29 Mayıs 2014 Perşembe
NEŞE-GÜLMEK-EĞLENMEK-DALGA GEÇMEK VESAİRE:
Neşe kederden daha çok emek ister. Gülmek zor bir kavram. Çünkü mantıkla içinde çıkılmaz.
Duyguların, sezgilerin, algıların vesairenin frensiz kullanıldığı anları temsil eder.
Hani derler ya "zembereğim boşandı" işte tam o anı temsil eder gülmek.
Bu an insanın hiç bir sansürü veya freni devrede değildir. Eğer bunlar devreye girerse neşe, eğlenme, şaka yapma, yaratıcılık vesaire devre dışı kalır. Yaşanan her anın duygusal değerlendirmesini yapmak, frensiz anlarımızda mümkündür. Değişim için duygusal tepkilerimizi devinime geçirmek gerek.
Böylece birikmiş sorunları, enerjiyi, kederleri vesaireyi bir gülmekle, bir espriyle bir eğlenmekle güvenli bir şekilde dışarı atmış oluruz. Çünkü zamanın en küçük birimi olan anı yakalamış ve kullanmışızdır. Sadece bu bile büyük enerji ve çabukluk isteyen frensiz zamandır. Yani sözcüğün tam anlamıyla anlamsal uygunluk devrededir. Bu insanı yeni bir bakış açısına götüren sıçramadır.
Yeni bir ipucu yakalamaktır. Zekasal bir değişimi gerektirir. Daha önce beyinde depolanmış bilginin su yüzüne çıkmasıdır bu. İşte anlık değerlendirme süreci boyunca ortaya çıkan duygularla bağlantılıdır bu. Bunu yapamayan kişiler, daha önce depoladıkları bilgileri, duyguları, fazlasıyla aynı tuttuklarında yeni haz duygusundan yoksundurlar. Meseleye yeni tespit olarak bakmaktan zorlanırlar. Hangi eylem yada yanıtın iyi yada kötü olduğunu çoğu kez beceremez. Dolayısıyla az emek verdiği depoladığı eski bilgi ve duygularına dönerler. Böylece yapabilecekleri yeni bir şeyin onlara zarar vereceğini kendi samimiyetiyle kendilerini inandırır, değişmez somurtkanlığı devam eder.
Halbuki ani yaratıcı değişim, pozitif elektriksel gizil güce doğru çarpıcı bir dönüş sağlar. Bilginin işlenmesi beynin depoladığı bilgi ve algılarına ansızın son verir. Gördüğümüz yada duyduğumuz veya hissettiğimiz yeni görüş yada olayların ortaya çıkmasına olanak tanır. Her türlü beklenti durumu yok edilir.
Bu iki uçlu şey öyle bir şey ki bir teki frene basarken öteki gaza basıyor. (Eski bilgi ile daha önce danışamadığımız yeni durum)
Bunlar öyle şeyler ki her ikisini ayrı ayrı tutmak, ihtiyaç anında yararımıza kullanmak ancak yargısız ve beklentisiz anları yakaladığımız o bol emek ile olur. Yada şöyle söyleyeyim. İnsanı ancak güldüren yada neşelendiren veya kendisiyle bile dalga geçiren şeyin algılanandan çok can alıcı noktasını kavrama hızımızı kullandığımız andır. Keşfetme duygusunun yoğun olduğu an kafamızın karışık olmadığı an bu andır.
Sonuçta ortaya çıkan kahkaha, keyiflilik, neşe, eğlenme, dalga geçme vesaire bireyin birikmiş yükünü boşaltır. Böylelikle yanlış yola sapmasını engellediği bu yanlışlarda bir ders almasına yardımcı olur.
HÜSEYİN TEPE
03.08.2000 PAZAR
İZ KÜLTÜR EVİ BURSA
28 Mayıs 2014 Çarşamba
DEDEM'DEN SÖZ DİZELERİ
1- Öküz boyunduruktaki yürüyüşünden anlaşılır.
2- Tahtadan fırın yapılmaz.
3- Kurt yerine köpek öldürülmez.
4- Yellenmekle dua bozulmaz.
5- Koç kuyruğum olsun derken, kıl kuyruğumdan oldum.
6- Allah her şeyden çok ağır, hiç bir şeyden çok hafiftir.
7- Gelinliği de diken, kefeni de diken aynı iğnedir.
8- İnsan niyet eder, Tanrı istediğini eyler.
9- İyi dostlar kötü yolları da aşıp ulaşır bize.
10-Kapayamayacağın kapıyı açma.
11-Kamburun dururken, burnunu değiştirmeye çalışma.
12-Gün boyu gözlerini kapatırsan, geceleyin uyuyamazsın.
13- Çalıya tırmanılmaz, ancak dolan' ılır.
14- Ne umutsuzca nede anlamsızca aşık olunmaz.
15- Savaşlar insanları çoğaltmaz, amma kahramanları çoğaltır.
16- "İnanıyorum, o halde varım." yerine Düşünüyorum o halde varım.
17- Umudunu kaybetme çünkü umut insanların hakkıdır.
18- Yumurtaları kırmadan, omlet yapamazsın.
19- İyi bir şey yapmak, ancak kötüleri kullanarak yapılır.
20- Kazanmak istiyorsan, bir şeyler vermek zorundasın.
21- Kötü şeylerden yola çıkılarak, iyi bir şeyler yapılır.
22- İnsan konuşmadan önce eyleme geçmeli, sonra eyleme göre konuşmalı.
23- Düşünmeden öğrenmek zaman yitirmektir.
24- Neşe kederden daha çok emek ister.
25- Öyle bir dünyadayız ki Merzifon eşeği bile değişir.
26- Köçek fistanı gibi renklendi ruhum.
27- Derya bizim içimizde ama deryanın dışındayız.
28- Ekmeği kuru ayranı duru.
29- Büzük sıkma ile daralmaz. Büzük önceden dar olmalı.!
30- O sana bakmıyorsa, sen onun baktığı yere git ona bak.
HÜSEYİN TEPE
01.09.2000
İZ KÜLTÜR EVİ BURSA
AŞK
Aşık olarak önce kendimiz,
sonrada karşımızdakini aldatırız.
Umutlarımız,
beklentilerimiz oluyor.
Çünkü:
İstediğimiz yaşam,
aşka göre değil.
Aşk:
İsteklere dayanmaz.
Bilir isteklerin,
yağmur sonrası oluşan,
gökkuşağını yok ettiğini.
Aşk gerçekten tek başına yaşanır.
Ama tutucu değil, bulaşıcı bir hastalıktır.
Taassubu olmadığı için hiç ölmez.
Birlikte yaşanan yoğun ilişkinin içinde,
insani olan her şey var.
İnsanın önlenemediği kaypaklığı,
sterilize oluşundandır.
Gölgeye çekildiğinde,
güneşin altındayken nasıl göründüğünü,
daha iyi anlıyor insan.
HÜSEYİN TEPE
31.08.2000
İZ KÜLTÜR EVİ BURSA
EVİM ve BEN
Ne yalnız gölge,
ne yalnız güneş isterim.
Benim evimde bol güneşli
pencereler olsun isterim.
Ama gölgeli,
kuytu köşelerde bulunsun.
Kümes sarayı andırmamalı,
saray, kümes yerine kullanılmamalı.
Kaybedenim geçmişim,
kazananım geleceğim olmalı.
HÜSEYİN TEPE
31.08.2000
İZ KÜLTÜR EVİ BURSA
AKLIM VE DUGULARIMIN SÖYLEŞİSİ
30.08.2000
AKLIM VE DUYGULARIMIN SÖYLEŞİSİ
Aklım : zamanın hafif çecik bir esintiyle yitiveren duygular.
Duygum : Tanla başlayan gün her zaman bizim isteğimiz gibi geçmiyor.
Aklım : Kötü şeylerden yola çıkılarak iyi şeyler yapılır.
Duygum : Öğütlerini dinleye, dinleye yapmasını bildiğim şeyler de unuttum.
Aklım : En büyük savaş akıl ile yürek arasında geçer.
Duygum : Bizler zamanı ölüme terk etmişiz. Böylece kendimiz parça-parça ölürüz.
Aklım : Ölen bir nesnenin anılarını yaşatmak mümkün değil.
Duygum : Kendime ben bunu hak etmiyorum, ben buna layık mıyım? Hiç demedim, eğer bir gün deseydim, beni hiç kimse tutamaz.
Öyle bir öfkelenirdim ki karşımdaki şeyi en küçük parçalarına ayırırdım.
Aklım : En büyük aptal, her şeyi ben bilirim diyen diğer aptalla tartışandır.
Duygum: Güzel hiçbir şey yapmadıysan bile, yapmaya hazırlandığın için sağ ol.
AKLIM VE DUYGULARIMIN SÖYLEŞİSİ
Aklım : zamanın hafif çecik bir esintiyle yitiveren duygular.
Duygum : Tanla başlayan gün her zaman bizim isteğimiz gibi geçmiyor.
Aklım : Kötü şeylerden yola çıkılarak iyi şeyler yapılır.
Duygum : Öğütlerini dinleye, dinleye yapmasını bildiğim şeyler de unuttum.
Aklım : En büyük savaş akıl ile yürek arasında geçer.
Duygum : Bizler zamanı ölüme terk etmişiz. Böylece kendimiz parça-parça ölürüz.
Aklım : Ölen bir nesnenin anılarını yaşatmak mümkün değil.
Duygum : Kendime ben bunu hak etmiyorum, ben buna layık mıyım? Hiç demedim, eğer bir gün deseydim, beni hiç kimse tutamaz.
Öyle bir öfkelenirdim ki karşımdaki şeyi en küçük parçalarına ayırırdım.
Aklım : Yokluk tutkuyu yaratabilir belki, daha büyük bir şeyi yaratamaz.
Duygum: Akıl duygulara bir eziyettir.Aklım : En büyük aptal, her şeyi ben bilirim diyen diğer aptalla tartışandır.
Duygum: Güzel hiçbir şey yapmadıysan bile, yapmaya hazırlandığın için sağ ol.
GÜNÜN SÖYLEŞİ BAŞLIKLARI
Günün Söyleşi başlıkları:
1- Birimizin ağız tadı, diğerimizin Zehir’i olabilir.
2- Kötü şeylerden yola çıkarak iyi şeyler yapılır.
Veya
İyi bir şey yapmak ancak kötüleri kullanarak yapılır.
3- Yapmayı bildiğim iş benden, bende ondan ayrılmam.
4- Bulutlar olmazsa, yağmur nerede olacak
5- Öğüt dinleye, dinleye yapmasını, bildiğim şeyleri de unuttum.
Veya İnsan öğüt dinleye, dinleye yapmasını bildiği şeyleri de unutur.
Hüseyin Tepe
28.8.2000
İz Kültür Evi BURSA
1- Birimizin ağız tadı, diğerimizin Zehir’i olabilir.
2- Kötü şeylerden yola çıkarak iyi şeyler yapılır.
Veya
İyi bir şey yapmak ancak kötüleri kullanarak yapılır.
3- Yapmayı bildiğim iş benden, bende ondan ayrılmam.
4- Bulutlar olmazsa, yağmur nerede olacak
5- Öğüt dinleye, dinleye yapmasını, bildiğim şeyleri de unuttum.
Veya İnsan öğüt dinleye, dinleye yapmasını bildiği şeyleri de unutur.
Hüseyin Tepe
28.8.2000
İz Kültür Evi BURSA
İSTEĞİN YOĞUNLUĞU VE CİNSELLİK.
İnsan çeşitli gereksinme isteklerini gidermek isterken, kendisi iççin kişisel önemi en çok mal ve istek arasında secim yapar. Bu konuda en büyük öncelik yiyecek, giyecek gibi temel mallara verilir. Haz ve zevke yönelik istekler ikinci plana itilir. Bu istekler hiçbir zaman tam olarak giderilememektedir. Kimi zaman bu istekler kurallar zincirinde sıraya dizilmiştir. Evlilik, sevgililik ve diğer özgür ilişkiler olarak bu birimler aynı amaç ama farklı ilişkiler doğurur. Bu durum cinselliğe olan talebi farklı amaçlarla kullandırdığı için talebi daha çok arttırır. Beğeniler ve yeğlemeler öne çıkar. Aynı isteği gereksinmeyi karşılayan bu ilişkiler arasından birini yeğlemek zorunluluğunu toplum oluşturmuştur. Bu hiçte özgür bir ilişki türü değildir. Çünkü beğeni ve yeğlemeler gelenekler, görenekler, alışkanlıklar, çevre, din kültür gibi etkenlerin etkisiyle oluşmaktadır. İsteğin yoğunluğu ve cinsellikte de birer tüketici olan insanın ilerideki beğenilerinin ve yeğlemelerin ne olacağını hangi yönde ve hangi boyutta değişeceğine ilişkin olarak büyük bir belirsizlik vardır. İsteğin yoğunluğu ve cinsellik beklentilere dönüşür ve arttırır veya azaltıcı sonuç verir. Çünkü bireylerin tek tek istek yoğunluğu (talepleri) toplumun istek ve yoğunluğundan farklıdır. Kişiler bu belirsizlikleri eşinde, sevgilisinde bulamazsa özgür ilişki ile ve ortamlarda bir kısırlık, bir kıtlık var demektir. Bu durum sıkıntıya düşmek istemeyen tüketicilerde-alıcılardan olağandışı yollarda savaşması bir enerji tüketmesi demektir.
Kişilerin yakın çevresine ilişkin özentisi, onlar gibi olma isteği, onlardan üstün olma güdüş, kıskançlık nefret duygusuna kapılma gibi birçok etkenin bu isteğin yoğunluğuna yön verdiği bir gerçektir. Yani kişiler belirli bir toplulukta kendini kabul ettirmek için onlar gibi davranmak, onlar gibi tüketmek, onlar gibi belirli olanlara yönelip diğer ilişkiler ve durumlarda kaçmak isteyebilir. Böyle olacağı gibi bazen de toplum dışına çıkacak ve toplumla uzlaşmazlığı belirginleştirebilir.
İsteğin yoğunluğunun tanıtılması, kendi cinselliğinin anlatılması gereksinme ve istekleri karşılama biçimlerinin ortaya konması sonuca varmayı kesin etkiler. İsteğin yoğunluğunu ve cinselliğinin esnekliğini açıklamak, nitelik ve nicelik olarak gelişkinlik derecesi, isteğin karşılığının bulunup bulunmaması isteğinin önceden veya anında planlarla ve en yüksek yararı sağlayacak biçimde gerçekleştirebilir.
Kişiler ussal olmayan pek çok etkenin etkisiyle çok farklı davranışları göstermekte ve isteğin yoğunluğunu ve cinselliğinin yararlarını en aza indirebilirler veya en çoğa çıkarabilirler. Kişilerin duyguları, içgüdüleri ile gerçekler arasındaki çelişkiler de ussal olmayan davranışları yönetmektedir.
Hâlbuki içgüdüsel olarak kendilerini yorucu, rahatlarını bozucu, sıkıntıya sokucu konularda uzaklaşma eğilimindedirler. Bu eğilim, cinsel isteğin yoğunluğunda da kendini gösterir. Ve kişi fazla düşünmeden sıkıntıya girmeden cinsel tüketimini gerçekleştirmek ister. Cinselliğin kullanımından bir takım beceriler, gerektirmesi ussal olmayan davranışlara kaynaklık eder. Çünkü bilgi eksikliği, eğitimsizlik, öğrenmeye karşı isteksizlik cinsel talebi olumsuz yönde etkiler.
Bu durumda dış etkili etkenlerin cinselliği tümüyle yer değiştirmesine, başka ilişkiye nicelik ilişkisiyle kurulmuş bir talep koymasına yol açar. Öyleyse sorgulanması yargılanması gerekli olan cinsellik değil kendi isteğimizin yoğunluğu ve cinselliğimizdir.
Bunu yaparken çok dikkat etmemiz gereken yegâne şey esnekliktir. Yani cinsel isteğimizin uygunluğu ve yoğunluğunu değişkenlere bağlı olarak alıcıların gösterdiği duyarlılıkla ölçmemiz şarttır. Muhataplarımızın kimi esnekliğinin sonsuz olduğunu yansıtabilir. Bir diğerinin esnekliği sıfır olabilir. Yapabileceğimiz şey talep esnekliğimizle muhatabımızın alıcı esnekliğini karşılaştırmaktır. Ortaya çıkabilen farklılıkların değişmelerin belirlenmesi ilişkimizi ortaya koyabilir. Yani talep eğilimini saptarken en uygun hedef oldukça değerli, oldukça duyarlı değerler ortaya koymaktadır. Ve ortaya çıkacak değişmelerin belirlenmesi önemli bir konudur.
Ve cinsellikte isteğin yoğunluğuna paralel sonuç doğurabilir.
Hüseyin Tepe
22.9.2000
İz Kültür Evi
İnsan çeşitli gereksinme isteklerini gidermek isterken, kendisi iççin kişisel önemi en çok mal ve istek arasında secim yapar. Bu konuda en büyük öncelik yiyecek, giyecek gibi temel mallara verilir. Haz ve zevke yönelik istekler ikinci plana itilir. Bu istekler hiçbir zaman tam olarak giderilememektedir. Kimi zaman bu istekler kurallar zincirinde sıraya dizilmiştir. Evlilik, sevgililik ve diğer özgür ilişkiler olarak bu birimler aynı amaç ama farklı ilişkiler doğurur. Bu durum cinselliğe olan talebi farklı amaçlarla kullandırdığı için talebi daha çok arttırır. Beğeniler ve yeğlemeler öne çıkar. Aynı isteği gereksinmeyi karşılayan bu ilişkiler arasından birini yeğlemek zorunluluğunu toplum oluşturmuştur. Bu hiçte özgür bir ilişki türü değildir. Çünkü beğeni ve yeğlemeler gelenekler, görenekler, alışkanlıklar, çevre, din kültür gibi etkenlerin etkisiyle oluşmaktadır. İsteğin yoğunluğu ve cinsellikte de birer tüketici olan insanın ilerideki beğenilerinin ve yeğlemelerin ne olacağını hangi yönde ve hangi boyutta değişeceğine ilişkin olarak büyük bir belirsizlik vardır. İsteğin yoğunluğu ve cinsellik beklentilere dönüşür ve arttırır veya azaltıcı sonuç verir. Çünkü bireylerin tek tek istek yoğunluğu (talepleri) toplumun istek ve yoğunluğundan farklıdır. Kişiler bu belirsizlikleri eşinde, sevgilisinde bulamazsa özgür ilişki ile ve ortamlarda bir kısırlık, bir kıtlık var demektir. Bu durum sıkıntıya düşmek istemeyen tüketicilerde-alıcılardan olağandışı yollarda savaşması bir enerji tüketmesi demektir.
Kişilerin yakın çevresine ilişkin özentisi, onlar gibi olma isteği, onlardan üstün olma güdüş, kıskançlık nefret duygusuna kapılma gibi birçok etkenin bu isteğin yoğunluğuna yön verdiği bir gerçektir. Yani kişiler belirli bir toplulukta kendini kabul ettirmek için onlar gibi davranmak, onlar gibi tüketmek, onlar gibi belirli olanlara yönelip diğer ilişkiler ve durumlarda kaçmak isteyebilir. Böyle olacağı gibi bazen de toplum dışına çıkacak ve toplumla uzlaşmazlığı belirginleştirebilir.
İsteğin yoğunluğunun tanıtılması, kendi cinselliğinin anlatılması gereksinme ve istekleri karşılama biçimlerinin ortaya konması sonuca varmayı kesin etkiler. İsteğin yoğunluğunu ve cinselliğinin esnekliğini açıklamak, nitelik ve nicelik olarak gelişkinlik derecesi, isteğin karşılığının bulunup bulunmaması isteğinin önceden veya anında planlarla ve en yüksek yararı sağlayacak biçimde gerçekleştirebilir.
Kişiler ussal olmayan pek çok etkenin etkisiyle çok farklı davranışları göstermekte ve isteğin yoğunluğunu ve cinselliğinin yararlarını en aza indirebilirler veya en çoğa çıkarabilirler. Kişilerin duyguları, içgüdüleri ile gerçekler arasındaki çelişkiler de ussal olmayan davranışları yönetmektedir.
Hâlbuki içgüdüsel olarak kendilerini yorucu, rahatlarını bozucu, sıkıntıya sokucu konularda uzaklaşma eğilimindedirler. Bu eğilim, cinsel isteğin yoğunluğunda da kendini gösterir. Ve kişi fazla düşünmeden sıkıntıya girmeden cinsel tüketimini gerçekleştirmek ister. Cinselliğin kullanımından bir takım beceriler, gerektirmesi ussal olmayan davranışlara kaynaklık eder. Çünkü bilgi eksikliği, eğitimsizlik, öğrenmeye karşı isteksizlik cinsel talebi olumsuz yönde etkiler.
Bu durumda dış etkili etkenlerin cinselliği tümüyle yer değiştirmesine, başka ilişkiye nicelik ilişkisiyle kurulmuş bir talep koymasına yol açar. Öyleyse sorgulanması yargılanması gerekli olan cinsellik değil kendi isteğimizin yoğunluğu ve cinselliğimizdir.
Bunu yaparken çok dikkat etmemiz gereken yegâne şey esnekliktir. Yani cinsel isteğimizin uygunluğu ve yoğunluğunu değişkenlere bağlı olarak alıcıların gösterdiği duyarlılıkla ölçmemiz şarttır. Muhataplarımızın kimi esnekliğinin sonsuz olduğunu yansıtabilir. Bir diğerinin esnekliği sıfır olabilir. Yapabileceğimiz şey talep esnekliğimizle muhatabımızın alıcı esnekliğini karşılaştırmaktır. Ortaya çıkabilen farklılıkların değişmelerin belirlenmesi ilişkimizi ortaya koyabilir. Yani talep eğilimini saptarken en uygun hedef oldukça değerli, oldukça duyarlı değerler ortaya koymaktadır. Ve ortaya çıkacak değişmelerin belirlenmesi önemli bir konudur.
Ve cinsellikte isteğin yoğunluğuna paralel sonuç doğurabilir.
Hüseyin Tepe
22.9.2000
İz Kültür Evi
ALGILADIĞIM HAYAT
Algıladığım hayatın başı da sonu da bana ait.
Ne ilerisini yaşadım,
ne geleceği ne zaman ve ne kadar yaşayacağım belli...
Ne ilerisini yaşadım,
ne geleceği ne zaman ve ne kadar yaşayacağım belli...
20 Mayıs 2014 Salı
UMUT VE ÇARESİZLİK.
Çaresizlik umutsuzluğu yeşertir. Çaresizlik insanda umutsuzluk, suçluluk, değersizlik atalet gibi bir kısır döngüyü yaratır.
Bu da öfke, yılma ve vazgeçmeyi öne çıkarır ve insanı hareketsiz bırakır.
Tıpkı diğer şeyler gibi çaresizlikte sonradan öğrenilen bir şeydir.
Çünkü arka arkaya gelen aksilikler insanlara çaresizliği, umutsuzluğu ve ataleti öğretiyor.
Nasıl ki çaresizliği öğreniyoruz, umudu da öğrenebiliriz. Bu çaresizlikte daha mümkün çünkü çaresizliği çareye çevirecek güç insandır. Yüreğimizin bir yerinde saklı da olsa umut belirtileri daima vardır.
Umudu öğrenmek ve kazanmak için önce katlanmayı öğrenmek gerek. Yüreğimizde yaşatarak saklı tuttuğumuz, hatıralardan aldığımız güçle çaresizliğe ve umutsuzluğa savaş açabiliriz. Bunu yapmazsak çaresizlik ve umutsuzluğun yarattığı öfkemize yenik düşüp hayata ve çevremize küser gelişemeyen bilince (umuda) mağlup oluruz.
"Umut öldü, şeytan güldü" diye bir öz deyiş vardır. Umudu öldürüp, şeytanı güldürmemek gerek. Yani kendimize ve insanlara yeniden güveneceği. Bu kendimizi ve işimizi yeniden geliştirmekle öğrenilir.
Hüseyin Tepe
20.08.2000 Pazar
İz Kültür Evi
Bu da öfke, yılma ve vazgeçmeyi öne çıkarır ve insanı hareketsiz bırakır.
Tıpkı diğer şeyler gibi çaresizlikte sonradan öğrenilen bir şeydir.
Çünkü arka arkaya gelen aksilikler insanlara çaresizliği, umutsuzluğu ve ataleti öğretiyor.
Nasıl ki çaresizliği öğreniyoruz, umudu da öğrenebiliriz. Bu çaresizlikte daha mümkün çünkü çaresizliği çareye çevirecek güç insandır. Yüreğimizin bir yerinde saklı da olsa umut belirtileri daima vardır.
Umudu öğrenmek ve kazanmak için önce katlanmayı öğrenmek gerek. Yüreğimizde yaşatarak saklı tuttuğumuz, hatıralardan aldığımız güçle çaresizliğe ve umutsuzluğa savaş açabiliriz. Bunu yapmazsak çaresizlik ve umutsuzluğun yarattığı öfkemize yenik düşüp hayata ve çevremize küser gelişemeyen bilince (umuda) mağlup oluruz.
"Umut öldü, şeytan güldü" diye bir öz deyiş vardır. Umudu öldürüp, şeytanı güldürmemek gerek. Yani kendimize ve insanlara yeniden güveneceği. Bu kendimizi ve işimizi yeniden geliştirmekle öğrenilir.
Hüseyin Tepe
20.08.2000 Pazar
İz Kültür Evi
19 Mayıs 2014 Pazartesi
1919
Yıl 1299 OSMANLI'DAN, YIL 19 MAYIS 1919 MUSTAFA KEMAL’E,
600 YILLIK BİR GEÇMİŞ, YIL 2014 YAZILMAMIŞ
SON 76 YIL
1299 da Anadolu'da doğan Osmanlı İmparatorluğu, yükselerek 16 cı
yüzyılda dünyanın en büyük askeri ve siyasi güçlerinden biri durumunda iken geçen
350 yıllık zaman içerisinde çeşitli iç ve dış nedenlerin katkılarıyla devamlı
güç ve itibar kaybederken, Viyana kapılarına kadar ilendikten sonra
Zayıflamaya başlamış ve 1683’e
gelindiğinde, iyiden iyiye Batının
Emperyalist baskısıyla, Siyasi, Askeri ve ekonomik olarak her sıkıştığında İç
ve dış güçlere devamlı borçlanarak “Yarı bağımlı” hale gelmiş ve köşeye sıkışmıştır.
Viyana, Budapeşte, Belgrat'ın elden
çıkmasını önleyememiştir. Avrupa'da geri-geri çekilerek, Bir avuç Rumeli
toprağına sığındı. Ancak elde kalan bu topraklar da, Ruslar ve Avusturyalıların işgal
hedeflerindedir. Ruslar: Kendi
ırklarından saydıkları Bulgarlar ve Sırplara Balkanları teslim etmek istiyordu.
Osmanlı,1699 Karlofça antlaşmasıyla
İlk defa topraklarını kaybetmeye başlamıştır. Osmanlının
Ekonomik-Siyasal ve Kültürel olarak kayıp verdiği ise, Ancak 17’i
yüzyılda devleti yönetenlerin dikkatini çekmiştir. 600 yıllık Osmanlı döneminde,
devlet yönetimi için devşirme- dönme kimseler yetiştirilmiş ve kullanılmışlardır.
Osmanlıda biat kültürü hâkim. Devlet yönetiminde görev alan 288 Sadrazamdan
(Başbakan) yaklaşık 70 kişi kendi halkından. Geriye kalan, 210’n dan da fazlası
ise Yahudi ve Hristiyan kökenlidir.600 yüz yıldan beri yaşamın, Hukukun,
Sanatın, Siyasetin ve Kültürün Din ile şekillendiği bir şeriat ve ümmet
imparatorluğu olan, devletin eski etki ve canlılığına kavuşturma cabaları ise yorgun
ve itibar kaybeden bünyede olumlu sonuç verememiştir. 19 ‘u yüzyıla
gelindiğinde ise imparatorludaki irtifa kaybı, giderek hızlanmış, 20’i yüzyılın
başlarında, Trablusgarp, Yemen, Balkanlar ve birinci dünya savaşı sonunda; Osmanlı
toprakları Anadolu coğrafyası ile sınırlandırılmıştır. Yaklaşık 600 yüzyıl
yaşama becerisi gösteren, ve20’i yüz yılın başlarında, Hızla çöküşe
sürüklendiği yıllarda;
Mustafa Kemal,
Daha 5-6 yaşlarında ikin,
Osmanlı imparatorluğuna bağlı Selanik'te Öğrencisi olduğu mahalle mektebi
sayılan Medrese hocasının, dizlerinin üstünü oturup saatlerce o vaziyette ders
yaptırmasına, karşı gelerek, ayağa
kalkıp ders dinlemiş, hoca oturmasını ve öyle ders yapmasını isteyince de. Hayır,
ben ayakta ders yapacağım çünkü söylediğin gibi, "oturarak ders yaparken dizlerim
acıyor." hoca "sen benim
emrime karşı mı geliyorsun." Deyince.
“Evet, senin emrine karşı geliyorum." Diye dayatmıştır.
Bu tartışmada diğer öğrencileri
de yanına çekmesini başarmış, bunun üzerine, hoca, Mustafa Kemal ile pazarlık
yapmış, Mustafa Kemal ve öğrencilerin istediğini kabul etmiştir.
Mustafa Kemal Askeri Rüştiye'yi 14 yaşında bitirmiştir. Manastırda
gittiği Askeri Rüştiyede okurken,
Mantık, Hesap, Usul-i Defteri, Hendese (geometri), Coğrafya, Tarih-i İslam, Kavaide-i
Osmaniye (Osmanlı kaide- kuralları),Fransızca, İmla-yı Türki, Hatt-ı Fransevi, Resim gibi okutulan dersler
ile de,
Öğrenciliğinden itibaren analitik
düşünmesini öğrenmiştir. Okul dışında, özel hocalardan Fransızca dersler ile müzik
ve o zamanda moda olan dans dersleri almıştır.
Mustafa Kemal bu yıllarda, Osmanlı azınlıklarının bağımsızlık arayışlarına
bizzat tanık olmuştur. Bir gece bir arkadaşı ile okuldan kaçıp, gönüllü olarak
askere yazılmaya gitmiş, fakat öğrenci olduğu anlaşılınca geri gönderilmiştir.
Mustafa Kemal; Manastırda bulunduğu yıllarda yazılarını okuduğu,
Avrupa'ya gitmiş Jön Türklerce, Fransa'da,
Fransızca yayınladıkları gazete ve dergiler ise Türklük duygularını
kamçılamıştır.
Asım Gündüz'ün hatıralarında Mustafa
Kemal'in ağzından bize aktardığı gibi "Tarihte inkılaplar önce aydın
kişilerin kafasında, Fikir olarak doğmuş zamanla toplumu sarmıştır(...) Başka milletlerin
şairleri,
Münevverleri böyle çalışıp
milletlerini uyarırken, nerde bizim mütefekkirlerimiz? Bizim bir Namık
Kemalimiz var. O, Türk milletinin yüz yıllardan beri beklediği sesi verdi
“Dediğini, Asım Gündüz,
Bizlere anlatır.
Mustafa Kemal; Harp akademisinde öğrenci iken çok okumuş ve Osmanlının
bir zamanlar hükmettiği
Batının egemenliğine girdiğini
ama batının kültür ve biliminden uzaklaştığını tespit etmiş, Pozitivizm,
Materyalizm, Sosyalizm,
Darvin’izm gibi akımlarla ilgilenmeye başlamış ve1904’e,Defterine şöyle bir not
düşmüş: “Önce sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı“ diye yazmıştır. Mustafa
Kemal: Batıyı yakından takip etmek ve anlamak için, Almanca, Fransızca ve
kısmen, İngilizce öğrenmiş, Hatta bir ara askeri okulda, Seçmeli, Rusça ve Japonca
dersleri almıştır. Batıyı temelden değiştiren, Rousseau,
Montesquieu, Holbach, Voltaire, Aguste Comte, Bohler, Desmoulins, Descartes,
Kant gibi yabancı aydınlarla, Osmanlıyı değiştirip, dönüştürmeye çalışan,
Tevfik Fikret, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet,
Kılıçzade Hakkı, Baha Tevfik, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Şehbenderzade
Filibeli Ahmet Hilmi gibi, Yerli aydınların kitaplarını, yazılarını okumuş;
Batı'da yayınlanan gazeteleri, Osmanlıdan yayınlanan, İçtihat ve Mizah gibi
dergileri takip etmiştir. Yıllar sonra Eşref Ünaydın’a Atatürk’ün bu kadar kültürü
nereden aldığını soranlara O da, sorulan soruya, "Mustafa Kemal: okuduğu
Meşveret 'ten, Mizan'dan Osmanlı'dan, Şurayı Ümmet'ten, Murat'ın Mizanı ile Ahmet
Cevdet'in “İçtihat “tını,
Düzenli olarak eline geçmiştir. Çanakkale savaşından sonra, kendisiyle
konuşurken, Jön Türlerin Avrupa'da çıkardığı Osmanlı mecmuasının tam
koleksiyonunun elinin altında olduğunu bana söylemiş,
Fırsat düştükçe karıştırıp eski okuduklarımı gözden
geçiriyorum." Dediğini anlatmıştır.
Mustafa Kemal, öğrencilik
yıllarındaki Yaz tatillerinden fırsat buldukça Selanik'e gelir oradaki,
Olympos, Kristal ve Yonyo gibi gazinolarda arkadaşları ile buluşurmuş. 1902
yılının bir yaz tatilinde
İran olayları konuşulurken, İran'da özgürlük savaşı verenlerin büyük
başarı kazanarak, İran Şahına parlamentoyu açtırdıkları, Girit'te de
Venizelos'un adayı Yunanistan'a katmak için savaştığı dile getirilirken, Ali
Fethi (Okyar) : "Bizde neden böyle adamlar çıkmaz?" Diye sorunca: Mustafa
Kemal;
"Neden bir Mustafa Kemal
çıkmasın" Diye karşılık verdiğini! Aktarır. Yine tatilde geçen Selanik
günlerinin birinde; İleride arkadaşlarına vereceği görevleri sıralarken, arkadaşı
Nuri Conker'e,
"seni de başvekil yapacağım"
demiş, Nuri Conker de: "o birader! Beni
başvekil yapmak için sen ne olacaksın." Diye sorunca, Mustafa Kemal, hiç
tereddüt etmeden, "Bir adamı başvekil yapabilecek adam (olacağım)"
yanıtını verir. Mustafa Kemal 1902 de Selanik’te geçirdiği o tatil günlerin
birinde
bir Bulgar vatandaşına "İmparatorluğun
o çöküş yıllarındaki bütün aksaklıkları, beceriksizlikleri anlatıyor...'Ben bir
gün başa gelirsem'... Deyip, kalkınma ve tutunma çarelerini sıralıyordu.
İmparatorluğun her milletine ayrı hak tanıyor, Türk milletini ayakta
tutmanın çarelerini düşünüyor,
Rüyada bir adamdı. Gözleri çakmak-çakmaktı.
Görülebilecek kadar hayalden bahsettiği, insan fark ediyor, fakat hangi
kuvvet bilinmez, insanı içinde
Ona inanmaya sevk ediyordu”...diyen Bulgar vatandaşı bunları bir Bulgar
gazetesinde anlatıyor.
Atatürk 1906 veya 1907 yılında Bulgar Türkolog'u Manof'a, yıllar sonra
yapacağı devrimleri tek-tek sıralayarak, gelecekte çağdaş bir Türkiye kurmaktan
söz ederken; “Bir gün gelecek, ben hayal sandığınız bu devrimleri yapacağım, mensup
olduğum ulus bana inanacaktır... Bu ulus gerçeği görünce arkasından duraksamasız
yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı türdeş
bir yapıya dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından
benliğimizi ayırarak, Batı uygarlığına
aktarılmalıyız. Batı uygarlığına engel olan Arap yazısını atarak,
Latin kökünden bir alfabe
seçmeliyiz... İnanın bunların hepsi bir gün olacaktır." Diye sıralayarak anlatmıştır. Mustafa Kemal
1905 te, sürgün gittiği Suriye yolculuğuna, kafasından yaratılacak Çağdaş Türkiye hedefi
ile çıkmış, ömründe ilk defa hala ortaçağı yaşayan bir kent olan ve İslam'ın
gözbebeği sayılan Şam'ı tanıyacaktır. Şam'da karanlık bastıktan sonra her yer
bomboş ve sessiz, Araplarca kutsal olan Şam tam bir ahiret şehri gibidir. Karanlık
ve sessiz geçen Şam gecelerinden bir gün, kapalı ve yüksek duvarların dibinden
geçerken, kahvehanenin birinin penceresinden dışarı taşan bir müzik sesi gelir,
Kapıdan içeri baktığından, Hicaz Demir yolunda çalışan İtalyanlarla dolu
olduğunu görür,
Mandolin çalıp şarkı söyleyerek, karıları ve kız arkadaşlarıyla dans
ediyorlardı "İzin isteyerek onlara karışır, sabaha kadar onlarla yer içer,
eğlenir dans eder. Mustafa Kemal; giderek, her şey karanlık içinde, baskı ve
derinden derine ikiyüzlülükle dolu, bu zamanda, katı gelenekler, yozlaşmış dini
inançlar içinde, milletin gerçek düşmanının, sadece yabancılar olmadığını, İyiden iyiye, tıpkı
bu şehirde yaşananlar gibi defalarca tespit etmiştir. Mustafa Kemal 1909 da Defterine
yazdığı notlarda şapkanın kabul edilmesinde söz etmiştir.
1910 da Fransa'da düzenlenen "Pacardie
manevraları”na katılmak için, Fransa'ya giderken,
Başında kırmızı feshi olan
arkadaşı Yüzbaşı Selahattin’le, Belgrat İstasyonunda alay edilmesi,
Mustafa Kemal’in gururunu çok
kırmış, bu seyahat için uğradıkları Selanik'te, aldığı Avrupai bir elbise ve
kasket giymiştir.
Mustafa Kemal; 1914 de
Bulgaristan'ın Sofya şehrinde yaptığı "Sofya Ateşemiliterliği" Resimlerinde
şapka giydiği çokça görülmüştür. Mustafa Kemal 1916 yılında 16’ı Kolordu
Komutanı olarak görev yaptığı Muş ve Bitlis'te defterine yazdığı notlara bakılacak
olursa, öğrencilik yıllarında bu yana okuduğu kitaplar, tuttuğu notlar ve
düşündüğü devrimin İçeriğine dair düşüncelerinin daha da
Netleştiği ve ileride kuracağı Çağdaş Türkiye hakkında önemli ipuçları
verir. Mustafa Kemal,
1918 yılının ortalarından, böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği
Avusturya Karlstad’a kaldığı günlerde, defterine yazdığı günlüklerde hem Âşık
olan, insan Mustafa Kemali, hem de
gelecekte yapacaklarını sıralarken, okuduğu kitaplardan alıntılar yapmıştır. 7
Temmuz 1918 Pazar gününe
İlişkin notlarında, yatmadan önce, Yükseköğrenim görmüş bir kızla, Felsefe
profesörü amcasının
"sosyalizm" konusundaki tartışmalarını içeren, bir kitap
okuduğunu belirterek, kitaptan bazı alıntılara yer vermiştir. Mustafa Kemal'in
burada okudukları arasında, Karl Marks'ın Fransızcaya çevrilmiş
Kapital'ine ilişkin eleştiri de vardır. Bu eleştiriye bakarak, Mustafa
Kemal'in daha öncede
Kapital'i okumuş kanaati de
oluşabiliyor insanda.
.
Mustafa Kemal; 22 Kasım 1916 akşamı, Kurmay başkanı İzzettin Çalışlar
ile yaptığı "Tesettürün lağvı
(kaldırılması) ve Toplumsal hayatımızın ıslahı, konusunda yaptığı uzunca söyleşiden
sonra, defterine şu notları düşmüş:
1-
Muktedir ve hayata vakıf valide (güçlü ve hayatı
bilen anne) yetiştirmek.
2- Kadınlara
serbestisini vermek,
3-
Kadınlara müşareket-i umumiye ( ortak yaşam) erkeklerin
ahlakiyatı, efkârı (düşünceleri)
Hissiyatı üzerinde
müessirdir.(etkilidir)
4-
Celb-i
muhabbet-i mütekabile, temayül-i fıtrisi (karşılıklı sevgiyi kazanmanın
doğuştan gelen eğilimi) diye satır başlı notlar yazmıştır.
Mustafa Kemal, arkadaşları ile
yaptığı bir söyleşide ise, "Ben her zaman söylerim, burada bir vesile ile
bilginize sunayım, benim elime büyük bir yetki ve güç geçerse, ben toplumsal
yaşantımızda istenilen devrimleri, bir anda, bir vuruşla uygulayacağımı
sanırım. Çünkü ben kimileri gibi, halkoyunu yavaş, yavaş benim tasarılarım ölçüsünde,
tasarlamaya ve düşünmeye alıştırmak yoluyla, bu işin yapıla bileceğini kabul
etmiyor. Böyle harekete karşı ruhum
isyan ediyor. Neden? Ben bunca yıl yüksek eğitim gördükten, Uygar yaşamı ve
toplumları incelemek ve Özgürlüğün tadına varmak için yaşam ve zaman
harcadıktan sonra cahil halkın derecesine ineyim. Onları kendi dereceme çıkarayım.
Ben onlar gibi değil, Onlar benim gibi olsunlar. Bununla birlikte sorunda, incelemeye değer kimi noktalar var.
Bunları iyice kararlaştırmadan işe
başlamak hata olur.
Mustafa Kemal, Kadın konusunda
defterine aldığı notların birinde, "Bu kadın meselesinde cesur olalım.
Vesveseyi bırakalım... Açılsınlar. Onların dimağlarını ciddi bilim ve fenle
süsleyelim.
İffeti, Fenni, Sağlıklı olarak açıklayalım. Şeref ve haysiyet sahibi
olmalarına, birinci dereceden önem verelim. Sonra şahsi ilişkiye gelince, Tabiat
ve ahlakımıza uygun kararı arayalım. Ve onla evlenme şartlarımızı açık ve kesin
kararlaştıralım. Ona uymakta kusur edince, Onun gereğini yapalım... Kadın da
böyle hareket etsin." Defterine yazdığı notlara bakılacak olursa, Mustafa Kemal; 1918 yılının ortalarından, 8
Temmuz 1918 de, Böbrek rahatsızlığının tedavisi için gittiği Fransa’da defterine
yazdığı notlar arasında şunlar göze çarpar. "Bugün kayda ve İncelemeye
değer aşağıdaki meseleler var. Fakat vaktim olmadığı için, yalnız not etmekle
yetineyim:
1-
Cemal Paşa'nın mevkii, takip ettiği hayat tarzı
için servet kaynağı!
2-
Talat
Paşa'nın Cemal Paşa'ya soğuk davranması! Sebebi ne olabilir?
3-
Enver Paşa bana karşı ne politika izliyor. Buna
karşı ne karar vermeliyim?
4-
4- Yeni
Padişah ne gibi vaziyetler alabilir?
Mustafa Kemal, 9 Temmuz 1918
Salı günkü notlarında ise, kendi kendine, şu soruları sormuştur.
1- Osmanlı Devleti nasıl bir
siyaset takip etmelidir.
2- Türklük mefkûresi.
3- Arabistan, Türkistan hakkında, vesair milletler hakkında, takip
edilecek bakış açısı, ne olmalıdır?
4- Devletimizin ileri gelenleri (Cavit bey) in Memleket hakkında,
kavrayışları?
5- Aşarın toplanma usulleri. Emanet, ihale, maktüiyet (mısır da)
6- İsmail Hakkı Paşa meselesi?
Mustafa Kemal Temmuz 1918 de, tedavi
için gittiği Avusturya-Karlsbad da tuttuğu notlar arasında, "Yaşantımın
her evresini, bütün ayrıntılarıyla belleğimde düzenli bulundurabiliyorum. Yalnız
tarih, gün, ad hatırımda kalmıyor. Bunları da başka bir araçla
düzenleyebilirim..."
Mustafa Kemal; Erzurum
Kongresinde önce,7-8 Temmuz 1919 gecesi, Mazhar Müfit Kansu'yu ve İbrahim
Yiğit'i çağırarak, “Memlekete iradi milliye hâkim olacak. Kuvayı milliye de bu
iradeye tabi.
Hakikat bu olunca, neler
olmaz." Demiş, Mazhar Müfit Kansu'dan not defterini getirmesini
istemiştir.
Sigarasını birkaç kez tüttürdükten
sonra şunları söylemiştir. "Bu defterin,
Bu yaprağını, Kimseye
göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, birde sen
bileceksin. Şartım bu." Dedikten sonra
da "yaz" diye devam eder.
1- Zaferden sonra hükümetin
şekli cumhuriyet olacaktır.
2- Padişah ve hanedan hakkında
zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
3- Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
4- Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
5- Latin harfleri kabul edilecek." Mazhar Müfit Kansu şaşkın bakışlar arasında "paşam kâfi-kâfi" diyerek, Mustafa Kemal'in sözünü kesmiş "Cumhuriyet
ilanında başarılı olalım da,
Üst tarafı yeter." Diyerek, defteri kapatmıştır. Erzurum Kongresi
sırasında tartışmalarda kullanılan
"asri" kelimesi gibi
bazı sözcükler tartışma yaratmış, bazı hoca efendiler, "asri" sözcüğünü
kullanmasını istememiştir. Mustafa Kemal de "Asri kelimesi, hoca
efendilerin taassubuna dokundu..."
Diyerek bu durumda, dert
yanmıştır.
Mustafa Kemal yıllar sonra, şapka
giyilmesine ilişkin yasa çıkartıldığında, Mazhar Müfit Kansu'ya
"Kaçıncı maddedeyiz? Notlarına
bakıyor musun?" Diyerek takılır.
Mustafa Kemal; 1922 yılında 18
numaralı not defterine yazdıkları ve hedefine koydukları ise şöyledir,
A- Sosyal bir toplumda şunlar
olmalıdır:
1- Ulusal bir gururun verdiği kararlılık ve kuvvet.
2- Durağanlığa kızgınlık ve iğrenme (ilerlemeci olma)
3- Kanaatkâr oluş
4-Hayatın ucuzluğu, süslemenin ucuzu.
5- Hayati zevklere karşı ilgisizlik.
6-Uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin, dine ve maneviyata etki
etmede, hızla gelişmesi, yayılması.
7-Hükümetin gelişme gösterenler, yüreklendirici bir yol izlemesi.
B-)
1-Ulemayı kiram, Siyasete karışmamalı, Mebus da olmamalı.
2- Türkiye devletinin temelleri, bugün kurulacak değildir. O sarsılmaz
temeller, binlerce sene önce kurulmuştur. Fakat o temellerin üstündeki binayı
değiştirmek, bizim olmayan tarz ve renklerini atmak,
Sosyal yapımıza, çağın uygarlığına uyacak bir tarzda, en milli bir
renkte ihya etmek gerekir. Okul,
İktisat, Sanat, İmar.
3- Memleketimiz feyizlidir, zengindir, milletimiz, çalışkandır.
4- Ancak, İlim ve fen
sınırlıdır.
5- Genişletilecek,
6- Şerefli ve haysiyetli bir
millet böyle olur.
7- Sofya'da böyle membalar var. Her birinde Cennet havuzları vasfında
membaları (kaynakları)
Hamamları vardır. Biz niçin
yapmayalım?
8- Tanrı birdir, büyüktür.
9- Bu ana baba yurdu için hayatını vermeye hazır, yüzbinlerce evladımız
var.
10- Bir milleti irşat etmek (aydınlatmak) Felaketten kurtarmak için, Devlet adamlarının
pek büyük önemi vardır.
11- Bir milletin felaket içinde kalması, çökme tehlikesine maruz
kalması mutlaka sosyal, Ahlaki bir hastalığa, saplanmasındandır.
12-Milletin gerçek kurtuluşunu sağlamak için mutlaka, milletin sosyal
eksiklerini idrak etmek ve hastalık esasından, İlmi ve fenni bir şekilde, tedavi
çarelerine yönelmek gerek.
13-Tedavi ancak ilmi ve fenni bir surette olursa şifa verir.
14-Milletin fikri ve sosyal bütün kuvvetlerinden,
Yararlanmak gerekir. Hâlbuki fikirler
safsatalarla Mali, Sosyal, Aklın ve Mantığın kabul etmeyeceği,
Bir takım kötü adetler ile felç
olursa, aradığınız; muhtaç olduğunuz kuvvetlerin, kaynakları yok demektir.
Binaenaleyh bu kaynakların temizlenmesiyle, işe başlamak gerekir.
15- Bu kuvvetlerin israf edilmemesi için, usul ve program dâhilinde hareket
etmelidir.
16- Vatanın geleceğini, Milletin haysiyet ve Namusunu korumak, temel
düşünce olmalıdır.
17- İlim ve eğitim gereklidir.
18- İlim ve eğitimin merkezi okuldur.
19- Milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda, meselelerinde de birer
namuslu uzman, faal birer âlim olmaları gereklidir.
20- Düşmanı mağlup edene ordularımızın sevk ve idaresinde, Fenni ve
ilmi kurallar rehberimiz olmuştur.
21-Milleti yetiştirmek için, Okullar, Üniversiteler kurmak için de, aynı ilkeyi takip edeceğiz.
22- Milletin siyasi ve sosyal hayatında,
Fikri terbiyesinde her türlü dış
etkenlere, bir dayanıklılık için, İlmi ve fenni rehber edineceğiz.
23- Okul genç beyinlerde insanlığa hürmeti, vatan ve millete muhabbeti,
bağımsızlık şerefine muhabbeti ve bağımsızlık tehlikeye girdiği zaman, onu
kurtarmak için, gereken doğru yolu öğretir.
24- Okul sayesinde, İlim ve fen sayesinde, Türk milleti, Türk sanatı, Türk edebiyatı, bütün güzelliği
ile kendini gösterecektir. Türk tarihinin ahlaki bir şekilde, Öğrenimi okulda
olacaktır.
25- Çağdaş düşüncelerin, Çağdaş ilerlemelerin (terakkiye Asriye’nin) çeşitli
engellerin etkisinde kalmaksızın İvedi olarak, geliştirilmesi ve yayımı
gereklidir.
26- Şairlerimiz, Ediplerimiz, kadın erkek Öğretmenlerimiz,
Filozoflarımız, geçen felaket günlerini
mütemadiyen, Millete söyleyip, yazacaklardır. Maruz kaldığımız çöküntünün
nedenlerini, açık ve kesin anlatacaklardır. Bu kara günlerin tekrar etmemesi
için, Milletin ruhunu, Gözü açıklığını her an uyanık tutacaklardır.
27- Özellikle millete
anlatacaklardır ki, Türkiye devletinin güvenliği, Türkiye halkının gerçek
saadet ve refahı, Türkün sosyal yapısına en uygun olan, Türkiye Büyük Millet
Meclisi ve Onun hükümeti ile sağlanır.
28- Türkiye halkına gerçek benliğini idrak ettiren bu milli idareye yan
bakanlar, Millet nazarında ebediyen kötü
ve yok olmuş olacaktır.
29- En önemli ve faziletli görevimiz, eğitim işleridir. Çocuklarımıza
ve gençlerimize, görmekte olduğu eğitimin, sınırı her ne olursa olsun, her
şeyden önce, Türkiye'nin bağımsızlığına, Türkiye Büyük Millet Meçlisine ve
Hükümeti’ne düşman olan tüm unsurlarla, mücadele etmek gerektiği, Öğretilmelidir."
Mustafa Kemal 8 Nisan 1923 de Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adana yayınladığı, "dokuz
ilke(umde)" Kurulacak Türkiye'nin ilk resmi belgesi gibidir.
1- Egemenlik Ulusundur.
2- Türkiye Büyük Millet Meclisi dışında, hiç bir makam, Ulusal yazgıya
egemen olamaz.
3- Bütün yasalarda, Örgütlerde, Yönetimde, Eğitimde, Ekonomide Ulusal
egemenlik içinde davranılır.
4- Saltanatın kaldırılması kararı, değişmez bir ilkedir.
5-Mahkemeler, yasalar düzeltilecektir.
6- Aşar vergisi kaldırılacaktır.
7- Öğretim birleştirilecektir.
8- Askerlik süresi azaltılacaktır.
9- Barış konusunda mali, İktisadi, Siyasal bağımsızlığımızın kesin
olarak, sağlanması koşuldur."
Görülüyor ki Mustafa Kemalin kafasında: "Osmanlıcılık"
düşüncesi artık iflas etmiştir. Mustafa Kemal;
Ta 1889 da İstanbul'da girdiği Harp
Okulu öğrencisi iken de, Beyoğlu'nda bir Fransız Madamına pansiyoner
olmuştur. Hem bu madamda Fransızca der
almış hem de, madamın aracılığıyla,
İttihatçıların Paris'te yayınladıkları gazeteleri elde etmiştir. Fransızca
dili sayesinde
Batı kültürünü daha iyi tanımıştır. Artık Rousseau, Voltaire, Aguste
Comte, Desmoulins, Montesquieu gibi Fransız aydınların eserlerine kolaylıkla
erişebilmiştir. Öğrencilik yıllarında sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile iyi
arkadaş olmuş her fırsat buldukça beraberce kendisi de asker olan Ali Fuat'ın
babasının Kuzguncuktaki "Konak "ta yapıla sohbet toplantılarına
katılmış, arada bir öz alarak konuşmalar yapıp, kısa zamanda onların kadirlerini
kazanmıştır. Mustafa Kemal; O yıllarda Namık Kemal, Ziya Gökalp'i okuyarak, Ulusal
isteklerin dayandığı temelleri öğrendikçe, pozitivist akımları takibe başlamıştır.
Mustafa Kemal: Harp okulunda Öğrenci arkadaşlarını toplar ve
"Arkadaşlar bu gece burada sizleri toplamaktan maksadın şudur: Memleketin
yaşadığı vahim anları Size söylemeye lüzum görmüyorum.
Buna cümleniz müdriksiniz. Bu
bedbaht memlekete karşı, mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak biricik
hedefimizdir. Bugün Makedonya'yı, tekmil
Rumeli'yi, Vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar.
Memlekete yabancı nüfus ve hâkimiyet
fiilen girmiştir. Padişah zevk ve Saltanatına düşkün, her zilleti yapacak,
menfur bir şahsiyettir. Millet zülüm ve İstibdat altında mahvoluyor. Hürriyet
olmayan bir memlekette, ölüm ve çöküntü vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve
kurtuluşun anası, Hürriyettir.
Tarih, bugün biz evlatlarına
bazı büyük vazifeler yüklüyor. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı yaymak
zaruridir. Sizlerden, fedakârlık bekliyorum. Kahredici bir istibdada karşı
ancak ihtilalle, cevap vermek ve Köhnemiş olan çürük, İdareyi yıkmak, Milleti hâkim kılmak, hülasa Vatanı
kurtarmak için Sizi,
Vazifeye davet ediyorum."
Mustafa Kemal; Din-Tanrı konusundaki araştırmalarını “Antik çağa” kadar
takip etmiştir. Antik dönem filozoflarından, Aristo, dan ST. Thomas'a kadar
olanı, kaynakların takibini sürdürerek, Doğa
düzenini,
Kavramının en belirgin özelliği Tanrının iradesine boyun eğen, fakat
kendisine has iç mantığı bulunan
Ezeli ve Ebedi maddenin kendi-kendine oluşumunu ve Leibniz "in,
Tanrı bu dünyadaki kötülüklerden
Sorumlu olmadığını anlatan "Tanrı Savunmasını” kitabını okumuş
olarak İngiliz şüpheci David Hume'i,
Alman filozofu Kant'ı ve Avrupalı Volteri, De La Metterie'ri, Holbach gibi düşünürler başta olmak üzere Ansiklopedisiler
ve Materyalistler gibi kimliklerin tanrıya karşı daha sert tavırları okumuş ve
özellikle Volter'in "alçağı
ezin" sloganıyla seslendirdiği Tanrıya değil Kiliseye yönelişini
ciddiyetle okumuş olarak, fırsatlar yaratıp İstanbul'daki O Konak
toplantılarındaki tartışmalara, bazen izleyici
bazen tartışmacı olarak katılmıştır. O dönem okuma yazma oranı düşükte
olsa, özellikle asker ve
bazı üst düzey yönetici kadroların ev ve konaklarında yaptıkları
sohbetli toplantılarda;
Osmanlının İmparatorluk felsefesinin sonunun geldiğini ve Bağımsızlık
idealini Takip eden başta
Beşir Fuat ve Osmanlının materyalist ve Pozitivistlerin başında gelen
Baha Tevfik ve ayrıca Osmanlının Abdullah Cevdet, Ahmet Hilmi, Ahmet Şuayip
gibi son dönem Osmanlı aydınlarını çabalarını hevesle takip etmiştir. İki bin
kişilik Harp okulunda yeterli miktarda su bulunmamasına rağmen, Padişahın
buyruğu gereği Öğrencilerin namaz kılmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal,
"abdestsiz namaza durdum, bağışla Tanrım" diyen çok sayıda Harbiyeli
arkadaşlarını görmüş, Dinin gösteriş haline getirilmesinin, zorlamanın, utanç
veren kişiliği yıkan sonuçları ile tanışmış, büyük oranda okudukları ve yaşadıklarıyla
bu anlamdaki din öğretisinden iyice soğumuştur.
Mustafa Kemal; son sınıf
öğrencisi iken arkadaşları ile birlikte el yazısı ile gazeteler hazırlamış,
Sınıf duvarına asmaya başlamıştır. Bu gazetecilik serüveninde teneffüs
saatinde Sınıftan gazetenin
Yeni bir nüshasını hazırlarken
Hocası tarafından, suçüstü yakalanmış ve kurduğu grup ile beraber 3 ay hapis
yatmıştır. Okul bittikten sonra da, Sirkeci'de kiraladığı bir evde, gizli-gizli
toplantılar yapmaya devam etmiştir. Bu hareketinden dolayı askerlik görevinden atılmasını
bir hocası önlemiş ancak Suriye'ye sürgüne gönderilmiştir. 1905 de Suriye'ye
giderken arkadaşlarına şöyle seslenmiştir "Pekâlâ, bizde bu çöle gider, yeni
bir devlet kurarız." Der.
Genç subay, Mustafa Kemal, artık
daha örgütlü hareket etmek gerektiğinin farkına varmıştır Suriye'de "Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti'ni" kurar. Vatan ve Hürriyet Cemiyetinde, Arkadaşlar arasında yaptığı bir toplantıda: "Arkadaşlar,
gerçi bizden evvel birçok teşebbüsler yapılmıştır; fakat onlar muvaffak
olamadılar. Çünkü teşkilatsız işe başladılar, biz kuracağımız teşkilat ile bir
gün mutlaka ve
Behemehâl ( her halde-mutlaka) başarılı olacağız. Vatanı, milleti
kurtaracağız." Der. Vatan ve
Hürriyet Cemiyeti, daha sonra, İttihat ve Terakki'ye katılırmıştır. Mustafa Kemal;
Bir dönem mücadelesini İttihat ve Terakki içinde sürdürür... Fakat zaman içinde
Selanik'te yapılan görüşmeler sırasında, Trablusgarp delegesi olarak, Mustafa Kemal Ordunun siyasetten ayrılmasını
ister. Ancak Mustafa Kemal'in, bu görüşü; İttihat ve Terakki tarafından dikkate
alınmadığı gibi, kendisi ortadan kaldırılmak istenmiştir. İttihat ve
Terakki'den ayrılan Mustafa Kemal artık tek başına, kendi bildiği yöntemlerle
Mücadele edecektir.
Bu arada İttihat ve Terakki'nin
baskısı sonucu; 20 Temmuz 1908 de II.
Abdülhamit "Meşrutiyet" ilan ederek,
"Kanunuesasiye" i, yeniden yürürlüğü koymak zorunda
kalacaktır. Tüm bu olup bitenleri 27 yaşındaki Mustafa Kemal: Osmanlının bir askeri olarak, tüm sıcaklığı
ile yaşamış ve Osmanlının; Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya savaşı ile aldığı
derin yaralara tanık olmuştur. Daha 1917
de Halep'ten Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'ya İngiltere'nin gerçek
emellerini sıralamış;
"İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğunu parçalama isteğinin,
Birinci Dünya Savaşı'nın en Büyük amaçlarından biri olduğunu" söylemiştir.
Bu durumun: Osmanlı İmparatorluğu için
telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğabileceğini önemle ifade etmiştir. Çok
geçmeden 30 Ekim 1918 de İmzalanan
Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı Devleti fiilen yok sayılırken, 15
Mayıs 1919 da Yunanlılar, Paris Barış Konferans'ında alınan karara dayanarak ve
Wilson prensiplerinde aldıkları destekle İzmir'i işgal etmiştir.
Kimliğini, Varını, Yoğunu, Benliğini
yani neyi varsa onu kaybetmekte olan bir Osmanlıya yeniden can vermek için:
“Elde, Avuçta kalan”, kısıtlı olanaklarla başarıya ulaşabilmek için Mustafa
Kemal Paşa
"Yalnız ufku görmek yetmez,
ufkun ötesini de görmek gerek." Diyerek,
19 Mayıs 1919 da Samsuna çıkarak ve de
Anadolu insanına güvenerek; “Yedi düvele” karşı, halkı örgütleyecektir. Yedi düvel
olarak sayılan, İşgal kuvveti devletlerin 1920 yılı sonlarında Osmanlı
topraklarındaki Ortalama sayısı şöyledir:
A-
Sakarya Meydan Savaşındaki Yunan ordusunun
toplamı 220 bin kişilik Tam teçhizatlı silahlı asker,
B-
İngilizlerin: Tam teçhizatlı 10 bin silahlı askeri
ve İngilizlere bağlı 8 bin kişilik, tam teçhizatlı Hintli asker,
C-
Fansa:(Tunus-Cezayir ve Senegalli askerler dâhil)
12 bin kişilik, Tam teçhizatlı silahlı asker ve Fransızlara bağlı tam
teçhizatlı 10 bin asker den oluşan Ermeni kuvvetleri
D-
İtalya'nın tam teçhizatlı silahlı askeri
kuvvetleri ise 2 bin kişi,
E-
Ermeni çeteleri 5 bin kişi lojistik destek
yabancı Devletlerce sağlanıyor.
F-
Pontus-Rum çeteleri 25 bin kişi, her türlü
lojistik destek ve malzeme Fransa- İngiliz hükümetlerince sağlanıyor.
G-
Anzavur, Çerkez Ethem ve Kuvayı İnzibatiye
kuvvetleri 15 bin siyahlı çete…
H- Anadolu'daki 21 ayrı iç
isyana katılan isyancı sayısı ise 15 bin silahlı çete...
Toplamda; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Savaşmak zorunda kaldığı, Tam
teçhizatlı düşman gücü 322 bin kişidir.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde, bazen ön
planda, bazen arka planda İngilizlerin olduğu, Çukurova ve çevresinde,
Fransızlar, Batıda Yunanlılar, Doğu'da ve Çukurova'da Ermeni birlikleri ve
çeteleri, Karadeniz ve çevresinde Yunan ve İngiliz destekli Pontus çeteleri,
Kocaeli, Ege ve Marmara bölgesinde Rum ve Ermeni çeteleri ile yerel
halktan oluşan bazı işbirlikçi çeteler ve "İyonya Devleti" için
hazırlanan 20 bin kişilik silahlı kuvvet…21 kez iç isyana katılan 15 bin
kişilik isyancı kuvveti, Anzavurun birliği ve Kuvayı İnzibatiye si, Çerkez Ethem'in Kuvayı Seyyaresi,
Bütün bunların dışında Paris Barış Konferansı ve Cemiyeti Akvam
(Birleşmiş Milletler Cemiyeti) gibi
Uluslararası kuruluşların Osmanlıya karşı tutumları ve ABD'nin Wilson
İlkelerinin Osmanlıya ve
Mustafa Kemal ve hareketine karşı devreye girmesi, yerli halk arasında
yayılan Yunan ve Ermeni ile
Kürtler arasında yayılan ayrılıkçı ve gerici akımlar ve faaliyetlerine
paralel, İzmir’de toplanan, Çerkez kongresi, Trabzon Âdemi Merkeziyet Derneği
faaliyetleri, Ankara’da yeniden toplanan Birinci meclisteki ikinci grubun
Mustafa Kemal ve arkadaşlarına muhalif çalışmaları. Arif ve H. Avni'nin
Erzurum'daki girişimleri, Enver Paşanın gizli faaliyetleri, Trabzon olayı, Ali
İhsan Paşa olayı,
Ali Şükrü Bey ve Topal Osman olayları, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları
hakkındaki “Bolşevik" suçlamaları, Padişahın, Mustafa Kemal hakkında
yayınladığı İdam Fermanı ve Şeyhülislamın idam fetvası... İşbirlikçi İstanbul
Hükûmet çalışmaları, Mustafa Kemal ve arkadaşların temin etmek,
Zorunda olduğu. Asker, Lojistik malzeme, Silah ve cepheneler... ABD ve
İngiliz manda çalışma ve
Teklifleri ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kararlı duruşu ile geri
adım atmaması sonucu,
"Yedi düvel" saydığımız,
devletlere karşı 1911-1922 yılları arasında Aralıksız 11 yıl süren
yıkıcı savaşlarda, Osmanlı Devleti: Balkan savaşlarında 750.000 den fazla İnsan
kaybetmiştir. Birinci Dünya savaşında ölenlerin çoğunun 15-35 yaş aralığındaki
insanlardan oluşan ve 1,5 milyon kayıp vermiş bir Osmanlıda, Tanzimat'tan bu
yana aydınlanmaya çalışan, ama okur-yazar ve meslek sahibi bile olmayan yaşlı
bir nesil ile Cumhuriyeti kurmaya çalışmıştır.
1923 yılı itibari ile Türkiye Cumhuriyetine Osmanlıdan kalan miras
şöyle idi:
1-
Önemli bir bölümü yerleşik olmayıp, Konar-göçer
vaziyette yaşayan ve Ülke nüfusunun % 80'ini
Oluşturan,40 bin
köyün 37 bininde ne okul var, ne yol hizmetleri ne posta, yani iletişim
hizmetleri nede her hangi meslek sahibine ait bir dükkân yoktu. Osmanlıdan geriye kalan Ülke nüfusu ise 11
milyon insandır. Bu 11 milyon insanın %2 si okur-yazardır. Ülkede Mühendis
olmadığı gibi,
Sanayide kullanılacak ara teknik elamanda yoktur. Erkeklerin % 7 si Kadınların %04 oranında
okur-yazardı. Doğu ve güney doğudaki, Kürtler arasında ise Okuma-yazma oranı
%01 bile değildir.
Ülkede toplam 4770 İlkokul bulunuyor. Bu okullarda ise 337.618 kayıtlı
öğrenci var. Bu sayı zorunlu öğrenim görmesi
gerekli Öğrenci sayısının dörtte biridir. Ülkenin toplamında 72 adet ortaokul
ve bu okullarda okuyan 5905 öğrenci var, Bunların 543’ü kız öğrencisidir.
Ülkenin tümünde 23 adet lise bu liselere kayıtlı 1241 öğrenci kayıtlı 230’u kız
öğrencidir. Türklerin okullarının azlığı bir yana, niteliksiz bir eğitim-öğretim
müfredatı uygulanmaktadır. Okul olarak sayılan, Medreseler askerden kaçma yeri;
Çünkü: Medreseye kayıtlı öğrenci gözükenler, İmtiyazlı sayılmış ve
savaş dâhil askere alınamıyordu.
Ne iş yaparsa yapsın, Vergi ödemiyorlardı. Bunların birçoğunun
yabancılar ile Ortak iş kurup, yaptıkları İşi de Medresedeki öğrencisi kaydına dayanılarak,
Vergide muaf tutuldukları, Kurtuluş Savaşında Askere çağrıldıkları halde, Silahaltına
alınamadığı zaman, öğreniliyor. Görülüyor ki
Bunların ağırlıklı kısmı imtiyazdan yararlanmak için Medreseye kayıt
yaptırmış ancak eğitim-öğretime de katılmadıkları anlaşılmıştır.
Eğitim-öğretim adına açık olan bu Medreselerin, her biri birer bağnazlık
yuvaları durumundalar
Eğitim olarak öğrencilere "hurafeleri din diye öğreten ve Öğrencilere
salavatı tefriciye" çektiren,
Anlayış egemen. Medreselerde Türkçe eğitim yasaktır. Buna karşılık,
Ülkede yabancılara ait, kendi çocuklarının Eğitim ve Öğretim gördüğü, nitelikli
çok sayıda okulları var. Ülkede sadece bir adet Üniversite var. (Darülfünun) O
da yüksek medrese düzeyinde eğitim veriyor. Âmâ çağın gelişmelerine kapılı. Akıl
ve bilim asla işlenmiyor. 1729 dan 1830 yılına kadar, yani 100 yıl içinde
Osmanlıda basılan toplam kitap sayısı sadece 180 adettir. Aynı yıllarda batıda
basılan kitap sayısı 90.000 adettir. Gazete ve Dergiler İstanbul'da bile az
sayıda okuyucu bulabiliyor. Ülkede doğru dürüst kitap yok, Kütüphane yok, Müzik
üretim yerleri yok, Resim yapmak,
Müslümanlara yasak. Heykel put sayıldığı için yasak.
Tiyatro ve sinema yok denecek kadar azdır. Var olan tiyatrolarda İslam
kadını oynayamaz, yasaktır.
Halk âdete cami imamının bilgisi, tarikat Şeyh’in; bilgi-görgü ve
medrese eğitimin, marifetine teslim edilmiş durumdadır. Mesela tarih denince
eğitimcilerin, aklına Peygamberin ve Padişahların hayat hikâyeleri geliyor. Bu
toprakların kültürü olan, birçok tarihi esere, değer verilememiş, tarihi kalıntıları isteyen
yabancılara “İstediklerini verin gitsin, bizde bol miktarda taş var "Diyen
padişahlar bile var.
Ve birçok tarihi eser, bu
anlayış sayesinde, kolaylıkla, yurt dışına kaçırılmıştır. Medreselerde verilen
Eğitim hayatında, Türkçe okuyup-yazma yasaklandığı için, Türkçe, Türk çeliğini
yitirmiş, Adına Osmanlıca denen ve içinde Arapça-Farsça - Fransızca karışımı
olan bir dil kullanılmaya başlanılmıştır.
Hatta uygulanan Hukuk sistemi, Yargı sistemi anayasal düzen ile kullandıkları
ne uzunluk ne de ağırlık ve saat Ölçüler bile çağa uymamaktadır. Kültürel
olarak giyim-kuşamda yani kıyafetler, Atatürk’ün deyimi ile "Ne milli, ne beynelmilel,
gülünç durumda." Halka adeta orta çağ yaşatılıyor. Özellikle kadınlar
ikinci sınıf insan sayılarak, toplum içinden dışlanmış, Osmanlıyı yönetenlerin
aklına; bir gün kadınlarında, okuyup-yazabileceği,
Eğitim alarak dünyada geçerli ne meslek var ise onlarında yapabileceği, seçme-seçilme
hakkı olabileceği, en az erkeklerin kullandığı, hak ve hukuka kavuşacakları, akılının
ucunda bile geçirmemişler. Osmanlının Medreselerde verdiği, bu eğitim
sayesinde, dini mezhep çatışmaları, hat safhalara varmıştır. Falcılar, Büyücüler,
Şeyhler-Şıhlar,
Din istismarı sayesinde, ayrıcalıklı konuda tutulmuşlar. 600 yıllık Osmanlı yönetimi boyunca Türk halkı
ihmal edilmiş, devlet yönetiminden dışlanmış sadece köylü, çiftçi ve savaştırılmak
için asker olabilmişler. 600 yıldan fazla devam eden Osmanlı saltanatı sistemi
içinde, Halkın kaderi, Padişahın iki dudağa arasında olmuş. Padişah
"rea" (Çoban) mantığıyla, Halkı "reaya" (sürü) görmüş ve
gütmüştür.
Saray ve devlet adamları, Din adamları, gayrı Müslim zenginler
ayrıcalıklı "Havas" yani üstün sınıf,
Geriye kalan halk ise alt tabaka,
yani avam olarak görülmüştür.
1922 tutulan istatistiki
bilgilere göre, 40 bin köyün 1950 sinde, yaygın bir sığır vebası var. Kurtuluş
savaşı sırasında Yunanlılarca yâda savaşılan devletlerce, tamamen yakılan köy
sayısı 830 adettir.
Kısmen yakılıp- yıkılan köy sayısı ise 930 köy dür. Yakılarak yanan
bina sayısı 114.408 adet, Tahrip edilerek hasar gören bina sayısı ise 11.404
adettir. Ülke genelinden, dört mevsim kullanılabilecek,
Kara yolu uzunluğu 2500 kilometre, yollar, asfalt olmadığı için, kışın
bataklığa dönüşür bu nedenle de,
Pek kullanılamıyor. Demir yoluna gelince: 4112 Kilometre uzunlukta, bir demir yolu ağı
var, Ama bu yolun bir metresi bile bizim değil, Tümünün sermayesi, İşletmesi ve
Çalışanları dâhil, Yabancılara ait.
Denizcilik denince de, İçler açısı bir durum II. Abdülhamit döneminde,
Donanmamız Haliçte çürütülmüştür. Ülke genelinde toplam nüfusun % 82 si tarımla
uğraşır. Tarım ise, İlkel alet-edevatla yapılabildiği için Ülke gelirinin %
58’i tarımla sağlanır durumda. Ekmeklik unun çoğu dışarıda getirilmektedir...
Çoğu köylünün ne sabanı, nede öküzü ve tarlası-toprağı yoktur. Taşrada
Cumhuriyet ile bağdaşmayacak insanlık dışı bir Sistem, yani Aşiret, Bey, Ağa, Şeyh
düzeni hüküm sürmektedir.
Sağlık konusunda: Ülke genelinde
337 doktor var. 150 ilçede, bir doktor
bile yok. Ülkede doktor başına 30 bin
hasta, düşmektedir. Sağlık memuru sayısı ise 434 kişidir. Pek az şehirde eczane
mevcuttur. Ülkede toplam 60 kişi eczacılık yapmakta ama tamamı da yabancıdır. 3
milyon insanımız Trahom, Tifüs, Verem, Frengi, Tifo gibi salgın hastalığa
yakalanmış durumda. Nüfusun % 14’ü sıtmalı, % 9 frengili. %72 si tifüse
yakalana bilecek durumda. Evlerin % 97 sinde tuvalet yok. Yıllık bebek ölüm
Sayısı doğumların % 60’ı geçiyor. Kayıtlı 40 bin köye bakabilecek ebe
sayısı ise 136 kişidir. Teknik olarak: Telefon, motor ve makine yok denecek kadar
az. Radyo- Televizyon yok. Tiyatro ve
Sinema sadece bir kaç şehirde mevcut. Avrupa'nın Emperyalist Devletlerine
verilen Kapitülasyonlar ve anlaşmalar ile yabancılara sağlanan avantajlarla: Yabancı
ülkelerin yurttaş ve şirketlerine tanınan imtiyazlar vergi ve harçlardan muaf
ve serbest ticaret ayrıcalığına kavuşmuşlar. Bu ayrıcalıklı durum,
Osmanlının yerli halkı olan, herkesin belini bükmüştür. Dolmabahçe-Yıldız
sarayları yapımı ve diğer işler için, Avrupa'nın Emperyalist devletlerine, olan
borçların alacağının tahsili için, alacaklı devletlerin,1881 de ülkemizde
kurdukları, Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi ise, Osmanlı Devleti
içinde, onu kontrol eden en tepede onu yöneten bir devlet olmuş, Osmanlıyı
yönetir konumdadır. Toplanan Vergileri, Osmanlının borçlarına karşılık, önce
onlar alacaklarını tahsil etmekte ve kalan paralar da Osmanlının geçimini
sağlayacak dirlik-düzeni organize etmeye, yetmemektedir.
Sanayi ürünleri sayılabilecek kalemler dahi, yani Şeker, Un ve hatta
damların üstünü örten kiremit bile, İthal ediliyordu. Sanayi sayılabilecek toplam
kuruluş sayısı 282 adettir. Bunların % 9’u Osmanlı devletine aittir. Bunun da
%15’i oranındaki sermaye Türklere aittir. Çalışanların bile %85’i yabancılardan
oluşuyordu. Bunun ağırlıklı kısmını, gıda, dokuma ve deri sanayisi
oluşturuyordu.
Bunlardan Osmanlının elinde kalan
sadece 4 adet fabrika var; Hereke ipek
dokuma, Feshane yün iplik, Bakırköy bez ve Beykoz deri fabrikaları, madenler,
Llmanlar ve demir yolları ve ağırlıklı gıda,
dokuma ve deri sanayi, yabancıların elinde. Elektrik 1907 den sonra, sadece
İstanbul'un bazı semtlerinde kullanıla biliniyordu. Savaş ve sonrası
Yunanistan'da göçmen olarak ülkeye gelen insanların sayısı 400 bini aşmış, genç Türkiye Cumhuriyetine, akın- akın gelen
göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım edile biliniyor ancak. Kurtuluş
savaşı boyunca, Emperyalist kuşatmayla
tecavüze uğramış topraklarımızda, Mustafa Kemal: Tam bağımsız, Milli egemenlik
ilkesi ile hareket etmiş, "Egemenlik
kayıtsız-şartsız milletindir" demiş
ve bu uğurda yapılacak işlerden biride,
Halka dayalı Millet Meclisini oluşturmak çabalar olmuştur. Mustafa
Kemal: Kurtuluş savaşını, millet meçlisinin iradesi ile gerçekleştirmiştir.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında, millet meçlisi açık sayılı ülkeler
arasında genç Türkiye Cumhuriyeti, kendine yer bulmuştur. Bu savaşlar sırasında
Parlamentosu açık, Avrupa'da 5, Amerika kıtasında 5 olmak üzere, Toplam 10 ülke
var, Bu 10 ülkenin biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Mesela:1920 de, Dünyada anayasal seçimler ile seçilmiş 35
hükümet varken, 1938 de bu sayı 17 ye düşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu
17 ülkeden biri olarak kalmıştır. Yine
1944 de tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12 si millet meçlisi ve anayasal düzene
sahiptir. Bu 12 ülkeden biri yine
Türki'yedir. Kadınlara; seçme ve seçilme, hakkı veren Ülkeler arasında; İslam
dünyasında birinci, Avrupa ülkeleri arasında yedinci, Dünyada 12’i sıradadır.
Avrupa’da Faşist diktatörler kol gezerken, Mustafa Kemal: Vatandaş için
tercihini, Demokrasiden yana kullanmış ve elinden geleni, ötesinden bir çabayı, sonuna kadar uygulamaya
koymuştur.
Mustafa Kemal: 600 yıllık Osmanlının, Devlet Yönetimini, seçtiği,
dönme, devşirme kişiler olan,
Hıristiyan, Musevi soylu
unsurlara bırakan, Kürtleri kendi çıkarlarına kullanma karşılığı o bölgede
aşiretleşmeyi, ağa, maraba ve feodalleşme ilişkilerine zemin hazırlayan,
zihniyete son vermiştir.
O'nun yerine: Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, yüzlerce yıl sonra, ilk
kez bu topraklarda dönme,
Devşirme saltanat soylusu olmayan, sıradan halk kitlelerine "Türkiye Cumhuriyetini Kuran
Türkiye halkına Türk milleti denir" tespitini yapmıştır. Ve kadınlı,
erkekli Türk vatandaşı olan her birey, seçme ve seçilme hakkı alarak, başta;
cumhurbaşkanı olmak üzere, başbakan, bakan
ve millet meçlisi üyeleri olabilmişlerdir. 1928 de Harf devriminin kabulü ile
18.589 adet okul şehirde, 35.46’i köylerde,
Olmak üzere toplam 54.050 adet millet mekteplerini açmış, 1929-1934
arasındaki 5 yıl içinde millet mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926
kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Yıl 1936 ya gelince Diploma almayı
hak kazanan yurttaş sayısı 2.546.051 kişiyi bulmuştur. Millet mekteplerinden hiç
okuma-yazma bilmeyen köylü kadınlarından 458.000’i okuma yazma öğrenmiş ve
diploma almışlardır. Harf devriminden önce erkeklerde okuma-yazma bilenlerin, nüfusa
göre oranı erkeklerden %7 kadınlardan %04 iken, harf devriminden,7 yıl sonra
yani 1935 nüfus sayımındaki tespitlere göre, bu oranlar toplamda % 19,2 le 17
milyon kişi okur-yazar olabilmiştir. Yani 7 yıl içindeki artış oranı %150 ye
gelmiştir. 1941 de ise okuma yazma oranı
% 22,4 de çıkarılmıştır...
Mustafa Kemal: Çağdaş dünya işlerini dinsel ilkelerden ayırıp, Çağdaş
hukuk ilkelerini benimsemek için Osmanlıda uygulanan şeri Hukuk olan “mecelle” hukukuna
son vermiştir.
"Biz düşünce ve inanca
saygılıyız diyerek", İnanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına
almıştır. 1924 tarihinde "Artık bizim; Dinin gereklerini öğrenmek için, şundan-bundan
ders ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Anamızın, babamızın kucaklarında
verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeterlidir."
" Bu günkü uygulama şekliyle Müslüman ibadet bicimi, son derece belirsiz
ve despotçadır. Din: Sırf şekle ait bir vazife haline getirilmiştir. Hâlbuki
Muhammedin gayesi,
Hakiki ve halis bir dini duygu
uyandırmaktan ibaretti". Diyen,
Mustafa Kemal, bir başka konuşmasında ise "Muhammedin yaşadığı
muhitin ve dinin esasının ve ruhunun nefret ettirecek eğilimleri olduğu ve ibadet
hususunda abartıya ve aşırılıklara, maruz kaldığı anlaşılıyor" diye
konuşmasını sürdürüyor...
"Tevhit-i Tedrisat Kanunu"
ile İstanbul Darülfünun bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmuş, daha
sonra İstanbul Üniversitesine bağlı bir, Yüksek İslam Enstitüsüne dönüştürülmüştür.
"Biz dini eğitimi aileye bıraktık, Çocuklar dini eğitimi ailesinden
alacaktır." Kararından sonra, ilk kuran kursları 1924 ten sonra kurulmaya
başlanmıştır. Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında yıkılan Eskişehir Mihalıççık
köyündeki camin yeniden, yapım ve onarımı için bizzat kendi maaşında biriken
paralarından 5.000 lira vermiş yeniden bu camiyi yaptırmıştır. Mustafa Kemal;
Çağın şartlarına uymayan, eski hukuk sitemi olan “mecelle” hukukunu kaldırmış, Onun
yerine, zamana ve hayata daha uyumlu ve Türk aile yapısına uygun olan Avrupa’da
uygulanan “İsviçre Medeni Kanunu" Millet meçlisinde kabul ettirmiştir. Türk
Ceza Kanunu ise İtalya'da almıştır. Bu ceza kanunu, bazılarının iddia ettiği
gibi Faşist Musolinin ceza kanuni çevirisi değildir. Bu ceza kanunu 1889
tarihli "İtalyan Ceza Kanunu" çevirisidir. O yıllarda çağdaş Avrupa
devletlerince de uygulanmakta idi. 1936 da İş kanunu çıkartılarak, çalışan
kadınların; ”Ağır ve tehlikeli “ işlerden sayılan 123 ayrı işten çalıştırılması,
kanunen yasaklanmıştır. Mesela iş
yasasının 10’u maddesinde der ki "Kadın
işçilere sekiz hafta doğum, her ay üç gün "ay hali" (regl dönemi)
izini verilir. Mustafa Kemal Atatürk; Ülkenin dört bir yanında halkevleri,
Halkodaları açtırarak, Halkı, eğitimle sanatla, kültürle, bilimle, her
konuda, halkı aydınlatmak için,
Daha savaş yıllarında bile, Anadolu Ajansını kurmuştur. Mustafa Kemal
Atatürk; Anadolu Rönesans'ı başlatmıştır. Böylece Anadolu insanı 400 yıl sonra,
geçte olsa batının kullandığı, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi
gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, en önemlisi
Kadınlı- erkekli toplantılara katılmış... Tüm bunları birlikte öğrenmiş
birlikte izlemişler... 1934 de halkevlerinin üye sayısı 34.000 kişidir. 1938 de
halkevlerinin üye sayısı 100 bini aşmış durumdadır.
1936 yılında Halkevleri
etkinlerine katılan insan sayısı 2.100.000 kişi aşmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk; Aşiret ve
tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak
istemiş ve 1934 yılında çıkartılan İskân kanunu ile bu durumdaki çok yoksul
köylüye, toprak dağıtılmıştır.1923-1938 yılları arasında, 246.431 aileye Toplam
9.983.750 dekar toprak dağıtılmıştır.
Bu durum Feodallerin tepkisiyle
karşılanmış ve Doğu Anadolu'da genç Cumhuriyete karşı, Ağrı ve Dersim isyanları
patlak vermiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra: Anadolu'daki toprak
ağalarından, Eskişehirli Sazak ailesi baştan olmak üzere, Anadolu'daki tüm
toprak ağalarının ya kendileri muhalefet etmiştir. Yâda toprak ağalarının
temsilcileri olarak, Türkiye Büyük Millet Meçlisinde Milletvekili olanların tümü
olmak üzere, reformlara muhalefet eksiksiz devam etmiştir. Aydınlı Toprak
ağalarından Adnan Menderes toprak reformuna şiddetli muhalefet etmiştir. Sonunda
bu toprak ağaları Cumhuriyet Halk Partisinden atılmışlardır. Cumhuriyet Halk
Partisinden atılanlar da: Celal Bayar ve Adnan Menderes önderliğinde
örgütlenerek Demokrat Partiyi kurmuşlardır...
Mustafa Kemal Atatürk, başta, "Atatürk Orman Çiftliği" olmak üzere Türkiye'nin değişik yerlerinde
kurduğu örnek çiftliklerde, modern tarım, ileri hayvancılık yapılanması
yöntemiyle, modern ve çevreci, bir Türkiye yaratmak istemiştir, “Atatürk Orman
Çiftliğinde” ki tarımda kullandığı Traktörlerin yakıtlarını bile biyoyakıt
olarak Çiftlikte üretip kullandırmıştır. Ve 3 yılda “Atatürk Orman Çiftliğinde”
150.000 adet ağaç, Yalova-Termal arasında ki yola ise, 1 yılda 2250 ağaç
diktirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçekleştirdiği bu tarım devrimiyle, genç
Türkiye Cumhuriyeti, hem kendi kendine yetebilmiştir. Hem de birçok tarım ürününü
ihraç etmeye başlamıştır. Pamuk üretimi 1920 de
20.000 tondan 1927 de 120.000 tona, 1952 den 165.000 tona
çıkartılmıştır.
Tütün Üretimi 1923 de 20.500 tondan, 1927 de 64.400 tona,
çıkartılmıştır. Üzüm üretimi 1923 te 37.400 tondan, 1927 de 40.000 tona
çıkartılmıştır. Buğday üretimi 1923 te 972 tondan, 1939 da 3636 tona
çıkartılmıştır. Aynı dönemde 145.000 ton zeytin, 40.000 ton fındık,28.000 ton
incir üretilmiştir.
Hayvancılık alanında ise 1923 te 15 milyon koyun sayısı 23 milyona 4
milyon sığır sayısı 9 milyona ulaşmıştır.1930-1939 yılları arasındaki küresel
kapitalizmin yaşadığı, büyük buhranın olumsuzluğuna karşın Ülkemizdeki tarım ve
hayvancılık kesimi, büyümesini sürdürmeyi başarabilmiştir.
17 Şubat 1923 de İzmir'de toplanan "İzmir İktisat Kongresi"
ile Türkiye'nin ekonomik kalkınması planlanmış, 1923-1929 yılları arasındaki
"liberal ekonomi dönemi"
1929 yılı, Dünya Ekonomik Krizinin ardından terk edilmiştir.
1930-1938 yılları arasında
"Planlı Devletçilik" (Karma ekonomi) benimsenmiş ve 1934 deki 1’i Beş
yıllık kalkınma planı ile başlayan, “Ağır Sanayi’ye geçişte dosta- düşmana, parmak
ısırtacak birçok başarılı yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Sadece % 15 'i
Osmanlıya ait, geriye kalan hisselerin tamamı yabancıların elinde olan 4 adet
fabrikayı Osmanlıdan devralan genç Cumhuriyet,1923-1938 arasında
Türkiye'nin değişik yerlerinde 28 âdeti büyük Fabrika olmak üzere,
Ülkede, Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Sadece Ankara'daki “Atatürk orman
çiftliğinde” 8 adet olmak üzere 1000 den fazla üretim yapan fabrika
kurulmuştur. Aynı yıllarda sanayi üretimindeki artış,% 152 artarken Toplam
sanayi üretimi % 80 artış gösterebilmiştir. Diğer artışlar: Kömürde % 100,Kromda
%600 Diğer madenlerde %200 olurken, Mitolojik var olma öyküsünde dağları
eritip, demir elde eden bir halkın,
Demir üretimi sıfırdan 180 bin tona çıkmıştır. Şeker üretimi 200 misli
artmıştır. 1930 Merkez Bankasının kuruluşu çerçevesinde, Türk lirasının
Dolar-sterlin ve diğer yabancı ülkelerin,
paraları karşısındaki değeri yükselmiştir. 1924 de var olan bankaların
sayısı 19 iken bunun 15’i yabancı ülkelere aittir.1938 de Ulusal anlamdaki
banka sayısı 39’a yükseltilmiş, bunun 9 tanesi yabancılara ait kalmıştır.1929
Dünya Ekonomik Krizine rağmen genç Türkiye Cumhuriyetin yıllık büyüme hızı %
10’un altına düşmemiştir. Gayrisafi milli hasılamız 3 katına çıkarken, kişi
başına milli gelir 2 katına çıkmıştır.
1923-1938 yılları arasında,11 yıl boyunca denk bütçe eşitliği sağlanmış
(gelir-gider denkliği)3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. Merkez bankası stoklarında 36 milyon Dolar
döviz, 26 ton altın stoku vardır.
Artık: Şeker, çimento kereste ve deri üretiminin tamamı millidir. Yünlü
dokumanın % 83, Pamuklu dokumanın %43, kâğıt üretiminin % 32 si, cam ve cam eşyanın
üretiminin % 63 millidir. Yıl 1938 geldiğinde, genç Türkiye Cumhuriyetinin
Osmanlıdan kalan borcundan başka ne içeriye nede dışarıya borcu kalmamıştır. Osmanlıdan
geriye kalan borçların son taksitini de genç Türkiye Cumhuriyet 1953 yılında
ödemiştir... Ulaşım olarak: Osmanlıdan Cumhuriyete yabancıların
kontrolündeki4112 kilometre demir yolu miras kalmıştır. Bu demir yollarının
3387 kilometresi 1928-1938 yılları arasında
Yabancılardan satın alınarak millîleştirilmiştir. Osmanlının 600 yıllık
geçmişinden Cumhuriyete kadar geçen zamanda, üstelik sermayesi ve işletmesi
yabancılara ait toplam 4112 kilometre demir ayığına,
genç Türkiye Cumhuriyeti kendi imkânlarıyla 10 yılda toplam 4bin
kilometreye yakın yeni, demir yolu ilave ederek toplam demir yolu ağımızı 8000
kilometrenin üzerine çıkartarak, demir ağlarla ülkeyi donatmıştır.1938 den
günümüze kadar yani 76 yılda yaklaşık 2.000 kilometre demir yolu yapılmıştır. 1923-1926
yılları arasında27.850 kilometre köy yolu yapılarak, köyler ile kentlerin
iletişimi Motorlu taşıtların kullanımına açılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk 1926
yılında Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketini kurdurmuştur. Kayseri'de yapılan
fabrikada uçak üretimine 1928 yılında başlanmıştı. 1928 yılında Kayseri’de kurulan
bu şirket, Alman Jokerse firması ile birlikte 1938 de 15 adet Jokerse A 20 uçağı,
15 adet ABD Havk Muhabere Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat uçağı üretmiştir. 1938
ze kadar toplamda bu fabrikada 112 uçak üretilmiştir. Her ne hikmetse 1939 da
bu fabrikada üretilen uçaklar
NATO'nun kullandığı uçaklara
uyum sağlayamaz gerekçesiyle, uçak üretimine son verilmiştir. Ve bu fabrikada
bundan sonra, sadece Türk Hava Kuvvetine ait uçakların bakım ve onarımını
yaptırılmıştır.
Yine Mustafa Kemal Atatürk, döneminde, genç Türkiye Cumhuriyetinin girişimci,
Özel sektörünce de uçaklar üretilmiş olup, 1925 de Vecihi Hürkuş her şeyi ile %
100 yerli olan Türk uçağını yapmıştır.
1936 da Nuri Demirağ İstanbul Beşiktaş'ta yani bugünkü deniz müzesinin
bulunduğu yerde
Uçak Fabrikasını kurmuş ve No:
37 Kodu ile 24 adet uçak üretmiştir. 1940’a gelindiğinde ise
Ankara'da THK Uçak fabrikası ve THK motor fabrikasıyla, Uçak
üretildikten sonra, Test edilebilecek
“Rüzgâr tünelleri” üretilmiştir. Bu tüneller hala atıl olarak, el
atılmasını hükümetlerde beklemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, nüfusunun % 14 sıtmalı, % 9 'u
frengili, % 72 si tifüse yakalanabilecek durumdayken; Türk insanının belini büken,
bu amansız hastalıkların kökü kazınmış,
İdealist Cumhuriyet Doktorları ve Sağlık personeli sayesinde; Sıtma, Verem,
Tifüs Frengi, Cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele edilmiş, bu
hastalıklar büyük oranda etkisiz hale getirilmiştir
1923 de Ülke genelinde var olan 337 doktor, 434 sağlık memuru ve 60
eczacı varken, bu sayı 1928 de
1078’e Doktora 130 hemşireye,
1059 sağlık memuru ve 377 ebe ’ye yükseltilmiştir. 1924 yılında 150
İlçede muayene ve tedavi evi açılmış, hastane sayısı 1940 da 198’e
yükseltilmiştir. 1926 da Manisa ve Elâzığ'da Ruh ve Sinir Hastalıkları, Ankara
ve Konya'da Çocuk ve Doğum-bakım evleri,
Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni’de trahom savaş Hastaneleri açılmıştır.
Mücadele sırasında. Adana,
Antep, Malatya, Urfa ve Maraş’ta 120 şer yataklı Trahom hastaneleri
kurulmuş yalnızca 1934 yıllında
Müracaat eden 87. bin kişiden2215'i tedavi, 4318'i ameliyat edilmiştir.
1925-1931 yılları arasında
Ülke genelinde 40 bin trahomlu hasta tedavi edilmiştir. Adana'da
kurulan Sıtma Enstitüsü hizmete girerek 11 sıtma dispanseri kurmuştur. Ülke
genelinden 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiş ve
Bunların 5 milyonu tedavi edilmiştir. Dünyada eşi-benzeri olmayan
başarılı mücadele sırasında,
350 kilometre bataklık kurutulmuş, 1000 kilometre kanal açılmıştır. Yine
1922 de 22 adet olan Kızılay Dispanseri sayısı 339 çıkartılarak, (bu dispanserlerde, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında yetim kalan
çocukların bakımı ve desteklenmesi için toplanan paralar ile kurulmuştur.) 1932’de bu yatak sayısı ise 189’dan 1318 ze
çıkartılmıştır. Yıl 1960’agelindiğinde ülke genelinde: Doktor sayısı 9826’a, Hemşire
sayısı 2420’e Ebe sayısı 3126’a çıkartmıştır. 1922 yılındaki köylerdeki sığır Vebasını
ise 1932 de tamamen önlenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk insanına: Sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü,
sporu, çevreyi sevdirmiştir.
Halk evleri aracılığıyla: resim, heykel, müzik, tiyatro,
sinema, gibi sanatların Anadolu'ya yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri:
Eğitim için Avrupa'nın çeşitli ülkelerine devlet bursu ile göndermiştir. Bu
gençlerden bazıları; Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi
kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir.
Türkiye’nin ilk defa resim galerisini, 1937 yılında
Resim ve Heykel Müzesini açmıştır. İlk Türk operasının hazırlanması
için Adnan Saygun'u
Görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e ilk Türk Konservatuarı kurdurmuş ve Türk
müziği araştırmasını sağlamış ve bu uğurda mücadele etmiştir. Türk insanını bu
çalışmalara alıştırabilmesi için
Kendisinin de çok sevdiği alaturka müziği bir süreliğine yasaklamıştır.
“Cumhurbaşkanlığı Senfoni Müziği Orkestrası’nı” kurdurmuş, Türkiye genelinde
önemli şehirlerde halka açık konserler verdirmiştir.
Bir gün Diyarbakır'a konser
vermeye giden Cumhur Başkanlığı Senfoni orkestrasının halka açık konserine halk
pek rağbet etmemiş, Durumun üzücü olduğunu düşünen durumda kendine vazife
çıkaran, bölgenin askeri yetkilisi Aşiret ağaları ve önemli şeyh ve Şıhlara
haber yollayarak,
Konseri izlemeye halkı getirmelerini ve kendilerinde konserde hazır
bulunmalarını emretmiş,
Konser izleyen gelen komutanda, şehrin ileri gelen bir aşiret beyinin
yanına oturmuş beraberce izlemişle. Konser bitmiş fakat halkta en ufak bir
alkış bir tepki yok. Sessizlik hâkim. Sessizliği bozmak,
Havayı değiştirmek isteyen komutan, yanındaki aşiret beyine "nasıl
konseri beğendin mi" diye sormuş, Aşiret beyi de cevaben, "valla
komutan Diyarbakır-Diyarbakır olalı, böyle zülüm görmedi" Der.
Mustafa Kemal Atatürk: Şehir Tiyatroları vasıtası ile yurdun dört bir
yanına eski Türk seyirlik halk oyunlarının yeniden sergilenmesini istemiştir.
Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan'ın hatırlanması, anılması, arzusu taşıdığını
ve Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında
bilimsel araştırmalar yapılmasını istemiştir. Radyo yayınları başlatmış, sinemanın
yaygınlaşmasına örnek olsun diye Ankara Millet bahçesinde Sinema kurdurmuştur. Bireysel
olarak da sinema ile ilgilenmiş, fırsatlar yaratıp, sinemada film izlemeye
gitmiştir. Hatta Kurtuluş savaşını anlatan bir film senaryosu yazmıştır.
Güreş, atletizm, yüzme ve havacılık sporların gelişmesini ve özellikle
bu spor alanında Türk kadınının, sporcu olarak yetişmesini çok istemiştir. Çanakkale
kahramanı, milli hareketin lideri, Kurtuluş Savaşının başkomutanı ve Türkiye
Cumhuriyeti devrimlerinin yaratıcısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk,
Hiçbir zaman bu derece yüceltilmek, İlahlaştırılmak, insanüstü bir
varlık haline getirilerek bir diktatör gibi gösterilmesine izin vermemiştir. "Vatanın
bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır" "Bütün yapılanlar herkesten evvel büyük Türk
milletinin esiridir. Onun başında bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan
bizler ise ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği
içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız. Hakikat
bundan ibaret" Diyerek,
"Milletim olmasaydı, ben
hiç bir şey yapamazdım" demiş ve genç
Türkiye Cumhuriyetinin tüm başarılarının kendisine mal edilmesine karşı
çıkmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, kısa vadede "ulusal egemenliği" Uzun
vadede "Demokrasiyi" hedefleyen bir lider olduğunu, bu uğurda
yapıp-ettikleriyle defalarca ortaya koymuştur. Ülkemizde dâhil bütün doğu
toplumlarının tipik ve baskın bir özelliği olan, "bireysel kahraman yaratma
geleneğini" dikkate alarak, halka hitaplarında sık-sık bireysel kahraman,
yaratmanın zararlarında bahsederek, Ulus olma bilincini aşılamıştır. Halka
hitabının birinde: "Vatandaşlar, yalnız sizden olan bir kişiye, sizden
fazla önem vermek, her şeyi bir millet ferdinin benliğinde toplamak, yüksek bir
topluluğun geçmiş, hatta geleceğe ait bütün meselelerini açıklamayı o
topluluğun bir tek şahsından beklemek, elbette layık değildir... Sayın
arkadaşlar,
Memleket ve milletin hayatına ve geleceğine olan sevgi ve saygıdan
dolayı huzurunuzda bir gerçeği açıklamak zorundayım. Vatandaşlar! Vatanınızda
herhangi bir kimseyi, istediğinizi sevebilirsiniz;
Kardeşiniz gibi arkadaşınız gibi, babanız gibi sevebilirsiniz… Fakat bu
sevgi sizi ulusal varlığınızı herhangi bir kimseye, herhangi bir sevdiğinize
vermek yoluna götürmemelidir. Aksine hareket kadar hatalı bir şey olmaz. Ben
büyük milletimin artık böyle bir hatayı yapmayacağına inanmış olmakla
Övünç ve rahatlık duyuyorum..."
Konya'da bir akşam yemeğinde Mebuslardan Refik Koraltan, halka uzun
övücü bir nutuk vermeye başlamış ve Mustafa Kemal Atatürk'e hitaben de "her
şeyi yapan sensin, bütün varlığımızı sana borçluyuz, sen olmazsan başka hiç kimse hiç bir şey
yapamazdı, bundan sonrada yapamaz, Allah
sizi başımızda eksik etmesin..." Demiştir. Bu söylevle,
Mustafa Kemal Atatürk'ün neşesi kaçmış, bahsi kapatmak ister. Cevaben de "Beyefendi;
bütün yapılanlar herkesten evvel büyük, Türk milletinin eseridir. Onun başında
bulunmak, bahtiyarlığına erişmiş bulunan bizler ise, ancak onun şanlı fedakârlığı
sayesinde, fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, Öylece başarı
kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir. Efendim müsaade buyurunuz...
Ortada tevazu filan yok... Gerçeğin ifadesi vardır. Zatıâlinize bir şey hatırlatacağım.
Elbette dikkat etmişsinizdir; ben
önümüze çıkan meseleler hakkında uzun uzadıya konuşur,
İstişarelerde bulunurum. Herkesi söyletir ve dinlerim. İtiraf edeyim
ki, konuşulacak meselelerin hal şekilleri hakkında vazıh bir fikre sahip
olmadan müzakerelere girdiğim çok olmuştur. Bu konularda ancak arkadaşlarımı, yani
sizleri dinledikten sonradır ki kanaate varmışımdır. Binaenaleyh, tatbikatta
olduğu gibi verilen kararlarda da, hepinizin hissesi vardır. Bunu
bilesiniz." Bundandır ki, ben
yaptığımı gösteriş için değil, Milletimi ve kendimi tatmin için
yapıyorum." Der.
Bütün çabalarına rağmen, Mustafa Kemal Atatürk'e duyulan sevgi, saygı
ve minnettarlık, zaman içinde "onu tabulaştıracak” “ilahlaştıracak"
boyutlara varmıştır. Yine de, Mustafa Kemal Atatürk,
" Ben manevi miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir donmuş ve
kalıplaşmış kural bırakmıyorum, benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim
Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden
sonra beni benimsemek isteyenler bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin
rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar." Demiştir
Mustafa Kemal Atatürk; Her
konuda olduğu gibi Din ve Tanrı konusuna da "bilimsel"
Yöntemlerle yaklaşmış, Ona göre "İnsanlık, Din ve Tanrı konusundaki gerçeklere yine,
Bilim ışığıyla ulaşacaktır."
Doğru anlaşılan ve doğru aktarılan, Mustafa Kemal Atatürk düşüncesi
Türk toplumuna birçok konuda ilham kaynağı olacak kadar zengindir. Mustafa
Kemal Atatürk'ün devrimciliği: Toplumsal
dokuya karşı bir devrimcilik değil, ulusal zemindeki kültürel ve tarihsel
zemine oturtulmuş, Türk toplumunun, kendi gerçeklerinin ürünü oldukları, Mustafa
Kemal Atatürk tarafından, “ Biz batının uygarlığını, bir taklitçilik yapalım
diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun
bulduğumuz için Dünya uygarlığı seviyesi içinde benimsiyoruz... Ülkeler
çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir. Ve
ulusun ilerlemesi için de, bu tek uygarlığa katılması zorunludur. Osmanlı
İmparatorluğu'nun duraklaması,
Batı'ya karşı elde ettiği zaferden, çok gururlanarak, kendisini Avrupa uluslarına bağlayan, bağları
kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Türkler bütün
uygar uluslarının dostlarıdır." Tespitini yapar.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk devriminin bir Fransız devrimi taklidi
olmadığını, kendi ülkemize has
Kültürel özellikler taşıdığını ifade ederken de; " Fransız Devrimi bütün dünyada özgürlük rüzgârını
estirmiştir. O tarihten itibaren insanlık ilerlemiştir. Türk Demokrasisi, Fransız
Devriminin açtığı yolu izlemiş, ama kendine has seçkin özelliği ile
gelişmiştir. Çünkü her ulus devrimini, toplumsal olan hal
Ve durumuna, düzenin değiştirilmesi ve devrimin, oluş
zamanına göre yapar." Diyen; Mustafa Kemal Atatürk; Batılılaşmak için
çağdaşlaşmayı değil, çağdaşlaşmak için
batılılaşmayı öngörmüştür.
Çağdaşlaşma; toplumun siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik ve bireysel
başarılarından çağa uygun hale gelmesidir. Mustafa Kemal Atatürk, önce aklı, sonra
bireyin, özgürleşmesi ve egemenliğin kaynağını,
İlahi güçten alan, kendisini de, İlahi güncün, yeryüzündeki temsilcisi
gören, Padişahın kullandığı,
İradesine karşı; Türkiye Büyük Millet Meçlisini koyarak, Saltanat ve
Hilafeti kaldırmıştır. Mustafa Kemal,1921 de Türkiye Büyük Millet Meçlisinde,
yaptığı bir konuşmada, Osmanlı reformistlerinin
Batı taklitçiliğini eleştirirken, “II ‘i Mahmut memleketin yönetimini
ıslah etmek için, teşebbüste bulunmak istedi, fakat yapılan girişimler, Avrupa’yı
taklit etmek oldu. Avrupa kanunlarını almak,
Avrupa düzenlerini almak, Avrupa’nın elbisesini giymek gibi, bir takım
düzenleme girişimlerinde bulundu. Fakat bu gerçekte olumlu sonuç vermedi. Çünkü
ıslahat için taklitçiliğe geçilmişti. Taklit suretiyle olan bu, Islahat, girişimin
doğurduğu karışıklık bugün de sürmektedir.”
Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devrimini anlatırken de, Fransız Devrimini
anlatırken de,“10 Temmuz Fransız inkılabı, bir baskıcı hükümdarla millet
arasında, en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan,
Bir düşünüşü elde etmeye yönelmiş idi. Hâlbuki bizim inkılabımız, Meşrutiyet
yönetimi dahi özgürlük ve milletin bağımsızlığı için yeterli görmez ve kayıtsız
şartsız, millet hâkimiyetini kendi elinde tutan,
Esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkenin ilgili olduğu şekil, hiç bir
zaman eski şekillerle karşılaştırılamaz.
Bu iki inkılap arasındaki fark, tarif edilmeyecek kadar büyük olduğunu
zannederim. Birincisi, (Fransız İnkılabı) milletin doğal olarak aradığı
özgürlük havasını, aldırdığını
zannettiren bir harekettir.
Fakat ikincisi,(Türk İnkılabı özgürlük ve hâkimiyeti gerçekleştirilen,
maddi olarak tespit ve ilan eden bir mutlu inkılaptır. Ve şüphesiz, yalnız
Türkiye’de değil, bütün dünyada, önemle dikkate değer bir yeniliktir. Fransız
ihtilali bütün dünyada, özgürlük düşüncesi estirmiş, bu fikrin, halen esas
kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk
demokrasisi, Fransa ihtilalinin, açtığı yolu takip etmiş fakat kendisine has
seçkin niteliğiyle, gelişmiştir. Zira her millet inkılabını, sosyal çevrenin
baskıları ve ihtiyacına bağlı olan hal ve durumuna bu ihtilal ve inkılabın
meydana gelişi,
Zamanına göre yapar.”
Taklitçiliği büyük bir yıkım gören, Mustafa Kemal Atatürk, “Biz, garp
(batı) medeniyetini, bir taklitçilik olarak almıyoruz. Onda iyi olarak
gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi
içinde, benimsiyoruz.”
Mustafa Kemal Atatürk, Türk devriminin
yerli köklerini anlatırken, “Bir ulus için mutluluk olan bir şey,
Bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı nedenler ve koşullar birini
mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bu ulusa gideceği
yolu gösterirken, dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden
yararlanalım.
Ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız. Ulusumuzun
tarihini,
Ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlıklı ve doğruya bağlı bir bakışla
görmeliyiz. Gizlemeden söylemeliyiz ki, bugün bile aydınlarımızın, gençleri ile
halk ve geniş yığınlar arasında, kesin bir uyum yoktur. Ülkeyi kurtarmak için bu
iki düşünüş biçimi arasındaki ayrılığı, durdurmak gereklidir. Bunun için de
halk yığınlarının, yürümesini, çabuklaştırılması, bundan başka da, aydınların
çok hızlı gitmesi gerekir.
Ama halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok aydınlara düşen bir
görevdir.
1921 yılında yapılan I. Maarif (Eğitim) Kongresinde, Mustafa Kemal,
halka söyle seslenir. “Bir ulusal eğitim programında söz ederken, eski dönemin
boş inançlarından ve doğal özelliklerimizle, hiç de ilişkisi bulunmayan,
yabancı düşüncelerden; Doğu’dan ve
Batı’dan gelebilen, her türlü etkilerden tümüyle uzak, Ulusal ve tarihsel
karakterimize bütünüyle uygun, bir kültürü anlatmak istiyorum.
Çünkü ulusal adabımızın gelişimi, ancak böyle bir kültürle
sağlanabilir…”
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyetini ilan ederken: J.J. Rousseau, Montesquieu
gibi düşünürlerden ve Fransız ihtilalinin yarattığı Fransız Cumhuriyetinden,
esinlendiğini ifade ettikten sonra, bununla yetinmemiştir.
Bir taratanda İslam tarihinde uygulanan dört halife, dönemindeki danışma
(meşveret) sistemini incelemiş olarak;
Öz kültürü olan, Anadolu Selçuklu dönemini incelerken, dikkatini çeken,
Anadolu Selçuklu sultanı Tuğrul Beyin 1055 de Bağdat önlerine kadar gitmesi ve
O dönem Büveyhoğlarının yönetimindeki Şii zulmünden bıkmış olan Halife Kaim
Biemrillah, Anadolu Selçuklu Beyi Tuğrul bey adına hutbe okutması ve onun
hükümdarlığına sığındığını görmüştür. Tuğrul Bey okutulan hutbeden sonra
Bağdat’ın yeni hakimi olmuştur. Tuğrul Bey, 15 Aralık 1055 de uygulamada siyasi
ve idari yetkilerini kısaca Halifenin tüm yetkilerini elinden alarak Halife’ye
sadece din işleri ile ilgili yetki tanımıştır. Mustafa Kemal anlattıklarında görüyor
ki Anadolu Selçuklusu hükümdarı Tuğrul beyi n bu günkü dille söylersek Laiklik
uygulamasını takdir etmiştir. Tuğrul
Bey’in devlet yönetirken dini işleri kendi üzerine almayarak din işlerini
devlet işlerinden ayırmış olduğunu olumlu bulmuş, ama fırsat elinde geçmişken Halifeliği
kaldırmadığını da bir hata olarak değerlendirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurarken bir taraftan
Anadolu Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ülkeyi yönetirken uyguladığı laiklik
sisteminden esinlenmiş, diğer taraftan da Fransa da uygulanan laiklik
sisteminden esinlendiğini anlatırken de, 1055 de Tuğrul Bey’in yarım bıraktığı
Halifeliği de kaldırmıştır.
Kendi kültürünü araştırma sırasında Mustafa Kemal Atatürk, Dağılma
dönemindeki, Anadolu Selçuklusunun
bakiyesi olan Ankara ve çevresindeki Ahilerin, örgütlenip, güçlenerek 1290-1354
yılları arasında bir Cumhuriyet kurmuş olduklarını ve bu Cumhuriyet’i 65 yıl nasıl
yaşatmış olduklarını okuyarak öğrenmiştir. Mustafa Kemal, Ahilerin Kurdukları, Cumhuriyet
ile halkın yönetme, biçimi ve becerisini incelemiş bundan tam 570 yıl sonra
ise,
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini
İlan ederken, nelerden ve nasıl esinlendiğini
anlatırken, “Ben Ankara’yı Coğrafya kitabından ziyade Tarihten öğrendim. Ve
cumhuriyet merkezi olarak, öğrendim. Hakikaten, Selçuklu İdaresinin bölünmesi (inkısamı)
üzerine, Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin, isimlerini okurken bir,
Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir
cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı,
Ankara’ya ilk defa geldim. Ve o günde gördüm ki, aradan geçen asırlara rağmen, Ankara’da hala o
cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün (menatıkını) bölgelerini gezdiğim ve gördüğüm
için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin, bugünkü
halkı da
Aynı kabiliyetten asla uzak değildir… Beni, Türkiye’nin en münasip
merkez, Ankara olabileceğini düşünmeye sevk eden ilk vesile, çok eski ve
bilimseldir. (fennidir)” Diye bilgi
verir.
Bunun dışında Mustafa Kemalin, kendi yaşamı içinde fiilen tanıklık
ettiği, II. Balkan Savaşından hemen sonra 31 Ağustos 1913’e Teşkilatı Mahsusa’nın
özellikle Kuşçubaşı Eşref’in, çalışmaları sonunda kurulan Batı Trakya Türk
Cumhuriyeti, bu Cumhuriyeti, 29 Ekim 1913 de Osmanlı Devleti İstanbul’da
imzaladığı, İstanbul anlaşması ile batı Trakya’yı bütünüyle, Bulgarlara
bırakmıştır. Bulgarlar da bu anlaşmaya dayanarak, bu toprakları tamamen işgal
ederek, Batı Trakya Cumhuriyetine son vermişlerdir. Ve Birinci Dünya savaşından
hemen sonra kurulan, Azerbaycan Cumhuriyeti Devletidir.
5 Kasım 1918 de Karsta kurulan, “Kars İslam Şurası” 25 Mart 1919 da tam
bağımsızlığını ilan ederek,
Güney Batı Kafkas Cumhuriyeti adını almıştır. Türkiye Büyük Millet
Meçlisindeki bir oturumda,
Doktrinler hakkın da yapılan telkinlerin birinde: “Adımızı Koyalım,
adımızı bilelim, Kapitalist miyiz?
Sosyalist miyiz? Bolşevik miyiz? Adımızı bilelim.” Diyenlere, “Biz
benzememekle ve benzetmemekle,
İftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benzeriz.” Diye hitap eden, Mustafa Kemal Atatürk, Ziya Gökalp gibi
“Kültür” ve “ Medeniyet” ayrımına gitmeden, uygulanacak tek medeniyet
olduğunu, bunanda batı medeniyeti olduğunu, ifade etmiş, “Medeni olmayan
insanlar, medeni olanların, ayakları altında kalmaya mecburdur.” Demiştir. Bir başka söyleşiden de
“Medeniyetin ne olduğunu, başka -başka tarif edenler var. Bence medeniyeti, kültürde
ayırmak, güçtür. Ve lüzumsuzdur. Memleketler muhteliftir, fakat “Medeniyet”
birdir. Ve bir milletin ilerlemesi için, bu yegâne (tek) medeniyete katılması lazımdır. Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşü, batıya karşı elde ettiği zaferden çok mağrur olarak,
kendisini Avrupa milletlerine bağlayan, ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu
bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Medeniyete girmeği arzu edip de, Batı’ya
yönelmemiş millet hangisidir?”
“Fakat kültür ayrı şeydir. Uygarlık ayrı şeydir. Biz uygarlığı batıdan
alırız, çünkü uygarlık evrenseldir.
Ama kültürümüze dokunmayız, çünkü kültür millidir.” “Biz ilhamlarımızı
gökten ve gaipten değil,
Doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” Derken, “En gerçek yol
gösterici İlim ve fendir.”
Özdeyişini kullanmıştır.
Ünlü Fransız düşünür Georges Duhamel, “Türkiye batının yeni gücü” adlı
kitabından, Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısının, “Medeniyet algısında” olduğunu
belirtmiştir.
“Ne Cromwell, ne Robespierre, ne
Lenin ve ardında gelenlerin, önderlik etkileri, Ulusun bilim felsefesi, düşünme
yöntemi, kısacası geleceğini değiştirme yoluna, kalkışmışlardır… Türkiye, Mustafa
Kemal Atatürk’ün itmesiyle, kendisine yalnız becerikli işçiler, teknisyenler ve
mühendislerin yeterli olmadığını tersine; işlere asıl yön veren, bilim
filozoflarına, yöntem kurucularına, gereksinimi bulunduğunu kavradı. Mustafa
Kemal Atatürk böylece bütün insanların içinde çırpındığı, uygarlık bunalımının
temel sorununa, yani çağdaş bilimin sağladığı, güçlü teknolojinin nasıl
kullanılacağı sorununa en geçerli yaklaşımı getirdi.”
Mustafa Kemal Atatürk, kültür ve medeniyet ayrımı yapmadan, yani
rasyonel akla ve eleştirel düşünce biçimine yönelmiştir. Mısırlı yazar
Muşarrafa, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu yönünü şöyle değerlendirmiştir. “Atatürk’ün
Doğu için değeri somut ve olumludur. Çünkü o bize, kültürce batının etkisi
altında kalıp, boğuluruz yolundaki korkularımızın, temelsiz olduğunu gösterdi. Doğulu
uluslara,
Ulus bütünlüklerini yitirmeden, kendi değerlerini yeni durumlara, nasıl
uygulayacaklarını gösterdi.”
Diye yazmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, çağdaşlaşırken batıya yönelmesinin temel
nedeni, doğu kültürünün 10’u yüzyıldan beri yorumlamaya, batı kültürünün ise,
Antik çağda başlayarak, 15’i yüzyılda da Rönesans’tan beri de, araştırmaya eleştirmeye
dayanmasıdır. Mustafa Kemal Atatürk doğu medeniyeti derken, nakilciliği ve
yorumculuğu, “batı medeniyeti” derken de, araştırıcılığı ve eleştiriciliği
anlatmak istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, yüzyılın başında küllerinden doğan,
Yeni Türkiye’nin, araştırıcılığa ve eleştiriciliğe, ihtiyaç olduğunu
düşünmüş, Türk devriminin yönünü,
Batıya döndürerek de, Türk devrimine “ Dinamik Devrim” Diyerek, şu tespitlerinden birini yapar.
“bizim programımıza karşı çıkanlar, onu görmeye alışık oldukları, bir
kalıba (doktrine) benzetemiyorlardı. Oysa bizim programımız, temelliydi ve
işlevseldi. Bizde isteseydik, uygulanamayacak düşünceleri, kuramsal kimi
ayrıntıları yazdırıp, bir kitap (doktrin) yazabilirdik.
Öyle yapmadık. Ulusumuzun maddi
ve manevi, gelişme gereksinimleri doğrultusunda işlem ve
Eylemlerimizle, özlerin ve kuramların önüne geçmeyi tercih ettik.”
Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal Atatürk, karşı olduğu Emperyalist
Batıyla savaşmış, karşı olmadığı Uygar Batıyı benimsemiştir.
Kuşkusuz, uygarlığın ve kültürün temeli, “Özgürlük ve
Bağımsızlıktır.” Özdeyişini her fırsatta
yenilerken, “Şüphesiz her insan cemiyetinin kültürü, yani medeniyet derecesi
bir olmaz, bu farklar,
Devlet, fikir ve iktisat
hayatının, her birinde, ayrı- ayrı göze çarptığı gibi, bu fark üçünün bileşkesi
üzerinde de görülür. Yüksek bir kültür, sadece, onun sahibi olan millette
kalmaz, Diğer milletlerde de,
Tesirini gösterir. Büyük kıtalara yayılır.” Tespitini yapmıştır. Mutafa
Kemal Atatürk; Sohbet ettiği bazı gazetecilere, Batılılaşmak yâda Doğululaşmak
hedefini şöyle anlatır. “Bizim ülkemiz Asya ve Avrupa için aynıdır. Her
ikisinin de en iyi yönlerini alacağız, fakat bağımsızlığımızı da koruyacağız. Her
şeye yalnızca Türk çıkarlarını, göz önüne alarak Türk görüş açısından
bakacağız.”
Mustafa Kemal Atatürk’ün dile getirip, Türkiye Cumhuriyetinde
uygulayarak, Hayatımıza katmaya çalıştığı bu gerçeklere karşın,
1940’lardan itibaren, İsmet İnönü Atatürkçülüğüyle, “Atatürk’ü anmak
bir ibadettir” Diyen,
Celal Bayar yakın arkadaşı daha sonra Başbakanı olan Adnan Menderes,
Atatürkçülüğü karşılıklı tartışmış, kendi anlayışlarına uygun bir Atatürkçülük
tarifi yapılarak, Atatürkçülük diye bir İdeolojiyi,
Türk halkına dayatmışlardır.
Yıl 1980’e geldiğinden, Kenan Evren Atatürkçüleri türemiş, Mustafa
Kemal Atatürk’ü “Batıcı”,
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Akıl ve bilim ilkeleri doğrultusunda ki “Çağdaşlaşma” idealine ise
“Batılılaşmak” olarak, adlandırmışlardır. Bu yanlış tahlil ve kendilerince
yaptıkları tespitler,
2014 itibariyle 74 yıldır okullarımızda, çocuklarımıza Tarih
derslerinden, öğretilip, ezberletilmektedir.
Hâlbuki Mustafa Kemal Atatürk, 1925 de Çağdaşlaşma kararlılığı şöyle
ifade etmiştir. “Biz her bakımdan medeni (çağdaş) insan olmalıyız. Çok acılar
gördük. Bunun sebebi, dünyanın vaziyetini
anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medeni olacaktır. Şekillerimiz,
kıyafetlerimiz, tepeden-tırnağa medeni olacaktır. Şunun- bunun sözüne, önem
vermeyeceğiz. Medeni olacağız. Bununla iftihar edeceğiz. Bütün Türk İslam âlemine
bakınız, zihinlerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği, kapsan ve yüksekliğe,
uyduramadıklarından ne büyük, felaketler ve ıstıraplar içindedirler. Bizimde
şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batmamız bundandır.
Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizdeki
değişikliktendir. Artık duramayız. Mutlaka ileri gideceğiz. Geriye ise hiç
gidemeyiz. Çünkü ileriye gitmeye mecburuz. Millet açıkça bilmelidir,
Medeniyet öyle bir ateştir ki, Ona kayıtsız kalanları yakar ve
mahveder. İçinde bulunduğumuz medeniyet ailesinde, layık olduğumuz mevkii
bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundandır. Medeniyetin
coşkun seli karşısında, direnç boşunadır. O gafil ve itaatsizler hakkında çok
amansızdır. Dağları delen, gökyüzünde uçan, Göze görünmeyen zerrelerden
yıldızlara kadar, her şeyi gören, aydınlatan, İnceleyen medeniyetin kudret ve
ulviyeti karşısında, Ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle, yürümeye
çalışan milletler, mahvolmaya mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı,
yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak, İlelebet yaşamaya karar vermiş,
Esaret zincirini ise, eşsiz kahramanlıklarla parça-parça etmiştir.”
Mustafa Kemal Atatürk, Çağdaşlaşmayı ancak eğitimle mümkün olacağını düşünmüş
ve bu konuda kendi görüşünü de şöyle ifade etmiştir. “Okulla, okulun verdiği, ilimle,
fenle, Türk ulusu, Türk sanatı,
Türk ekonomisi, Türk şiiri ve edebiyatı, bütün ince güzelliklerle belirtip
gelişecektir. Ülkemiz için
Uygar düşüncelerin, çağdaş ileriliklerin vakit geçirilmeksizin, yapılması
ve gelişmesi gereklidir. Bütün ilim ve fen insanları… Öğretmenlerimiz, ozanlarımız,
yazarlarımız bu uğurda, çalışmayı, bir namus borcu bilmelidir.” “Gözlerimizi
kapayıp, yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine
alıp, cihan ile alakasız yaşayamayız. Bilakis sürekli-sürekli ilerleyen, bir
millet olarak, medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve
fenle olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız. Ve her ferdin, milletin
kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
Hüseyin Tepe
Güncel Bakış
hüseyin-tepe @blogspot.com
Gönderen: Hüseyin Tepe
Zaman: 19Mayıs 2014
Saat :23.40
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)