilimsel eğitim sayesinde insanın doğanın bir parçası olduğu gerçeğini içselleştiriyor ve doğaya kast eden güç gösterisi misali çirkinliklerden tuhaf bir haz duymamayı öğreniyorlar.

Saygılarımızla,
José Martí Küba Dostluk Derneği

HIDIR ASLAN TİP

HIDIR ASLAN'IN SON MEKTUBU
can abim
Uzun uzun yazacak değilim.Bu ana hep hazırdım.Son yolculuğum yaşamım kadar güzel olmalı. Üzülmek mi? Bunu hiç istemiyorum ca...nlarım.Büyük sözler etmeyi gereksiz buluyorum. Her şey yaşamımız kadar açık ve sade olmalı.
Yaşamak bir türküyse bunu,bu türküyü en güzel biçimiyle söylemeye çalıştım.Zafer şarkısının söylendiği günler de gelecek.Kısa da olsa onurlu yaşamanın yolunu seçtiğim için mutlu gidiyorum.İyi güzel şeyler uğruna yaşanıyorsa her şey, katlanılmayacak şey yoktur.Ölüm bile basitleşiyor.Anlamlıysa ölüm,yaşamak kadar güzeldir.
Şu mektubu yazarken bir yandan çay- sigara içiyorum.Ağır ağır.Tadına vara vara.Neşesiz değilim.Bir yandan yaşamımın filim şeridini toplamaya çalışıyorum kafamda.Kısacık zamanda bu anlık.Ama her şeyi baştan sona ayrıntılarıyla izlemek oldukça zor gibi.
Vasiyet yazmamı istemiştin.Acele etmemiştim ama buna zamanımız oldu işte.İyiden ,güzelden yana olun.Budur isteğim hepinizden.Tüm dostlarıma,dost yüreklilere sevginin sıcaklığını iletin. Utançsız,onurlu gidişimi.Üzülmek,acımak hiç kimseden beklemediğim şeydir.Bana yapılacak en büyük kötülük bu olur.İnsan acılarla da yaşamasını bilir,bilmeli.Güç de olsa.
Benim üzerimde büyük emekleriniz var.Ödenemeyecek kadar büyük.Senin ve ötekilerin.Siz emeğin tüm temsilcilerine,dünyadaki tüm emekçi,onurlu,güçlü insanlara layık olabilmenin yolunu seçtim.Yapabileceğim her şeyi yapmamış olsam da bu görevi yapacak olan yeni insanlar topraktan fışkırıyor.
Ailedeki bana düşen hakları sen ve aydın’a bırakıyorum.En yararlı biçimde kullanacağınıza inanıyorum.
Çok şey söylemek istiyorum ama zaman öyle kısıtlı ki, on dakikamız var. Üzülmeyin,acılara yenilmeyin, hayata karşı güçlü olun,yaşam budur.Seçilmesi gereken yaşam. Sultan’a sevgilerimi yolluyorum.Her birinize isim isim, ayrı ayrı yazamayacağım. Dostlara da. Bu hepsini karşılasın.
Yüreğimin tüm sevgisiyle,tüm onurlu güçlerimle seni,sizi hepinizi kucaklar doyasıya öperim.Güçlü olun. Başı dik olun. O güzel günlerde tekrar yanınızda olacağım.

Amcanız, kardeşiniz,dostunuz
Kardeşin HIDIR

trt SÖZLEŞMELİ PERSONEL

KEMAL ZEKİ DEMİRTÜRK:
DEĞERLİ SANAT ADAMI.REJİSÖR VE DÜŞÜNÜR METİN ERKSAN AĞABEYİMİZİ SAYGI İLE ANIYORUM. ÜSTAT, DEVLET GÖREVİ VE GÖREVLİSİ KAVRAMINI TÜRKİYE'DE EN İYİ BİLEN VE UYGULAYAN İNSANLARDANDI. BİR DEVLET GÖREVLİSİNİN ( DIŞARIDAN İŞ TAKİP ETMEMESİ GEREKTİĞİ KURALINI UYGULAYIP,ÖZEL SEKTÖRDEKİ FİLM ÇEKİM İŞİNDEN ANINDA AYRILMIŞTI. BAZILARI BUNU ANLAMADILAR,ANLAYAMAZLAR DA. BİR DE ŞİMDİKİ BÜROKRAT VE DAHİ BAKAN GİBİ GÖREVLERDE OLANLARIN BİR BÖLÜMÜNE BAKALIM. BİR ATAMA İ...ÇİN ELLİ KİŞİNİN BASKISI,AYAKKABI KUTULARI,HORTUMLAMALAR SAY SAYABİLDİĞİN KADAR. HER DEVLET GÖREVLİSİ BU ONURLU SANAT ADAMINI ÖRNEK ALSAYDI DEVLET VE ULUS BUKADAR ÇARESİZ DURUMA DÜŞMEZDİ.IŞIKLAR İÇİNDE YAT METİN ERKSAN.
Hüseyin Tepe:
İsmail Cem döneminde zor durumda bulunan Yeşilçam için bir çareler arayan insanlara destek olunsun diye; TRT yönetimi isterse, her yıl sözleşmesi yenilenmek üzere, sözleşmeli olarak atanan, Sevgili Halit Refiğ, Metin Erksan ve Ö. Lütfü Akat hocalar "Sözleşmeli Yönetmen" ve Ünlü Kamera ustası Agah abi' sözleşmeli teknik danışman olarak atanmışlardı...
Daha sonraki yıllar olan Türkiye'nin "Milliyetçi Cephe" ile yönetildiği ve TRT'de ise Şaban Karataş, döneminde, yine aynı mazeretle bu defa Yeşilçam piyasasında Kameraman, Montajcı, Film Laboratuvar ve Ses teknisyenleri sözleşmeli personel olarak alınmışlardır...
Hemen hepsi de TRT'ye yıllarca emek vermiş, TRT bünyesine büyük bir uyum için değerler üstüne değerler katmış ve oradan emekli olmuşlardır...
Türkiye'de yürürlükte olan İş Kanunu'na göre Mesai saatleri hariç, dışardan ticari iş yapmasının önünde hiç bir sakınca yoktu! Bunu Sevgili Metin Erksan hocam hepimizden önce biliyordu...
Bu filmin yarım bırakılmasına bu mazeret gösterilse de, büyük bir ihtimal ile başka nedenleri muhakkak vardır...
Türkiye: bu iş hariç Metin Erksan hocanın başladığı bir işi yarım bıraktığını duymamıştır...
Aramızdan ayrılan üç değerli sinema ve sanat insanları önünde saygı ile eğiliyorum...
Bize bıraktıkları, ışıklı dünyaları onları hiç terk etmesin...
Devamını Gör
Beğen
Yorum Yap
Yorumlar
Mehmet Yayınoğlu
Mehmet Yayınoğlu Ne güzel yazmışsınız.Çok çok doğru. Ellerinize sağlık. Belgedir bu yazdıklarınız ,hem de çok değerlidir. Bizim kuşaklar en geride kalan teknolojilerden itibaren en son dijitalliğe kadar yuvarlanarak gelmiştir.Hem de ışık hızında.Bizim görevimiz hızla ...Daha Fazlasını Gör
Hüseyin Tepe Düşüncene, emeğine, o güzel diline sağlık...yaptığın ve yaptırdığın her şeye teşekkür ederim Sevgili arkadaşın Mehmet Yayınoğlu... Sen ta baştan beri bu mesleğe en yakışan insanlardan biri oldun ve devam ediyorsun... inanmayan yaptıklarına sonra da Sev...Daha Fazlasını Gör
Mehmet Yayınoğlu
Mehmet Yayınoğlu Çok naziksin. Övgüler güzel de , onları haketmek önemli. Gayret ediyorum.
Hüseyin Tepe Bizi biz yapan en önemli meziyetlerimizin başında hak edene hak ettiğini yüzüne karşı söyleme özelliğimiz değilmi 'dir.
ALEVİLERİN:
BUGÜNE KADAR ELDE EDİLEN, EN ESKİ YAZILI BELGESİ...
BİR SÜMER TABLETİ...
alevilerden-ozurdile.com
ALEVİ'LİĞİN EN ESKİ BELGESİ: 'GUDEA SİLİNDİRİ'
M.Ö. 2200 YILLARINDAN SÜMER’LERDEN KALAN BU GUDEA MABED SİLİNDİRİNDE CEM AYİNİNE BAŞLAMADAN ÖNCE 12 HİZMETLİNİN Ş...UAN ALEVİLERİN YAPTIKLARI İLE AYNI OLMASI BİR TESADÜFMÜ?
Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: 'Ayin-i Cem ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekanda başlamıştır' derler.Bu mürşit sözünden hareketle kimileri ısrarla ilk Ayin-i Cem'in günümüzden bin dört yüz yıl evvel Arap Yarımadasında Hz. Ali'nin toprak damlı evinde yürütüldüğünü ve dolaysıyla Aleviliğin Hz.Ali ile başladığını öne sürüyorlar.
Elimizde Hz. Ali'nin evinde cem kurulduğuna, bağlama çalınıp, nefesler söylenip semah dönüldüğüne dair hiçbir kayıt yok. Bırakın Hz. Ali'nin bağlama çalıp, semah dönmesini, cem yürütmesini, elimizde Hz. Ali'nin Alevi erkanından, Alevi inancından haberdar olduğunu kanıtlayacak en küçük bir bilgi yada belge kırıntısı dahi yoktur.
Hurafeleri bir kenara bırakıp gerçeklerin ardına düştüğümüzde; Alevi inanışının temel taşı ve Aleviliğin yegane ibadet biçimi olan Ayin-i Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluruz.Bu belge 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir.
Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Ayin-i Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.
Ayin-i Cem, Cem Evi’nin ayin için hazırlanması ile başlar, ayinde sunulacak yiyecekler, (lokma), içkiler (dem) ve Ayin-i Cem’i başlatacak çerağ(çıra-mum) hazırlanır. Sonra ayini yöneten pir (yada dede) törende hizmet görecek on iki hizmetliyi seçer.Ayin-i Cem çerağ uyarılması yada delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.
Gudea silindirinde önce dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor
“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem evi) temizledi...törende (Ayin-i Cem) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.”
Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate keeper)
2. Kahya / Değnekçi (butler)
3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)
4. Silahtar (armaurer)
5. Müzisyen /zakir (musician)
6. Kuşbaz (game keeper)
7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik (messenger)
10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)
11. Mabeyinci (chamberlain)
12. Arabacı (coachman)
Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli'nin adları şunlar
1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü (Yoklamacı)
4. Çerağcı (Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane (Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
Eski Çağda Sümer'de yapılan ayin ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Ayin-i Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler.Bu farklılıklar da;Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cem’lerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan çok da fazla değil.
Lokma , dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Ayin-i Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Ayin-i Cem’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dır.
(Gudea Silindiri; MÖ. 2200-2100 Sümer / Telloh-Girsu antik kentinde bulunmuştur. Paris / Louvre müzesinde sergilenmektedir)

KOMÜANİZMLE MÜCADELE DERNEĞİ

SÜRECİN ANA HATLARIKomünizmle Mücadele Derneği'nin kuruluş sürecinin ana hatları
- 1950 Şubat. ABD'de de Wisconsin senatörü Joseph McCarthy ellerinde Komünist Parti 'ye üye olduklarını iddia ettiği 205 kişinin listesinin olduğunu söyleyerek kamuoyunun karşısına çıktı. Ve Amerika'da büyük bir komünist avı başlatıldı.
- Aynı yıl Türkiye'de Eylül ayında Komünizmle Mücadele Derneği kuruldu.
- 1950 Kasım Komünizmle Mücadele Dergisi yayın hayatına başladı.
- 1951 Şubat Celal Bayar McCarthizm'den ödünç aldığı ünlü sözünü söyledi.: 'Bu kış komünizm gelecek!'
- 1951 ünlü TKP tevkifatı yapıldı. Aynı yıl şair Nazım Hikmet vatandaşlıktan çıkartıldı. 
- (Belki pek alakası yok gibi gözükebilir ama 'Atatürk'ü Koruma Kanunu' da yine aynı yıl yürürlüğe kondu. Atatürk'ün şahsına veya hatırasına yönelik irticai eylemler de yasaklanmış oldu.)
Geçen hafta okuduğum kitaplar arasında Necdet Pekmezci'nin de kitabı vardı. 'Apo Pilot ve Derin Devlet' (Kripto Yayınları 2011) kitabı Abdullah Öcalan'ın PKK'yı kurarken hemen yanı başında bulunan meşhur Pilot Necati'nin izini sürüyordu. Kitap aynı zamanda uzunca bir zamandır tartışılan Abdullah Öcalan - MİT ilişkisini de irdeliyordu. Kitabın sayfalarında ilerlerken yıllardır unuttuğumuz veya ihmal ettiğimiz bir bilgiyle yeniden karşılaştım. Merhum Uğur Mumcu'nun bulup çıkarttığı bir bilgiydi. 'Abdullah Öcalan, 1969'da Ankara'daki Tapu Kadastro Okulu'ndan mezun oldu. O yıllarda Komünizmle Mücadele Derneği'nin toplantılarına gidiyordu.'
Bu şaşırtıcı bilgiyle tekrar yüzleşince artık bu derneğin hikayesini yazmam şart oldu dedim ve daldım kütüphanemde kaynaklara...
O halde buyurun bugünlerin siyasal aktörlerini yetiştiren ünlü 'Komünizmle Mücadele Derneği'nin hikayesine...
2. Dünya savaşının ardından Doğu Blokuyla başlayan 'soğuk savaş' birçok tedbiri de beraberinde getirmişti. NATO ülkeleri giderek artan Sovyet tehdidine karşı ileri karakol ülkeler oluşturacaktı. Türkiye de bu ülkelerin başında geliyordu. Ama önce Komünizm'in bir tehdit olarak algılanmasını sağlayacak bir kamuoyu yaratılmalıydı. Bunun için kollar sıvandı. Birçok ülkeyle eşzamanlı olarak (başka isimler altında da olsa) Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu.
Bulundukları ülkelerin öznel koşullarına göre değişse de genelde bu kuruluşlar milliyetçi bir tona sahipti. Türkiye'de kurulan dernekte ise milliyetçiliğe ilaveten bir de pek belli olmasa da İslami bir motif de vardı.
Komünizmle Mücadele Derneği 1950 yılında İstanbul'da kuruldu.
Amacı kısaca şuydu: 'Mill” bünyemizi meydana getiren ve kuvvetlendiren, millet olarak yaşamamızı sağlayan unsurları takviye ederek komünizmle fikir yoluyla mücadele etmek ve bu gayeye ulaşabilmek için tarihe, vatana ve Allah'a bağlılığı kökleştirmekti'
TARKAN'IN DEDESİ DERNEĞİN KURUCUSUKızıl tehlikeye karşı milliyetçi gençler hazırlanacaktı.
Derneğin kurucularından olan ve fikri olarak derneğin lideri kabul edilen isim ise Fethi Tevetoğlu'ydu!
'Bütün insanları hak ve hürriyetlerinden mahrum etmek suretiyle birbirlerine eşit 'sürüler ve yığınlar' haline getirmeye çabalayan kızıl tehlike komünizmle mücadele, hür ve müstakil yaşamak isteyen her insanın ve her milletin birinci vazifesidir.'
Fethi Bey'in ifade ettiği bu düşünceler derneğin fikri alt yapısını oluşturuyordu.
Fethi Tevetoğlu, ırkçılık düzeyinde bir milliyetçi ve tuhaf gelecek ama Amerikan hayranıydı. Zaten Dernek üyeleri Amerikan dostu olduklarını ifade etmekten çekinmiyorlardı. Fethi Tevetoğlu bakın neler söyledi:
'Bilhassa Birleşik Amerika'ya olan içten samimi bağlılığımız ve inancımız, bu milletin insan hak ve hürriyetlerinin başarısı için tarihte örneği görülmemiş bir fedakarlık ve mesuliyeti istekle üzerine almasını takdir edişimizdendir.'
Hatta işi, büyükelçi İhsan Sabri Çağlayangil ve Amerikalı yetkililerle beraber Amerikan Bayrağıyla fotoğraf çektirmeye kadar götürüyordu. (Fethi Bey'in kardeşinin torunu ilginç bir isimdir. Şarkıcı Tarkan ! (Ama Tarkan büyük dedesi gibi anti-komünist olmadı. Hatta sol hareketlere sempati bile duydu, dergilerini takip etti.)
Komünizmle Mücadele Derneği'nin kuruluşunda Amerikan etkisi ve desteği o kadar açıktı ki kimi şubelerin açılışında masa sandalye alacak para bulunamayınca Amerikan elçiliğine gidiliyor ve oradan alınan parayla dernek binası döşeniyordu. 
Aynı yıl dernekle aynı ismi taşıyan bir de dergi yayın hayatına başladı. Komünizme Karşı Mücadele Dergisi...
DERGİ ŞEKİLLENDİRDİAvukat Bekir Berk, Bediüzzaman  Said-i Nursi'den el almış bir nur talebesiydi. Komünizmle Mücadele Derneği'nin en aktivist üyesiydi. Avukat Berk, aynı zamanda derginin hem sahibi hem de yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Dergi 1950 ile 1952 yılları arasında haftalık olarak yayınlandı. Derneğin fikri temelini bu dergi şekillendiriyordu. Dergide Fethi Tevetoğlu'ndan İsmail Hakkı Danişmend'e, Ali Fuat Başgil'den hatta sonra İslamcı sosyalist olarak bilinen Nurettin Topçu'ya kadar birçok ünlü isim yazıyordu.  
 Erzurum'da ise bir başka tanıdık isim kurucular arasındaydı. Fettullah Gülen! Aslında sadece Gülen Hoca değil, birçok Nur talebesi de derneğin kurucuları ve gönüllüleri arasında bulunuyordu. Komünizmle Mücadele Derneği birçok Nur talebesine ev sahipliği yapmıştı.
Derneğin asıl büyük sıçraması bir gazetecinin genel başkanlığa gelmesiyle oldu. İlhan Darendelioğlu...! Asıl adı İlhan Egemen Darendelioğlu'ydu. 1921'de Tarsus'ta doğmuştu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuydu. 1948'den itibaren Türkçü dergilerde çalıştı, yazılar yazdı. İlk yazısı Yeni Bozkurt dergisinde yayınlandı. Genel Başkanlık koltuğuna oturmasından sonra Komünizmle Mücadele Derneği büyüdü gelişti. 140'ın üzerinde şubesi ve binlerce üyesi olan bir dernek haline geldi.  
İlhan Darendelioğlu'nun yanı sıra gazeteci Altan Deliorman ve Avukat Ekrem Marakoğlu gibi isimler de yönetimdeydiler. (Küçük bir hatırlatmada bulunayım. Avukat Ekrem Marakoğlu, Susurluk'un miladı sayılan bir cinayete kurban giden  kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal'ın hem avukatı hem de yakın dostuydu. )
İLK SİNYALLER GELİYOR Darendelioğlu'nun yönetime gelmesiyle birlikte Komünizmle Mücadele Derneği büyüdü büyümesine ama aynı zamanda anti-komünist bir fikir kuruluşu olmaktan para-militer bir yapıya doğru hızla yol aldı. Bu yapı bir de Amerikan sempatizanlığıyla harman olunca on yıl boyunca sürecek kanlı bir 'banyo'nun ilk sinyalleri de alınmaya başlanmış oldu.
Ardılları olan ülkü ocaklarına 'sert' bir miras bırakmaya çalıştılar.
(Hatta o kadar öyle ki MHP'den önce Bölükbaşı'nın kurduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin 31 Temmuz 1965 kongresinde Alparslan Türkeş'i genel başkanlığa KMD'liler seçtirdiler.)
VE KANLI PAZAR 16 Şubat 1969 Pazar günü İstanbul'da 'Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü' düzenlenecekti. Ama yürüyüşün hedefinde Dolmabahçe'de demirlemiş bulunan Amerikan 6. filosuna bağlı gemiler de vardı. Solcuların ve anti-emperyalistlerin niyeti onları denize dökmekti.  Bu yürüyüşten iki gün önce Komünizmle Mücadele Derneği'nde yürüyüşe karşı protesto hazırlıkları başlamıştı bile. İlhan Darendelioğlu, oldukça sert bir konuşma yaptı. 'Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin!' Sonuç: 2 ölü onlarca yaralıydı.
Dolmabahçe limanında demirleyen dost ve müttefik Amerikan askerleri korunmuş, kızıl komünistler püskürtülmüştü.
Twitter.com/gurkanhacir
En şöhretli üyelerŞimdi gelelim Derneğin (bugünün şöhretli) müdavimlerine...
Yukarıda belirtmiştim. Fettullah Gülen Hoca, derneğin Erzurum şubesinin kurucuları arasındaydı. Ama yanılmayın. 1941 doğumlu Hoca kuruluşundan itibaren bu dernekte yer almadı. Yaş olarak alamazdı da zaten. Ama Darendelioğlu'nun yönetimindeki atılım yıllarında 1965 sonrasında Erzurum şubesi kurucuları arasında bulundu. Recai Kutan Diyarbakır şube başkanıydı. Derneğin ziyaretçileri arasındaki bir başka ilginç isim ise Abdullah Öcalan'dı. Uğur Mumcu'nun bulduğu bu bilgiyi gazeteci Avni Özgürel derinleştirdi. Özgürel, 1993'te Bekaa'ya yaptığı ziyarette yaşananları bakın nasıl anlatıyor.
'Basın toplantısından sonra Öcalan'la dergi için özel söyleşi de yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. 'Ankara'da İzmir caddesinde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende 'seni orda gördüm' gibi bir his uyandı, dedim. Bana 'yoo, doğru hatırlıyorsun. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi.
Öcalan ve Özgürel'in sözünü ettiği Fikir Ajansı KMD'nin kontrolünde bir ajanstı. Sahibi Refik Korkut. Korkut, aynı zamanda Komünizmle Mücadele Derneği üyesiydi ve derneğin yayınlarını basıyordu. Ama bir yandan da MİT'le irtibatlıydı. Öcalan'ın ileride açıklayacağım dediği kendisinin de içinde bulunduğu bu bağlantı olabilir miydi?
***
Milli Türk Talebe Birliği ve İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği'nin türevleri olarak hayat buldular. Oradan yetişen bir kuşak bugün Türk Siyasal yaşamına yön veriyor.
Ama yukarıdan aşağıya anlattıklarımı toplarsak çıkan sonuç da şu oluyor... Türk Milliyetçiliği ülküsüyle kurulan bir dernek zamanla Amerikan çıkarlarına hizmet eden bir kuruluşa dönüştü. Hem MİT hem CIA bu dernekte çok etkin oldu.  Yetiştirdiği kadrolar ise devlet idaresine uzun yıllar yön verdiler.

BEHİCE BORAN'IN ANISINA

t24.com.tr sitesinde yorum yaptı.
Sevgili Hoca ve Sarsılmaz İnanç Behice Boran'in 1969 da İzmit'teki konuşmasından birkaç cümle....
"Çözüm üretmeyen sol çürür.Biz üretmezsek biz de çürürüz. Günübirlik siyasete sırtını dönmek bizi bilgiç baykuşlara, sadece günübirlik siyasetse bizi geveze leyleklere dönüştürür..."
Gelelim yaşayan ve nefes aldıkları için kendini canlı sanan insanlar... Dünya var oldukça çalışma ve çatışmalar hep oldu ve hep olacak. Çözüm üretmek sadece yaşadığımız anlar için ise buna son çözüm... gözüyle bakmak hiç ama hiç bir sol gelenek ve kültüre uymaz...Siz ister paslanmış, ister çürümüş, ister demode veya ne derseniz deyin..
Tüm ideolojiler gibi Sol ideolojinin de beslendiği kaynak Evrende var olan insan dahil tüm nesnelerdir...
Bunların içinde solun tercihi yeryüzündeki tüm nesnelerin haksızlıklara uğramamasıdır. Haksızlık denince işin içine sadece görüp işittiklerimiz girmesin...Tüm nesneler için doğumdan ölüme, üretimden tüketime giderken hep yapılması gereken hak-hukuk-adalet-eşitlik- özgürlük ve her türlü ilişkide ben yada bana ait duygusundan arınmış herkes ve her şey için yetecek yada ihtiyaç duyulan ne varsa eşit yada yeteri kadar, yani başkasını da en az kendi kadar kollu-yan/koruyan çıkar gözetmek sizin diğer nesneler içinde emek ve caba sarf eden her kimse veya nesne sol ideolojinin besin kaynağı ve üreterek çoğaltılması gerekli biricik şeydir.Dün bize dert olan şey bu ideolojiden yoksun insanların dünyaya olan egemenliğinin tahakkümünün sürmesiydi. Bu günde bize hemdert hemde hedef olarak önümüzde her zaman uymamız gerekli olan hem bireyler olarak hemde her nerede ve nasıl bir örgütlenme içinde varlık sürdürürsek sürdürelim, var gücümüzle yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi yaşamak.Yani algılandığı üzere doğum ile ölüm arasında geçen süreç kime ve hangi sisteme denk gelirse gelsin, biz üstümüze düşeni yaşamın hakçası olanı yapmak zorundayız...Burada ama ömrümüz yetmiyor düşlerimizi gerçekleştirmeye dememek şart. Yada ben ney leyim sonuçlarından ben yararlanmadıkça dememek gerek.Unutmamak gerek hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlükler vesaire talep ettiğimiz ne varsa, bizden önce de vardı. Bizden sonrada var olacaktır...Hiç boşuna dünyanın ömrünü kendi ömrümüz ile eş değerde görüp, gereksiz yere panik yapmayın...Siz yeter ki kendi kendinizi değerlendirirken, çevrenizde bilip bilmediklerimizden arındırmadan değerlendirmeyin. Ama hem bireysel hem toplumsal olarak yapmamız gerekli ne varsa güç ve katkı koymanızı bir takım mazeretler öne sürerek esirgemeyin...Unutmayalım ki hem evrenin hem dünyanın hemde bunlarda var olan ne varsa hepsi sol ideolojiyi temsil eder...Aslı olan var olan nesneleri işlemektir. Hani derler ya "bir ağaçta ok da çıkar, b.k da çıkar" Sevgili yol arkadaşlarım güldüğünüzü hissediyorum...Bu işin iki ucu varsa, sol ucu oktur...Gerisi dönüştükçe iyiye gidecek olan öbür ucun kullanımına dönüşümüne vereceğimiz olumlu katkılara bağlı...Kalın sağlıcakla...Hepinizi seviyorum. 07 Arlık 2012 Cuma Hüseyin Tepe

Devamını Gör
  Sözüm ne yeni kurulan ve henüz nereye evrileceği, kitleselleşme yolunda hangi adımları atacağı belli olmayan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ne, ne ülkenin kılcal damarlarına kadar örgütlenme ve katılımcı demokrasi  hedefini önüne koyan,...
t24.com.tr

NASİP DEĞİL İSE NE GELER ELDE



Otomatik alternatif metin yok.




Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İslerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:
-”Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiç bir zaman içemeyeceksiniz ki!”... deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dahil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş.
Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak:
-”Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiç bir zaman
içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin?” diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
-”Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!”
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş.
Kral bostanda, bardak masada kalmış.. Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:
“Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den, Nasip değil ise ne gelir elden?”