25 Aralık 2017 Pazartesi

25.12.2017 DÜĞLE DAHİL OYUN VE ÖYKÜLER


GÜLDEDE



Güncel Bakış

From: g<uldede56@hotmail.com

To: guldede56@yahoo.com; guldede5641@gmail.com; guldede56@hotmail.com

Subject:                                                      

Date: Tue, 22 Sep 2009 23:00:35 +0000

M.S. İLK 100 CÜ YILDAN BAŞLAYAN KAVİMLER GÖÇÜNDEN 25 Ekim 1277’ye VE GİDEREK GÜNÜMÜZE DOĞRU GÜLDEDE KÖYÜNDEN ÖZET BİLGİLİLER:

 

ÖN SÖZ YERİNE:



Kültürel olarak aynı köklere sahip henüz soyu tükenmemiş tek alt tür olan ve düşündüğünün üstüne düşüne bilen kısaca insanı olarak isimlendirilen Homo Sapiens türünün mensupları yaşamları boyunca çeşitli bölgelere, iklimlere yayıldıkça daha önceleri birbirleriyle kurdukları bağı kaybederek farklı kültürel değişimler geçirmiş. Sonuçta her biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren, farklı davranış biçimlerine ve dünya görüşlerine sahip insan kültürleri ortaya çıkmasını sağladı.

Böylece insanlar Tarihin ilk evresinde kurdukları bağlantıları feda ederek yaşam biçimlerinin sayısını ve çeşitliliğini tercih etmiş oldu.

Bundan yetmiş milyon yıl öncesiyle kıyaslandığında yirmi bin yıl önce insan ailesinin nüfusu daha kalabalıktı. Avrupa kıtasındaki insan ailesine ait veriler, Asya kıtasında Çin’de ki akrabalarında çok daha farklı işliyordu. Ancak Avrupa ve Asya’da Çin’deki insanlar arasında doğrudan kurulu bir bağ bulunmadığından, tüm Homo Sapiens türünün bir gün tek bir kültürel ağına dahil olabilmesi son derece imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor.

Toplumun omurgasını oluşturan kurumsal ilişkileri sürdürenler sonuçta o toplumdaki bireylerdir. Dolayısıyla toplumsal yapı analizleri için kurumsal yapıyla birlikte bir toplumun nüfus yapısını yani nüfusun büyüklüğünü, bir ülkede yaşayan insan sayısını, nüfusun bileşimi olan nüfusun doğum ve ölüm oranları ve nüfusun dağılımını, göç hareketlerini bilmek gerekir.

İkinci aşama Tarım Devrimi’yle başlar ve beş bin yıl öncesine, paranın ve yazının icadına dek devam eder.

Tarımın demografik büyümeyi hızlandırmasının bir sonucu olarak insan eylemlerinde hızlı bir artış gösterirken buna eş zamanlı ya da paralel olarak tarım insanların yerleşik düzen diye bilinen aynı yerde yaşamasını mümkün kıldı. Bu durum ilk kez bu kadar çok insanın aynı çatı altında toplanarak bir aile bireyleri olarak birbirlerine sıkı bağlarla bağlı yerel örgütlenmeler ve ağlar oluşturmasına neden olmuştur. Tarım ayrıca birbirinden farklı ağların birbirleriyle iletişime geçerek farklı ticaretler yapmasına da ön ayak olmuş.

Yine de insanların hâkim gücü yazı ve para olmaksızın şehirler, krallıklar, imparatorluklar kurması mümkün olmamış ve insan evladı her biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren ve farklı dünya görüşlerine sahip sayısız küçük kabileye ayrılmış olarak yaşam sürdürmüştür. Bugün insan türünü siyasal sistemlerin dışında tek bir çatı altında toplamak hayal bile edilemez duruma gelmiştir.

İnsan gelişiminin Üçüncü evresi ise, beş bin yıl kadar önce yazı ve paranın icadıyla başlayıp Bilimsel Devrim’in başlangıcına dek devam eder. Nihayet insan iş birliğinin yazı ve para sayesinde oluşturduğu çekim gücü, merkezi örgütlenmelerin oluşturduğu kuvvetlere boyun eğdirmiştir.

İnsan topluluklar bireysellikten aileye, aileden boy ve kabileye, kabileden köy-kent şehir devletlerine, şehir devletlerinde federatif yapılı şehirler ve krallıklar kurmak üzere birleşmiştir. Farklı Şehir ve Krallıklar arasındaki siyasi ve ticari bağlar giderek güçlenmiştir.

Madeni paraların, İmparatorlukların ve evrensel dinlerin ortaya çıktığı birinci bin yılla beraber, insanlar daha bilinçli olarak paylaştıkları yer küreyi kucaklayarak saracak tek bir siyasi örgütlenme ağı örmenin hayalini kurmaya başlamış olarak yaşamlarını sürdürmeye devam etmişler.

Yaşanan ve tarihin kaydettiği dördüncü ve son aşamasında yani 1492 yılı civarında kurdukları bu hayal gerçeğe dönüşmüştü bile. Erken modern dönem kâşif ve istilacıları ile beraber olan tüccarları tüm dünyayı saracak ağın düğümlerini dokumaya başlamış olarak ve giderek bu düğümleri daha da sıkılaştırıp güçlendirmişler.  1492 de Kolomb’un döneminde örülmeye başlamış örümcek ağı, 21. Yüzyılın çelik ve asfalttan mamul kafes haline gelir. Ve en önemlisi, bilginin bu küresel yapının her parçasında giderek daha da serbestçe dolaşmasına izin verilir. Şöyle ki Kolomb; Avrasya ve Amerika ağını ilk kez birbirine bağladığında çok az miktarda veri kültürel önyargıların, katı sansürün ve siyasi baskının kurduğu barikatları aşarak okyanusun öteki tarafına ulaşabilmiştir. Yıllar geçtikçe bilim, hukukun egemenliği, serbest piyasa ve demokrasinin giderek daha çok yayılması, önceleri kurulan barikatların kaldırılmasına çok yararı dokunmuş olarak yardımcı olmuştur.

Çağımızda genellikle demokrasinin ve serbest piyasanın, iyi olduğu için bu yarışı kazandığı düşünülüp, söylenir. Söylenmesine söylenir olsa da halbuki sağlanan bu ve benzeri başarılar geçmişten birikerek gelen beceri ve bilgilerin kullanılmasını sağlayan ve işlenen sistemlerinin bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek geliştirilmesine borçluyuzdur.

Sonuç olarak insan evladının geçmişte bıraktığı yetmiş bin yıl önce yaşadığı Dünya’ya bir taraftan yeni yeni yerlere göçerek keşfedip yayıldı. Daha sonra farklı gruplara ayrıldı ve nihayeti yeniden birleşti. Fakat gel gelelim ki bu birleşme süreci bizi başladığımız noktaya geri götürmeye ne niyeti nede elde ederek kültürel olarak biriktirdiği geçmişin gücü; bu geri gidişe izin vermedi. Asla vermez de.

İnsan toplulukları bugünün yerleşim yerlerinde bir araya geldiğinde, var oluşlarından bugüne kadar kat ettikleri milyon ya da binlerce yol boyunca toplayıp geliştirdikleri araçların, düşüncelerin ve davranışların eşsiz mirası da onlara eşlik ediyordu.

Günümüzde kullandığımız modern kilerlerimiz Ortadoğu’nun keşfedip bugüne getirdiği buğdayı, Ant Dağların da geliştirilip dünya ya yayılmış 262 tür patatesi, Yeni Gine’nin şekeri ve Etiyopya’nın kahvesiyle dolup taşıyor. Aynı şekilde dilimiz, dinimiz, müziğimiz ve siyasetimiz de gezegenimiz olan dünyanın her köşesinde toplanmış geçmişten bugüne birikerek elde ettiğimiz mirasla zenginleşmiş durumda.

Biriktirilmiş bilgileri şöyle sıralayabilirsek: Yaşamı özgür kılmak gerektiği için doğruyu ve yanlışı belirleme iddiası taşıyan en yüce değer olan bilgi akışını yaşamımızın değişimi, dönüşümü olarak bizi yaşamın iyi olduğuna inandırır. Tanrı yerine bilgi her şeyi kontrol edecek, insanlarınsa yaşanan sisteme dahil olup olmadığı onunla kaynaşıp kaynaşmadığı uyarısı yapacaktır.

Hindular insanların kâinatın ruhu “atman” ile kaynaşıp onun bir parçası halene gelebileceklerine ama bunun için çabalamaları gerektiğine inanır. Kâinattan, evrene evrenden dünyamızı kadar olan “Her şey” olarak seslendirdiğimiz sadece insanlar değil, akla gelebilecek tüm nesneleri kastediyorum. Evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parçası kalmayacak bir yaşam bizi bekler olacaktır.

Bilgi akışının engellenmesi işlenecek suçların ya da günahların en büyüğü sayılacak. Ölüm, verilere dayalı bilginin akışının durdurulması ya da kesilmesinin ötesinde başka hiçbir anlam taşımayacak.

Dünyadaki yaşamlarını tamamlayan insanlara cennete gitmesi için dualar, cehenneme gitmesi içinde beddua etmeye gerek bile görülmeyecektir. İnsanlar bilecekler ki: ölüm sandığımız şeyin değişim ve dönüşüme uğramış bir durum olduğunu ve bunun da yaşamı sürekli kıldığını öğretmiş olacaktır.

1789 Fransız devriminden beri “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” uğruna sayısız savaş, devrim ve ayaklanmalara rağmen siyasal sistemler olarak yeni bir değer yaratamadık sayılsak da. Swartz, 2008 de “Açık Erişim Manifestosu ’nu” yayınlamıştır. Fakat: Swartz bu eyleminden sonra tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Muhtemelen hüküm giyerek mahpushaneye yollanacağını fark ederek kendini astı. Bu olaydan sonra Hackerler imza kampanyaları düzenlediler. Baskılara dayanamayan JSTOR, bugün elindeki verinin hepsini değilse de bir kısmanı serbest erişim hakkı tanımak zorunda kaldı.

Bilginin özgürlüğü sayesinde yeni bir dünya yaratılıyorken Hümanist bilim bireysel araştırmacıyı yüceltir. Bu yüzden her araştırmacı isminin “Science” ya da “Nature’de” yayınlanması ister. Oysa giderek daha fazla sanatsal ve bilimsel üretim herkesin her şeyle iş birliğiyle ortaya çıkıyor. Wikipedia’ın yazarı kim? Elbette hepimiziz.

Antik Babil’de insanlar çözümsüz çıkmazlarla karşılaştıklarında gökyüzünü izlemek için gecenin karanlığında tapınağın tepesine çıkarlarmış. Babiller yıldızların kaderimizi yönlendirdiğine ve geleceği öngörebildiklerine inanıyorlarmış. Yıldızları izleyerek kiminle evleneceklerine, tarlayı ekip ekmeyeceklerine, savaşa girip girmeyeceklerine karar verirlermiş. Böylelikle felsefi inançları gündelik uygulamalara dönüştürürlermiş.

Zebur-Tevrat- İncil ve Kuran gibi semavi dinler bambaşka bir hikâye anlatmaya başlamış ve Babillerin felsefesine karşı çıkarak; yıldızlar yalan söylüyor. “Yıldızları yaratan Tanrı, tüm doğruları kendi buyruğu olan Zebur-Tevrat-İncil ve Kuran’da açıklığa kavuşturmuştur. Yıldızlara bakmayı bırakın ve bu kitapları koruyun.” Bu durum insan evladının uygulamaya dönük bir tavsiyeydi. Ve insanlar bu kitapları okuyup, kiminle evleneceklerini, ne iş yapacaklarını, savaşa girip girmeyecekleri belirleyebilmek için bu kitapları okuyarak yazılan nasihatlere uydu.

İnsanlar uzun süre iman etmeye devam ederek insan evladının Tanrı tarafından bir tür ilahi amaç için yaratıldığını öne sürdüler. Ve bu yüzden de insan kutsaldır dediler. Uzunca bir zaman sonra insanlar, kendi varlıklarının başlı başına kutsal olmadığını ve Tanrı’nın aslında var olmadığını dile getirme cesaretini göstere bildi. Voltaire gibi düşünürlerin döneminde hümanistler, “Tanrı insanın hayal gücünün bir ürünüdür.” Diyorlardı. Görünen o ki: Fikirler dünyayı, davranışları, etkiliye bildiği ölçüde değiştirebiliyor.

Ve hümanistler yepyeni bir hikâye ile çıka gelirlerken; “İnsanlar Tanrı’yı icat etti. Dini kitapları yazdı binlerce farkı şekilde yorumladı. Diyerek insanlar tüm doğruların asıl kaynağıdır. “Dini kitapları ilham verici bir insan yaratımı olarak okuyabilirsiniz ama buna mecbur değilsiniz. Bir çıkmazda olduğunuzu hissediyorsanız, kendinizi dinleyin ve içinizdeki sese kulak verin.” Böylece Hümanizm kendinizi nasıl dinleyeceğinize dair uygulanabilir yollar göstererek günbatımını izlememizi, Goethe okumamızı, okuduklarımız ile oluşturduğumuz notlar tutmamızı, en yakınımızda bulunanla başlayarak yakın arkadaşlarımızla içten sohbetler etmemizi ve demokratik secimler düzenlememizi sağlık veriyorlardı.

Yüzyıllar boyunca bilim insanları hümanizmin rehberliğini benimsedi. Fizikçiler evlenip evlenmeme kararı alırken günbatımını izleyip içsel benlikleriyle ilişki kurmaya çalıştı. Kimyagerler zorlu bir iş teklifi üzerine düşünürken bu durumu günlüklerine yazdı. Yakın dostlarıyla fikir alışverişinde bulunup, dertleşti. Biyologlar savaşa girme ya da barış anlaşması imzalama ikileminden kurtulmak için demokratik seçimlerde oy kullandı. Dolayısıyla Konfüçyüs’ün Budanın ve Semavi din peygamberlerinin yerine insanlar artık kendi duygu görgü ve bilgilerini dinlemeyi tercih ettiler.

Hümanizm deneyimlerimizin kendi içimizde ortaya çıktığını, olup bitenin farkına varmamız için kendimizi keşfetmemiz gerektiğini, böylece evrene bir anlam katabileceğimizi öğütlüyordular. Artık Hindistan’a gidip bir fil gördüğümüzde ne hissediyorum diye sormuyoruz bile. Alelacele telefononumuzu elimize almaya çalışıyor, filin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklüyor, sonrada kontrol edip kaç beğeni aldığımızı kontrol ediyoruz. Slogan olarak kendi kendimize “Bir şey deneyimliyorsanız, kaydedin, bir şey kaydettiyseniz yükleyin, bir şey yüklediyseniz paylaşın.” Der olduk. 

Kim olduğunu mu bilmek istiyorsun? Artık dağ tepe dolaşmayı bırak DNA dizilimini analiz ettirdin mi? Hayır mı? Daha ne bekliyorsun? Hemen git ve yaptır. Büyükanneni, anneni, babanı ve kardeşlerini de götür, onların verileri de son derece değerli. Peki giyilebilir biyometrik cihazları duydun mu, hani tansiyonunu ve nabzını günün 24 saati ölçen şu giyilebilir biyometrik cihazları? Güzel hemen bir tane edin ve akıllı telefonuna bağla. Alışveriş yaparken yaptığın her şeyi kaydetmek için bir kamera ve mikrofon al ve çektiklerini internete yükle. Google ve Facebook’un elektronik postalarını okumasına, görüş ve mesajlarını takip etmesine, tıkladığın ve beğendiğin her şeyi kaydetmesine izin ver. Tüm bunları yaparsan, Nesnelerin İnternet’inin harikulade algoritmaları, kimle evlenmen gerektiğini, hangi kariyeri seçeceğini ve ne zaman savaş başlatabileceğini söyleyecek.”

İyi güzel de peki yaşam gerçekten bundan mı ibaret?  Yaşam bilimleri ve Sosyal bilimler alanında çalışma yürütenler, hisler, duygular ve düşünceler tercihlerimizde şüphesiz önemli bir yere sahip ama tek işlevleri bu mu?

“Eğer insan türü sahiden tek bir bilişim sisteminde ibaretse, bunun son çıktısı ne olabilir? Dataistler bunun, Nesnelerin interneti adı verilen, yeni ve çok daha etkin bir bilişim sistemi olduğunu öne sürüyor. Homo sapiens’in sonu bu sistem tamamlandıktan sonra gelecektir.” Diyor.

Durmaksızın yaşam denen şey sürerken, tıpkı sosyoekonomik sistemler gibi Dadaizm’de yoluna bilimsel bir teori olarak tarafsızmış gibi başlamış olsa da giderek ilahisi olmayan bir din gibi yoluna devam ediyor.

Eğer yaşam bilginin sürekli yer değiştirmesiyle oluşuyorsa ve biz bu devinimin iyi olduğuna inanıyorsak, evrendeki bu bilgi akışını arttırarak derinleşmesini sağlayarak yaymamız gerekir.

Bilimsel bilgi sistemine göre; insan deneyimleri, üzerine çalışarak dokunulmayacak kutsallar değildir. Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan yaratılışın zirvesi olmadığı gibi bunun bir üstü kimliği olan Homo Deus’un yanı ne idik ne oluyouzun öncüsü ’de olamaz. İnsanlar zamanla gezegenlerimizin sınırlarını aşıp galaksiye hatta evrene yayılacak nesnelerin internetini yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibaret olabilecektir.

Kastettiğim: her şeyden önce geleceğin insanı sadece insanlar değil, bununda ötesinde akla gelebilecek tüm nesnelerden daha fazla kitle iletişim aracı kullanarak veri akışını alabildiğince arttırmalı ve bunun sonucu olarak da alabildiğine çok bilgi üretmeli ve tüketmelidir.

Bizimle beraber sokaktaki araçlar, mutfaktaki buzdolapları, çiftliklerdeki tavuklar ve ormandaki ağaçlar dahil var olabilen ne varsa hepsi nesnelerin internetine bağlanmalıdır. Niçin mi? Mesala ağaçlar birbirine hava durumunu ve karbondioksit seviyesini bildire bilmeli, mutfaktaki buzdolabı tavuklara buzdolabındaki yumurtaların bittiğini iletebilmeli. Kullandığımız araçlar benim hangi saatte evden çıktığımı ve ne kadar zaman sonra işte olabileceğimi bilerek beni evden alıp işe bıraktıktan sonra, arabaya ihtiyacı olan bir başkasının işe başlama ya da dönüş zamanının aynı zamanda olduğunu bilerek gidip onu almalı ve akşam iş dönüşü de aynı işi göre bilmeli ki hem yaşam yerinde fazla araç bulundurmak hemde günde yarım saat -bir saat kullandığımız özel aracımızın gereksiz yere alı konmasını önlemeli. Öyle bir ağ kurulmalı ki evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parça kalmamalı. Veri akışının kesilmesi ölüm sayılmalı.

İfade özgürlüğü insanlara dilediklerini düşünüp söyleme ve arzu ettiklerinde susup düşüncelerini kendilerine saklama hakkı vermiştir. Bilgi edinme özgürlüğü, insanlara değil bilgiye tanınmıştır. Gayet tabiidir ki bilginin özgürlüğü sayesinde, daha iyi bir dünya yaratmak istiyorsak, verilere dayalı bilgiyi serbest kılmalıyız. Değişim ve dönüşümün evrenin sonsuz görevlerinden olduğuna inanırım. Diyor ve inanıyorum ki son yoktur. Olup biten ya da olup bitecek sonsuz dönüşümdür. Var olacak olan sonsuzluktur.



GÜLDEDE’YE GİRİŞİN ÖN BİLGİSİ:

Güldede Köyü’nde yaşamımın başlangıç noktası olarak hatırladığım: insanın iliklerine işleyen soğuk ve kışa girmek üzere olan ayazlı sonbahar günleriydi. Evimize ait tuvalet binanın dışında çitlerle çevrilmemiş büyükçe bir alanın bir köşesinde idi. Sevgili annem beni tuvalete götürmüştü. Hasta olduğum için tuvaletin kapalı yerine oturtmamış, bitişiğinde ki boşluğa koymuş kendisi de evimizin önünde bazı kap-kacak yıkıyordu. Annem işini bitirmiş ama ben daha tuvaletimi yapamamıştım. Annem de evimizin dış kapısına yaslanmış iki kolunu koynuna sokmuş vaziyette beni gözetleyerek beklemektedir. Tuvaletimi yapmaya çalışıyor ama çok zor becerebiliyordum. 3-4 yaşlarında falan olmalıyım. Küçük tuvaletimi yapmış ama büyük tuvaletimi yapmaktan çok zorlanıyordum. İşimi bitirdikten sonra iki elimi çömelmiş dizlerime destek olarak koymasına rağmen ayağa kalkamadım. Kış mevsiminin Ocak ya da şubat ayları arası giderek hastalanmış ve bir deri bir kemik misali kalmışım. Yoğun karlar öyle bol yağmıştı ki: iki -iki buçuk metre yüksekliğinde olan kerpiç damları yer yer karlar kapatmıştı. Ayaz ama güneşli bu kış günlerin birinde babamın gözü gibi bakıp beslediği doru kısrak’a önce keçe den yapılmış örtü örtünün üstüne de meşinden yapılmış at eyeri konmuş kolonları sıkı sıkı bağlanmış ağzına metal ve kayıştan yapılmış gemi takılmış olarak hazırlandı. Dedem ile amca çocukları olan, babamın dayısı ışıklı dünyası içinde değişime-dönüşüme başladığına inandığım çok sevgili Çako Mehmet Dayı ile sevgili Babam günün koşullarına uygun giyinmiş kuşanmışlardı. Sevgili baba annem ile annem beni bir kundaklı bebek hazırlar gibi sarmış, sarmalamış olarak yolculuğa hazırlamışlardı.

Sabahın erken saatlerinden yoğun kış nedeniyle ağıllarda beslenen hayvanlara günün ilk yiyecekleri verildikten sonra, hazırlanmış yolculuk ekibi olarak Güldede köyünden yaklaşık 20 kilometre uzakta olan Kaş köyü’ne yola çıkmıştık. Yoluculuk boyunca karlara bata-çıka çok yavaş hareket edebiliyorduk. Kar öyle bol yağmıştı ki yer yer at’ın yüksekliğini aşmış durumlarla karşılaşıyorduk. At sırtına oturtulmuş durumdayım. Attan düşmeyeyim diye babam beni sürekli bir eliyle tutarken Çako dayım da atının gemini tutmuş bize rehberlik ediyordu. Sayısını unuttuğum birçok kez gittiğimiz yoldaki karlara batan at üstünde oturan benim ayaklarım bile içine battığımız karlara değiyordu. Bu halde kalan at tek başına battığı karlardan çıkamaz oluyordu. At sırtında kalan bedenimi, babam hemen küçük bir hareket ile şöyle yana iterek attan uzaklaştırıyor ve karlar üzerinde yatmış bir durumda bekliyordum. Çako dayı ve babam ata yardım ederek battığı karlarda çıkarıyordu. Babam beni kucağına alıp yeniden atın eyerine oturtuyordu. Sabah erkende çıktığımız yolculuğumuz güneş battıktan sonra Kaş köyüne sona ermişti. Kaş köyünde Işıklı dünyası içinde değişim ve dönüşüme başladığına inandığım sevgili Haydar amcalara misafir olduk. Babam ve Çako dayım o gece Kaş köyünde kaldıktan sonra sabahın erken saatlerinde beni Haydar amcanın kızı annemin arkadaşı sevgili Zühre teyzeye emanet edip Güldede köyüne döndüler.

Kaş köyünden İstanbul’a göçmüş isim olarak Sıhhiye Ahmet amca yıllık izinli olarak köyüne gelmişti. Yaklaşık iki hafta kadar kaldığım Bektaş amcanın evinde Sıhhiye Ahmet amca: Bir doktor çantası içerisinden çıkardığı metal bir kutu içerisinde muhafaza ettiği cam ve metalden yapılmış ve bu şırınganın ucuna takılan içi delik çok ince bir iğneyi hazırlardı. 10x15 cm ebatlarında olan çinko bir kap çıkarır içine temiz su doldurur ve içine hazırladığı şırınga ile iğneyi koyardı. Suyun kaynamasını beklerdi. Sıhhiye Ahmet amca: çantasında küçük bir cam şişe içinde taşıdığı yarısına kadar beyaz bir toz doldurulmuş lastik bir tıpa ile kapatılıp etrafı metal çember ile sarılmış bir şişe çıkarırdı. Bir başka kutu daha çıkarır içinde içi su renginde sıvı doldurulmuş tamamen cam ile kapatılmış bir ampul çıkarırdı. Aynı kutu içerisinde çıkardığı, İki-üç santimetre ebatlında çok küçük bir kıl testere ile bu ampulün boğumlu yerinde keserdi. Bu hazırlıklar yapılırken de sobanın üstündeki şırınga ve iğne kaynatılmış su içerisinde çıkartılırdı. Daha hijyeni bozulmadan iğnesi ucuna takılan şırınga marifetiyle bu su gibi sıvı şırıngaya çekilir ve içinde yarısına kadar beyaz toz olan küçük şişenin lastik tıpasından sokularak şırıngadaki sıvı boşaltılırdı. İçerisine sıvı ilave edilmiş bu küçük şişe bir eline alınır ve başlanır sağa-sola çalkalamaya. Çalkalanarak o beyaz tozlar sıvı içerinde eritilir katı halden sıvı hale dönüştürülürdü. Gözlenerek kontrolü sağlandıktan sonra beyaz renk almış bu cam şişedeki sıvı yine şırıngaya takılı iğne marifetiyle şırınganın içine alınırken sevgili Zühre teyze beni hazırlamış olarak beklerdik. Bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra beni yüzün koyun çevirirler ve Sıhhiye Ahmet amcanın elinde hazır tutulan şırıngaya alınmış sıvı, popoma çok yavaş yavaş zerk edilirdi. Benim canımın yandığını hissederdim ama ağlayacak takatim varmaydı doğrusu hatırlayamadım. Ancak kırmızı-beyaz çizgili üçgen biçiminde küçük küçük kesilmiş akide şekerleri tutuşturduklarını hatırlıyorum.

Aradan yıllar geçti 18-20 yaşlarında iken İstanbul’da yaşayan Sıhhiye Ahmet Amca’yı araştırırken önce çocuklarını sonrada onlar vasıtasıyla Ahmet Amca’yı buldum. Sıhhiye Ahmet Amca SSK ’Okmeydanı Hasta hanesinde hastabakıcı olarak çalıştıktan sonra emekli olmuştu. Kendimi tanıttım ve konuştuk. Sıhhiye Ahmet amcanın bana anlattığı ise meğer ben “Zatürre” olmuşum. Tedavi olarak da bana yaptığı Penisilin iğneleriymiş. İki hafta kadar tedavimi yapmış izni bittiği için işe başlamak üzere İstanbul’a döndüğünü anlattı. Sıhhiye Ahmet amca gitmiş ben hastalıktan toparlanmış olarak kendime gelmiştim. Köye haber salındı ve babam gelip beni köyümüze götürmüştü.

Köye döndükten sonraları çok hareketli, yerinde durmaz haşere sayılan çocukların başı kesilmiştim. Köyümüzdeki yaşıtlarımı hatta benden biri iki yaş büyüklerini bile kendime yanıma çeker onlarla haşır-neşir bir durumda günlük yaşamımızı bölüşken yönlendiren ve yöneten olarak hep ben ön planda olurdum.

Hatırlıyorum 4 ya da 5 yaşlarındayım köyümüzü saran dağlara gezmelere çıkmaya başlamıştım. Güzel bir son bahar günlerin birinde yine tek başıma Maşat dağına yılan ocağı olarak anılan yere gitmeye karar vermiştim. Haklarında bir yığın öyküler dinlediğim yılanların nasıl yaşadıklarını görmek istiyordum. Köyden ayrılmış Çukur yurt mevkiini geçmiş Kavlak tepe sırtlarında iken müthiş bir yağmur ve dolu ’ya yakalandım. Kavlak tepe ’in kayalarının arasına girerek korunacak bir büyük kaya buldum ve onun duldasına sindim. Fakat dolu uzun belli bir zaman sonra yağmura dönüşmüş ve uzun sürmüş bende korunmak için sindiğim kayanın dibinde yağmurun bitmesini yoğun yağmur ve dolunun oluşturduğu sellerin çekilmesini beklerken akşam olmak üzereydi. Ebem kuşa olarak bildiğimiz renk cümbüşünde oluşan gökkuşağı çıkmıştı. Hüseyin diye seslenen bir ses duydum. Sese kulak vererek taşın dibinde açığa çıktım. Elbistan’a bağlı Kaşanlı köy’ de yaşam sürdüren yanında nerede ise hiç ayırmadığı gündüzleri sırtına semer konarak her an üstüne binmeye hazırlanmış eşeği ve yanında köpeğiyle beraber beni aramaya gelmişti. Beni kucaklayarak, semere oturttu ve kendi paltosunu çıkarıp beni paltosuyla sarıp sarmaladıktan sonra köydeki evimize getirdi.

Fena halde ıslanmış olarak evimize geldiğimiz de baba annem, annem yün ve kilim örgülü seki ya da sedirler üzerine konup duvarlara yaslamak üzere içine kurutulmuş ve uzun çayır ortaları dolduruyorlardı. Islak giysilerin sırtımda alınıp yeniden giydirilmiş olarak yanan tandırın önüne oturttular beni. Kendime geldikten sonra holde yığılı yastıklara durulmayı bekleyen otların üstüne atlamış oyunlar oynamaya çalışıyordum. Annem Deli Hüseyin amcanın karnını doyurmak için kaygana hazırlamıştı. Hüseyin amca afiyetle yerken, baba anneme kızıyor, bu çocuk bu yaşta böyle tek başına dağlara salınır mı? Siz nasıl kadınlarsınız? Hüseyin amca baba anneme kızdıkça coşmuş, söylendikçe hırslanmıştı. Verdikleri cevaplar Hüseyin amcanın susmasına yetmiyordu. Bir ara baba annem “tamam tamam, deli. De sus artık.” Dediğinde Hüseyin amca oturduğu “Kerik” denen tahta tabureyi altında çekerek baba anneme tattı. Baba annem kendini yana çekerek tabureden kurtuldu. Ama otların içinde upuzun yayıldığım için tabure benim başımın alın kısmında sağ üst kenarına geldi. Kafandan akan kanları durdurmak için baba annem ve annem panik yapmış kilerde tuzlu tereyağı getirmiş yarama basıyorlardı. Bir taraftan da “Sen dur birazdan Deli İbo gelip torununu ne hale getirdiğin görsün, bak sana aynısını yapmaz mı?” diye Deli Hüseyin amcayı tehdit edercesine susturmaya çalışıyordu. Deli Hüseyin amcanın birdenbire sinirlenmesi durmuş, sessizce yanımızdan geçerek evden ayrıldı. Biraz zaman geçtikten sonra dedem eve dönmüştü. Kafası sargılı halimi gördüğü an hemen kucağına oturtmuştu. Olup biteni diledikten sonra, peki Deli Hüseyin nerede? Diye sordu ama bilen yoktu.

Mevsim İlkbahar Nisan-Mayıs ayları hamile koyunlar yavrulamaya başlamıştı. Bu mevsimde ya mal sahipleri ya da sorumlu çobanlar koyunların konduğu ağıllarda yüksek tahtalar ile hazırlanan karyola tipi yataklı seki türü çoban yatağında uyurlardı. Babam Çako dayının koyunları gece kontrol etmek için ağıla gitmiş, ağıla girer girmez ağılın bir köşesinde çoban yatağının bulunduğu yerde bir ışık görmüş, ışığın yanına gitmiş ve ne görsün Deli Hüseyin amca yatağa oturmuş sigarasını tüttürmektedir. Babam Hüseyin amca burada ne işin var? Diye sorduğunda: “Deli İbo beni görmesin, çok sevdiği torununun başını kırdım. Aslında ben o çenesiz anan olacak Altına atmıştım Keriki. Ama o kaçtı Kerik çocuğun kafasına geldi. Deli İbo beni yakalarsa lime lime keser vallahi.” Demiş. Babam yok yok babam seni sever bilirsin, hem sen torunu ’nu doluda kurtarmışsın, gel seni eve götüreyim, burada hayvanların yanında yatma der. Fakat Deli Hüseyin amca bunu kabul etmez, sen babana söyleme ben burada kalayım diye söz alır babamda. Aynı gece babam ağılı ikinci defa kontrol etmeye gittiğinde Deli Hüseyin amcanın ağılı terk ettiğini görür. Aradan zaman geçtikten sonra öğrendik ki o gece beş altı kilometre ötede bulunan Karapınar köyü’ne gitmiş.

Arada bir yıl gibi bir zaman geçmişti. Doru kısrağımız hamile aile efradı olarak doru kısrak ha doğurdu ha doğurmak üzere günlerini yaşıyoruz. Nisan ayı sonları, babam karasaban ile tarla sürmeye gitmişti. Annem kısrağı sulamak üzere ahırdan dışarı çıkarmıştı. Kapalı olan ahırın sıcak havasına alışmış kısrak bedeni dışarıda üşümesin diye annem kısrağın sırtına bir çul atmak istedi. Kısrağın kafasına geçirilmiş yularını bana vererek, içeride kısrağın sırt örtüsünü almaya gitti. Annem getirdiği çulu kısrağın sırtına attı. Çulun bir uçunda sabit dikilmiş bel altı kemerini kısrağın karnının altında geçirerek çulun öbür tarafındaki dikili kemer tokasına takmak isterken, biraz hızlı hareketle kemeri tutarken kısrağın hamile karnına sert mi dokundu ne!  Doru kısrak anne ‘mi ısırmak istedi. Fakat kısrağın ipi benim elimde ve sıkı tutmuştum. Kısrağın dişleri anneme yetişemedi ve annem doru kısrağın suratına bir tokat attı. Hırsını alamayan kısrak da hemen çenesinin altında yularını tutan benim kafamı ısırdı. Canım öyle yandı, öyle bir ağrı hissettim ki, kısrağın yularını bırakmış, kafamı iki elimle tutarak damın etrafında fır dönüyorum. Bir yandan annem, arkamdan koşarak beni yakalamak isterken ben durmuyor koşuyorum. Duvar dibinde muhabbet eden sevgili Hüseyin dayım sesimizi duymuş koşarak geldi. Bir yandan kafamdan kanlar akarken kimse beni tutamıyor evin etrafından fır dönüyordum. Sağlı sollu beni çevrelemişlerdi ki dama çıkan merdivenleri birer birer çıkarak “Hayma” dediğimiz kurutulmuş ot yığının üstüne çıktım. Dayım gelip beni kucakladı. Annem elinde tuzlu tereyağı tabağı ile geldi. Kanı durdurmak için yarama önce sigara tütünü bastılar ama kan durmuyordu. Sonra da annemin getirdiği tuzlu tereyağını kafamda açılmış yaraya bastı ve “hasa bezi” denen beyaz bir bez üstüne koyarak üstüne bastırdı. Kendi başında çıkardığı kar beyazı tülbendi ile de bir güzel sardı.

Şimdi düşünüyorum da köyümden geçirdiğim çocukluk yıllarımda yakalandığım hastalıktan kurtarılmama önemli katkı vermişler. 2-3 yaşlarında iken, Doru kısrak beni o karda kışta sırtından taşımıştı. 4-5 yaşlarında o küçücük halime bakmadan, köyümün dağlarında yakalandığım fırtınalı bol dolu yağmış günde, köyü seller-sular basmışken dağ başında tek başıma bir kayanın duldasına sığınmıştım. Bu fırtınada beni bulan sağ-salim eve getiren Kaşanlı sevgili Deli Hüseyin Amca benim ruhumda derin izler bırakmışlar. Bedenimde de gözle görülür Hüseyin amca kafamın sağ üst kenarında, Doru at kafamın sol üst kenarında bıraktıkları ve unutulmaz hatıralı darbe izlerini onurla birer şeref madalyası misali başımın üstünde taşıyorum.

Zaman akıp giderken ben giderek köyü hükmetmeye başlamıştım. Köylünün bazılarının en çok sözü dinlenen, bazılarının da nere de ise hiç sevmediği kişilere kafa tutmaya, tanık olduğum haksızlıklarına yaşıma-başıma bakmadan kafa tutmaya başlamıştım.

Evimizde hepimiz aynı odada yan yana yataklar serilerek uyuyorduk. Geceleri hepimiz yataklarımıza girer uyumaya çalışırken, annem ve babamın komşularıyla olan ki genellikle tarla tapon sınırları belirleme sorunları olurdu. Babam o gün yaşadığı sorunları anneme aktarırken “Ah, Hüseyin bir büyüsün on-on iki yaşlarına bir gelsin, bak onlara nelere yapar.” Dediğini işitirdim.

İlk okulu bitirmek üzereyiz köyümüzde de hissedilen eski adı Kötü köy şimdiki adı Yazyurdu olan Nahiyemiz merkez olmak üzere bir deprem oldu. Yazyurdu’nda bazı evlerin deprem sarsıntılarından yıkıldığı görülmüştü. Bazı zaman aralıklarıyla da artçı depremler oluşuyor ve civar köylerde hissediliyordu. Artçı sarsıntıları hisseden her köy gibi bizim köyde panik halinde nasıl uyacağımızı tartışır olmuştu. Depremin ikinci günü, mevsimin de yaz oluşu avantajıyla evlerden biraz uzak alanlara taşınmış alanlara serilmiş yataklardan uyumuştu tüm köylü. Ama baban bu durumda pek memnun değildi ve annem ile dışarıdaki yatakta uzanmış konuşuyorlardı. Babam: “yavaş konuşalım çocuklar duyup panik yapmasınlar.” Diye söylemişti. Bir taraftan da depremin büyüğü oldu galiba! baksana arkıt daha az sallıyor bizi. Biz yarın gece içeride uyuyalım. Çoluk çocuk dışarda üşütecek hasta olacaklar. Hüseyin’in yatağını da damın üstüne yapalım. Deprem olurda evimiz çöker bize bir şey olursa yıkıklar altında kalırız.  Hüseyin dam üstünde olduğu için o kurtulacak ve bizi yıkıklar altında o kurtarır.” Dediğini duyduğumda kendimi vazgeçilmez hissederken, omuzlarıma yıkılan büyük beklentileri nasıl karşılayacağımı düşünür olmuştum. Neyse ki yeni bir deprem olmadı ve evlerimize taşınmıştık.

IRGATLARA KÖMBE:

Köyümüzü kasabaya bağlayan Kayseri – Malatya yoluna bitişik Yaz Yurdu Nahiyesi ’nin Mezrası olan içinde Devlet üretme çiftliği kurulmuş olan Kötü Köylü Resul: Deprem sonrası geçen günlerin birinde köyümüze gelmişti. Şen şakrak etrafında olan insanları kahkahaya boğan yüz hatları olarak Tiyatro ve Sinema aktörü Cevat Kurtuluşa benzer insanlara anlık da olsa mutluluk dağıtan bir adamdı.

Babamın misafiri olan Resul’e hâl hatır sorulduktan sonra hoş geldin faslı bitti. Resul’ün verdiği bilgilerle depremde kötü köyde neler olmuş bitmiş öyküleri dinlendi. Hükümetin depremde evleri yıkılanlara yeni evler yaptıracağını anlattı. Yapılacak yeni evlerin yerleri de eski yerleşkeden biraz daha yukarılarda sağlam zemini olan yerde olacağını anlattı.

Resul’ün yaşanmışlık öykülerini daha önceleri dinleyen büyüklerimiz, bir yanda sigarları tüttürür bir yandan da kaçak çaylardan yapılmış kan kırmızı çaylarını yudumluyorlardı. Çaylar içilirken sanki sıra Resul’ün yaşanmışlık öykülerini dinlemeye gelmiş gibi söz ekin ekip biçme öyküsüne geldi. Önündeki bardağındaki çayından bir yudum alıp, ya ömründe ilk defa kendime ait bir tarlam olmuştu. Yıllarca her sonbahar kış aylarında İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlere gitmiş inşaatlarda çalışmış biraz para biriktire bilmiştim. Bizim avrat: Resul gel Bıçkı Mehmet’in şose kenarındaki küçük tarlayı satın al. Bizim de kendimize ait ekip, biçeceğimiz bir tarlamız olsun dedi. Neyse biraz da borçlanarak tarlayı satın aldım.

O bahar karlar erimiş tarla ekilecek tava gelmişti. Dede’den kalma kara sabanımız damım bir kenarında öyle bekliyordu. İyi güzel de tarlayı sürmek için de öküz ya da ata ihtiyaç vardı. Kötü köyde de sadece bir-iki evde çalışan öküz vardı. Çalıştırılan at ve katır falan da yoktu. Bu iş güç zamanı ben şimdi gidip kime dil dökeyim. Kimden sen işini bırak öküzlerini bir iki günlüğüne bana ver de bizim tarlayı süreyim. Ben kimseden öküz falan isteyemem dedim bizim avrada. Avrada tamam zaten tarla hem taşlı hem de öyle derin toprak yüklü değil. Sen sabanın bakımını yap. Sabanın bir tarafına ben bir tarafına da bizim boz eşeği koşarız. Yok senin gücün yetmez diyorsan, benim yerine seni koşar, kara sabanı ben tutarım. Zaten tarladaki sular çekileli daha az zaman oldu. Toprak rahat işlenecek durumda dedi. Zaten tarlamız o kadar büyük falan değildi. 4-5 dönümlük bol çakıllı bir toprak parçasıydı. Önce ekilecek buğdayları konu-komşularda hasat zamanı iade etmek üzere ödünç temin ettik. Kara sabanın bakımını yaptım. Sabanın ucuna takılacak ucu sivri Demir’in de bakıma ihtiyacı vardı. Dede’den kaldığı ve bugüne kadar da kullanılmadığı için kullanılmakta ucu körelmiş bir vaziyette bir kenarda beklemekteydi. Demir’i Gürün’e giden komşulardan biriyle saban demirini gönderip çarşıdaki demirci dükkanların birinde ucunu zotlattım. Hazırlıklar tamamlanmıştı.

Havanın dingin, sakin, güneşli ve tarlada çalışacak durumda olan bir günün erken saatlerinde: evde kullandığımız kürek benzeri olan bel’i avrat eline almıştı. Sırtına kara saban yüklediğimiz eşeğimiz ve sırtıma aldığım bir külek buğday ile yanımıza aldığımız öğle yemeği olan dağarcığımız ve içme suyumuzla beraber tarlaya vardık.  Tarlanın kenarında komşumuz ile bizim tarlayı ayıran eni yaklaşık bir metre olan iki tarlaya paralel olan tağıma yerleştik. Önce alet edevatımızı hazırladık. Tarlayı enine mi boyuna mı sürsek diye konuştuk. Tarlanın bir ucundan öbürüne gitme mesafesi daha kısa olan enine sürmeye karar verdik. Çünkü Avrat da Ben’de öküz, katır ya da at yerine işe koşumlara hiç alışık değildik. Çabuk yorulacağız. Ayrıca boz eşek de sırtında bizi ya da şelekleri taşımaya alışıktı ama öküz gibi sabana koşulmaya alıştırılmamıştı daha. Tarla sürmeyi başarabilecek miyiz? Henüz belli değil. Ama bir an önce de çalışmaya başlamalıydık.

Derken efendim: belime peştamalımı bağlayıp bir kilogram buğdayı içine koydum. Enine sürmeye başlayacağımız tarlanın üstüne serpiştirdim. Daha güçlü olduğumda sabanın takıldığı boyunduruğun iç kısmı sayılan tarlanın sürülmüş tarafına ben koşuldum. Öbür tarafa da boz eşeği koştuk. Allah bismillah diye başladık tarlanın bir ucundan öteki ucuna tarlayı eni doğru sürmeye başladık. Ne ben ne boz eşek ne de avrat; ilk defa yapmaya çalıştığımız tarla sürme işini doru dürüst beceremiyorduk. Boz eşek benimle aynı boyunduruğa koşulmuş ama ikimiz de birbirimize uyum sağlayamadığımız gibi avrat da ne tuttuğu kara sabana ne de önünde sabana koşulu ikimize uyum sağlayamıyordu. Tarlayı yamuk yumuk çiziktirerek, toprağın altını üstüne getiriyoruz Yarım saat, bir saat böyle uğraştık durduk. Üçümüzün de canı burnunda soluyarak biraz dinlendikten sonra avrat sen çok yorulduk. Ben hem sabanı hemde boz eşeği kontrol edemiyorum. Böyle olunca hepimizin birde canı kıyıyor, boşu boşuna yorgunluk çekiyoruz. Resul gel senin yerine ben sabana koşulayım, hem boz eşek senden çok bana alışık. Sende saban ile tarla sürmeye alışıksın. Böylelikle işimizi daha kolay yaparız dedi. Baktım avrat haklı. Peki dedim. Başladık yeniden tarla sürmeye. Derken günün yarısından fazlasını arkamızdan bırakmış güneş tepemizden aşağıya doğru batmak üzere dönmüştü. Açıkmış susamıştık da. Yorgunluk desen çekilecek gibi değil ara verdik. Bohçamızdaki ekmek soğan falan olan katığımızı yedik, suyumuzu içtikten sonra biraz uzandık. Boz eşekte otlakta yayıldı, verdiğimiz suyunu içmişti.

Yeniden yallah bismillah diye başladık tarlayı çiziktirmeye, giderek üçümüzde koşulduğumuz tarla sürme işine alışıyor birbirimizle daha uyumlu olmaya başlamıştık. Ogün işi bırakıp evimize dönmeye karar verdiğimizde, yeniden bitmesi için tarlaya serptiğim tohumlu toprağın nere de ise altını üstüne getirmiştik. O an işe ara verecek evimize dönecektik ama, serçeler toprağın üstünde kalan buğday tohumlarını seçerler diye gecenin geç saatlerine kadar tarlanın tohumlu kısımlarının da altını üstüne getirmiştik. Ne edeceksin gardaş; “mal canın yongasıdır.” Demişler. Vallahi de doğru söylemişler. Ne ise her gün daha güneş doğmadan tarlanın başında oluyor karanlık çökene kadar çalışıyorduk. Sekiz-on günde tarlanın tamamını sürmüştük. Üçümüz de ilk defa başladığımız işin erbabı olmuştuk sanki. Nerede döneceğimizi, nerede duracağımızı hatta aynı anda yorulduğumuzu bile hisseder olmuştuk. Yüzümüzün akıyla işimizi bitirmiş evimize keyifle dönmüştük.

Her zaman olduğu gibi o yaz yine ben koyun sürüleri yaymak üzere komşu köyde çoban altı aylığına çoban durmuştum. Çobanlık benim ana mesleklerimin başında gelir. Mevsim ilk bahardan yaza aylarını dönmüş, ekinler yeşerip boy atmış ağustos aylarının sonu gelmek üzere, avrat: bir çak gün izin alıp gel diye haber yollamıştı. Anladım ki ektiğimiz buğdayları tarlada biçme zamanı geçiyor. Çar naçar, rica minnet birkaç gün yerine çobanlık yapacak birini temin ederek izin koparabildim ağamdan. Köyüme gelirken yolumun üstüne denk gelen tarlamıza uğradım ekinler ne durumda diye. Ne göreyim ki iyi olsun! Gördüğüm felaketti! Meğer ektiğimiz buğdaylar çok seyrek serpilmiş, hoş sık da serpilselerdi tarlanın yüzeyini kaplayan taşların en küçüğünün yumurta büyüklüğünde olan taşlardan geçilmiyordu zaten. Belli ki saban ile bizim çiziktirdiğimiz yerlere denk gelen buğday tohumlarının önemli bir kısmı da toprağın altına geçmemiş yüzeyinde kalmış ve serçelere yem olmuşlar. Tarlanın içinde tarla fareleri resmen tarlayı evleri haline getirmiş adım başı bir fare yuvası ve fareler tarlanın içinde mutlu mutlu birbirleriyle oyun oynuyorlardı. Hasat zamanı gelmiş buğday saplarının ucundaki başaklara şöyle bir baktık ki içleri nerede ise tamamen bomboşlar. Kimini fareler kimini serçeler ayıklamış başakların içleri boştu. Hoş nerede isi her bir başağın arasında nerede ise bir iki adım boşluklar doluydu. Saatlerce tarlanın tağımına çömelmiş sigara tabakamı çıkarıp sigaralar serdim sardım içtim. Gün batarken köye evime gelmiştim. Avrat ile hoşbeş ettikten sonra ekini biçmek için yarın erkende işe başlamak gerektiğini konuştuk. Ben tarlanın durumun avrada söyleyemedim. Sadece; ben sabah erken kalkar tarlaya giderim. Zaten ırgat çağırttım komşu köyden 4-5 kişi olacaklar. Ekinimizi bir günde biçeriz. Gelirken beraberinde öküz arabası ve kağnıda getirecekler yükler köye getiririz. Devirsi günde harmanı kurup sapları öğütür tap ile samını birbirlerinde ayırırız. O gün rüzgâr olmazsa benim bir günlük iznim daha var. Devirsi gün de harmanı savurur taneleri içeri taşırız. Sende daha sonraki günlerde samanı içeri taşırsın. Sabahleyin ben tarlaya gittiğimde sen de 5-6 kişilik bol tereyağı konmuş iç malzemeli saç kömbesi yap boz eşeğin sırtına atla öğle yemek saatinde önce tarlaya gel dedim. Aman gözünün yağını yiyeyim sakın katık az diye saç kömbesinin malzemesinde kısmık’lık etme ve çok iyi pişir ki Deli Resul’ün avradının marifetini ağanın karısı hatunuma anlatsınlar. Diye sıkı sıkı tembihledim. O gece yatakta uyur gibi yaptım. Ama gözüme nere de ise uyku girmez olmuştu.

Sabahı zor yaptım. Yataktan kalkar kalkmaz evde direkten asılı duran ekin biçme kalıcımı, elliklerimi alarak tarlaya vardım. Yine tarlanın içinde gezinmeye başladım. Ayak basmadığın yeri kalmadı desem yalan değil. Fareler benden ancak bir iki metre öteye kaçıyorlardı. Beni hiç ciddiye bile almıyorlardı. Sanki tarlanın sahibi ben değil onlar! Yeniden buğday saplarının ucundaki başakları kontrol ettim. Başaklar gerçekten boşaltılmışlar. Düşündün ben şimdi birkaç gün zaman ayıracak bu ekinleri toplayacağım. Sonra konu komşuda bu iş güç zamanında kime yalvarayım da işine ara ver kağnı ve öküzleri bana ver. Diyelim biri birkaç saatliğine verdi. Peki benim işin bırak birkaç saati bir günde bile bitmez. Tarla köyde uzaklarda. Yığınları taşımaya gider bir gün. Getirdiğim sapları öğütmeye gidecek bir gün hadi dövene öküz yerine yine boz eşek ve ben koşulsak bu defa da iki ya da üç gün sürecek sap öğütmek. Sonra bir gün öğütülmüş samanlarda varsa buğday tanelerini ayır. Samanı içeri taşı etti mi sana bir daha gün. Hem bunların hepsi zamanında yapılsa bile samandan başka elime geçecek olan ödünç aldığım tohumluk buğdayları karşılar mı? Emin değilim. Hadi buna da razı oldum. Saman olarak sadece boz eşeğe yetecek kadarına ihtiyaç var. O da zaten geçen senede kalanlar yeter de artar durumda. Karar vermem gerekiyordu. Verdim.

Bir sigara daha sardım yakıp keyifle tüttürdüm. Ya Allah Bismillah diye sol elime elçekleri taktım, kalıcımı sağ elime aldım. Tarlanın ucunda başlamak üzere eğildim biçmeye çalıştım. Ama buğday sapları öyle seyrek öyle seyreklerdi ki birini biçiyor, öbürünü biçmeye çalışırken elimden elçeklerin arasında düşüyorlardı. Yaram saat bir saat kadar biçmeye çalıştım ama baktım çok keyifsiz. Belim de eğilip kalkmaktan öyle bir ağrıyordu ki! Canım sıkıldıkça sıkılıyor, bir yandan da tarla fareleri ciyak-ciyak sesler çıkararak birbirleriyle cilveleşerek sağımdan solumdan cirit atıyorlardı. Ekin biçmeye ara verdim. Önce cebimde tütün tabakamı çıkarıp bir sigara sarıp içtim. Sonra ağrıyan belim dinlensin diye tarlanın çimenli tağımına sırt üstü upuzun vaziyette uzandım. Yeniden bir durum değerlendirmesi yaptım. Baktım bu iş böyle olmayacak. Verdim kararımı. Derhal ayağa kalkarak işe başlamam gerekti. Çünkü avrat: Irgatların öğle yemeğini şimdiye hazırlamış nere de ise bir saate kadar burada olur. Geldiğinde beni böyle bomboş oturuyor görmesin. Yeniden kalıcımı elime aldım ve bir başka yöntemle ekinleri biçmeye başladım. Belim ağrıdığında da hiç eğilmeden elimdeki kalıcı buğday saplarına götürürken sanki tırpanla ekin biçiyormuşum gibi kalıcımı buğday saplarına sallıyordum. Tarlanın uzunluğu yönünde işe başlayarak bir ustan öbür uca kadar önüme denk gelen buğday başaklarını biçecek şekilde başakları saplarında ayırmağa başlamıştım. Baktım bu defa daha çok iş yapabiliyorum. Sağımda solumda dolanan tarla fareleri de bir oyana bir bu yana kaçışarak kay oyunlar oynuyor kâh arka ayakları üstüne dikilerek beni seyrediyorlardı. Saplardan ayrılmayan buğday başakları bırakmamıştım. İşimi bitirmiş olarak avradın öğle yemeğini getirmesini beklemeye başladım.

Yeniden tütün tabakamı çıkarıp bir sigara sararken avrat boz eşeğe nevalemizi yüklemiş olarak çıka geldi. “Hayrola Resul hani ırgatlar, nerede, sen niye öyle tek başına oturmuşsun öyle.” Dedi. Bende dur hele avrat hemen suratını asma öyle. Hele bir otur. Bak ekinler biçildi. Irgatlar da tarlada çalışıyorlar görmüyormuş gibi yapma Allah sen. Avrat şaşkın şaşkın bir bana bir tarlaya bakar olmuştu. Ne söyleyeceğini besbelli ki kestiremiyordu. Elime küçük bir taş alarak oynaşan tarla farelerine fırlatarak, bak tarlayı biçmişler. İşin bittiğine sevinmişler ki nasılda oynaşıyorlar. Dedim ve hele sen o güzel ellerinle hazırlayıp pişirdiğin kömbeleri şöyle aç. Hem ırgatlar sabah kahvaltısından bu yana açlar hiç durmadan dur durak demeden çalıştılar. Benim de karnın açlıktan guruldamaya başladı valla! Dediğim de avrat bohçayı açmış saç kömbelerinin sıcacık kokusu dört bir yanımızı sarmıştı. Tarla fareleri sanki bu mis gibi kokuyu almışçasına arka ayakları üstüne dikilmiş bizi izliyorlardı. Avrada ve bana yetecek kadar kömbeyi bohçanın bir kenarına koydum. Geri kalanını da kucaklamış bir vaziyette tarlanın içinde gezinip dururken bir taraftan da kömbeden kopardığım küçük küçük parçaları tarla farelerine atıyordum ki verdikleri emekler boşa gitmediğini bilsinler. Benim ne iyi bir toprak ağası olduğumu görsünler.

Avrat olup bitenden dolayı susmuş ne söyleyeceğini bilmez durumda beni izlerken farelere dağıttığım kömbeleri bitirmiş olarak yanına döndüğümde avradın gözlerinde yaşlar aktığını gördüm. Hemen kucaklayarak sarmaş dolaş vaziyette çimenlere oturduk. Olup biteni bir gün önce nasıl gördüğümü ama bu durumu sana nasıl anlatacağımı bilemedim. Zaman kazanmak için sana sen yarına hazırlık yap dedim. Bugün yeniden başakları kontrol ettim gerçekten hem sok seyrek çıkmışlar hemde bir yanda serçeler bir yanda halen sanki hiç yorulmuyorlar gibi çalışan tarla farelerin başakların içleriyle karınlarını doyurduklarını tespit ettim. Bize ektiğimiz tohum kadar hasat edilecek başak ya kalmış ya da onu da tükettiklerini bir kere daha gördüm. Şu destelediklerime sen de bir bak. Başakların içi nere de ise bomboşlar. Bende bize bırakılan içi boş sapları ne diye toplayayım dedim. Hırslandığım için de bir şeyler yapayım istedim. Ama sonunda bu tarla farelerinin küçük yavruları da vardır muhakkak en iyisi ben bu ayakta kuruyan sapların uçlarındaki buğday başaklarını da yere indireyim ki boyu yetişmeyen fareler de bunlardan nasiplensinler dedim. Ve senin de gelebileceğin saat yaklaşmıştı zaten elime kalıcımı alıp hızla ayakta kalan ne kadar başak varsa saplardan keserek toprakla yeniden buluşturdum. Böylece de hasada hazırlanmış ekinlerimizi ayakta koru olarak bırakmadan toprakla yeniden beraberliğini sağladım. Dedim. İşte bizim tarla ve ekin öykümüz böyle olmuştu dedi ve önüne konmuş taze çayından bir yudum çayını sıcak sıcak yudumlarken ağlamak üzere kendini hazırlamış gözlerin nemlenmesini durdura bilmişti.

Resul bunlara anlatırken oda hınca hınç dolmuş vaziyette ayakta dinleyenler bile vardı. Daha önceleri dinledikleri halde yeniden anlatması istedikleri bir “BABA AL SU” yaşanmışlık öyküsünü anlatması ısrarla istendi. Resul anlatmamak için hayli direnmesine rağmen anlatmak zorunda kalmıştı.

BABA AL SU:

Resul 7- 8 yaşlarında Kötü köydeki tek odalı tamlarında annesi ve babası ile aynı odada yatık aynı odada yemek yer su içerler evin dışında ki zamanların tamamı bu tek odalı damın odasında geçermiş. Havalar giderek soğumaya başlamış mevsim sonbaharı bitirdim bitirmek üzere olan günlerin birinde olan bir gece yataklarına girmiş uyumak üzeredirler. Gecenin bu saatinden daha tam olarak uykuya dalmadığı bir anda, Resul: annesi ile babasının alçak seslerle konuştuklarını duyulmaktadır. Resul’ün duydukları: babası karısıyla sevişmek ister. “Annesi dur ne yapıyorsun! Resul daha uyumadı. Duyar görür yarın her kese anlatır ve el alemin dilleri düşürür rezil oluruz.” Dediğini işitir. Ama babası vaz geçmez sevişmek için ısrar ederken, Resul uyuyormuş gibi yaparak işitilir bir ses tonuyla horlamaya başlar. Baba “bak gördün mü çocuk uyumuş horlamaya başladı bile.” Der. Annesi “o daha uyumadı, bizi duyduğu için uyuyormuş gibi yapıp horlamaya başladı” der. Sevişme isteğine karşı direnirken, Resul’ün babası “dur ben şimdi anlarım uyuyup uyumadığı” diye Resul’e seslenerek “oğlum Resul kalk bana bir tas su ver, çok susamışım için yanıyor.” Der. Resul bu seslenişi sanki hiç duymamış gibi daha derin derin horlama sesleri çıkarmaya başlar. Bundan sonra annem daha fazla dayanamadı. Karı-koça sevişmeye başladılar. Bu arada; zaten hemen yanı başımda olan içi su dolu helke ’nin kulpuna takılı duran bakır kâseyi sessizce aldım ve suya daldırdım. Bizim kiler işin tam kıvamında iken baş uçlarına dikilip elimdeki tası uzatarak “baba al su” dedim. Şaşkına dönem babam annemin üstünde fırlayarak beni öylesine dövmeye başladı ki anlaman. Annem “dur ne yapıyorsun çocuğu böyle dövme” dediyse de babamın sinirleri yatışmıyordu bir türlü. Kolumda tuttuğu gibi kapı açtı ve bene damın önüne o koydu. Ne havanın dondurucu soğuğuna ne de gecenin karanlığına aldırmadan.

Kapıyı yüzüme kapatıp içerden sürgüledi ki bir fırsatını bulup yeniden içeri girmeyeyim. Korkumdan duvarın dibine sinmiş vaziyette içeride ne konuştuklarını dinliyordum. Annem önce havanın soğuduğunu bu soğuk gece dışarıda kalarak hasta olacağımı söyledi. Babam beni içeri almak istemiyordu. Annem bin bir çeşit bahaneler söylediyse de babamı ikna edemiyordu. Hayır diyordu. “O yaptığı edepsizliğin cezasını çekecek tamam mı.” Diye kestirip atıyordu. Bu arada üzerimde giysi olarak bir don bir fanila ile dışarıda o gecenin ayazında dişlerim birbirine değercesine üşümüş, ellerin koynumda duvar dibini çömelmiş titriyordum. Bir saatten fazla zaman geçmişti ki annemin babama yalvarır sesini duyuyordum. “Yapma adam. Bak sabah olacak Resul bu gece olup biteni konu komşuya anlatacak. Biz bütün köy halkına rezil rüsva edecek. Gel şu inadında vaz geç git oğlanın gönlünü al, onu sev okşa içeri al ve iyi ce tembihle ki kimseye bu geceyi anlatmasın. Oğlana ikimiz de iyi davranalım tamam mı?” Diye sorup duruyordu.

Birden evimizin kapısı açıldı. Babam don-işlik yanıma geldi kolumdu tuttu beni içeri aldı. Yatağımın üstüne bıraktı. Bana seslenerek. “Bak seni affediyorum. İçeri aldım. Ama sende bu gece olup biteni köyde kimseye anlatmayacaksın. Tamam mı? Anlaştık mı? Yoksa seni bu halinde yeniden bu gecenin soğuğuna bakmadan kapının önüne korum. Bir daha seni asla eve almam. Bana söz veriyor musun kimseye anlatmayacağına dair?” Diye sözünü tamamladığında, gözümün içine bakıyordu. Annem de elini koynuna sokmuş omuzlarında iki kolunu öne eğmiş vaziyette ikimizi izliyordu. Önüme eğdiğim kafamı kaldırmadan hem etrafı izliyor hem daha ne diyecekler diye bekliyordum. Baban yeniden söz veriyor muzun? Diye seslendi. Baktım babam kararlı benden kesin söz istiyor. Kurtuluş yok düşmüştün ellerine! Ya söz verecektim. Ya da yeniden don işlik kapı dışarı bu gecenin ayazında. Seç seçebilirsen seç birini dunu. Ama hissediyordum ki zaman geçtikçe babamın ses tonu daha yumuşamaya başladı. Bana konuştukça daha okşayıcı şeyler söylüyordu. Bu fırsattan yararlanarak iyi bir fikirmiş gibi aklıma ilk geleni “baba tamam durup dururken tek tek herkese niye söyleyeyim. Söylemem. Olsa olsa bayramlardan seyranlarda bir toplanan insanlara anlatırım” dedim.

Dedim demesine amma demez olaydım. Babamdan öyle bir dayak yedim ki asla unutamam. Benim kolumda tuttuğu gibi yeniden kapı dışarı koymuştu. Hep olduğu gibi yine anam imdadıma yetişti giysilerimi verdi ve beni o gece geçireceğim komşuların ağılına götürdü. Ben babanı ikna ederim. Yarına kadar sinirlerini yatıştırırım. Sende evimize yeniden dönersin! diye benden ayrılmıştı.

ATE FOTE:

Çako dayı köye lamba ve bataryalı bir radyo getirmişti. Radyonun çekebilmesi için damın siviklerin kuzey ucuna birini bir diğerini de sıvığın güney ucuna olmak üzere yüksekliği 1-2 metre boyunda sağlam ahşam direkler monte edilmişti. İki direğin arasına özel imal edilmiş paslanmaz teller birbirine sarılmış bükük helezonlar halinde uzunluğu 5-10 metre boyunda ve tellerin aralarına da iki ucu delikli beyaz fincanlar takılmıştı. Helezonlu telin ortasına denk gelecek şekilde üstü plastik kaplı bakır kablo monte edilmiş olarak kablonun açıkta kalan ucu damdan aşağı sarkıtılarak radyonun bulunduğu üç pençeleri odanın camlarının birinde içeri verilerek radyonun anten girişine takılmıştı. Zaman zaman İran ve Azerbaycan radyo yayınları frekansa işgal etse de biraz uğraşarak Türkiye radyoları Uzun, Orta ve Kısa dalga olmak üzere yapılan yayınları takip edebiliyorduk.

İlk yıllar radyo dinlemek ancak Çako dayının günlük işi gücü bitirip evde dinlenmeye çekildiği saatlerde uygun olabiliyordu. Radyo bizim için ancak uzaktan dinlene bilir ama el sürülemez bir şeydi. Arada birkaç yıl geçti hemen hemen hepimiz Radyo’ya uyum sağlamış duruma gelmiştik. Çako dayının yazın tarlada çalış saatlerde köyün gençleri eve doluşurlardı. Bizim kuşak daha küçük sayılırdık ancak bizden büyükler bize izin verdikleri kadar onlara takılabiliyorduk.

Günün birinden Çako dayı evin devlikleri için kasaba ’ya gitmişti. Sultan ana koyun ve kuzularla meşgul kendisine ayıracak boş zamanı bile yoktur. Evin iç işleriyle Ate Fote meşgul oluyordu. Pıcık Mustafa yanına kattığı köyün birkaç genciyle beraber Radyo dinlemeye Ate Fote ’nin yanına gitti. Bir şekilde Radyo’yu açma iznini koparmış olarak yanımıza döndü. Her beraber Radyonun bulunduğu odaya doluşmuştuk. Pıcık Mustafa Radyo’nun açma kapama düğmesiziyle radyoyu açtı, bir diğer düğmeyle de Türkiye radyolarını aramaya başladı ve bir şekilde orta dalga yayın yapan bir kanal yakaladı. Radyoda türküler geçidi gibi bir yayın yapılmaktaydı. Hepimiz hiç ses çıkarmadan radyoda söylenen türküleri can kulağıyla dinliyorduk.

Zaman hayli geçmişti. Ate Fote odanın kapısını açtı. Şöyle bir bizleri süzdükten sonra da “Bunlar sabahtan beri türkü söylüyorlar, çok da kalabalıklar sanki, çok farlı türküler söylüyorlar, bunlar hiç yorulmazlar mı? Hiç acıkmazlar mı? Diye söylediğinde, Pıcık Mustafa; hemen söze atılarak, “Hiç acıkmaz olurlar mı? Yemek yiyecekler ama müdürleri tek tek dışarıda bir şeyler yemek için dışarı çıkmalarına izin vermiyor. Yemek yapıp getiren de yok ki, burada yesinler.” Dedi. Ate Fote: “uy kurban olayım, ben şimdi onlara kaygana hazırlar getiririm.” Dedi ve kapıyı kapattı. Yarım saat falan geçti, geçmedi kapıya tak tak diye vuruldu. Pıcık Mustafa, hemen kapıya yöneldi. Ate Fote ‘nin kucağından çapı bir metreye yakın kalaylı sininin üstüne konmuş 5-10 kişiye yetecek kadar kaygana yanına bir tabak peynir bir tabak yoğur yanlarına 10-15 adet ayrı ayır katlanmış sac ekmeği ile kapıdan içeri girmek istedi. Ama Pıcık Mustafa hemen müdahale etti. Mat.e Fote sen tepsiyi bana ver. Sen gidince adamlar çok sevindiler senin yemek yapacağına ama senden utanıyorlarmış. Senin yanında nasıl yemek yeriz diye bize söylediler. Ben de siz merak etmeyin ben Mate Fote’ ye anlatırım. O size yemeğinizi verir ama siz yemek yerken de yanınızda oturmaz dedim.” Dedi. Ate Fote ’de tepsiyi Pıcık Mustafa’ya uzatarak “Sen al o zaman tepsiyi, bir ara verdiklerinde yemeğini soğutmadan yesinler. Ben sonra tepsiyi almaya gelirim.” Diyerek odanın kapısını dışarıdan kapattı.

Kaygana tepsisi içeri alınmıştı. Hemen odanın ortasında en uygun yerde sofra taburesinin üstüne kondu. Türkünün biri bittiğinde Pıcık Mustafa radyo sesi kısılarak, yüksek bir sesle türkü söyleyenlere seslenerek, Mate Fote size yemek hazırlamış getirdi. “Yemeği soğutmadan yesinler” Dedi. Sabahtan beri türkü söylüyorsunuz, çok acıktığınızı biliyoruz. Buyurun hem biraz dinlenmiş olursunuz. Hemde karnınızı doyurmuş olursunuz”. Dedikten sonra hepimiz yemekle donatılmış sininin başına üşüşmüştük bile.

Bir güz yemek ile karnımızı doyurmuştuk. Hemen radyo düğme ile radyonun sesi seviyesi yükseltildi. Yeniden türkü dinlemeye başlamıştık yeniden. Üstünde yiyecekleri bitirilmiş kalaylı siniyi de bana vererek Mate Fote’ ye verdiği yemek için teşekkür ettiklerini söyle emi dedi bana Pıcık Mustafa.





EMLİK KUZU VE KALBURCU KADIN:

Köyün çobanları bir önceki gün akşamı saat 18-19 sularında ağıllarda dinlenmiş olan koyunları geceleri dağlarda yayılsınlar diye otlak yerleri olan köyün yakın dağlarına götürürlerdi. O saatte devirsi gün kuşluk vaktine kadar yaylalarda otlatılırdı. Kuşluk vakti olarak saati olan çoban kol saatine bakar, yanında saati olmayan çoban da sırtını güneşe döner, yere vurmuş kendi gölgesini ölçerdi. Gölge ölçme işi: Ayakta duran çaban, gölgesinin uzandığı noktaya gözünü dikerken hiç gözünü kırpmadan hep gölgenin bitti yere bakardı. Göz böyle gölgenin sabit bittiği noktaya odaklanmışken bir ayağını yerden kaldırmadan tek ayak üstünde durur ve öbür ayağını da yerde sabit tuttuğu ayağının ucuna uzunlamasına birleştirildi. Sonra bu ayağını sabit tutar. Öbür ayağını kaldırır bu ayağın ucuna uzunlamasına eklerdi. Bu ayak ayağa eklenerek ölçülen kendi gölgesi yaklaşık sekiz ya da dokuz ayak boyunda çıkarsa kuşluk vaktinin geldiğine kanaat getirirdi. Yıllarını çobanlık yapmış insanlar da güneşin gökyüzündeki yükseldiği yerinden günün kuşluk vakti, öğle vakti, ilkindi vakti ve akşam vakti gibi zamanları tahminen bilirdi. Bu ölçüm yöntemlerinde birine göre köye dönmenin zamanını tayın eden çoban güttüğü koyunların köye dönme vaktinde bu defa arkasına taktığı koyunlarıyla beraber köye gelirdi. Koyunlar köyün hangi noktasında giriş yaparlarsa yapsınlar. Dağlarda gelen koyunlar gruplar halinde sürüden ayrılır ve her evin koyunları kendi evlerinin yolunu tutarlardı. Koyun sahipleri çoğu kez koyunlarını sürüden ayırmaya bile gitmezlerdi. Her koyun köyün içinde kendi ağılını bilir ve oraya giderdi. Pek nadiren bir başka gruba katılmış koyunlar çıkardı.

Evde dinlenmesi ve ihtiyaçları kadar su içmeleri için bir ağustos ayı ortalarında kuşluk vakti köye gelen koyun sürüleri içi su dolu kürünlere yönelmiş ihtiyaçları kadar temiz suyu kanıksana kadar içmişlerdi. Karnı tok, sırtı pek ve susuzluğunu gidermiş bir vaziyetten yazın keyfini çıkarmak için de ağılların önlerindeki boş arazide geviş getire getire sere serpe yatmışlardı.



Çako dayının ağılın bulunduğu yerin yakınına çadır kurulmuş, köye yaşlılara kaplama diş yapma, kadınlara yüksük, küpe saç tokası ve gümüş kemerler işleyen, binek hayvanlara gümüş takılar döken, bazen de kalbur veya elekler ören gezgin bir zanaatçı grup gelmiş yerleşmişti.

Ate Fote ’de kendi sürüsünün içinde dolaşmış, koyunlarını gözlemiş koyunlardan sağdığı süt kodik’i elinde eve yönelmek üzere, bir ses “Bereketli olsun hanım.” Der. Sese döner karnı burnunda bir yabancı kadın. Besbelli ki bu gezgin gruptan biri. Konuşmaya başlarlar, epeyce çene yarıştırtırlarken Ate Fote ’nin dikkatini çeken bir durum olur. Bakar ki hamile kadın ne konuşursa konuşsun gözleri sürünün içinde gezinen emlik kuzuya takılı kalmış. Kadın devamlı olarak bu sonradan doğrulmuş   emlik kuzuya bakıyor. Ate Fote bir emlik kuzuya bir hamile kadına bakar. Anlar kadını! Ama emlik kuzuda kocasının göz bebeği gibidir sürünün koyunları bir yana emlik kuzu bir ayanadır onun için. Biraz tereddüt eder ama kararını vermiştir. Kadına gözlerine bakmasını ister. “Gözlerime bakarak söyle, senin canın aşeriyor, sen onun için sürekli bu emlik kuzuya bakıp duruyorsun değil mi?” diye sorar. Hamile kadın: “Evet canım et istiyor. O nedenle şu yavru kuzda gözlerimi alamıyorum.” Der. Ate Fote elindeki süt kodik’ini yere bırakır emlik kuzunun yanına gider tutar. Kadına seslenerek “Gel al bu emlik senin olsun, götür kes etini ye.” Der. Kadın hem şaşkın hem ne diyeceğini bilemeden kuzuyu aldığı gibi çadırına döner.

Arada zaman geçmiş, günlerden bir gün Ate Fote ‘nin koçası Çako ağıl önünde dinlenen koyunlarını kontrol ederken, Ate Fote ’ye “Ya epey zamandır, bizim emlik kuzuyu göremiyorum, nerede bu kuzu.” Diye sorar. Ate Fote kuzuyu hamile kadına nasıl verdiğini anlatır.

HÜRÜ DARAĞASANDİ OLMUŞ!

Hürü: Sarız’ın Örtülü köyünden Güldede köyüne Halife’ye gelin olarak gelmişti. Arada bir yıl kadar geçmiş geçmemiş kocası Halife askere gider. Hürü evde tek başına kalır. Hürü köyde bir kayın biraderi ve eşini tanır, birde Örtülü köyünden gelin olarak çıkartıldığı gün annesi tarafından emanet edildiği Ate Fote den başka ona el uzatacak kimler var kimler yok bu konuda hiçbir fikre sahip değil. Hürü Köye daha alıştıramamış kendini çok çaresiz ve sevgiden yoksun hissetmeye başlar. Bir görümcesi var ki!  Aman Allah’ım düşmanların başına dedirtecek bir kıskançlık bir baskı kurmak amaçlamışçasına çekememezlik var kadında. Hiçbir konuda Hürü ’ye göz açtırmak niyetinde değil kadın. Sürekli olarak sözlü hakaret ve tacizler yetmiyor kadına. Gün yok ki dayak yemesin ya kendisi atıyor dayakları ya da kocasına dövdürüyor Hürü’yü.

Arada bir Ate Fote Hürü ‘ye uğrar hâl hatır sorarken Hürü ’nün üzgün olduğu görür. Niye üzgünsün böyle, bak geçenlerde de yüzün morarmış gördüğümü anladın hemen tülbendinle orayı kapattın. Utanmayasın diye bende bir şey soramadım sana. Bir hafta önce geldiğimde de yine yüzün gözün sarılı gördüm. Neyin var?  Ne oldu? Neler oluyor? Diye sorduğumda da inek sağarken hayvanın memelerini fazla sıktım zahir beni tepti dedin. Bak bugün yine hem ağlamaktan gözlerin şişmiş, hemde çok üzgün görüyorum seni. Neyin var? Bir sorunun varsa bana anlat. Ben hallederim. Hürü utana sıkıla içini açar Ate Fote ’ye olup bitenleri birebir anlatır. Sözü bittiğinde de bana izin ver, ya da annem beni sana emanet etti beni anneme götür. Halife askerden gelene kadar annemde kalayım der. Ate Fote olmaz öyle seni bana emanet ettiler. Ben seni buradaki annenim. Seni köyüne hangi yüzle götürürüm. Annen sana emanet ettiğim kızıma bakamamışsın, bak başına neler gelmiş derse, ben ne söylerim anne ne? Annenin yüzüne nasıl bakarım böyle? Bu durum bana yakışmaz kızım. En iyisi gel bizde kal. Der ve Hürü’yü koluna taktığı gibi kendi evine getirir. Hürü Ate Fote ‘nin evinde iki hafta kadar kalır. Ama Hürü ‘nün kayın biraderi rahat durmaz. Bu durumda beni öldür daha iyi Dotmom der. Ate Fote’ye sitem eder. Ate Fote ’de bu durumun köyde hiç de iyi karşılanmadığını biliyor ama Hürü’yü korumakta da kendini görevli biliyor. Bu konuşmaları dinleyen Hürü ’de beni gönderme o eve beni gönderirsen orada ölüm çıkar Ate Fote der. Ate Fote: Hürü ‘nün kayın biraderini eve gönderirken, yolda sen bu işi kendine dert etme pusmam der. Şimdi eve rahat rahat git, biraz zaman geçsin ben Hürü’yü ikna ederken, sende karınla iyi konuş ki, ben Hürü’yü evine getirdikten sonra ona bir daha ne sen ne de karın bir şey yapmayasınız tamam mı? Bana bu konuda söz veriyor musun? Der ve Püsmom’unda söz alır. Evine Hürü ‘nün yanına döner. Sen benim yanında kalacaksın. Ben varken kimse sana zarar veremez diye de Hürü ‘nün rahatlamasını sağlar. Arada bir hafta on gün kadar zaman daha geçmiş, Ate Fote Hürü’yü bir şekilde ikna ederek, artık kimsenin kedisini rahatsız edemeyeceğini evdeki inek ve koyunların perişan olduklarını, bunlara birilerinin bakması gerektiğini, askerlik dediğin ne ki! Göz açıp kapayana kadar gelir geçer. Sen hiç tasalanma ben her gün gelip seni kontrol edeceğim. Benim bir elim sürekli senin üstünde olacak falan diye Hürü ‘nün gönlünü alır ve bir akşam üstü koluna taktığı gibi Hürü’yü kendi evine götürür bırakır. Bu arada Hürü ‘nün görümcesi ile kayın biraderini de bir kez daha sıkıca tembihler ki kimse Hürü ‘ye dokunmasın diye.

Ortalık sakın kavga gürültü dedi kodu gibi bir şeyler gelmez olmuş Ate Fote ’nin kulağına içi rahat olarak herkes gibi o da kendi işinde gücündedir. Bir aydan fazla bir zaman geçmiş Hürü kendi evinde yaşıyordu ki! Bir sabah köyde kıyametler kopuyor her kes Hürü ‘nün kapısının önünde birikmiş kimi ağlıyor kimi üzgün bütün köy oraya toplanmış koşuşturuyorlar. Ate Fote de Hürü ‘nün evinin yolunu tutar. Eve vardığında öğrenir ki Hürü kendisini asmış ve ölmüş. Komşular sabahları inekleri sığır çobanına teslim ederlerken Hürü’yü görememişler. Bitişik komşusu: Ola ki uykuda kalkamamış diye Hürü ‘ye uğramış, kapı açık içeri girmiş Hürü yatakta yok. İç kapıda ahıra girmiş, belki inek sağıyordur diye. Birde bakmış ki ne görsün! Ahırın ortasında ki hezandan aşağıya sarkan bir ipin ucunda Hürü ‘nün cansız bedeni sallanıyor. Amanım komşular amanım feryadıyla ahırın dış kapısına çıkar. Önce köye seslenir “Amanım komşular koşun gelin, Hürü kendisini asmış.” Diye bağırırken Hürünün kayınbiraderi hemen koşarak gelir ahıra yönelir. Diğer konu komşularda gelmiş ne yapacağına karar veremezler. Ancak önce ipi keserler ve Hürü ‘nün cansız bedenini ipten alırlar oracığa yatırırlar. Muhtar: Jandarmaya adam gönderir. Köyde kendisini asan biri var diye. Birkaç saat sonra bir cip köye gelir içinde karakol komutanı ve jandarmalar, ön inceleme araştırma yapılır. Haber verdikleri Savcının gelmesi beklenir.

Savcıda köye gelmiş yanında hükümet tabibi ile beraber adliye görevlileri bir heyet olarak köyün mezarlığına yakın musalla taşına yatırılmış Hürü ‘nün mevtasının etrafında halka olmuş köylülerin yanında dururlar. Savcı önce jandarmanın yaptığı araştırmayı dinler ön araştırma sırasında jandarmanın köylülerde aldığı ifadeleri incelerken adliye teşkilatı gerekli ön hazırlıklarını tamamlamıştır. Köyde bu olayla ilgili ilgisiz kimler varsa tek tek ifade vermeleri için burada hazır bulunulması ister köylülerden. Köyde hemen herkes orada mevcut bekler. Sırayla ifadeler dinlenir zabıtlar tutulurken gözler ve Sıra Ate Fote ‘ye gelir.

Ate Fote ta baştan beri gelişmeleri anlatır fakat Türkçe’ye tam hâkim değildir. Arada tercümanlar vasıtasıyla anlattıkları savcıya Türkçe aktarılır. Hürü ‘nün gelin olarak bu köye nasıl getirildiğini, anlatırken annesini Hürü’yü kendisine emanet ettiğini bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra içi dolar ağlamaya başlar. Su verirler Ate Fote’ye sakin olmasını tana tane ne biliyorsa bu iş nasıl geliştiyse bütün ayrıntıları sen bilebiliyormuşsun bu nedenle bize her şeyi başından sonuna kadar tane tane anlat biz seni dilemeden bu köyde gitmeyeceğiz derler. Ate Fote biraz sakinleşir ve yeniden baştan sonuna kadar tane tane neler olduğunu anlatır ve Hürü köyüne gitmek istiyordu ama yuvası dağılmasın kocası gelene kadar sabır etsin. Ben de ona sahip çıkacağıma dair onu ikna ettim ve evine getirdim. Sık sık da gelip hâl hatır sorardım. Bana olumsuz hiçbir şey anlatmadığı gibi kimseden de olumsuz bir şeyler duymadım. Ama şimdi komşulardan öğreniyorum ki bu iki huysuz karı-koça besi belliki Hürü ‘ye rahat vermemişler. Sabahleyin kapının önünde sığırların köyde ayrılmasını beklerken bir bağrışma duydum ve koşarak yanlarına geldiğim. Komşulara ne var? Ne olmuş? Diye sorduğumda komşular bana dediler ki! “HÜRÜ DORAĞASANDİ OLMUŞ.” Savcı oğlum benim bütün bildiklerim bundan ibaret. Diye sözünü tamamlar.



ALİ CENNE

Cenneler olarak anılan Allo, Haco, Kaje ve Ali kardeşler, Dersim ayaklanmalarından sonra Zara’nın köylerinden nesi var nesi yok eşeklere yüklemiş köy köy gezinip dururken önce Başören köyüne oradan da Güldede köyüne gelip yerleşirler.

Canne kadın daha küçük olan dört çocuğuyla Güldede köyüne gelirken ocak ateşi sönmesin diye mangal içinde yanık tuttuğu koru eşeğin şeleğinin en üstüne kor. Arada bir koru kontrol eder harlaması azalmış sönmek üzere ise yeniden çalı çırpı ilave ederek evinin ateşinin hiç sönmesine izin vermez. Zara’dan beri bir yerden başka bir yere giderken bile ocak ateşini böyle tüter vaziyette yanında taşımıştır. Öyle bir inancı vardır ki! Ocağının ateşi sönerse gittiği yerde nasipleri de sönmüş sayar kendini. Her konakladığı yerde hayata anında yeniden başlamaya hazır tutan göçebe kültüründen asla vazgeçmemiştir. Bu nedenle çocukları koruyup kolladığı kadar ata-baba ocağından ayrılırken yanına aldığı yanık ateşi kor halinde tutarak bir mangala yerleştirmiştir. Kor halindeki ateşi, şartlar ne olursa olsun yanık tutmasını başarmıştır.

Güldede köyünün ileri gelenleri yeni konuklarını bağırlarına basarlar. Köye yerleşen ailenin babaları yoktur. Bir anne ve dört çocuk. Köylü bunlardan bahsederken Canne’nin çocukları diye söylerler. Güldede köyüne geleli birkaç zaman olmuş çocukları artık büyümüşlerdir. Canne’nin kızı Kel olarak anılan Keyfo ile evlendirilir. Keyfo köyün ileri gelen kabilelerin birinin üyesi. Canneler: bu evlilikten sonra köyde kendilerini daha güvende hissederler. Çocuklardan Allo: köyün kızlarında topukların kızı Aşur ile evlenmiş ve kendine ayrı bir ev kurmuştur. Canne kadın Haco ve Ali ile beraber kendilerine yaptıkları yeni evlerinden kendi kendilerine yetmeye çalışır dururlar.

Haco ve Ali birbiriyle yarışırcasına çalışkan dürüst ailesine sonsuz bağlılıkla bağlı bir şekilde annesine sırtını dayamışçasına yaşam sürmekteler. Haco evlilik çağına gelmiş ve koş köy olan Tekirahpa köyünde Emine isimli bir kızla evlendirilir. Birkaç yıl Canne kadın iki oğlu ve Emine gelin aynı evde yaşarlar. Ali’nin de evlilik çağı gelmiş ve Ali de Arpaçukur köyünde Mayre isminde bir kızla evlendirilir. Bu arada Emine gelin doğum yapmıştır. Doğurduğu erkek çocuğa Yusuf ismini koymuşlardı. Canne kadının horanta sayısı giderek artış, yeni bir eve ihtiyaç duyulmuştur. Hemen iki kardeş el ele vermiş Haco ’ya yeni bir ev yapılmış her iki evin bir duvarı ortak damlar birbirine yapışık düzende imal edilmiştir.

Daha önceleri ne iş yaparlarsa yapsınlar üretilen ya da elde ettikleri her ne olursa olsun bir eve getirilir ortak tüketilirdi. Ama artık her iki kardeşin kendisine ait evleri olmuştu. Şemdi iki kardeş ne iş yapar ne üretirse üretsin her kes kendi emeğini kendi evine taşıyor olmuşlardı. Önceleri kendilerine ait tarla ve cayırları falan olmadığı için komşuların tarlaları icarına alınır ekilip biçilir, üretilen ne kadar ise tarla sahibiyle yarı yarıya bölüştürülürdü.

Kış aylarında kapalı ahırlarda tutularak saman ve kurutulmuş otla beslenen hayvanların kurutulmuş ot ihtiyaçları için köyde ki cayır sayısı ancak cayır sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Haco ve Ali daha sabah güneşi doğmadan eşeğini, tırpanını, kalıcını, urganını “Şıllık” dedikleri eşeğin sırtındaki palanın üstüne konan ve üst uçları birbirine geçirilmiş ve iple sağlam olarak birbirine sıkı sıkı bağlanan le şeklinde iki parça olarak hazırlanmış ağaç çıtalarla yapılmış eni 50-75 santim boyu 75-100 santim uzunluğunda ki Şiiliği eşeklerine yükler dağların arasındaki koyaklarda kendi kendine bitmiş otları biçmeye giderlerdi. Topladıkları otlar bir eşeğin taşıyabileceği kadar olursa bu otları eşeğin üzerindeki şillik’e yüklenir iplerle sıkı sıkı sarılarak yolda giderken otların dökülmesi önlenirdi. Sağ salim eve taşınan otlar önce şillikten aşağı alınır sonra dirgenlerle damın üstüne atılırdı. Dam atılan otlar havalanarak kurusunlar diye serilir, arada bir harmanlanarak alt-üst çevrilir ve otların kurumayan kısmı kalmazdı. Kuruyan otlar sonraları damın kenarlarında birine “Sivik “denilen bir köşesine yarım daire biçiminde üst üste konarak “Hayma” dediğimiz bir şekil yapılırdı. Kış aylarında günlük tüketim için ağırdaki hayvanları besleyecek kadar ot haymadan çuvallara doldurulur samanlığa alınırdı. Samanlığa alınan otlar: çapı 30-40 santimetre yüksekliği 25-30 santimetre olan ahşap bir kütük üzerinde bir iki santimetre uzunluğunda satıra benzer “tahra” dediğimiz keskin araçla doğranırdı. Doğranmış bir kalbur kurutulmuş ot, yanında hazırlanmış iki kalbur saman ile birbirine karıştırılır bir güzel harmanlanırdı. Hazırlanmış bu yemler kalburlara doldurularak ahırdaki hayvanların musırlarına eşit bir şekilde serpilecek şekilde yerleştirilirdi.

Haco ve Ali kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki işe ne zaman gittikleri, gecenin kaçında eve döndüklerini takip etmek bile zorlaşmıştı. Biri sabahın dördünde daha güneş doğmadan evde çıktıysa ertesi gün öbürü sabahın üçünde işe çıkmaya başlamış olurdu. Koyaklarda ot biçme işi iyiden iyiye hızlanmış her iki kardeşte birbirine fark atma çalışıyorlardı. Günlerden bir gün Ali: Haco’nun sabahın kaçında ot biçmeye çıktığını bildiği söyleme ihtiyacı duyar. Ve “Haco sanma ki Ali bilmiyor. Sen dün sabah olmadan ot biçmeye gitmiş ben daha uyanmadan da bir şelek ot getirmiş dama atmışsın!”

İyiden iyiye deşifre olmuş bu yarış artık köylü tarafından da duyulur görülür olmuştu. Çok çalış her ikisinin de yaşam biçimi olmuştu. Ama Güldedeliler: muhabbetti sohbeti hikayeler anlatmayı, günlük dertlerini paylaşmaya alışıktır. Gündüzleri dağda, bayırda tarlada geçirdikleri zamanın dışında evlerine döner hayvanların akşam yiyecek ve bakımları yapılırdı. Gün batımından sonra belli bir Saat’te akşam yemekleri yenilir içilirdi. Kadınların işleri gece geç saatleri bulurdu. Ama erkekler genellikle belli bir evde toplanırdı. O günün derdi tasası anlatılır, geçmiş ile bağlantılı yaşanmış öyküler anlatılır, o güne sorunlarına uygun şakalar yapılırdı. Bu muhabbetler nerede ise dağılmak üzere iken kapıda Ali Canne belirirdi. Hemen kapının en yakın yerinde kendisine bir bulur otururdu. Hoş beş diyaloğu tek tek yapılmazdı. Kapıdan içeri giren her kim ise iyi akşamlar dilerken sağ elini göğsünün sol üstene kalbinin bulunduğu noktaya kor ve “Muhabbetiniz bol olsun.” Der. Cemaatte her kez sağ eline kalbinin üstüne götürür ve “Atana rahmet, buyur” diyerek karşılık verirdi. Böylelikle tek tek hâl hatır sorma faslı tamamlanmış sayılırdı. Muhabbet kaldığı yerde devam ederdi.

Her zaman olduğu gibi Ali Canne yerine oturalı daha birkaç dakika geçer geçmez, gözler uykuya teslim olur tapığlamaya başlardı. Cemaat bir taraftan boynu omuzlarına düşmüş uyuklayan Ali Canne ’yi gözler tebessüm ederdi. Bir taraftan da Ali Canne’nin hemen yanında oturan biri alttan Ali Canne’nin bacaklarına hafif hafif dürterken kulağına da “Ali” diye seslenirdi. Verilen bu tepkilere karşılık Ali Canne yorgunlukta gözlerini bile açamadan, omuzlarına düşmüş başını öne sallayarak olup biteni biliyorum. Gözlerim kapalı olsa da ben sizi duyuyorum anlamına saydığı “Haberim var, haberim var.” Derdi. Cemaati alırdı bir gülme.

BEŞ KURUŞ YEDİM YA:

Günlerde bir gün evin devlik görme zamanı olduğunu Karısı Mayre ’ye söyleyen Ali Canne; Sabahleyin erkende Gürün’e gideceğini yolda ve kasabadan yemek için heybesine katık ve ekmek koymasını tembihleyerek uykuya dalarlar.

Güneş daha doğmadan Ali Canne yataktan kalkar atını hazırlar ve atın üstüne dağarcık heybesini yerleştirerek kasaba ’ya gider. At sırtın da hayli yol almış yılanlı ocağın bulunduğu mevkide cüzdanını çıkarmış harcayacağı paraları kontrol eder. Cüzdanı yeniden cebine koyar ve kasabaya varır. Atını Parmaksız İdris’in hanına bağlar ve karnını doyurması için biraz ot koydurtur atın musuruna. Heybesini omuzuna alır çarşıdaki dükkanları birer birer dolaşır. Alacaklarını çoğunu almış Parmaksız İdris’in hanına getirir bırakır. Yeniden çarşıya gitmeden önce heybesini açar dağarcığını açar karısı Mahre’nin günlük yiyeceği için hazırladığı dağarcığını arar. Ama heybede bazı çıkınlar falan çıkarken, yiyecek hiçbir şey bulamaz. Zaten daha sabah kahvaltısı bile yapmamıştır. Köye dönmesi gecenin geç saatlerini bulacaktır. Biraz direnir ama açlık sıkıştırır kendisini giderek daha çok acıktığını hissetmeye başlar. Canı şöyle önde çorba sonra bir güzel kebap ister ama, çok para alırlar diye bundan vaz geçer. Çarnaçar dayanamaz hanın bitişiğinde Pide ekmeği üzün, ya da domates yanına peynir-zeytin gibi ya da Pide ekmeği içinde tahin helva satan dükkanlarda birine gitmeye karar verir. Daha önceleri de ara da bir de olsa uğradığı bir dükkânda oturur, kendisine biraz taze üzün ve bir pide ekmeği söyler. Su zaten bedavadan firmamızdan misali, dükkân sahibine beş kuruş öder. Karnını bir güzel doyurur. Çarşı da yapacağı alır-verişi tamamlar hana döner. Alacaklarını şöyle bir kontrol eder kime kaç para ödemiş kendince bir hesap yapar fakat beş kuruş para eksik. Yeniden kontrol eder alış-verişini gözden geçirir. Nafile beş kuruşu kayıptır. Aklına yılan ocağının oralarda at sırtında inmeden paralarını saydığı gelir. Tamam der kendi kendine. Ben beş kuruşumu orada düşürmüşümdür der durur. Kendi kendine söylenerek karanlık çökmeden bir an önce yılan ocağına varmam gerekir, der. Ve köye dönmek üzere atına aldığı devlik ihtiyacını bir güzel yükler. Köye gitmek üzere İdris’in hamından ayrılır.

Fakat yol uzun daha Kızıl buran köyü’ne varamadan güneş batmıştır. Kızıl burundan sonra Karakuyu köyü ve sonrada en az kırk beş dakika ile bir saat arası yol var yılan ocağı mevkiine varmaya. Yapacak bir şey yok. Yola devam eder. Gelir yılın ocağına oraları kolaçan eder. Bir taraftanta korkar etraf yılanlarla dolu. Yine de ayrıntılı bir şekilde bakar ama beş kuruşu bulamaz. Akşam saati gece geç vakitlere doğru giderken atına biner ve köyüne gelir.

Eve geldiğinde karısı Mayre: Kısrağın geminde tutar. Ali Canne: Atta iner inmez Mayre ’nin gözlerine içine bakarak biraz da kızgın ve kırgın bir ses tonuyla “Sen heybeme ekmek ve katık koymadın. Bende beş kuruş yedim ya.” Der sitem eder. Mayre gerçekten dağarcığını gece hazırlamıştır. Ancak heybeye koymamıştır. Sabahleyin heybeye Ali kendisi koysun diye. Ama Ali Canne her zamanki gibi sessizce kalkıp atını ve heybesini aldığı gibi evden ayrıldığında hazırlanan dağarcığını da almayı unutmuş meğer.

Ali Canne yıllar yılı ne zaman yılan ocağı mevkiinde geçse aklına kaybettiği beş kuruşu gelir, hemen çecik yeniden parasını arar dururdu. Ama kaybettiği beş kuruşunu bulduğunu dair bir bilgi köylüleriyle paylaşmamıştır.



GEVEZE HASAN.

Kahraman Maraş Elbistan’a bağlı Oğlakkayası köyünde yoksul bir adam olan Geveze Hasan: ailesinin yaşam ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sadece emeğini kullanabiliyordu. Bazen altı ay altı ay olarak yılı ikiye böler yaz çobanı ya da kış çobanı olarak koyun-kuzu güder. Kimi yıllarda bazen altı ay bazen yıllık olmak üzere sürü sahibi birine hizmetkar dururdu. Bu tempo ile çalışan Geveze Hasan: çoluğunu çocuğunu yılda birkaç gün görmeye köyüne izinli gelebilirdi.

Geveze Hasan bu sene kendi köyünden 10-15 kilometre uzakta olan Gürün’e bağlı Akdere köyünde hizmetkar olarak Sefer Ağa’ya çalışmaktadır. Çoluk çocuğundan ayrılalı altı ayı geçmiş daha bir günlük izin bile kullandırılmıştır. Rutin iş olarak bir an bile boş bırakılmadan kâh ahırda bakılan kümes hayvanları dahil koyun -kuzu ve büyük baş hayvanlara bakar. Kâh koyun sürüsünü dağda otlatır. Sürünün süt sağımını bile Geveze Hasan’a yaptırmaktalar. Ekin biçme zamanı yaklaşmış ağustos ayı başları Geveze Hasan ancak beş günlük bir izin koparabilmiş çoluk çocuğunu görebilmiştir. Ancak kendisinin yapabileceği bir yığın iş onu bekler. Ama bu kısa zamanda birçoğunu yapamadan Akdere köyüne çalışmaya döner.

Sabahları daha gün doğmadan uykusundan kalkan Geveze Hasan, Önce ahıra gider. Daha ahırın kapısını açar açmaz ahırda musırların altındaki kümeslerinde barınan tavuklar gün ışığına doğru koşuşturur ahırın kapısından kapı dışarı çıkarlar. Geveze Hasan’ın hemen hemen her gün yaptığı gibi akşamdan hazırlanıp kapının girişindeki rafta bir çanak içinde hazır tuttuğu tavuk yemlerini kapının önündeki boşluklara serper. Döner ahıra süt küleğini alır ve dört adet yavrulamış inekleri sağar. Sağma işini tamamladıktan sonra inekleri yularlarında çözer ve danalarla beraber ahırdan dışarı çıkarır sığır çobanının köyün ortasında beklettiği sığır sürüsüne katar. Eve döner eşeğini semerini giydirir, günlük yiyecek ve içeceğini hazırlayarak köyden ayrılır. Tarlaya ekin biçmeye gidecektir. Fakat tarla Akdere’den en az yedi sekiz kilometre uzakta Güldede köyü ile Başören köylerinin sınırı oluşturan Gürün yolu üzerindeki mıntıkadadır. Bazen eşeğin yularında tutar iki yoldaş yan yana yürürler. Bazen yorgunluk hisseden Hasan eşeğin sırtına biner. Hasan uzun boylu 190 santimetreden daha uzun boylu bir yapıdadır. Eşeğe bindiği zaman bacakları eşeğin sırtında aşağı sağlı-sollu bıraktığında ayakları yerlere değmektedir. Hayvan Hasan’a iyi bir iş arkadaşı ama Geveze Hasan’ı taşıyacak boya boşa sahip değildir. Her gün sabah tarlada ekin biçmeye giderken içinde geçmek zorunda olduğu Başören köylüleri: sabah ve akşam tarla yolundaki Geveze Hasan’ının çok az bir zaman ayırabildiği dinlenme ve uyku halini bildiklerdi. Ne Sefer Ağa’nın ne de karısının Geveze Hasan’a göz açtırmadıklarını bilen Başören köylüler bu duruma hem üzülür hemde ona takılmaktan kendilerini alamazlar. Hasan ekin biçeceği tarlaya vardığında bitişiğinde ekin biçen hem Güldede köyü hemde Başören köyü halkı birer çığın ekin biçmiş nerede ise sabah kahvaltısına başlayacaklar. Hasan daha yeni gelmiş olurdu tarlanın başına. Ney se gün boyu Hasan ekin biçer, biçtiği sapları yığın yapar güneş batmak üzere iken yeniden eşeğini hazırlar ve Akdere’ye gitmek zorunda kalır.

Çünkü güneş batarken sığır çobanların dağda otlattığı koyun sürüleri ile sığır sürüsünü köye getirmiş olacaklar. Geveze Hasan bu saatte mutlaka köyde olacak ki, dağda gelen sağmal koyunları ve inekleri sağıp sütünü alsın. Sağdığı sütü önce ince bir tülbentte geçirsin sonrada kalaylı kazanlara koyup tandırda yanan ateşin üstüne koysun ki süt kaynatılsın. Kaynayan sütü bir kenara alır mayalanmaya uygun hale gelene kadar sütün ılımasını bekler. Mayalanmaya hazır hale gelen sütü mayalar ve üstünü bir çul ile öter. Sütün yoğurt olması için birkaç saat geçmesini beklemesi gerekir.  Geveze Hasan ancak bir akşam yemeği yiyecek kadar bir zaman ayırabilir kendisine. Yeniden Sefer Ağa ve Karısının kendisine buyurduğu günlük işlerin bitirilmesine sıra gelmiş olur. Günlük yapacağı işler bitmeden saat kaç olursa olsun Geveze Hasan’a uyku haramdır. En erken gece saat 24 ile 01 sularını bulur. Bir de sabah daha güneş doğmadan saat 4 ya da 5 sularında yeniden uyanıp Akdere köyündeki işlerini yapacak ve çok uzaklardaki tarlaya ekin biçmeye gidecek ki günlük rutin işlerini yapmış olsun.

Akdere köyünden Başören köyü sınırlarına bitişik tarlaya ekin biçmeye gelen Geveze Hasan’ a hem sabah köyde geçişlerinde Başören köyünde ev işleri için köyde kalan kadınlar, bir taraftan Hasanan bu durumuna çok üzüldüklerini söylerken bir taraftan da Geveze Hasan’ın eşeğin sırtındayken ayaklarının yere değmesine ve bu duruma şakalar yapmakta kendilerini alamazlar. Başören köylülerinin erkekleri tarlada, kadınları köylerinde geçişlerinde kendisiyle dalga geçtiklerine içten içe üzülürken ağası Sefer ile Karısına da hırslandıkça hırslanır.  Önce Sefer ağa ve karısına sonrada Başören köylülerine iyi bir ders vermeye karar verir.

Geveze Hasan Bir sabah çok erkende kalkar; Ahıra girer kapıyı açar tavuklar dışarı çıkar onlara yemlerine verir ve ahıra inekleri sağmaya gider. İnekleri sağdıktan sonra bağlı bulundukları musırlarda onları çözer. Çoban daha köyün meydanına gelmediği halde sağdığı inekleri ve diğer sığırları ahırdan çıkarır sığırların toplanma alanına çobanın bekle yerine bırakır. Atlar eşeğine düşer yollara, Başören köyü’ne geldiğinde daha kimse uyanmamış, güneş doğmamış vaziyettedir. Akdere köyünden Başören köyüne giriş yolu üzerinde ilk evde başlamak üzere köy evlerini birer birer gezer ve kapılarını çalar. Uyandırdığı her kese Sefer Ağa’nın karısının öldüğünü bu gece öğle namazı kılındıktan sonra cenazesinin toprağa verileceğini Sefer Ağa’nın Başörenlerin hepsini cenaze törenine beklediğini söyler. Yeni sorulacak her soruya da benim acelem var daha Güldede köyü ile Oğlakkayası köyüne gidip haber vermemi istedi Sefer Ağam. Beni lafa tutmayın ki onlara da söyleyeyim ki öğle namazı cenaze törenine yetişe bilsinler. Biliyorsunuz ekin biçme zamanı geç kalırsan insanlar evlerinden ayrılmış tarlalarına ekin biçmeye gitmiş olurlar. Bende kimseye haber veremem beni lafa tutmayın. Akdere deki cenaze namazından sonra ne olmuş, nasıl ölmüş, niye ölmüş zaten anlatırlar size diyerek Başören köyünden ayrılır.

Geveze Hasan o gün tarlaya varmış ekinleri biçerken akşam Başören köyünde nasıl geçeceğini düşünür. Başören köyüne uğramadan gitse gideceği yol hem kayalık hem gideceği yol en az iki üç misli daha uzun zaman alacaktır. Akşama geç kalırsa hem Sefer Ağadan hem karısından ayrı ayrı azar işitecektir. Hemde bunca yorgunluk üstüne bir de böyle kayalar dağlar üzerinde aşarak Akdere gitmeği göze alamaz. Başören köyünden geçerek varacaktır Akdere köyü’ne. Ama nasıl diye düşünmeye başlar. Bilir ki bu sabah bütün Başören köylülerini tarlaya göndermedi. Bütün Başören köylüleri işi gücü bırakıp Akdere Köyüne öğle saatinde kılınan cenaze namazından sonra defnedilecek Sefer Ağa’nın karısının defin işe gönderdim. Bunlar şimdi Akdere’ye gittiler, Sefer Ağa’nın karısının ölmediğini öğrendiler.

Sefer ağa hizmetkara Geveze Hasan’ın neden olduğu bu kötü duruma üzülür. Güneş gökyüzünün tam ortalarına gelmiş öğle yemek saati gelmiştir. Köyler arası cenaze törenine gelen misafirlerine öğle yemeği yerdirmek için koyunlar kuzular kestirir yemekleri hazırlatır. Başören köylüleri yemeklerini yedikten sonra eyvallah diyerek köylerine dönerler. Öbür taraftan da Geveze Hasan kara kara düşünmeye başlar. “Şimdi bu Başören köylüleri benim tarafımdan aldatıldıklarını biliyorlar. Hem aldatıldıklarına hem de bugün işinden gücünden olduklarında dolayı bunun hesabını mutlaka benden soracaklar”. Diye derin derin düşünürken, gün akşam olmak üzere, biçtiği ekinleri “pırnat” etmiş beşli pırnatlar halinde deste yapmıştı.  Oluşan desteler yanyana dizmişti. Alelacele bunları üst üstü toplar yığın yapar. Midilli eşeğini önüne katar Başören köyünden geçmek üzere Akdere köyüne dönüş yoluna koyulur.

Başören köyüne yaklaştığında daha güneş batmamış açık bir gökyüzü her taraf ayna gibi pırıltılı bir görüntü var. Köye yaklaştıkça dam üstelerinde birikmiş insan öbekleri görür. Hemen eşeğine biner sigarası ağzında tüttüre tüttüre köye yaklaşır, ayakları her zamanki gibi yerleri süpürmekte yavaş yavaş yol almaktalar. Tam köye girecek mıntıkaya geldiğinde bazı gençlerin damlarda aşağı atladığını ve kendisinin önünü keseceklerini fark eder. Ama çaresizdir başka geçebilecek yol bulamaz. Zaman kalmamıştır. Birde bakar ki dam dibinde kadınlar da ayrı beklemekteler. Kadınlar kendisine daha yakın bir mesafedeler. Eşeğin sırtında girer köy içine. Başörenli erkekler dört bir yanda etrafını sarmış çember giderek daralmaktadır. Kadınlarda Geveze Hasan’a doğru yönelmiş vaziyette önlerinde geçeceği dam dibinde hazır beklemekteler. Geveze Hasan şöyle bir erkeklere bakar gibi yapar. Güya eşeği koşturarak sardıkları çemberi yarmak istercesine eşeği nodullar. Hayvan ucu sivri noduldan aldığı darbeden sırtındakini atmak için kıç atmak ister. Kendisini bu duruma ayarlamış Geveze Hasan kendisini yere atar ve başlar kıvranarak kırıldı kırıldı diye feryat etmeye.

Yerde yatarak kıvranan Geveze Hasan’a ilk önce köyün kadınları yetişir. Hasan’a yardım etmeye bu arada köyün gençleri de Geveze Hasan’a saldırmak üzereler. Etrafında olup bitenleri göz ucuyla izleyen ve izlerken de daha çok feryat figan kırıldı kırıldı diye bağıran Geveze Hasan’ının üstüne kendisini eğilen Hüsne bacı ne oldu Hasan’ın kurbanın neren kırıldı diye sorar? Olup bitenleri çaktırmadan izleyen Geveze Hasan bakar ki gençler kararlı ne olmuşsa olsun kendisini dövecekler. Hüsniye abla daha heyecanlanmış bu halde Geveze Hasan’ı dayak yemekten kurtarmak için gövdesini Geveze Hasan’a siper eder ve ona sarılır ki saldırılarda zarar görmesin. Geveze Hasan giderek daha yüksek bir sesle kırıldı Hüsniye abla kırıldı. Der durur. Hüsniye abla: Neren kırıldı? kurbanım neren kırıldı? Diye yeniden sorduğunda Geveze Hasan ver eline sana nerem kırılmış göstereyim. Der ve Hüsne ablanın bir elini tutar kendi bacak arasına sokar ken de “Aha burası kırıldı.” Der. Eli üreme organlarına dokunan Hüsniye abla: bir hışım hareketiyle gövdesini siper ettiği Geveze Hasan’ın üstünde kendisi geri çeker ve “Tüf! Allah belanı versin.” Der. Etrafa biriken Başören köylüleri kadınlı erkekli hemen her kes kahkahalara boğulmuş gülüşmeler içindeyken Geveze Hasan ani bir hareketle kalkar kalabalığı içinden dayak yemeden kurtulmuş bir vaziyette olanca gücünle Akdere köyüne doğru koşmaktadır.



SEFER AĞA’NIN TAVUKLARI:



Geveze Hasan bir yıldan fazla bir zaman geçirmiş Sefer Ağanın hizmetkarı olarak ne iş varsa ona koşturmakla görevli olarak dur durak dinlenmeden çalışmaktadır. Bahar bitmiş mevsim yaza girmiş ekinlerin biçilmesi hasat edilmesi mevsimi başlamış hem her köylü tarlasına ektikleri arpa, buğday veya çavdarları biçme telaşı içinde sabahtan akşama tarlalarda çalışmaktalar. Sefer Ağa’nın köye yakın bir mevkide ki tarlasına ektiği arpaları biçme zamanı gelmiş onları kalıçlarla biçerler. Sabah kahvaltı yapmaya oturulur Geveze Hasan daha bir iki lokma yemeden, oğlum Hasan sen bir koşu köye git şu bizim ağılın bitişiğindeki tarlaya bir bak. Konu komşuların tavukları tarlaya dadanıp, hasat edilmeye hazır arpamıza dalıp başaklarını bizden önce boşaltmasınlar. Sen bir koşu git bak. Kontrolünü yap. Açıkta kalan tavuk falan varsa içerlere kışalar evlerine korsun. Öyle gel diyerek Hasan’ı köye gönderir. Geveze Hasan bir koşu gider tarlayı kontrol ederken bir de bakar ki tarlaya dadanan Sefer Aga’nın kendi tavukları. Onlara ağıla kapatır. Çalışmaya tarlaya döner. Sefer Ağa nasıl tarlaya danan tavuklar var mıydı? Diye sorduğunda; Geveze Hasan 10-15 tavuk tarlaya dadanmış haşat etmişlerdi. Tavukları tarladan çıkardım hepsini öldürecektim ama konu-komşu size kötü söz söyler diye tavukları öldürmedim ağıla koydum der. Serer Ağa’da “Ne kızacaklarmış öyle” kızan kızsın yarın gittiğinde tarlada kimin tavuğu var kimin tavuğu yok diye bakmadan hepsini öldür.” Emri verir Geveze Hasan’a.

Ekin biçmenin ikinci günü yine Sefer Ağa, çoluk çocuğuyla beraber Geveze Hasan olmak üzere yine yakındaki tarlaya arpa biçmeye giderler. Bu defa öğle yemeği yenmiş yığının dibinde az bir zamanda olsa dinlenmeye çekilmişlerdi ki! Sefer Ağa “oğlum Hasan bir koş yine evin yanı başında arpa ekili tarlayı kontrol et. Kim bilir kimin tavukları dadanmıştır yeni tarlaya. Bu defa tarlada kimin tavuğu varsa hepsini öldür. Tamam mı!” der sıkı bir tembih çeker. Hasan tamam Sefer Ağam tamam der köye gider.

Köye gelen Geveze Hasan: Tavukların tarlanın içinde dolandıklarını görür. Hemen yüklüğe girer bir miktar un kor bir leğene içine bol miktarda tuz ilave ederek biraz da bulgur ilave ederek belirli miktarda su ilave ederek bu karışı yoğurur. Her biri birer nohut tanesi olacak kadar küçük küçük yuvarlaklar oluşturur. Bunları ağılın ortasına sere serpe serpiştirir. Tavukları tarladan çıkarır ve hepsini hazırladığı tuzlu yiyeceklerin yanına ağıla kor üstlerine de kapıyı kilitler tarlaya çalışmaya döner.

Sefer Ağa: yanlarına işini bitirmiş biri olarak dönen Geveze Hasan’a tamamı Hasan oğlu. Hallettin mi? Diye sorduğunda Geveze Hasan tamam Sefer Ağam Tarlaya vardığımda tarlanın içinde deşinen ne kadar tavuk varsa hepsini ağıla koydum ve tuzlu yiyecek hazırlayıp önlerine bıraktım. Şimdiye çoğu ölmüştür vallahi!

Sefer Ağa “iyi yapmışsın Hasan ellerine sağlık yıllardır o tarlada adam gibi bir ekin hasadı yapamadık bu komşuların tavuklarının yüzünden. Şimdi sıkı ise bir şey söylesinler bakalım. Artık canıma tak etti vallahi.”

O gün güneş batmak üzere tarladaki işe ara verilmiş köye dönülmüştü. Sefer Ağa’nın karısı ahıra inek sağmaya girer ne görsün bütün tavuklar yerde yatıyorlar. Şöyle bir kontrol eder ki! Tamamı ölmüş. Çığlıkla dışarı fırlar. Bağırmaya başlar “tavuklarım ölmüş Sefer Ağa tavuklarım.” Der. Sefer Ağa: Hasan’a talimat verdiğini hatırlar.  Ama yine de Geveze Hasan’a ulan bizim tavukları niye öldürdün sen diye bağırır. Geveze Hasan da: Ağam sen bana ne didinse ben onu yaptım. Sen bana bizim tavukları ayır öldürme demedin ki! Ben hanımımın tavuklarını ayırayım da öyle tuzlu yiyecek veriyim. Der. Sefer Ağa’da karısı da bilir Geveze Hasan’ın ne kadar zeki biri olduğunu. Ama Sefer Ağa ve karısının canları yakmak istemiş olmalı! Onların canını kendilerinin kurduğu tuzağa düşürerek birikmiş hıncını acımaz davranışların hesabını sormuştur olmalı Geveze Hasan. Diye söylenmeye başlar Sefer Ağa ama Geveze Hasan’a bir şey yapamaz. Olan olmuştur. Yeni bir ceza verse Geveze Hasan ne yapar ne eder bunun hesabını da bir gün mutla alacağını bilir Sefer Ağa.

RABBİN KİM? RAHMANIN KİM?



Zaman akıp gidiyor Geze Hasan Sefer ağanın yanında çalışmaya başlayalı nere de ise ikinci senesi dolmak üzere. Geveze Hasan Akdere köylülerinin nerede ise hepsi ile bir şekilde diyalog kurmuş haşir neşir olmuş şen şakrak günler geçirmektedir.

Kurban Bayramı gelmiş köylüler sabah bayram namazına camiye doluşmaya başlamışlar. Sefer Ağa da bayramlaşmak için köyün camisine gitmek üzere giyinmişti. Geveze Hasan: Ağam iznin olursa bende Bayram namazına camiye gitmek istiyorum diye izin ister. Sefer Ağa: Önce Geveze Hasan’ı şöyle bir göz ucuyla süzer. Sonra da “iyi gel ama orada beni köylüye madara etmeyesin ha!” tembihler. Geveze Hasan da köy camisine gider. Köylüler camiye doluşmuş imam yerini almış köylüler sıralı olarak art arda dizilmiş namaz kılma pozisyonda oturmuş imamın vaazını dinliyorlar. Camiye en son girenlerden biri olan Hasan hemen kapının önünde kendisine bir yer bulmuş çömelmiş oda can kulağıyla imamı dinler.

Konuşmasının bir yerinde cami cemaatine seslenerek “ey cemaat size soruyorum rabbiniz kim? Rahmanınız kim? Bu soruma hanginiz cevap vermek istersiniz? Diye sorduğunda cemaatten tık yok kimse de ses çıkmaz. Kapının dibinde en arkadan oturan Geveze Hasan el kaldırır. “Ben söyleyeyim mi hocam?” Der. Cami imamı haydi sen söyle Hasan diye Geveze Hasan’a söz verir. Geveze Hasan önce ayağa kalkar sağını solu göz ucuyla şöyle bir kolaçan ettikten sonra, kaçış güzergâhının keşfini tamamlar. Ve Önce öhö-öhö diye gırtlağını temizler ve “Benim rabbim Sefer Ağa, rahmanımda Hatunu” dur. Der. Cami cemaati bir hışım ayaklanır. Bire densiz ne söylüyorsun öyle! Geveze Hasan’a haddi bildirilecek ama Hasan çoktan kaçmış Sefer Ağa’nın evine varmıştır bile.

Neyse imam işi tatlıya bağlar biz zaten Hasan’ın kim olduğunu bilmiyor muyuz? Onun böyle inançlarla ilgili biri olmadığını hepimiz biliriz ama yine de sizden ses çıkmayınca sorduğum soruya o cevap vermek istedi bende ona sözü verdim. Bu bayrak günü onu affedelim. Kimsenin kalbini kırmayalım diye cemaati tembihler. Ve Camiye gelen cemaat birbiriyle bayramlaşmış olarak evlerine dönerler.





KURUK KOYUN



Ekinler hasat edildiğinde köyden Kırıkkale’ye taşınmaya karar vermişti dedem. Babam köyünü tarlasını toprağından ayrılmak istemiyordu. Ama dedem kararını vermişti. Sen gelmezsen gelme ben torunlarımı ve gelinimi alır Kırıkkale’ye göçerim. Diyor başka bir söz dinlemiyordu. Bu çocuklar büyüyor bunlar okula gidecekler. Haydi köyde ilk okul var gitsinler diyorsun. Ama bunun orta okulu lisesi ve üniversitesi var. Ben çocuklarımı okutacağım. Çocuklarımdan ayrı yaşayamayacağıma göre de hepimiz taşınacağız hem şehirde sende işsiz kalmazsın. Kırıkkale’de silah fabrikası var. Fabrika ’ya girer çalışırsın. Bak Tatlar her sonbahar Kırıkkale’ye gider fabrikada çalışıyorlar. Babam benim fabrikada çalışacak mesleğim yok ki beni işe alsınlar. Diye ayak diretir ama dedem ısrar eder. Babam da köyde ayrılmayacağına dair diretirdi. Babam bilirdi eninde sonunda dedemin diyeceği olurdu. Baba annem öleli iki yıl olmuş aile yaşayan beş çocuk annem babam ve dedem ile sekiz kişi var. Daha kaç çocuğu olur o da bilinmiyor. Dedem yaşlı gurbet ellerinde çalışamaz. Köyde evi, tarlaları var inekleri sığırları ve 40-50 adet kadar sağmal koyunları var. Gül gibi geçinip gidiyoruz! Tarlada bayırda çalışacak bir tek kendisi olduğu halde konu komşuya muhtaç olmadan kendi yağımızda kavruluyoruz işte. Nere çıkardın şehire taşınmayı hele çocuklar köydeki okula gitsinler. Okullarını bitirsinler bakalım! Diye köyden ayrılmamak için ayak diretir dururdu. Babam şehire taşınmak orada yeni bir hayata başlamak için kendisini hazır hissetmediğinde köyden ayrılmayı göze alamıyordu.

Ekinlerin hasat edilme zamanı gelmiş çatmıştı. Bir gece dedem Ali oğlu ben yarın gelinimle beraber Elbistan’a içmelere gideceğim. İki hafta orada çadırlarda kalırız. Oranın suları gelinimin ellerindeki mayasıla iyi gelecek. Sen de ırgat falan topla ekinleri biçmeye başlayın. Döndüğümüzde harmanları kaldırırız. Hazırlığımızı yapar göçümüzü yükler Kırıkkale’ye gideriz. Orada benim ahbapları var. Bize başımızı sokacak dam ayarlarlar. Ben gurbetlik arkadaşlarım oraya yerleştiler, hepsinin evleri var. Silah Fabrikasından da çalışıyorlar. Babam tamam ekinlerin hasatı için ırgat toplar biçeriz. Harmanları da kaldırırız. Ama ben köyden ayrılmayacağım dedi. Dedem bak oğlum! Sen ister gel ister gelme ben kararımı verdim. Gelinim ve torunlarımı yanıma katıp barhanamızı yüklediğimiz gibi Kırıkkale’ye göçeceğim. İyi güzel haydi bu kış buradan götürdüğünle geçindin. Sonraki yıllarda ne ile geçineceksin şehirde. Yedi kişilik bir aile efradına nasıl bakacaksın öyle. Hiç düşündün mü? Diye sorduğunda dedem: Hiçbir iş yapamazsan kendime bir at birde at arabası alırım. Fabrikanın artıklarını taşısam bana da çoluk çocuğuma da yeter. Sen ister gel ister gelme. Canın ne istiyorsan onu yap dedi ve bir sigara sardı içti ve uyumak üzere yatağına girmişti.

Devirsi gün köye bir cip geldi dedem annemi yanına aldı Elbistan’a içmelere gittiler. Babam ve bizler köyde kalmıştık. Annemin köyde her gün yaptığı günlük işleri Meryem halam üstlenmiş bizlere yemekler hazırlıyor, inek ve koyunları sağıyor, sütten peynir falan hazırlıyordu. Babam yanına aldığı birkaç ırgat ile ekinleri biçmeye başlamıştı. Dedem ve annem gideli bir hafta olmuş olmamıştı ki köye bir cep gelmiş bizim evin önünde durmuş, ben de köyün bitişiğinde ki tarlanın yanında arkadaşlarımla oyunlar oynamaktayız. Birdenbire bir ağlama çığlık sesleri duyduk. Zaten akşam olmak üzereydi. Oyun oynamaya ara verdik ve bizim eve doğru koşturduk.

Eve geldiğimiz de annemi gördüm ağlıyordu. Halalarım ve konu komşu kadınları salona birikmiş ağlıyorlardı. Köyün erkekleri oturma odasına birikmiş kimi sigara içiyor, kimi dedemi sakinleştirmeye çalışıyordu. Dedem ise durmadan konuşuyordu. Bazen sinirlenip ayaklanıyordu. Sağında solundu oturanlar dedemi zorlukla sakinleştirip oturtabiliyorlardı. Bazen sakinleşen dedem eskiden olduğu gibi muhabbete başlıyor gurbette nasıl çalıştığını anlatıyordu. Yanındakiler daha bir oh rahatladı demeden dedem yeniden ayaklanır, “Ben Gürsel Paşa’nın emir eriydim.” Kimseye kötü söz söyletmem! Paşam hakkında kimse benim yanında kötü söz söyleyemez, benim paşama hakaret edemez tamamı!” diyerek yeniden celallenirdi.

 Dedemlerden birkaç gün önce midesinde sindirim sorunları olan Mehmetali Kolo da Elbistan’a aynı içmeler gitmiş günlük kaplıca ritüellerini yaparlarmış. İçmelerden köye bir cip tutup Dedem ve annemi köye getiren Mehmetali Köle’nin anlattıklarında hemde annemin anlattıklarından öğreniyoruz ki! Elbistan da içmelerde annem günlük su banyolarına giriyor, dedem de konu komşularıyla muhabbet ediyorlarmış. Dedemin hastalandığı o gün bitişik çadırın önünde bir den bir tartışma çıkmış. Adamın biri Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e küfürler etmiş. Dedem de adama küfretmiş. Sen benim paşama böyle küfür edemezsin, Ben Cemal Paşa’nın emir eriydim. Onu iyi tanırım. Senin söylediğin gibi biri değildir. Diye tartışırlarken adam Ticani tipli bağnaz dinci biriymiş ve onu da kimse ikna edememiş. Tartışma uzamış ve dedem birdenbire gerilmiş titremeye başlamış adama saldırmış adamı elinden zor kurtarmışlar meğer. Sonrada dedemi bir daha susturamamışlar. İki üç saat böyle sürmüş ve Mehmetali amca bakmış olacak gibi değil. Hemen bir cip kiralık tutmuş dedemi ve annemi de alarak köye getirmiş. Ertesi gün de dedem köyde tutuldu ama nafile bir köyü birden meşgul eder olmuştu. Odaya doluşmuş kalabalıktan içeride kendimize yer bulamaz olmuştuk. Ben doğduğumdan bu yana dedem bana fazlasıyla düşkünmüş, kundaktan kurtulur kurtulmaz dedemle yatar olmuşum. İçim acıyor ama dedeme dokunamıyordum. Bir ara dedem beni kapıya yaslanmış kendisine korkulu gözlerle baktığımı gördü. Hemen eline kaldırarak bana uzattı. Gel aslanın gel dedene, nerelerdesin sen. Ama odadaki karabalık bana izin vermediler. Belki dedem bana bir kötülük yapar korkusuyla bine içeri almadılar. Dedemi bir şekilde oyaladılar ve o akşam karar verdiler sabahleyin dedemi doktora götüreceklerdi.

Akdereli Deli Hüssük yolcu ve yük taşımak üzere bir adet Sarı renkli motor kısmı öne doğru uzatılmış, üstü acık ahşap karasörlü gazyağı ile çalışan bir Rus malı beş ton yük taşır kapasiteli bir kamyon almıştı. Her sabah kasabaya en uzak olan Bozüyük köyünden başlayarak Arpaçukur, Akdere Başören Güldede Tekirahpa, Karapınar Aşağı Yaylacık, Yukarı Yaylacık, Kaş köyden şoseye iner köy köy yolcu toplayıp Gürün’e taşıyor, akşamları da Gürün’den başlayarak sabah götürdüğü yolcuları ve yüklerini aynı köylerine yeniden bırakarak kendi köyüne gidiyordu.

Hazırlıklar yapıldı sabah erkende deli Hüssük kamyonuyla Başören köyünden bizim köye doğru geliyordu. Kamyon daha uzaklarda görünür görünmez dam dibine sıralanmış bekleyen köylülerden birçoğu kusmaya başladılar. O yıllarda köye düzenli gelen tek motorlu araç bu Rus malı kamyondu. Onun egzozundan çıkardığı dumanlar kamyonun karasöründe ayakta yolculuk yapan yolcuların birçoğunun baş dönmesine ve kusmasına neden olurken, daha 3-5 kilometre uzaktan görünür görünmez de yakınındaki insanların başları döner içleri bulanır ve istemesek de önlemez bir şekilde kusmak zorunda kalırdık. Midemizde ne var ne yok daha sindiremeden yeniden ağız yoluyla dışarı atardık. Bu araba egzoz gazının insanları tutma işi en çok Hacoların gelini Oce bibinin içini allak bullak eder saatlerce kusardı. Deli Hüssük ’ün kamyonu daha Başören köyün den çıkar çıkmaz dumanları görülür ve dışarıda ise Oce bibi kusmaya başlardı ta ki bir iki saat süren kamyon dumanlarının gökyüzünden yok olmasına kadar devam ederdi.

Dedemi giydirip yolculuğa hazır hale getirmişler fakat bir türlü odasından dışarı çıkartamıyorlar. Deli Hüssük kamyonuyla evin kapısının önüne alınmış bekletiliyordu. Bir şekilde dedem ikna edildi ve kamyonun en gözde yeri olan şoför muhaline bindirildi. Bizim evin önünde birikmiş köylü duvar dibinde bekleşirlerken kimi ağlıyor. Kimi hayıflanıyordu ki Deli Hüssük kornasına dokunarak kamyonu yeniden çalıştırdı ve köyden ayrılıp Gürün’e doğru yol aldılar.

O akşam Deli Hüssük anlattı Kasabadaki Hasta hanede dedem tedavi mümkün değilmiş ve tedavisi için dedemi Elâzığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hasta hanesine havale etmişler. Babam da dedemi Elâzığ götürmüş. Bu haber üzerine köy sakinlerin dedemin delirdiğine karar vermiş bir vaziyette kimi “Delirmiş dedi” kimi “Beyni sulanır böyle durumlarda” diye birçok rivayetlere dayalı öyküler anlatılır kimi de “Zaten babası da delirmişti böyle” diyenler de olmuştu. Köyde nere de ise bir matem havası hakimdi. Evimizde de cenaze çıkmış gibi kadınlar ağıtlar yakıyor ağlıyorlardı.

İki gün sonra babam Deli Hüssük ‘ün kamyonuyla tek başına köye döndü. Dedemi Elâzığ Ruh ve Sinir Hasta Hanesine yatırmışlar. Dedemin tedavinin ne sonuç vereceğini ne zaman biteceğini bilemediklerini ama çok uzun zaman burada kalabilir demişler. Babam dedemi komşu köylerden biri olan Elbistan’a bağlı Örenli köyünden doğmuş Elâzığ de polis olarak çalışan bir hemşerisine emanet etmiş, ara da sıra da göz kulak ol. Acil bir şey olursa bana telgraf çekersin ben gelirim diye tembihleyerek köye ekinleri biçmeye gelmişti. Nere de ise köyün tamamı bizim eve doluşmuş dedemden yeni bir haber almaya çalışıyorlardı. Babam hem yorgun hem de çok ama çok üzgün omuzlarına hiç de kaldıramayacağı bir yük binmişti. Olup biteni birebir anlattı ve doktorlar babama “Menenjit olmuş” teşhisi koydular. Beyni sulanmış mı dedi birçoğu. Babam sustu. Haber beklemekten başka yapabileceği bir şey olmadığını söylemiş doktorlar kendisine.

Babam ekinleri bir an evvel biçmek isterken bir gün köye bir dolu yağdı bir dolu yağdı kimi dolu taneleri nere de ise bir tavuk yumurtası büyüklüğünde yağmıştı. Dağı taşı tarla tapanı seller basmış biçilmiş ekinleri yığınları seller sürüklemiş önüne ne kattıysa alıp götürmüş dereler tepeler aşmış toplanamaz bir hal olmuştu. Daha biçilmeyi bekleyen ekinler de tamamen çamurların altında gömüşmüş kimi sele kapılmış yok olmuşlardı. Bütün köy perişan olmuştu. Her yıl aylarca süren harman işi bir iki günde bitmişti. Harmana getirecek nere de ise hasat edilmiş ekin kalmamıştı. Bütün köylü yaklaşık bir yıllık buğdayını ununu bulgurunu komşu köylerden satın almak zorunda kalmıştı.

Babam üst üste gelen bu kötü gidişatın altında nasıl kalkacaktı. Artık ne annem ne babam uyuyamaz olmuşlardı. Hesap kitap edip duruyorlardı. Ellerinden satacakları koyunlar falan vardı ama bunlar yeteriydi belli değildi. Dedem hasta hanede yatıyor. Ne olacak duru mu? Tedavi için babamdan ne kadar ücret alacaklar belli değil! Hoş dedem iyileşse bile köyden kente gidecek masrafları karşılayacak kente oturacak ev bulma paraları ne tutar belli değil. Of ki ne of diye diye kara kara düşünür olmuştu babam.

Bir iki hafta sonra Elâzığ da görevli polis memurundan babama bir telgraf geldi. Dedemin öldüğünü söylüyordu. Bu haber bekleniyor muydu pek hatırlamıyorum ama köyü bir matem havası sardı. Babam hazırlandı sabahleyin kasabaya gidecek oradan Elâzığ Ruh ve Sinir Hasta Hanesinde bekleyen dedemin mevtasını alıp köye getirerek köyünde defnedecekti. Sabah oldu her zaman ki saat de Deli Hüssük kamyonu ile köye geldi. Köylü babamı yolcu etmeye gelmişler evin önü mahşer yerine dönmüştü. Babam kamyona binerken Çako dayı da babama katıldı kuzeninin mevtasını almaya gittiler.

Kasaba ’ya vardıklarında Gürün esnafı ve o gün kasabaya gelmiş komşu köylüler de Çako dayı ve babamı Elâzığ’a göndermemişler. Hemen hepsi de “Mukadderatı böyleymiş, demek ki cenazesi orada toprağa verilecekmiş, hem ta Elâzığ’dan buraya nasıl getirilecek o cenaze yolda çok hırpalanır bu yaz ayında kokar. Zaten öleli üç gün olmuş. Zaten çoktan şişmiş defnedilmezse kokmaya başlayacak durumda. Birdi siz gideceksiniz. Cenazeyi bu sıcaklarda köye getirmeye hadi bugün gittiniz, yarın tabutu arabayı falan hazırladınız. Çıktınız yola geldiniz köye en az iki gün geçmiş olacaktır. Haydi köye getirdiniz bir ya da iki günde çevre köylerde cenaze törenine katılacak insanların gelmesini bekleyecek siniz ki buna mecbur kalacaksınız. Etti sana en az bir hafta! Bir hafta da o mevta ne olur. Babanın mevtasında kurtlar oluşur. Çürüyen mevtadan yayılan kokudan cenaze töreni bile yapamazsınız.” Gibi telkinlerle Elâzığ’a gitmeleri önlenmek istenir. Babam ısrar eder ne olacaksa olsun ben babamın mevtasını yad ellerde bırakmam gidip alacağım der. Fakat Çako Dayi da kasabalı hemşerilerine katılar. Oğlum Ali konu komşu doğru söylüyor. Gel telefon edelim Ören köyle Polis memuruna görüşelim orada defnedebilirse biz bu yaz günü gidip getirirken mevtayı kokutmayalım. El aleme bir de böyle rezil rüsva etme bizi der. Sonuçta Elâzığ’daki polis beyle telefonla görüşülür. Polis cenazeyi oradaki kimsesizler mezarlığına gömdürebileceğini söyler. Hasta Hane deki tedavi masrafları ile cenaze masrafları içinde ne kadar para gerektiğini bir iki saate kadar öğrenebileceğini ve durumu size telefon ile bildiririm der. Öğleden sonra telefon ile haber veren polis memuru: Cenazeyi işini ayarladığını ilkinde namazına müteakip Şehir mezarlığına cenazeyi defnettirme işini ayarladığını hem hasta hane hemde cenaze defin masrafları içinde gerekli olan parayı babamlara bildirir. Babamlar şehir merkezindeki esnaflara borçlanarak Hasta Hane ve Cenaze masraflarını Elâzığ’daki görevli Polise PTT Marifetiyle havale ederler. Akşam oldu Çako dayı ve babam köye gittikleri gibi köye dönmüşlerdi.

Sabah oldu ölü aşı olarak bilinen yemekler hazırlandı konu komşu çağrıldı. Hazırlanan yemekler konuklara ikram edildi. Evde matem havası hakimdi beş on gün babam devamlı baş sağlığına gelen komşu köylüleri ağılıyordu. Hemen her gün bir koyun ya da kuzu kesilir yemek hazırlanır gelen gidenlere ikram edilirdi. Bir yandan da bu sene ailemizin başına gelen önce köyden göçme tartışması ve telaşı sonra dedemin ani hastalanması ve Hasta Hane köşelerinde ölmesi, cenazesinin köyüne bile getirilememesi, bu da yetmiyormuş gibi hiç beklenmedik hatta o güne kadar böyle dolu ve seller oluşturan bir afatın hiç görülmemiş olması. Evimizin geçim derdi ve babamın hiç beklemediği kadar borçlanması. Bu sorunlar nasıl atlatılacak? Diye durmadan fikir alışverişinde bulunur olmuştu evimizde.

Babam ve annem kararlarını vermişlerdi. Köyde kalınacak. Koyunlarımız satılacak borçlarımız ödenecekti. Babam öncelikli olarak koyunlarını sattı borçlarını ödedi. Sattığı koyunlarda aldığı paralardan elinde çok az miktarda bir para kalmıştı. Sadece yıllık bulgur olacak kadar zerun buğdaya satın alabilirdi. Kendi harmanımızda da biraz arpa biraz çavdar hasat edebilmiştik. Annem biraz daha buğday satın alabilir ya da ödünç bulabilirsek bu yılda buğday, arpa ve çavdar unlarını birbirine karıştırır ekmek yapar yeriz. Ne olacak kıyamet kopmaz ya bu yılda böyle olsun. Fakir-fukara her yıl böyle ekmekle yaparak çoluk çocuğuna bakıyor dedi. Bana kalsa sadece arpa ya da çavdar unuyla da ekmek yaparım ama arpa hamuru çok çabuk dağılıyor. Ekmeği de dayanıklı olmuyor. Çavdar ununda yapılmış ekmek de daha saca gitmeden oklavadan aşağı düşüyor. Benim elimde bir miktar buğday unu olursa bu unu arpa ya da çavdar unu katar öyle yoğururum ve ekmekler daha dayanıklı olur. Çoluk çocuğumuzu da kimseye muhtaç ettirmeyiz. Dedi. Babam da olmaz öyle. Ben çocuklarıma çavdar ya da arpa ununda ekmek yedirtmem. Kararımı verdim. Doru atı satacağım. Doru atın parasıyla hem yeterince buğday satın alırım, hemde yaza peynir süt gerek, beş on koyun satın alırım dedi.

Düğünlerde oynanan cirit ve at yarışlarında ünlenmiş özellikle Çako Dayı’nın atı ile sürekli yarıştırılırdı Doru at. Bazen Doru at bazen Çako dayının Kır atı birinci olurdu. Dayi yeğen bu at yarışlarında kaç defe kaza geçirmiş kimi zaman buzlar üzerinde atlar kaymış binicileri yaralanmış olurlardı. Bu tür at yarıştırılırken at sırtında iken farkı farklı kaza geçirilirdi. Ama bizim kilerin bu at yarışları köyler arasında konuşulur olmuştu. At binmekte Çako Dayı bir efsaneye olarak dilden dile anlatılır olmuştu. Babam: fiziği bir küheylan güzelliğine sahip Doru atını satılığa çıkarıldı. Birkaç müşteri atı satın almak istedi. Ama tarlada çalıştırmak yük taşıtmak istiyorlardı. Baba Doru atını bunlara vermedi. Pazarlıklar yapıyordu. Doru ata sadece binilecek ve kendi heybesinden başka sadece süvarisi bine bilecek bir müşteri aradı durdu. Sonuçta bir ay kadar uğraştı ve öyle bir müşteri buldu. Sık sık da Doru attan haberler alır, sahibinin ona iyi baktığına kendisine verdiği sözü tuttuğunu çok sevinirdi babam. Neyse babam doru atı bir miktar nakit para ile geri kalan değerine karşılıkta sekiz adet yavrulayacak dişi koyun almıştı. Nakit para ile buğday satın almış evin ihtiyacı olan buğday satın alınmış, çuvallar unlarla dolmuş son bahar ve ilk baharda da ekilecek tohumlar ayrılmış olarak kış hazırlıkları ve evin yıllık devlik işleri tamamlanmıştı. Koyunlar dağdan köye getirilmiş Kasım ayı sonlarına doğru koyunlar koçlarla buluşturulmuş dişi koyunların döllenmesi sağlanmış olarak kış ayları geldi çatı. Hayvanlar artık içeride beslenir olmuştu. O güne kadar babamın dikkatini çekmeyen bir şey olmuştu.

Babamın Doru atı sattığı zaman atın bedeline karşılık satın aldığı koyunlardan biri olan “Kuruk koyun” yaşlanmış dişlerinden bazıları dökülmüş o nedenle iyi beslenemiyormuş meğer. Babam üzüldü ama yapacak bir şey yoktu. Bahar ayları başlarken koyunlar yavrulamaya başlamıştır. Bir sabah babam koyunlara sabah yiyeceği vermek üzere ağıla gitmişti. Hayvanların kurünlerine malaflarını koymaya uğraşırken, Kuruk koyun bir kenarda kuzlamaya çalışıyormuş. Babam koyuna yardım etmiş güzel bir yavru doğurmuş koyun. Başlamış yavrusunu yalamaya ama babam bakmış koyun yeni den yan yatıyor! Koyun her halde içini temizleyecek diye bakarken birde ne görsün Kuruk koyun bir kuzu daha doğurmaya çalışıyor. Babam yeniden koyuna yardım etmiş ve ikinci yavruda dünyaya gelmiş. Koyun yavruların bakımını yaparken babam sevinçle ağılda odaya geldi. Anneme gözün aydın Kuruk koyun ikiz doğurdu dedi. Hepimizi bir sevinç bir neşe sarmış olarak harlı harlı yanan sıcak sobamızın yanı başına yere kurulmuş soframızda sabah kahvaltımızı yaptık. Yaşlı ama ikiz doğuran Kuruk koyun aynı zamanda da en bol süt veren bir koyunumuzdu. Bizimle birlikte yaşadığı yıllarda her yıl mutlaka ikiz kuzu yavrular olmuştu. Alimizin göz bebeği gibi baktığı bir can yoldaşı olmuştu hepimize.

Arada birkaç yıl geçmişti. Yaşam köyde devam ediyor kötü günler çok gerilerde bırakılmıştı. Senenin haziran ayına girmiştik. Koyun çobanı Dıloların Hasan sürüyü dağa götürüp köye getiriyordu. Bir gün Babama bu koyunu evde tutun artık süreye yetişemiyor dedi. Babam pek aldırmadı koyun sürünen gerisinde de kalsa sürüyü takip ediyor ya sen ona bak dedi Çobana. Çoban da başına bir şey gelirse ben sorumluluk kabul etmiyorum dedi. Yüzlerce koyun var sürüde ben sürüyü bir yana bırakıp onun peşinde koşturamam dedi. Ona rağmen babam koyunu köyde tutmadı. Kuruk koyun sürünün peşinde gidip geliyordu. Koyunlar bazı aylarda 5-10 gün dağda tutulur. Köye getirilmezdi. Bir gün köye getirilen sürünün en gerisinde kafası yarılmış sağ güzünün üstündeki çukur bir boşluk olan sadece deri ile kaplı bir yerde kanlar içinde kalmış yarasını kurtlar sarmış bir haldeyken birde tabak hastalığına yakalanmış nerede ise dört ayak üstüne yürüyemez vaziyette köye geldi Kuruk koyun. Hepimiz kanaat ettik ki koyun sürüye yetişememiş çobanda sopa ile koyunun kafasına vurmuş koyunun kafasını parçalamıştır. Babam söylense de fazla bir şey söylemedi çobana. Çünkü adam koyun bu haldeyken başına bir şey gelirse sorumluluk kabul etmem demişti.

Ney se ailecek Kuruk koyunun başına birikmiştik. Babam ağılda bir direkte asılı bulunan katran şişesini almış ince bir çubuğa bağladığı saçaklı bez parçalarını sıvı haldeki katranlara batırıyor ve koyunun kafasına sürüyordu. Anneme de seslenerek içerideki dedete tozunu getirmesini söylemiştir. Annem dede ile geldi. Babam bir miktar dedete tozu alıp koyunun kurtlanmış yarasına döküyor ki dedete bu kurtları öldürsün. Bir yandan da az koymak lazım burası koyunun beynine yakın bir yerde dedete koyunu zehirlemesin diye de korkuyordu. Koyunun günlük bakımı beslenmesi bana verilmiş, ben her saban koyunu köyün arkasındaki yonca ve çayırlığımıza götüreceğim karnı doyunca da güneşte bırakmadan öğle saatlerinde eve getirip ağıla koyacağım. Akşama üstü yine aynı şekilde besleyeceğim veya tarlalarımızda ekinlerin içlerinde çıkan hayvanların çok sevdiği taze otlar olurdu. O otları yolarak eve getireceğim ki Kuruk koyun karnını duyursun.

Her yıl rutin haline almış bir görevim vardı benim. Köyün arkasındaki tarla çayır ve Yonca’yı konu komşuların evde bırakılmış hasta hayvanlarında hemde tavuk ve hindilerin tarlaya dadanmalarını önlemekle görevliydim. Bir hafta on gün olmuş bu görevime yeni eklenmişti. Bir de Kuruk koyunun tedavisi ve bakımını da bana vermişti babam. Benim bu görevlere ne itiraz etme nede yapmama diye bir hakkım hiç yoktu. Çar naçar laikiyle yapmak istiyordum ki babam dan ağır sözler işitmeyeyim. İyi güzel de benim yaşıtların ve abilerim hemen tarlamızın yanı başımdaki boş çimenlikte bir güzel top oynuyorlardı. Sabah bir başlıyoruz bir ara öğle yemeği molası sonra yine top oynuyorduk. Top işi köye yine girmiş bir vaz geçilmez oyun olmuştu. Anne babalarımız bir yanda ses çıkarmazken bazıları da bu kötü bir oyun “Yezit Kerbela da Hazreti Hüseyin’in başını kestirmiş ve sonrada askerlerine top oynatmış Şah Hüseyin’in başıyla.” Onun için top oynamak büyük günah der bizi vaz geçirmek isterlerdi. Bir yandan da tarladan herg yapmadan eve dönen babalarımızın yolu top oynadığımız mevki denk geldiğinde öküzleri çocuklarına teslim ederler. Karınlarının aç olmasına bile aldırış etmeden, ayaklarında lastik çarıklar olduğu halde kendilerini top oynama işine kaptırırlardı. Bazen kendilerini öylesine kaptırırlardı ki! Onlar için topu kurallarına göre oynamak hiç önemli değil. Zaten uymazlardı da. Ama denk gelirde topa şöyle alttan bir vurmayı denk getirirlerse top 5-10 metre yükseklere çırakken, babalarımızın ellerinde terlemiş şapkaları olduğu halde topa bakarak şapkalı elini de güneşe gözü kamaştırmasın diye gözlerine siper ederken “Ula ula ula şuna bak nasılda havalandı beyle!” diye keyif alırlardı. Böyle top oynama işi de yavaş yavaş yolunu girmişti. Artık daha rahat top koştura biliyor. Hatta komşu köylerden randevular alıp köyler arası turnuvalar bile yapar olmuştuk.

Kuruk koyunun bir türlü gözün üstendeki kurtlanmış yara iyileşemiyordu. Ama öğle vakti de koyunu evde bırakmam gerekiyordu. Akşama doğru yeniden ağılda çıkarıp çayırlığa getirmem gerekiyordu. Ama top oynamaya gidecektik. Ve top oynarken ara verip koyunla ilgilenmem imkansızdı. Bende bir yolunu bulmuştum. Babam Yoncalık tan taze yoncalar biçmiş damımızın üstüne atmış kuruması için dama sermişti. Bende Kuruk koyunu taş merdivenlerde çıkararak damın üstene çıkardım. Yanına da bir kaba su koydum. Böylece acıkırsa hazır yoncayı yer susarsa suyu yanında. Dinlenmek isterse de Hayma ’nın dibine yatar diye karar verdim ve aynen öyle yaparak koyuna yardım ederek dama çıkardım. Top oynamaya arkadaşlarıma katıldım.

Ogün sabahtan akşama kadar top koşturduk durduk. Keyfimize diyecek yoktu. Güneş batmak üzere evlerimize dağıldık. Ben daha eve girmeden dama çıktım ki koyunu alıp otlatmakta getirmişçesine ağıla bırakayım. Ama Kuruk koyun damda yoktu. Belki sıkılmış dinlenmeye ağıla gitmiştir diye ağıla baktım. Hayır ağılda da yoktu. Konu komşuların ağıllarına köyün etrafına falan baktım hiçbir yerde bulamadım. Sanki yer yarılmış içine gizlenmiş misali bir durum. Üzgün üzgün eve geldim. Her gün olduğu gibi babam Kuruk koyunun ne durumda olduğunu sordu bana. Bende olup biteni aynen söyledim. O akşam ailecek her birimiz köyün dört bir yanını yakın tarlaları sulak yerleri gezdik. Ama nafile bulamıyorduk bir türlü. Eve geldik babam sabahleyin komşu köylere doğru tarlalara bak belki otlamak için gitmiştir. Sonra su kenarının birinde bir yerlerde yatmıştır diye beni yeniden görevlendirdi. Bir taraftan ben arar dururken tüm aile bireyleri de günlük işten güçten boş bir zaman fırsatı buldukça dört bir koldan derler ya o misal Kuruk koyunu arar olduk. Nafile bir türlü bulamıyorduk. Yabancı köylerden de haberler gelmiş böyle bir yabancı koyun onların köylerine gitmemiş diye. Artık tesellimiz bitmişti. Kim biliri hangi dağa gitti. O yaşlı ve hasta halinde hangi kurda kuşa yem olmuştur diye düşünüyorduk. Yeniden koyun aramayı bırakmıştık. Herkes kendi günlük rutin işleriyle meşgul olmuştuk.

İki haftayı geçmişti evimizin güney cephesine sırtımızı yaslamış Ayıboğan Hüseyin amca abim Haydar ve ben muhabbet ediyorduk. Köprün altı olarak bilinen mevkiden köye girmek üzere bir koyun köye yaklaşıyordu. Üçümüz birden kulak kaparmış ayağa kalkmış bize doğru gelen koyuna bakıyorduk bu gelen koyun bizi Kuruk oyun benziyor dedim. Heyecanlanmıştık dikkatli dikkatli ona bakıyorduk. Koyun bize yaklaşmıştı artık tanıdık gelen koyunu. Gerçekten de gelen bizim Kuruk koyundu. Ama koyun bayağı etlenmiş semirmiş, olarak yanımıza geldi. Konuyu inceledik ne kafasındaki yaradan nede kurlardan eser bile kalmamıştı. Kuruk koyun kendisi tek başına tedavi etmişti. Bunu nasıl başardı hiçbirimiz anlayamadık. Ömrünü çorbacılık yaparak geçirmiş kimler varsa koyun bakımında anlayan anlamayan kimler varsa bu duruma bir mucize dedi durduk. Ama ailece bayram kutlar gibi çok mutlu olmuştur.

Kuruk koyun böylece yine her yıl ikiz doğuruyordu. Yine sütü bol bereketliydi. Ama gerçekten de ağzında diş kalmamışçasına da yaşlanmıştı. Ne satmaya ne de keyfe keder kesmeye hiç birimizin ne niyeti nede gönlü elvermiyordu. Babam karar vermişti ne kadar yaşayabilirse yaşasın istiyordu. Annem de yazık ama böylece iyi beslenmekte zorlanıyor. Günay bir gün biz görmeden mundar olur da ölürse çok üzülürüz. Gelin bu sene kurbanlık olarak daha iyi bakalım ve kurban bayramında da Adak olarak Kurban edelim dedi. Annemin bu önerisine hepimiz katıldık ve o seneki kurban bayramına hazırlamaya başlayacaktık. Bu karar alınırken evimizin direği saydığımız öküzümüzde bayağı yaşlanmış olduğu konuşuldu. Babam onun yerine yeni tosunlar yetiştirmiş tarlada tapanda çalıştırmaya alıştırmıştı bile. Ama evin direği olarak gördüğümüz çok sevgili öküzümüzü ne keyfimize yemek için kesmeye ne de satmaya hiç birimizin içi elvermiyordu. Aldığımız ikinci bir karar da bundan sonra Öküzümüze de evde iyi bakacak öbür seneye de onu Adak olarak kurban edecektik.

Aradan onlarca yıl geçmiş ülkede televizyonlara renkli ve çok kanallı yayınlar yapılmaya başlanmış yıllarda ala bildiğine yaygın olarak çeşitli yayınlar yapılır ken hemen her kesin vaz geçemediği yabancı belgeseller de yaygın olarak yayınlanır olmuştu. Hatta bazı Televizyon kanalları sadece belgeseller yayınlıyorlardı. 

Bir gün kanalın birinde İkinci Dünya Savaşıyla ilgili bir belgesel izliyordum. Dakikalarca sürün ağır silahların kullanıldığı ateşli savaş görüntüleri gösterilirken görüntüler üzerine yerleştirilmiş ses bandında da spiker anlatıyordu ne olup ne bittiğini. Korkunç yaralanmalar sarılırken bazı görüntüler yayınlanırken bedensel yaraların üstü temizleniyordu. Bol miktarda sargı bezi hazırlanıyor bu bezlerin üzerine yaklaşık bir iki santimetre uzunluğundan tombulca alacağı kurtçuklar konuyordu. Üzerine yeteri kadar kurtçuk yerleştirilmiş sargı bezleriyle yaralı askerlerin yaraları sarılıyordu. Bu işlemler böyle sürüp giderken sunucu onlatmaya devam ediyordu. Meğer bu savaşlarda o kadar çok insan ölmüş o kadar çok insan yaralanmış çoğu sakat kalmış ki. Yaralı askerlerin tedavisinden kullanılan anti biyotik ilaçlar yetmez olmuş. Alman hükümeti de yaralı askerlerin tedavisinden anti biyotik yerine bu böcekleri çoğaltıyor ve yaraları bu kurtçuklarla iyileştirmeye başarmışlar. Hatta o kadar iyi sonuç almışlar ki iyileşen yaralarda yara izi bile kalmadığı gözlemlemişler. Bu görüntülerden sonra başka görüntüler yayınladı televizyon, Amerika Birleşik Devletinde son derece modern tıp merkezlerinde yapılan estetik cerrahinden artık dikiş filan kullanılmıyormuş. Dikiş yerine modern tıp laboratuvarlarında üretilen bu kurtçuklar yaranın üstüne konuyor ve belli periyotlarla bu sargılar değiştiriliyormuş. Bu tedavi sayesinde hasta hem istediği estetik cerrahiyi yaptırıyormuş, hemde yapılan estetik cerrahiden en ufak bir ameliyat izi kalmıyormuş. Çünkü bu kurtçuklar harap olmuş çürümeye başlamış et dokularınca çürümeyi önlemek üzere yaralı beden tarafından üretiliyorlar ve sadece yaranın oluşturduğu ölü ve çürümüş et dokularıyla besleniyor asla canlı dokulara zarar vermiyorlarmış. Durum bu olunca da çok başarılı estetik cerrahi müdahaleler yapabiliyorlarmış.

Bu görüntüler beni şok etmişti. Kulaklarıma inanamıyordum. Çok şaşkındım. Hayret ediyordum. Beynimden vurulmuş gibi hissediyordum. Gözlerimin önüne Kuruk koyun yarası ve bizim durmadan öldürmek için uğraştığımız. Mütemadiyen dedete dökerek yok etmek istediğim bu kurtçukların ne işe yaradığını görmüş televizyonda izliyordum. Anladık ki Kuruk koyun yaradan bereden değil bizden kurtulmak üzere evi terk etmiş kendi yarası beresiyle kendi başına hiç kimseden yardım almadan kendi bedeninin ürettiği kurtçuklarla yarasını iyileştirmiş. Ekinler arasında beslenerek de uzun pınarın düzenle akan sularından su ihtiyacını gidermişti. Tamamen iyileştiğinde yine bine ürün ve hizmet etmeye gelmişti. Doğrusu bunları yazarken kendimi tutamadım gözlerim doldu. Saygı ve minnetler sunuyorum Adak yerine koyarak kendimizden uzaklaştırdığımız kendi ellerimizle değişime dönüşüme uğurladığımız sevgili can dostlarımıza.





KIR AT ile DORU AT



O yılın ekinleri hasat edilmiş, köyde dağda tarlada her ne iş varsa tamamlanmıştı. Ocak ayı ortalarında diz boyu karlar köyün dört bir yanını kapatmış ancak, güneşli temiz ve güzel bir kış havası hakimdi. Babaannemin ayakları için kullandığı mehlem ile katarakt olmuş gözlerine kullandığı göz damlaları bitmişti. Annemin ise ellerinde mayasıl peydahlanmıştı. Koyun ve inek memelerine her dokunuşun da annemin mayasılı depreşirdi. Hayvan mayısı dediğimiz dışkıları ile terli tenleri annemin ellerine alerji olarak yansıyordu. Yılın birkaç ayı sağmal sığırlar ve koyunlar gebe kaldıkları için hayvanlar sütten kesilir ve süt sağma işi olmazdı. Hayvanlar doğurduktan sonra onlardan süt almak annemin işiydi. Babaannem yaşlı ve hasta olduğundan anneme bu konuda bir yardımı dokunmazdı. Annem ancak bu aylarda biraz rahat ederdi. Diğer aylarda hayvanlarla uğraşan annemin elleri sürekli kaşınıp dururdu. Kaşınan ellerini sürekli kaşımaktan kanlar içinde bırakır ama kaşıntıları dinmezdi. Kanatana kadar kaşımaktan derileri soyulurdu. Yine de kaşıntıları dinmezdi. O zamanlar için tıp doktorları ancak Betnovita mehlemi veriyorlar ama kalıcı bir tedaviyi başarılamıyordu. Annemin koyun ve ineklerden uzakta yaşamışı onlara dokunması isteniyordu. O yıllarda bulaşık eldiveni olarak tanımlanan lastik eldivenler alınıyor ancak bu eldivenler annemin ellerine pek uygun olmuyor. Hem ellerini terletiyor hemde hayvan sağma işinde pek bir işe yaramıyorlardı. Eldiven kullanarak hayvan sağma işi verimli olmuyordu. Hemde beklenmedik düzenli masraflar bir köylü için hiç de hazır olmadığı bir gider olarak aileyi zora sokuyordu.

Nereye kadar böyle sürecek diye konuşulurken Gâvur Ören köyünde sıhhiye ünvanlı olarak anılan Mıçe Hasan diye biri olduğunu ve onun birçok hastalıkları tedavi edici ilaçlar ürettiğini ve insanlara şifalar dağıttığı konuşuluyordu. İnekler koyunlar yavrulamış onları sağarken yine annemin elleri lime lime olmuş ağlaya sızlaya iş görebiliyordu. Bir sabah babam ve annem atlara binip Gavurören köyü’ne Mıçe Hasan’a gitmişlerdi. Öğleye doğru Gâvur Ören köyü’ne gidilmiş Mıçe Hasan’ın evine varılmış hala hatır sorup sual edildikten sonra annemin ellerinin durumu Mıçe Hasan ’tarafından gözden geçirildikten sonra Mıçe Hasan tamam kızım ben sana içeride ilaç getireceğim demiş odadan çıkmış ve biraz sonra odaya içinde bir miktar hap olan bir kutu ilaç getirir. Kızım al bu hapları her gün bir tane hapı sabah bir tane hapı da akşamları yatmadan önce ağzına at biraz su ile yut. Sen bu hapları düzenli olarak kullan bu dertlerin biter demiş. Ama annem bu hapları düzenli kullandı fakat hiçbir yararı olmadı.

Bu sene yaz aylarında evimize Tekirahpa köyünden Kelo’nun kardeşi Davut misafir gelmişti. Annemin ellerini gördüğünde dur bacı ben seni bu dertlerde kurtarırım. Sana söylediklerimi iyi dinle. Ezberle ve ben ne söylediysem harfiyen yap çok sürmez bir iki aya ellerin bu yara berelerden kurtulur daha yeni anadan doğmuş gibi tertemiz olurlar demişti.

Benim damda beslediği güvercinlerim var. Ben köye döndüğümden benim oğlanlardan biriyle sana bu güvercinlerin dışkılarından bir miktar yeteri kadar da bizim devenin sidiğinden göndereceğim. Sende bu güvercin dışkılarından bir avuç alır bir tabağa korsun içine de azıcık un biraz yumurta akı biraz da deve sidiğinden katarak ovalar her bir parçası birer hap büyüklüğünde olunca bunları güneşe serer ve kuruması için beklersin. Her tanesi bir hap kadar olan bu karışımdan bir sabah bir akşam olmak üzer günde iki defa bunlardan içersin. Bunu bir iki ay öyle yap bak gör ellerinde hiçbir kaşıntı yara bere bir daha olmaz demiş işi bittiğinden köyüne dönmüştü.

Devirsi gün evimize Davut’un büyük oğlu geldi bayağı kurutulmuş güvercin boku ile bir helkeye konmuş yeteri kadar da develerinin sidiğinden göndermişti. Bu iş annemin pek hoşuna gitmemişti ama Davut’un tarifine göre ilaç hazırladı bir tülbende serip güneşte kuruttu. O gün akşama ilk hapını içmeye annemin içi tutmaz ama babamın da ısrarla bu hapların içilmesi gerektiğini söylemesine karşı koyamayan annem mecburen içmişti.  Bu işi böyle bir ay kadar sürdü. İstemeye istemeye de olsa annemin deyimiyle “içim çığırıyor tiksiniyorum bunları elime alınca içim kalkıyor kusmak istiyorum bunları içince” der ama yine de ilaç diye içerdi. Ancak bir ay geçmiş hiçbir şekilde anneme bir yararı dokunmadığı gibi bir de annem köylünün diline düşmüştü. Köylüler annemle dalga geçiyorlardı hiç güvercin bokun deve sidiğinden yapılmış ilaç olur mu? Diye. Annem artık bu güvercin dışkılı ilaçları yutmaktan vazgeçmişti.

Ancak düzenli olarak ellerine sürdüğü kaşımaktan lime lime yarılmış ellerine Betnovita kremi kullanırdı. Fakat bu hem pahalıya mal olur ama tamamen tedavi edemiyordu. Sadece yaraların iyileşmesine çok az bir katkı sağlıyordu. Betnovita kreminin tüpleri küçük olduğundan çok çabuk biterdi. Kaşıntılar öyle kudurur ki eller lime lime olmuş kanlar akarken buz gibi soğuk suya ya da kar varsa kara daldırır ama yine bir faydası olmazdı. Fakat: fokurdayan kaynar sulara ellerini batırdığında kaşıntıları biraz rahatlar annem ellerini sıcak suda haşlanmış olarak çıkarırdı. Annemin kremleri de bitmek üzereydi. Babam Gürün’e gidip baba annemin Betnovita merhemini babaannemin ayakları ve gözleri için kullandığı ilaçları ile eve gerekli biraz Turhal şekeri ve Tekelin ürettiği Tiryaki çayı ile Dedeme de sarma paket tütünü almaya git.

O gün akşam olmuş karlar yeniden yağmaya başlamış ama babam kasabadan daha dönmemişti. Zaten karlar öyle yoğun yağıyordu ki göz gözü görmez vaziyette dalaz çıkmış yağan karlar rüzgârın etkisiyle savruluyorlardı. Böyle durumlarda evden dışarı çıkmak bile bir sorun yaratabiliyordu. Kaygılanmıştık. Babaannem iki de bir dış kapıyı açar içeri karlar savrulurken o kapı önünde ellerini gözlerine siper eder ki karlar görmesini engellemesin. Gürün yolunu gözler dururdu. Fakat, Dedem “Ali’yi beklemeyin boşuna kar kış yağışı yolculuğa izin vermez. Ali bu çetin kış şartlarında hele de gece geç saatlerdi yolculuk yapmaz. Hoş Ali inatçıdır bu şartlara rağmen gelmek istese de Karakuyu köyünde Cumo göndermez.” Babaanneme seslenerek içerisi buz kesti kapı baca açık vaziyette bekleyip durma öyle. Oğlun şimdi yemeğini yemiş Cumo ile muhabbet ediyordur hadi gel içeri.” Dedi. O gün geç saatlere kadar babamın gelmesini beklemiş, akşam yemeğimizi geç saatlerde yemiştik. Evimize yakın konu komşu hemen her gün olduğu gibi Dedemin yanına gelmişti. Akşam çayları kaynatılmış içiliyordu. Bir yandan da gurbetlik öyküleri anlatılıyordu. Geçmiş zanlarda kalmış anılarını tazelemişlerdi. Bizlerde ev horantası olarak sıcak sobanın etrafına dizilmiş olarak kış gecelerinden birini geçiriyorduk. Neyse geç saatlerde konu komşu evlerine gitmişlerdi. Evimizin vazgeçilmez alışkanlığı olan yatsı yemeği sefasına sıra gelmişti.

Annem: öncelikle evlikte üst üste sıralanmış yataklarımız tek tek getirdi yatacağımız sıralara göre serdi. Bizler de günlük giysilerimizi çıkarmış üstümüzde don fanilan dediğimiz Diril diye anılan kumaştan yapılmış iç giysilerimizle yataklarımıza kurulmuştuk. Annem evliğe yeniden gitmişti. Evlikten hazırladığı kalaylı bakır siniye tereyağı, çökelek ve beyaz peynir ile yanlarına her birimize birer ekmek koymuş olarak yanımıza gelmişti. Biz odada yanan sobanın etrafında serilmiş yataklarımıza otururmuş bekliyorduk. Annem avludaki tandırın yanı başındaki ocağın ateşini harlamıştı. Ocakta yanan ateşin üstündeki çaylar yeniden demlenmiş taze çayımız servis edilmeye hazırlanmıştı. Bizler de yataklarımıza yerleşmiş olarak yatmadan önce her gün yenilediğimiz yanan sobanın borusunda kıtır olarak andığımız ekmeklerimizin hazırlanmasını bekliyorduk. Annem bu işin uzmanıydı. Annemden daha güzel dürüm yapan kimse görmedim bugüne kadar. Annem öyle güzel dürüm yapardı ki! “ÇOLLARUN” dediğimiz çökelek ve tereyağı karışımından oluşan katık ile sobadan kızarttığı sobanın borusuna değen tarafı kıtır kıtır öbür tarafı sadece ısıtılmış dürüm sararak dökülmeden yiyecek hale getirirdi. Annemin hazırladığı bu dürümler bu durumda birkaç gün beklese bile asla bozulmazdı sarılı ekmekler kediliğinden birbirinden ayrılmazlardı. Annem düzenli olarak böyle kış aylarının yatsı vakti yediğimiz dürümlerinde kullanmak üzere mayalı hamur yoğururdu. Mayalanmış hamurlar topaklar halinde her biri bir ekmek olacak kadar toplara yapılırdı. Ekmek açma tahtası üzerinde hazırlanacak ekmeklerin her birini birer Lavaş ekmeği ebatlarında açardı. Bu hale getirdiği ekmeği oklava üstene alarak pişirilecek kızgın sacın üstüne kordu. Yanan tandırın üstüne yerleştirdiği saçta onları öyle güzel pişirirdi ki. Ekmeğin sacda pişerken oluşturduğu kızarmış hamur rengi öyle cazip gelirdi ki gözlerimize hiçbir ekmekte asla bir nohut tanesi kadar da olsa yanık oluşmasına izin vermezdi. Ekmeğin bu tertemiz ve lekesiz hali bir tarafta iştahımızı kabartırken bir taraftan da gözlerimizi doyurur nitelikte olurdu.  Annem yeniden evliğe dönmüş ocak üstüne konan dışı mavi içi beyaz çinko çaydanlık içinde kaynatılmış çay suyu ile bu suyun üstüne konarak içinde harmanlanmış Tekel çayı konup üstüne sıcak su çekilerek demlenmeye bırakılmış çayımızı getirirdi. Çaylar sıcaklığını korusun diye de yanan sobanın üstüne yerleştirirdi. Cam bardaklar çay servis tepsisine dizilmiş her bir bardağa önceden şeker kırma makasıyla parçalara ayrılmış Turhal şekerlerinden birer parça alarak bardaklarımıza atardı. Sıra önce demlikten demlenmeye bırakılmış çaylar bardakların üçte birini dolduracak yere kadar doldurur sonra üstüne her bir bardaktan dudak payı kalmak üzer boşluk bırakarak sıcak su çekerdi. Her birimiz bir bardak çay almış içine konan sert Turhal şekerleri erisin diye de çay kaşıklarımızı içinde döndürerek şıkırtılı bir müzik senfonisi çalıyor gibi cam bardak ve metal kaşık sesleri duyardık. Annem de eline aldığı ve tam ortasında ikiye katladığı ekmeği her iki ucundan da hafif ıslatarak sobanın ısınmış borusuna yapıştırırdı. Uçları ıslatılmış ekmekler boruya böyle sorunsuzca yapışırdı. Ekmek uçları ıslatılmadığında ekmekler boruya yapışamadan aşağı kayarlardı. Çok kısa bir zamanda sobanın borusuna yanak yanağa gelmiş ekmeklerin yüzü kızarmış üste kalan yüzü de sarılacak kıvamda ısınmış olarak içine önceden hazırlanmış ÇALLARÜN doldurularak dürüm olarak sarılmaya hazır hale gelmiş olurdu. Küçüğümüz kardeşin Hasan Basri acıktığı zaman anneme seslenerek anne çok acıktım “Çokka Duma Mama Ğoş” istiyorum derdi. Hepimiz bilirdik ki Hasan Basri Çollarunlu dürümü istiyor.  Annen çok seri bir halde bu işlemleri yapar sırasıyla en küçüğümüzden başlayarak tek tek her birimize birer çollarunlu dürüm verirdi. Öyle lezzetli olurdu ki dürümleri ağzımıza götürüp her bir ısırmadan bir yanı kızartılarak hazırlanan düründen çıkan parçalanma sesi ve üstüne yudumladığımız bir yudum çay, vay babam vay yemeden yanında yat misali. Bugün dahi bana dünyanın en lezzetli yemeğini verseler ve bu yemeğe alternatif olarak da bir durum kızartılmış çollarunlu ekmek ve bir bardak çay var. Deseler benim tercihim çollarunlu dürüm olur. Bu benim için hiç vaz geçemeyeceğim kesin bir durum. Yatsı vakti olarak algıladığımız çay ve çollarunlu dürüm faslı da gecenin on iki birin den sona ermişti. Annem çaydanlık ve boş bardaklar ile sofra sinisini alır evliğe götürmüş olurdu. Bizlerde oda sıcaklığında serilmiş ve içleri bizi üşütmeyecek kadar ısınmış altımıza serilmiş her biri  8-10 kiloluk yun döşek baş ucuna döşek eninde bir kilo falan gelen tertemiz kılıf geçirilmiş yün yastık, üstümüze de iki üç kilo yünden hazırlanarak belirli bir yöntem ve  aralıklarla köpülenmiş ve iç kısmı beyaz hasa bezi üst kısmı renkli pazen yada basma bazen de Suriye’den kaçak getirilmiş gök kuşağı renklerin yan yana sıralandığı kuşaklı adına “Kutnu Kumaşı” denilen kumaşlarla dikilmiş yorganlarımızın altına girerdik. Üstümüze çektiğimiz yorganımıza sıkı sıkı sarılarak yataklarımıza uzanmış kendimizi kaygısız mutlu hisseder ve derin bir uykuya hemen her akşam yaptığımız gibi teslim etmiştik.

Sabah olmuş ahır ve ağıldaki hayvanlara sabah kahvaltıları verilmiş, gece boyu dışkıladıkları koyun kıldıkları ve ile sığırların dışkıları toplanmış “gejgere” dediğimiz tahtaravelyiye ya da kavakların ince dallarından örülmüş sırt sepetlerine konarak ağılın dış duvar dibine taşınmış ve üst üste istiflenmişti. Dışarıda güneş açmış ortalık sakin hava dingin, karlar her yanı kapatmış ama kar yağışı durmuştu. Kahvaltı sofrası kurulmuş çaylı peynirli, çökelekli kayganalı kahvaltıya başlamıştık ki kapının önünde Yağız atın burnunda solurken çıkardığı keskin sesi duyuldu. Annem hemen kapı dışarı çıktı. Bizler de peşi sıra koşturduk. Babam gelmişti. Babamın kış ve yağmurlu havalarda ata binerken yanında hiç eksik etmediği siyah yünde hazırlanmış adına “Yamçı” dediğimiz abasını üstünden çıkararak anneme uzattı. Sonrada atın terkisinde ki heybeyi alarak yere bıraktı. Annem bir tarafta tutmuş, ben bir taraftan tutmuş heybeyi içeri taşıyorduk. Babam da atın sırtındaki eyeri çözmeye başlamıştı. At bu kış havasına rağmen karlara bata çıka sırtında baban ile yolculuk yapmış bu nedenle de terlemişti. Babam atı hemen içeri alıp atın terini kuru bir bez ile sildi ve atın sırtına da kuru ve temiz olarak bekletilen keçeden yapılmış ince at keçesi denen örtü atın sırtına yerleştirerek keçenin her tarafına dikilmiş kayışlarını birleştirerek bağladı. Birkaç dakika atın dinlenmesi sağlandıktan sonra içine sıcak su katılarak hazırlanmış ılık içme suyu verildi ata. At temiz suyu içerken de babam samanlıkta ata özel olarak hazırlanmış her an ata vermeye hazır yeminden getirdi. At daha yemeye başlamadan babam her sabah yaptığı gibi atın üstündeki yeni örtmüş çulu altına eli soktu terlemenin durduğunu kontrol ettikten sonra da çulu kaldırdı ve atın tımarını yapmıştı. Atın tımarı da bittikten sonra yeniden atın sırtına ince keçeden yapılmış çulu konarak bağladı. Atın hizmeti tamamlanmış olarak içeri geçildi. Bizler sobanın yandığı oda ya geçtik.  Babam üstünde nerede isi buz tutmuş durumdu sertleşen elbiselerini çıkararak yeni giysiler giymek üzere annem ve babamın yatak odası olan aynı zamanda da evimizin kileri olarak kullanılan evlik dediğimiz odaya gitmişti.

Babamın geldiğini atın pofurdamasından anlamış kahvaltı yapmaya ara verdiğimiz yerden yeniden başlamak üzere sofranın etrafına sıralandık. Babam da üstü başını değiştirmiş olarak sobaya yakın bir yerde kendisine ayırdığımız yerine bağdaş kurarak sofraya gelmiş hep beraber kahvaltı yapmaya başlamıştık. Babam bir iki lokma yemişti ki! Dedem sabahın kaçından Karakuyu’dan çıktın yola? diye sordu. Babam da Cumo amcaların çok selamı var dün akşam kalmamı çok istediler ama ben durmadım. Kalırsam belki sabahleyin daha kötü bir hava ile karşılaşma ihtimali çoktur diyerek yola çıkayım diye düşündüm. En iyisi ben köye yavaş yavaş gideyim dedim ısrar ettim. Onlar da hepinize çok selam söyledi. Cumo amcanın karısı anneme niyaz için bir adet elma koydu heybeme. Cumo amca da sana bir paket tütün yolladı. Hem kahvaltımızı atıştırıyoruz, hemde dedem ile babamın muhabbetini dinliyorduk. Dedem: dün akşamdan bu yana Karakuyu köyünden eve ancak mı gelebildin? Oğlum! diye sorunca: babam yok baba yılın ocağına kadar rahat geldim ama yılan ocağına yaklaşmıştım ki bir kar bir fırtına çıktı ki sorma at da bende nere de ise önümüzü göremez olmuştuk. Yılan ocağı biraz geçtiğimizde etrafımızı kurtlar sardı. At sırtında inmeye bile fırsat bırakmadılar. Elimde sadece kamçıdan başka bir şey yok. Yerler diz boyu kar. Bir çift kurt ata saldırır. At bir yandan karlara bata çıka uğraşırken, bir yandan da kurların saldırılarına karşı koyuyordu. Baktım ki kurtlar yakamızdan düşmeyecekler. Besi belli ki karınları çok aç. Bizi parçalayacaklar. Ama doru at onlara teslim olmuyor. Önde gelen kurları kâh ısırıyor kâh ön ayaklarıyla onlara vuruyor. Arkadan saldıran kurt olursa arka ayaklarıyla tekmeler atarak kurtları kendisinden de benden uzak tutarak yola devam ediyorduk. Kurtlar yorulup bizden biraz gerilerde kalmış yanı başımızdan uzaklaşmışlar ama arkamızdan bizi takip ediyorlardı. Anladım ki yeniden saldırmak için iyi bir fırsat kolluyorlar. Kurtlar yeniden saldırmak için böyle davranıyorlar. Ne yapar nasıl kurtulurum bunlardan diye düşünürken, karanlık da iyiden iyiye çökmek üzeriydi. Doru at güçlü ama kara bata çıka yol alırken yorulduğu belliydi. Bu şartlarda köye kazasız belasız gelmek imkânsız gibi geldi bana. Zaten Maşadaki Mehmet ağanın ağılının yakınlarına kadar gelmiştik. Atı ağıla yönlendirdim. Bir an evvel bu kurtlardan ancak ağıla sığınmakla kurtuluruz diye düşündüm. Bir iki koyak kalmıştı ağıla ama kurtlar yeniden saldırmaya başlamışlardı. Yine de zifiri karanlık çökmeden kendimizi ağıla atmıştık. Hemen at ile beraber ağıla girdim. Kapıyı arkadan kapatıp kitlemdim. Kurtlar bir ağılın damına çıkıyor üsteki delikten bize bakıyor uluyorlar. Bir ağılın kapısına gelip uluyorlar. Bir duvardaki deliklerde içeri girmek istiyorlardı. Neyse ki ağılda bir kenara yığılmış kuru “Kemreler” var onları ağılın ocağında kurdum ve ateş yaktım. Çobanların yakmak için kesip içeri koydukları kuru dikenli kevenler, moçconuklar var. Moçconukların ucunu ateşe tutuyor uçları tutuşunca da delikten içire girmeye çalışan kurtlara yanan moçconukları uzatıyordum. Kurtlar ateşten korkuyor uzaklaşıyorlardı. Zaman epey geçmiş fırtına dinmiş hava açmıştı. Ama gecenin bu vaktinde dışarı çıkamıyordum. Karar verdim bu gece ağılda sabahlayacaktım. Çoban yatağını hazırladım kurtlarında sanki tesellisi düşmüş eskisi kadar ısrar etmez olmuşlardı. Ateşi sürekli harlı tutuyordum. At’ın bakımını yaptım bir ara. Bereket versin ağılda bir miktar saman bir miktar ot bırakmışlar da atı da doyurdum. Biraz rahatlamış olarak uyumuşum. Kalktığımda kurtların ulumaları duyulmaz olmuştu. Kapıda bacada, pencerede bakmaları kesilmişti. Kapıyı yavaş yavaş araladım şöyle etrafa göz ucuyla kolaçan ettim ki kurtlar görünürde yoklar. Şafak vakti olmuş etraf ışımaya başlamıştı. Yavaş yavaş kurt izlerini takip ettim. Kurtların ayak izleri ağılın önünden Oğlak kayası köyüne doğru gidiyordu. Anladım ki kurtlardan kurtulmuşuz. Ayak izleri çok net bir izler bırakarak ağıldan uzaklara doğru uzanıp gidiyordu. Kurtların iyi den iyiye uzaklaştığına karar verdim. At’ı yeniden eyerledim. Heybemi yerleştirdim ağılın dışına çıktık. Zaten çok sürmeden köy de görünüyordu. Bacalardan dumanlar tütüyor, horoz sesleri çok net duyuluyordu. Bende ata atladığım gibi sağ salim köye geldik işte.

Hepimiz can kulağıyla dinlerken babaannem göz yaşlarına boğulmuş bir yanda olanları dinliyor bir yandan ağılıyordu. Annemin de kocasının başına gelmiş bu beklenmedik olaydan dolayı gözleri dolmuş ancak kayın babasının yanında ağlamak saygısızlık sayılır diye kafasını önüne eğmiş tülbendinin ucuyla gözlerine silmişti.

Dedem “oğlum yine böyle kötü bir kar kış vakti, Devecayir köyünden eve gelirken kar fırtınası size aman vermemiş bir türlü köyün yolunu bulamamıştın. Sürekli olarak dönüp dolaşık aynı yere gelir olmuştun. Yönümü şaşırdım diye atı bir başka yöne zorlamış ancak köyden daha da uzaklara Tekrapaya doğru gitmiştin. Kar fırtınası da azdıkça azmış iyiden iyiye önünü görmez hale gelmiştin de Kır atın gemini serbest bırakmıştın. Senden komut almadan yola koyulan Kır at köyün yoluna dönmüş ve sağ salim kazasız belasız yeniden bel pınar yoluna girmiş eve getirmişti seni. Ruhu şad olsun. Kendi öldü bu defa da sana bıraktığı yavrusu Doru at seni ölümlerden kurtarmış oldu. Hani bazen sana kızıyorum. Bizler yemiyor içmiyoruz senin bu atlara verdiğin çavdar arpa buğday yetmiyormuş gibi şeker ve üzüm gibi şeyler yedirmene! diye kızıyorum ama bu atlara helal olsun ne yedirirsen yedir. Ne kadar hizmet ederek iyi baksan azdır vallahi!” demişti. Babam bir yandan, babaannem biryandan sanki daha önceden sözleşmiş gibi aynı andan ikisi birden “he vallahi öyle” dediler. Hepimiz doru ata minnet duygularıyla hayran olmuş sağ salim geldikleri içinde çok mutlu olmuştuk.





AT VE İNSAN.





Güldedeliler için at çok saygın ve bir o kadar da kıymetli bir can yoldaşıdır. At ve insan vaz geçilmez ikilidir. Dedem yeri geldiğinden derdi ki “atı olan insan evinin önünde ata binmez. Atı olan bilir ki her kesin binebileceği bir atı yoktur. Atı ile bir yerlere yolculuk yapacaksa eğer! Kapısının önünde ata binmez ki komşusuna caka satmış olmasın. Beraber yolculuk yapacağı atını yedeğine alır köyün dışına kadar yan yana yürür ve köyün dışında atına biner atlı adam. Kapının önünde başlattığı yolculuğundan köyü dışına ata binecek yere kadar geçen zaman içerisinde köyden ayrılırken evde ne unuttu ya da ne bıraktığını, gideceği yerde kendisini nelerin beklediğini, bir kez daha düşünmüş olur. Ve hemen her söyleşide de “Ata binmek bir ayıp, atta inmek iki ayıp.” Derdi.

Atlı adam köyünden atı ile ayrılmış gideceği yere gitmiş, işi gücü ne ise onu yapmış yine aynı şekilde bulunduğu yerden de bulunduğu yerleşkenin yerleşim mıntıkasının dışına kadar atını yedeğine alır yan yana yürürler. Yerleşkenin dışına çıktıklarında uygun bir yerde ata biner köyüne gelir. Köye yaklaştığında bu defa atından iner. Atı terkisine takar ikisi yanyana yürüyerek kapısının önüne gelip dururlardı. Kafama takılmıştı Dedemin anlattığı babamın Kır atı! Uygun bir zaman da bunu anneme soracaktım.

Kış devam ediyordu. O günlerde Köse Alço’nun damadı Elbistanlı Çoban Hüseyin köyde Mahir amcalara kışlık çoban durmuştu. Köyümüzde varsa kitaplar okunur yoksa ezberleyenlerden birinin anlattığı Çenk hikayelerini Çoban Hüseyin layıkıyla anlatırdı. Hele bir de Dedem Salman Çavuş’ta köyde ise ikisi yan yana oturur biri öyküleri anlatırken bir diğeri de yeri geldiği an öykünün türkülü kısmını anlatırdı. Anlatan söyleyecek söze değiştirirlerken de sözünün bittiği yerde kafasını önüne eğer biraz susardı. Bu defa diğeri sözü alırken de “aldı” sözcüğüyle başlayıp öykü ya da türkünün başladığı yerden söze girerdi. Bazen öyle coşkulu öyküler anlatırlardı ki can kulağıyla dinleyenler den biri coşar ve “hey mübarek” diye nidalar atardı. Hele Hazreti Ali’nin Hayber Kalesi öyküsünde anlatılırken “Ahmet-i Zemçi” isimli bir kahraman vardı ki! Silah olarak sapan kullanırdı. Çenk başlamış kılıçlarla kafalar yarılmış, kollar kesilmiş birbirini kıran kırana çenk hikayeleri coşkulu bir dile anlatılırken, zorda kalan Hz. Ali taraftarlarının en zor anında her daim at sırtında çenk eden bir an savaş alanının bir ucundaki zorda kalan cenkçiye, biran da savaş alanının öbür ucundaki cenkçiye Hızır gibi yetişen Ahmet-i Zemçinin sapanıyla attığı taşlar ne yapar nasıl olursa olsun hedeflediği düşman havaya kalkmış kılıcıyla Hz. Ali taraftarını ortadan ikiye bölecek hamlesini yaptığı andan, Ahmet-i Zemçi ’nin sapanıyla attığı taş mutlaka onun anlının ortasına denk gelir elinden kılıcı asılı ve oracıktan ölmüş olarak attan aşağı ölüsü düşmüş olurdu. Cemaatten dinleyenlerden bazıları kendilerini öyle bir kaptırırlardı ki tamda böylesi anlarda daha ilgili sahne anlatılmadan içten yüksek bir sesle “Yetiş Ahmet-i Zemçi” ya da “Neredesin Ahmet-i Zemçi?” diye nidalar atar kendisini çenk edenlerin içindeymiş gibi hissettiği anlaşılırdı.

Böyle bir kış günü hayvanların akşam bakımları yapılmış yemleri verilmiş, bütün horantanın tamamı kurulu sofranın etrafından dizilmiş akşam yemeğimizi yemiştik. Çaylar servis edilmiş içilmişti. Bu gece Çako’nun evinden Salman Çavuş ile Çoban Hüseyin “Bengiboz ile Beybörek” öykülerini anlatacaklar dedi. Dedem, babaannem ve babam üçü birde Dedemin kuzeni, babaannemin kardeşi ve babamın dayısı olan Çako Mehmet Dayının evine gitmişlerdi.

Evde annem bizlerle çocuklarıyla baş başa kalmıştı. Sobaya biraz yakacak koydu. Size kavurga yapayım mı? Diye sordu. Kardeşler olarak dördümüzde hep beraber evet dedik. Evliğe gitti biraz buğday getirmişti. Sobanın üstünü küçük bir saç koydu. Beni de Kirvemiz olan Kurduklar’a pirinçten yapılmış elle çevrilerek kahve öğüten metal değirmeni istemeye gönderdi. Hemen bir koşu gidip el değirmenini almış eve getirirken Hüseyin kirvenin karısı Eşe kızları Hane ile Hatice ve kızların teyzeleri Sultanda benimle gelmişlerdi. Evimiz şenlenmişti. Annemin sobanın üstünde saçta kızarttığı buğdaylar artık kavurga olmuşlardı. Her birimize birer avuç sıcak kavurga verdiler. Çocuklar olarak hem oynuyor hem şakalaşıyor hemde annelerimizi seyrediyorduk. Annem yeni buğdaylar koyuyor sacın üstünü kavurgalar hazırlarken, Eşe kirve kavrulmuş buğdayları el değirmenine koyuyor öğütüyordu. Sultan ablada çukur ve genişçe bir tabak içerisine koyduğu biraz sıvı pekmezi öğütülerek un haline getirilmiş kavurgaları katıp mahur yoğurur gibi yoğuruyordu. Un haline getirilmiş kavurga ve pekmez karışı çok lezzetli bir hamur olan “PERĞUN” diye adlandırılan tatlı yiyecek meydana getirilmişti. Buğdaylar kavrulmuş önce kavurga olmuş, sonra öğütülerek un haline getirilmiş ve son aşamada pekmez ile yoğrulmuş Perğun yapılmıştı. Her birimizin elinde birer küçük kalaylı tabak “Perğun” umuzun verilmesini bekliyorduk. Servislerimiz de yapılmış yemeye başlamış keyifli bir uyku öncesi zaman geçiriyorduk. Aklıma geldi babamın kırat öyküsü. Anneme bu yaşamışlık öyküsünü anlatmasını istedim.

Sobaya yanacak yeni tezekler konmuş gürül gürül yanıyordu. Bizler sıcacık odamızda Perğun yemenin keyfini çıkarıyorduk. Annem anlatmaya başlamıştı. Hane halan gelin olalı bir seneden fazla zaman olmuştu. “Babaannen: oğlundan rica etmişti. Epeydir Hande’den yeni bir haber alamadık. Akşam hediyelik Bir şeyler hazırlayacağım heybene korum. Sende sabah kahvaltıdan sonra kır atına bin Devecayir köyüne kardeşinin yanına git bir gör. Gelin ettik bir daha ne gittik ne de gelen oldu. Kendisini yad ellerde yalnız bırakılmış hissetmiştir şimdi demişti.” Baban da tamam anne sabah kahvaltıdan sonra gider görürüm demişti. Neyse sabah olmuş hayvanların ihtiyaçları giderilmiş, ev horantası olarak bizlerde kahvaltımızı yapmıştık. Baban ahırda Kır atı çıkardı eyerini üstüne koydu kayışlarını bağladıktan sonra akşamdan hazırlanan yolculuk heybesi atın eyerine bağlandıktan sonra babam atı terkisine aldı uzun pınarın sırtına kadar yanyana yürüdüler. Baban uzun pınarın sırtını aştıktan sonra ata binmiş Devecayir köyüne gitmişti. Baban köye gitmiş kız kardeşini görmüş o gece Devecayir köyünde yatmıştı.

Sabah kalkmışlar kahvaltı falan yapılmış baban dönmek istemiş ama Hande’nin kayın babası Mehmet amca olmaz demiş, daha geleli bir gün oldu. Birkaç gün bizim köyle kardeşinle zaman geçir diye diretmiş ve babanı iki gün daha orada tutmuştu. Üç gün sonra hava hafif kar yağışlıyken baban durmamış köy şurası bir saatte rahat rahat giderim demiş yola çıkmış ama daha yolu yarılamadan bir fırtına bir başlamış arkasından yağan karları öylesini sağa solo savruluyorlarmış ki göz gözü görmüyormuş. Baban hem kendisini hem atı kar ve talazdan korumaz için yamçısını üstüne almış. Bir yandan da atın gemime sıkı sıkı sarılmış kapanan köyün yolunu kestirmeye çalışarak atı yönlendirmiş. Fakat yağan karların fazlalığı ve taze karların da savrularak hareket halinde olması babanı köy yolunda sapmasına neden olmuş. Zaman geçiyor kar dinmiyor. Baban at sırtında dolanıp duruyormuş. Bazen dönüp dolaşıp yine kendi izine denk geliyormuş. Tahminen Bel pınarın sırtında falan olmalıyım diye düşünmüş. Babam atın yolun sol tarafına doğru dönmesi için atın gemini öyle komut vermeye uğraşıyormuş ama at kendi sağ tarafına dönmek istiyormuş. Baban bu at benim komutlarıma uyardı ama bu defa benim komutlarıma uymak istemiyor. Acaba neye diye biraz düşünmüş. Sonra da zaten verdiğim komutlarda atı yolundan çıkarmışa benziyor. “Babam derdi ki at sırtında iken yolunu bulamaz da zorda kalırsan atın gemini serbest bırak at hissederek köyün yolunu bulur.” Sözünü hatırlamış ve kır atın gemini serbest bırakmış. Komut almayan at rahatlamış kendi sağına dönmüş ve öylece yönünü köyü döndürmüş olarak yol almışlar. Çok sürmeden kar savrulmaları azalmış. Hava biraz daha aydınlık hale gelmiş ve baban köyü yanan sobalarında çıkan dumanları görür olmuş. Meğer nerede ise köyü girmek üzerelermiş. Geldikleri sırt köyün arkasındaki tarlanın üst tarafı uzun pınar mevkiinin kuzeyiymiş. Baban o zaman kır atı boynunu okşamış attan inmiş gözlerinden öpmüş. Sen beni dinleseydin kendimizi Tekrapaya bulurmuşuz meğer. İyi ki ben sana güvendim de sen bizi bu karda bu kışta bu fırtınada sağ salim köye getirdin demiş.

Baban atları çok sever. Çako dayı ile de sürekli at yarışları yapardı. Bu nedenle de atlarına çok iyi bakardı. Atları asla yük bindirmezdi. Yazın bile konu komşunun atları sığırlarla beraber dağa otlamaya giderken baban atını kendisi bakar sığır çobanına emanet etmezdi. Çayırlar çıkmaya başlayınca baharın ilk günleri çayıra götürür örtlerdi. Sonra da atı eve getirir biçtiği taze otları musuruna koyar ağırda beslemeye başlardı. Her gün bir külek arpa ya da çavdar katar samanlara öyle yedirirdi. Atın günlük su ihtiyacını bile kovalarla ahıra taşır içerde içirirdi. Her gün bir sabah bir akşam olmak üzere atın kaşağısıyla günlük tımarlarını yapardı. Her yaz kuru uzum ve şeker bulundurur arada bir atına bunları yedirirdi. Sanki Köroğlu atına bakıyor misali, yaz boyunca gün yüzüne çıkarmazdı atını. Son bahara doğru atın tavlanıp tavlanmadığının kontrolün yaparken kuluçkada bir yumurta alır atın arka bacakların sırt kısmının ortasına yumurtayı koyardı. Yumurtayı bıraktığında yumurta atın sırtında koyduğu yerde düşmeden durursa bilirdi ki at tavına gelmiştir. İşte atın bu tavlanmış haliyle ahırdan çıkarır köyün ortasındaki çeşmeden su içirmeye götürürdü. Aylarca kapalı ve ışık yüzü görmeden beslenip bakımı yapılan atı zapt etmek bile çok zor olurdu.  Zaten bu aylarda konu komşunun ya çocukların sünnet ya da ekinler öncesi evlendirme düğünleri olurdu. Baban atını hep böyle anlar için böyle hazır halde tutardı ki at yarışlarından birinciliği kimseye kaptırmasın.

Zaman geçmiş Kır at yaşlanmıştı. Bir kış ayında hastalandı. Baban günlerce ahırda bakımını yaptı ama nafile. Baban gece birkaç defa ahıra gider ata bakır öyle yatağa dönerdi. O zamanlar evimizin bütün iç kapıları ile ahıra giriş kapısı da avluya açılırdı.  İçeriden önce avluya, sonra dış kapıdan dışarı çıkabilirlerdi hayvanlar. Bir gece at gece atın durumunu kontrol etmek için ahıra giden baban saatlerce atın yanına kalmıştı. Sonra evliğe gelip sıcak lapa yemeği hazırlamış ata yedirmeye çalışmış at yememiş, atın çok sevdiği kuru üzün ve şeker koymuş tabağa at bunları da yememişti. Nere de ise pek yatarken görmediğimiz at hep ayakta dururken. Şimdi bağlı bulunduğu musurunun dibine yatmış zor koşullarda solur gibi soluyordu. Deden geldi babana oğlu böyle olmaz. Sen yatağına git hayvana biraz huzur ver ki kendisini toparlaya bilsin dedi. Babasını kıramayan ama ne yapabileceğini de bilemeyen baban istemeyerek de olsa evlikte ki yatağına gelmiş uzanmış ama gözlerine uyku girmiyordu.

Meğer babanı attan uzaklaştıran Deden sessizce ahıra gitmiş, atı çıra ışığından incelemiş ve at biraz daha rahat etsin ölecekse de böyle yularla bağlı ölmesin diye Kır atın yularını çözmüş. Deden ahırdan ayrılırken de ahırın kapısını kapatmamış, ani bir ses olursa çabuk duysun istemiş. Babanda evlikte yatakta ama kapısı açıktı. Babanın da bir kulağı ahırda gelebilecek sesteydi. Sabaha karşı yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette yataktaydık. Kır at ayağa kalkmış ahırdan avluya geçmiş birkaç adımdan yanan çıranın ışığına mı, yoksa babanın kokusuna mı geldi bilmiyoruz. Kır at babanın yatağının ucuna kadar geldi. Babanla beraber şaşkın şaşkın bakarken Kır at yataktan yatan babanın üstüne eğilmiş ve gözlerinden yaşlar akıtmıştı. Baban yatakta kalktı, Kır atın yelesinden tuttu evlikten dışarı çıkara bildi ve Kır at avluda ahıra giremeden oracıktan upuzun yatarak yeni gözlerinden pirim-pirim yaşlar akıtarak son nefesini vermişti.

Kır atın ölümünden sonra baban kırk gün yasını tuttu. Hiçbir koşulda ahırın kapısından içeri girmiyordu. Deden baktı olacak gibi değil. Kır atın yavrusu Doru tay vardı ama daha binmeye iki senesi vardı. Babana yeni bir at satın aldı ama baban bu ata ısınamasa da yavaş yavaş ahıra gidip atların bakımıyla yeniden başlamıştı diye bize Kır at ve babamın yaşam öyküsünü anlatmıştı. Ama hem öyküyü anlatan hem de dinleyen bizler göz yaşlarımızı tutamamış vaziyette sessizce ağlamıştık.







KORKUSUZ KURTLAR:

Soğuk fırtına karlı günler devem ediyordu. Akşam olmak üzere içerde beslenen hayvanların yemlenme saati gelmişti. Çako Dayi ağılda koyunlarını yemliyordu. Ağılın kapısında koyunlara bekçilik yapan köpek kapının önünde beklemekteyken birdenbire hiç susmadan sürekli havlıyordu. Köpeğin kesintisiz havlama sesine köyün öbür ucundaki köpeklerden ses seda yoktu. Böyle havalarda köyün köpekleri genellikle ağılların içlerinde bir kenara büzülür yatarlardı. Kışın ve soğuk havanın etkisinde mi yoksa tembellikten mi, ya da köpek havlama sesini duymadıklarından bilenmez. Çako Dayının köpeği havlıyor ama bu havlamaya katılan başka köpek olmuyordu. Köpek hiç yana saldırmayı göze alamadan kıçını ağılın duvarına dayamış nefesi çıktığı kadar çukur yurt mevkiine yüzü dönük havlıyordu. Köpeğin sesi köylüyü uyarmış hemen her kes de bu karda kışta yolcu geldi zahir diye kapı önlerine çıkmıştı. Bazı insanlarda yazdan kurutup üst üste yığdıkları çayır otların bulunduğu haymadan ot ayırıyor ki içeri getirsin doğrasın ve hayvanlara yem olarak hazırlanmış samanlara katılarak akşam yeni olarak hayvanlara versin. Dam başından olan, kapı önlerinden bulunan köylünün tamamı birbirine seslenerek bu köpek niye havlıyor böyle. Yoksa bu karda kışta uzaklarda bir yolcu falan karartısı mı gördü? Diye soruyordu. Çok sürmedi Maşat Dağı yolunda Çukur yurt mevkiinden köye doğru gelen kurt sürüsü görünmüştü. Her kes birbirine haber vermişçesine bu labarbayı duyan ya kapısının önüne ya da dam başlarına çıkmışlardı. Hiç kimsenin aklına gelmemişçesine hep beraber temaşaya çıkmış kurtlara bakıyor. Kimi ula bu metreler boyu yağan karlar kurtları dağlarda aç bırakmış olmalı ki köyleri basacak kadar açıkmışlar. Bir diğeri de ona cevaben besbelli yoksa kurtlar gürültünün olduğu yere asla gelmezler. Bir başkası bu kurtlar kesin aç kalmışlar. Ne bulurlarsa ona saldıracaklar. Ayı boğan Hüseyin amca Dedeme bakarak İbrahim baksana önlerinde lider olan ne kadar da büyük bir kurt. Benim ömrüm çobanlık yaparak geçti, böyle iri yapılı kurt görmedim dedi. Kurtlar tek sıra halinde art arda dizilmiş asker mangası yürüyüşü misali en önde lider gibi görünen en iri kurt arkasından ip gibi dizilmiş tek sıra halinde gelen 4-5 tane kurtlar Çako dayının ağılının yakınına 5-10 metre uzağına gelmişlerdi. Kurtlar: ne köyün gürültüsüne ne havlayan köpeğin tepkisine hiç aldırmadan önlerinden koskocaman bir lider ile hep beraber biz buradayız.  Öyle bir aldırmazlık içinde hiç tereddüt etmeden kendi tempolarıyla karlara bata çıka yol alırken de sanki köye kafa tutuyorlardı. Her kes işi gücü bırakmış kurtları seyrediyor kendi aralarında da konuşuyorlardı. Hiç kimsenin aklında kurtlara ateşli silahlarla sıkmak filan akılları gelmemişti. Bir köpek desen zaten bir tek Çako dayının köpeği var ada tek başına kurtlara saldırmayı göze alamamış kendisi de ağıla sığınmış vaziyetteydi. Dedem ula bunlar köyün alt tarafına geçip herhangi birine saldırmasınlar baksanıza Musahibim Alo’nun damının alt tarafına kadar yaklaştılar dedi. Alo köyde yok evde Zeynep bacım ve çoluk çocukları var. Ayıboğan Hüseyin amca; Hüseyin Çako ’ya seslenerek Hüseyin set atına atla bunları atla takip et de bunlar köye girmeden köyün dışına çıkar dedi. Hüseyin amcam zaten yaya olarak hem bunlara yetişilmez hemde sürü halindeler yanlarına yaklaşılmaz. Baksanıza kurtlar bile karlara bata çık yavaş yavaş yürüye biliyorlar dedi. Bir ara Allo amca köye seslenerek, bu kurtlar ancak silahla vurulur. Yanlarına silahsız yaklaşılmaz. Ula komşular içinizde tüfeği olan biri yok mu? Ki, bu kurtlara sıkacak bir baba yiğit çıkmıyor dışarı dedi. Baba annem yazık yazık onlarında canı var. Sizler evlerinizde sırtınız pek karnınız tok güzel güzel yatıyorsunuz. Onlar bu karda kışta yavrularının karnını doyurmaya çalışıyorlar dedi. Sato amca sende haklısın Olte bacı. Ama onlarda ya bize ya da hayvanlarımıza zarar veriyorlar. Bu tür konuşmalar yapılırken hepimizin gözleri kurtları takip ediyordu. Bu arada Dedemin de ısrarıyla Hüseyin amca ahırda baktığı ve köyün en heybetli aygır atını çıkarmış gemini takmış atın sırtında ince bir çeke çul olduğu halde eline de samanlıkta aldığı ucu metal 3 -4 çatal dirgeni almış kurtlara doğru gitmişti. Fakat kurtlara yetişemiyordu. At karlara öylesine batıyordu ki seri bir şekilde karları yararak koşturması bir yana normal at yürüyüşünü bile yapamıyordu. Kurtlar bir ara şöyle bir durdu Hüseyin amcama baktı yine kendi temposunda çayırlara doğru gidiyorlardı. Hüseyin amcam çayırların içlerine kadar gittiğinde kurtlar Oğehambar tarlalarının içlerinde Bölücek dağı ya da Başören köyünü hedeflemiş gidiyorlardı. Böylelikle biraz da olsa köyden biraz uzaklaşmış olduklarına kanaat getirmişken Dedemler de seslenerek Hüseyin, Hüseyin daha fazla peşlerine takılma zaten at karda yol alamıyor. Kurtlar köye dönmezler artık geri dön. Daha fazla takip edersen dönüp sana da ata da zar verirler diye seslenerek eve dönmesini istiyorlardı. Zaten at karlara öyle batıyordu ki karlar atın yarı beline kadar gelebiliyordu. Bu yoğunlukta lapa lapa yağan karlar daha sıkılaşmamış üstünde kuş dursa batacak kadar yumuşaktı. Hüseyin amca eve dönmüş atını içeri almıştı. Kimi yaşlı ve çocuklar izleye bildiğimiz kadar kurtların giderek köyden uzaklaşmaları izlemiş iyiden iyiye de artık uzakları göremez bir akşam saati başlamış olarak evlerimize girmiştik.

O akşam hemen her evde her kesin anlatacağı kurtlarla ilgili birer öykü dinlenmişti. Dedem ve babam her akşam yemekten sonra çenk hikayeleri dinlemek üzere Çako dayılara gitmişlerdi. Annem bizleri etrafına toplamış ellerinden örgü cağları ile yün çoraplar örerken de her akşam olduğu gibi bize masallar öyküler anlatıyordu. Bir ara anneme anne bize Durağ Hasan’da gördüğün kurtları anlatsana dedim. Annem anlatayım sen bu kurt öyküsünü çok seviyorsun. Yılda biri iki defa anlattırırsın dedi. Annem sobanın yanında kalktı evliğe gitti bir kalaylı bakır tabağa biraz kuru üzüm biraz kuru dut birazda kak koymuş getirmişti. Sobanın yanında koyduğu minderine oturmuş masif ceviz ağacından yapılmış sofra taburesinin üzerine koymuştu. Pür dikkat kesilmiş annemin gelin olduğu yılın ekin biçme ayında Durağhasan mıntıkasında köye gelirken yolda gördüğü kurt ve yavruların öyküsünü bekliyorduk.

Annem: ekinleri biçmeye başlamıştık, baban Tatlardan günlük yevmiye ile çalışan ırgat getirmiş ağılın önündeki tarlada biçilme zamanı gelmiş buğdayları biçmeye gitmişlerdi. Irgatların sabah kahvaltısını baban beraberinde tarlaya götürmüştür. Evde ki işlerimizi yapmaya başlamış ağıl, ahir kapı önü bakımları yapılmış ortalık silinmiş süpürülmüştü. Akşamda mayaladığım sütler yoğurt olmuş yayık ile çalkalanmasını bekliyordu. Yoğurdu kazanını hazırladığım tahta yayığa koymuş kapak yerini de beyaz bir tülbentle örtmüştüm. Zaman ilerliyor koyunlar bir saate kalır kalmaz dağdan köye getirilir sağılmayı beklerdi. Öncelik ırgatların öğle yemeğini hazırlamam gerekiyordu. Akşamda hazırladığın etler ve haşlanmış patateslere doğranmış soğanları ve baharatları katmış geniş bir tavadan kavurmuş olarak bekletmiştim. Hemen evliğe gidip un çuvalından yeteri kadar un aldım un eleğinden eledikten sonra elenmiş unu kalaylı Leğene koydum bir miktar öğütülmüş ince tuz yeteri kadar ılık su katarak hazırladığım unu yorup sakız kıvamına gelene kadar bir güzel hamur yoğurdum. Hazırladığım hamuru iki parçaya ayırdım. Bir parçasını ekmek açma tahtasının üstüne koyup saçı tam kapatacak büyüklükte açarak kömbe hamuru haline gelene kadar oklava yardımı ile açıp yanı başımda hazır beklettiğim saclardan birini üstüne yerleştirdim. Daha kömbenin üst hamurunu açmaya başlamadan önce kapının önünde duvar dibine kurduğum saç ayağının altına yerleştirdiğim tezeklere biraz daha tezek koyarak yanmalarını çabuklaştırdım. Bir taraftan da kömbenin üstüne kapatacak saçın üstüne koyacağım ateşi harlamam gerekiyordu. Ateşlerin kontrolü yapılmış, gerekli ilaveler tamamlanmış olarak yeniden kömbenin üst hamurunu açmaya başladım. Ekmek açma tahtasının üstünde bu hamuru da açmış tahtadan bekletiyordun. Yanında hazır buldurduğum kömbe için harcını da tahta kaşık yardımıyla alt kalacak kömbe hamurunun üstüne bol bol yaydım. Oklava yardımı ile açtığım diğer hamur parçasını da bu haçların üstüne koydum. Onun da üstüne bir saç kapattım. Aralarına çiğ olarak yerleştirilen pişmeye hazır içi kömbe konmuş iki sacı birbirinden ayırmadan aldım. Duvar dibinden kor halde hazır beklettiğim saç ayağı üstüne yerleştirdim. İçeri gidip tandırda kor olarak hazır beklettiğim ateşi de bir başka sat üzerine ateş küreğiyle aldım ve kömbelerin yanına gelip bu korları da üstü açık duran ters kapatılmış sacın üstüne yayarak yerleştirdim. Yaklaşık bir saat sonra kömbelerin kontrolünü yaptığımda nar gibi kızarmışlardı. Kömbelerin altında ve üstünde olan korları saçlardan uzaklaştırdım. Ama pişmiş kömbeleri nerede ise yanarak kül olacak durumda olan ateşlerin yanı başında bekletiyordum. Çoban dağdan otlattığı koyunları köye getirmişti. Koyunları alelacele sağdım. Hayvanları ağıla koydum ve hazırladığım kömbeleri 7-8 santimetre aralarla kare şeklinde dilimlere ayırıp bohçalamıştım. Yanıma bir boduç dolusu taze içme suyu ve helke de ayran almış eşeğe yüklemiş olarak ağılın önüne ırgatlara öğle yemeği götürdüm.

Tam saatinde ırgatların yanına varmış, bohçalar açılmış, kömbeler yenmiş, ayranlar içilmişti. Baban ve ırgatlar tütün sarmış sigara içiyorlardı. Durağhasan kuyusuna varmadan kayalık kısımda bazıları bir bazıları daha uzun ikişer metre uzunluğunda yazsı taşlar vardır ya! İşte o taşların üstünde bembeyaz bir kurt uluyordu. Irgatlarla beraber hepimiz ona bakıyordum. Kurtlar kafasını yukarı gök yüzene kaldırmış öyle bir uluma sesi çıkarıyorlardı ki! bugüne kadar böyle bir uluma işitmemiştim. Yığının dibinde oturan bizler ayağa kalkmış onlara bakıyorduk. Üç beş Kurt bazen birkaç metre birbirinden uzaklaşıp uluyorlardı. Bazen de bir araya toplaşıp yine kafalarını yukarı kaldırıp uluyorlardı. Bunlar ne yapıyorlar böyle diye kendi kendimize soruyorduk. Ama ne yaptıklarını bilenimiz de yoktu. Çok sürmedi kayalıklar arasında biraz daha irice bir kurt yanlarına geldi. Uluyan kurtlar hemen etrafına toplandılar. Ulumaları devam ediyordu. Gelen kurt da kafasını kaldırmış o da uluduğundan hepsi birden başına üşüşür gibi yanına toplanmış sanki Allah tarafından gökyüzünden bir şey gönderilmiş te önlerine konmuş üst üste yığılmışlardı. Şaşkın bir vaziyette olup biteni izliyorduk. Kanaat olarak yüce Rabbim Kurtların aç olarak olduğuna dayanamadı gökten onlara yiyecek indirdi herhalde demiştik. Neye hepimiz şaşkındık ama o taştan ne yediler o yiyecek onlara nasıl geldi. Bir bilenimiz yoktu. Kurtlar da biraz oyalandıktan sonra sonradan gelen biraz irice olan Kurt’un peşi sıra arkasına takılmış Maşat Dağına doğru gitmişlerdi.

Bu arada ben götürdüğüm kap kacakları toplamış heybeye yerleştirmiş eşeğe yüklemiş olarak bekliyordum. Bir an önce köye dönmem gerekiyordu. Köye gidecek koyunları yeniden sürüye katacaktım ki çoban sürüyü yeniden otlatmak üzere dağa götürsün. Üstelik yayığa koyduğum yoğurt daha çalkalanmamış tereyağı ve ayran oluşmamıştı. Bir an evvel bunları yapacak yeniden ırgatlara akşam yemeği yapacaktım. Hadi size kolay gelsin dedim ve eşeği önüme katıp köye dönüyordum. Köye dönüş yolum zaten Durağhasan kuyusunun yanında geçiyordu. Kurtların toplaşım Allaha yakardığı yazsı tuz taşları da tarlamızdan biraz uzakta kuyuya yakın ve yolum üstündeydi. Kurtlar çoktan uzaklara gitmiş artık görünmez olmuşlardı. Biraz korkuyordum ama olup biteni de çok merak ediyordum. Karar verdim giderken mutlaka o taşlara bakacaktım. Eşeğin yuları elimde terkime almış yürüyerek bahsettiğim tuz taşların yanana geldim. Eğildim yassı taşları inceliyordum. Çok az lekeler halinde grimsi helva renginde yiyecek artıkları vardı taşların üstünde vardı. Dedim ki “Hey yüce Allah’ım sen ne merhametli birisin ki! aç kalmış kurt yavruları ağızlarına yukarı kaldırıp sana aç kaldıklarını bildirdiler de sen onların yakarmalarına dayanamadın da yavrulara Allah helvası gönderdin. Sana şükürler olsun güzel Allah’ıma diye dua ettim. Kim bilir bu yaşanmışlık öyküyü kaç kez anlattırmıştık anneme. Yine de sanki ilk defa dinler gibi can kulağıyla çıt çıkarmadan dinlemiş Allah’ın bu yüce davranışını kendimizce anlamaya çalışmıştık.

Fakat: yıllar sonraları televizyon yayınları yaygınlaşmış televizyon kanaları belgeseller yayınlama başlamıştı. Günlerden bir gün bir televizyon kanalında yayınlanan kurtlara ait belgesel izlemiştim. Yayında gösterilen karnı açıkmış kurt yavruları birtakım sesler çıkarıyordu. Anne kurt yavruları beslemek için yavrularını inlerinde bırakıp yuvadan uzaklara avlanmaya gitti. Yuvadan uzaklarda yakaladığı avını yedi çarçabuk yuvaya yavrularının yanına gelmişti. Anne kurt yavrularının yanına geldiğinden yuvanın uygun bir yerine kusarak avlanarak sağladığı yiyeceği yavruların önüne çıkarmıştı. Yavrular da kendilerine sunulanları yediklerini izlemiştim. Bir yandan televizyon izliyorken, aklıma gelen annemin “Allah’ın kurtlar için gökte yer yüzüne indirdiği Allah’ın helvası” öyküsü gelmişti.

O gece dedem ile babam çenk hikayelerini dinlemekten eve dönmüş her zamanki yatsı vakti çaylı, çollarunlu dürümlerimizi yemiş olarak yataklarımıza uyumaya çekilmiştik.

Zaman akıp gidiyor kış ayları kışın gereğini yapıyordu. Bir gün öyle çok yağmış karlar öyle çok sağa sola dulda bulduğu her yere savurmuştu ki karları, sabah kalktığımızda dış kapıyı açan annem kapıyı tamamen kapatan karlarla karşılaşmıştır. Neyse baban hemen içeriden bir kürek aldı. Kürek kullanarak önce karları avluya parça paraca çekmiş içinde gece bileceğimiz 3-4 metre uzunluğunda kardan bir tünel yapmış içeriden dışarı çıkışımızı sağlayabilmişti. Hemen her köy evi aynı durumda kalmıştı. İnsan önce kardan tünel yaparak bazen de tandırın geniş bacasından dama çıkıp kapı önlerini kürüyerek eve giriş çıkışları sağlıyorlardı.

Bir ara Çako dayı ile Alo Amca’nın damlarının alt tarafından bazı izleri kontrol ettikleri ve konuşmaları köylünün dikkati çekmişti. Soranlara da Çako Dayı “Yahu gece bir ara kurt havlaması duyduk ama çok kar yağıyordu ağıla kadar gidip kontrol etmedik. Her halde bir karartı falan ya da tilki görmüştür diye ciddiye almadığımız için evden dışarı bile çıkmadık. Ama sabah karları kürüyerek ağıla gittiğimizde de köpeğimizi göremedik. Seslendik ama gelmedi. Belki duvar dibinde uyumuş üstüne karlar yağmıştır diye ağılan alt tarafına baktım ki boğuşma izleri var. İzleri takip ettim bayağı kalabalık Kurt ya da köpek izleri vardı. Köyden bizim köpekten başka köpek olmadığı için de anladım ki. Geçenlerde köyü basan Kurtlar yine gelmişler ve bu defa köpeği yalnız bulduklarında alıp götürmüşler. İzlerden bunu anladık.” Demişti.

Neyse havanların sabah bakımı ve yemleri verilmişti. Sıra üstü karla kaplı damların kürümesi ve köyün ortasında bulunan kuyu ve çeşmeye giden evlerin yollarını açmaya gelmişti. Bu işlerde yapılıp sabah kahvaltısı da yapılmıştı. Aydınlık bir kış günüydü. Karlar yağmıyor akşamdan yağan karlarda soğuktan sertleşmiş nerede ise karlara batmadan kar üstünde yürüyorduk. Çako dayının çobanı ve köyün gençleri kurtların izini sürerek kayıp köpeği aramaya gitmişlerdi. Öğleye doğru köye döndüklerinden öğrendik ki Kurtlar köpeği Bölücek dağının eteğindeki Kaygana koyağına kadar götürmüşler.

Çoban köpekleri için demircilerin özel olarak imal ettikleri ismine de “tok” dediğimiz her bir parçası tek kek dövülerek hazırlanan uçları özel kilit sistemi ile birbirine geçirilerek kilitlenin bu alet. Köpekleri boyunlarına takılır ki köpekler birbiriyle kavga ettiklerinde ya da kurtlarla boğuştuklarından karşı hayvan köpeğe boynunda yakalayamasın ki ısırarak köpeği boğmasın. Çünkü hem kurtlar hem köpekler birbirine saldırdığında ilk iş boyun bölgesine saldırmak. Tuttuğu boynu sıkarak da onu nefessiz bırakarak öldürmek ister.

Çako dayının çobanı ve gençler kaygana koyağına vardıklarında köpeğin boynuna takılı “Tok’u” bulmuşlar. Tok’tan başka hiçbir şeyler yokmuş. Anlamışlar ki aç kurtlar sürü halinden köye gelmiş tek başına ve korumasız köpeği almış buraya kadar getirmiş buradan parlamış demirden başka hiçbir şey bırakmadan yemişler.



DAYİ YEĞEN AT YARIŞTIRIYOR.

Köyümüzde “Bozkır hayat şartları” nın getirdiği sürekli mücadele etmenin sonucu bir toplumsal dinamizm mevcuttu. Aylarca kapalı ahırlarda tutularak beslenen tüm hayvanlar gibi atlarında harekete ya da günümüz deyimiyle sportif hareketlere ihtiyacı oluyordu. Atı olan insanların bu zamanlarda at binmesi, toplu olarak yapıldığında da at yarışı ve cirit atma gibi sporlar herkesin işi olurdu.

Atı olmayanlar özellikle gençler de kışın karlar üzerinde sportif oyunlar sergilerdi. Bazı erkekler iddiasına güreş tutarken, çoğunlukla da ergenlik çağına gelmiş erkek çocuklar güreştirilirdi. Kış aylarında orta yaş gurubu erkekler ile köyün gençlerinin oynadığı Aragitti ve Çiz diye iki sportif oyun vardı. Köye daha futbol topu ve oyunu girmemişti ama Çomak dediğimiz bir yumurtadan biraz daha küçük yuvarlak bir taş ya da hayvan tımar ederken elde ettiğimiz kılları avucumuza alır azıcık su serperek yuvarlar kıl toplar yapardık. Bu topların avuç içini tam dolduracak kadar büyükleriyle yakar top onar, daha küçük toplarla da Çomak oyunu oynardık. Bu oyuna bazen “Kortuk” bazen de “Çörtük” derdik. Yine ahşap sopalarla onladığımız “Anaserik” oyunumuz da çok keyif verirdi bize. Daha çok bayramlarda oynadığımız “Hellik” oyunu çok coşkulu bir oyundu. Beş altı yaşlarında çocukların da oynağı “Gılla”, “Düğme” ve “Dolama” diye hitap ettiğimiz oyunlar boş kaldığımız tüm zamanlarımızı alırdı. Kışın kar ve fırtınaların izin vermediği zamanlarda, kitaplar temin edilmemiş okunacak yeni kitaplar yoksa: ya Dede Korkut öyküleri ya da çenk hikayeleri anlatırdı. Bazen de köy seyirlik oyunları hazırlanır cümbür cemaat eğlenceye dalmış olurduk. Bu sportif oyunlar önümüze çıkacak hayata karşı mücadele azmimizi keskinleştirirdi. Anlatılanlara göre bu oyunlar çok eskilere dayanıyormuş.

Daha sonraki yıllarda kültürel tarihi araştırmalarım sonucu bozkır hayatı sürdüren Ön Asya bozkırlarında yaşam sürdüren Hunlarda erkekler arasında bu tür oyunlar oynandığı gibi ayrıca kadınlarında iştirak ettikleri çeşitli top oyunları oynamakta olduğunu okumuştum. Bu tür oyunların daha sonraları Çin’e geçmiş olduğunu anlatan kitaplar okurken öğrenmiş olmuştum. Hun orduları diğer yerleşik imparatorlukların ordularından farklı idi. Hun orduları daimî olup bu iş için düzenli ücret almıyorlar, temelde süvarilerden kuruluyor ve onlu teşkilat sistemine dayalı çabuk atik ve ana malzeme olarak, savaş ve avcılıkta kullandığı ok, yay, kargı, çift kavisli yayları, ıslıklı oklar, çengelli temrenler gibi özellikler ön plana çıkıyordu. Aslında eski çağlarda ok yay gibi aletler kullanmak bütün topluluklarda görülmesine rağmen, Hunlar bu alet edevatları çok etkili bir savaş aracı olarak hale getirmişlerdi. Başlarına miğfer giyen, kendileri ve savaş atları için zırh kullanan Hunlar, at sayesinde süratli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaş tercih ediyorlardı. Çeşitli yayları vardı. Tercih ettikleri yayların gerilmesi en güç fakat vuruculuğu en fazla olanı, tersine gerilmek suretiyle kullanılan çift kavisli yaylardı. Hunlar dolu dizgin dört nala at koştururken at üzerinde dört tarafa ok atmakta çok usta idiler. Düz, yivli veya çengelli temrenler kullanan ve iyi kement atmasını bilen Hunlar, yakın muharebede kargı, mızrak, süngü, kalkan ve kılıç kullanıyorlardı. Ölen Hunlunun mezarının yanı başına atı da tüm alet edevat ve takımlarıyla birlikte gömülüyordu ki öt dünyada rahat bir yaşam sürdürebilsin.

Fakat bozkırda en önemli oyun hemen her yıl Nisan mayıs aylarında ilk gök gürlemesiyle başlayan sazlı türkülü eğlenceli olarak bahar bayramlarında düzenledikleri at yarışları sayıldığını okumuştum. Bozkır yaşamı içinde süren ve bunun dışında devam eden oyunlardan biride “Avcılık” oyunları vardı. Avlanma bazen kendi yaptıkları alet edevatlar kullanılır, bazen de “Doğan ya da Şahin” dediğimiz yırtıcı kuşlar eğitilerek av silahı olarak kullanıldığını okuyarak öğrenmiştim. Özellikle binlerce vahşi ve zararlı hayvanın telef edilmesi ile sonuçlanan sürek avları yapılıyormuş. Bu tür sürek avları gerçek bir savaş manevrası mahiyeti taşıyordu. Çin kaynaklarına göre Milattan Önce 62 yılında Hun İmparatorluğu’nun idaresinde düzenlenen böyle bir sürek avına yüz bin süvari katılmıştı. Diğer bir sürek avında yedi yüz bin kişilik süvari ile üç yüz elli kilometrelik bir alan kuşatılmış olarak sürek avı yaptıklarını okumuştum. Kar sporları içinde kayakçılık ise Sibirya’da yaşayan Türkler arasında yaygın bir spor dalı olduğunu öğrenmiştim.

İlk bahar aylarında Nisan-Mayıs ayları başlamış dağları taşları kapatan karlar erimeye başlamıştı. Yer yer bazı yerleri kapatan karlar tamamen eridiği günlerden artık çobanlar koyunları yarım günde olsa dağlara otlatmaya götürüyorlardı. Akşamdan sözleşmiş olan Çako dayı ile Babam atlarını kapının önüne çıkarmışlardı. Her yıl yaptıkları gibi bugünde gelenek haline getirdikleri at yarışına başlamak için ön hazırlıklar tamamlanmıştı. Her ikisi de köyün en alt tarafında bulunan Topukların İbo’nun damın alt tarafına kadar terkilerinde atlar ile gelmişlerdi. Köy ahalisi de kimi dam başlarına Sivik başlarına kadar yaklaşmış, kimi kapı önlerine çıkmış, kimi de Topukların damının güney duvarına dizilmiş yarışın başlamasını bekliyorduk. Yarış köyden Başören köyü’ne doğru yapılacak Başören Köyüne gidilip yenden köye gelinecekti. Bu yolu kim önce bitirse yarışı o kazanmış olacaktı ve kazanan diğerinden bir elik kuzu mükâfat olarak alacaktı. Dedem her iki süvariye de birazcık kızarak, biraz da sitem ederek, “bu hayvanlar aylardır içeride bağlı duruyorlar. Nere de ise gün yüzü görmemişler. Hayvanların tavı bile alınmamış, hamlar. Üstelik daha birçok yerde diz boyu karlar var. Birçok yerde ıslak topraklar donmuş, karların altlara buz tutmuş olduğunu bilmiyor musunuz? Sırf akşam iddialaştınız diye atları hazırladınız yarışacaksınız. Yerler bu vaziyette atlar ham, siz desen Dayi Yeğen birbirinizden hırslı inatçılarsınız. Bu yarışta ya kendinizi ya da atları sakatlayacaksınız. Gelin bu iddianızı daha güzel havalarda karlar tamamen eridikten sonra yerlerde buzlar tamamen çözüldükten sonraya bırakın” dedi.

Ama süvariler bir şey olmaz bu yerleri biliyoruz. Hem atlarımıza da güveniyoruz. Yıllardır at biner at yarışları, ciritler yaparız. Duvar dibinde duranlar saate bakmış Köyden Başören’e gidiş geliş 10 kilometreden biraz fazla. Bakalım kaç dakikadan gidip gelecekler. Ve kim yarışı önden bitirir de iddiayı kazanacak! Diye konuşulurken her ikisi birden Dedeme hitaben; dikkatli davranırız dediler ve aynı anda atları topuklayıp gemleri gevşetmişlerdi. Zaten ta baştan beri yapılan hazırlıklarda atlar kendilerini yarışa hazırlamışçasına öne fırlayarak yarışı başlattılar. Köprü mevkiini aşmış dereye girmişlerdi. Bir ara gözden kayboldular. Çok sürmedi her ikisi de at başı yan yana dört nala atları Oğehambar ile Bölücek dağı arasında ki kağnı ve yaya yolcuların kullandığı yoldan Başören’e doğru ilerliyorlardı. Bazı anlar biri bir at boyu ileride görünüyor ama çok sürmeden öbürü yetişiyor o öne geçiyordu. Güldede köyünden Başören köyüne giden yolun yarısından fazlasını geçmişlerdi. Fakat hem aldıkları yol 3 kilometreyi geçmiş hem de atların renkleri birbiri yakın olduğundan artık önde ya da arkada hangi at var kestiremiyorduk. Neyse son sırtı da aştılar. Artık göremiyorduk onları. Zaten çok sürmez Başören’e de varmışlardır diye konuşuluyordu. Birkaç dakika sonra nerede ise at başı yanyana her iki at ve süvariler yeniden görünmüştü.

At binicilikte ve bakımından bırak köyü, cıvar köy ve kasabalarda bile Çako dayının üstüne süvari ve onun atından daha iyi koşan yarış atı yoktur kanaati hakimdi. Babamın da ati cins ve gençti. Babamda Dayısı kadar iyi ata binerdi. Fakat dayısından daha iyi olduğunu kanıtlamak istiyordu ki! Bu kötü koşullarda Dayısıyla iddiaya girmiş yarışıyordu. Zaten bazı düğünlerde at yarıştırırken biri iki defa birincilikte almıştı babam. Kafaya koymuş olmalı ki sadece ikisinin koşturduğu bir at yarışından dayısının ününü egale etsin istiyordu.

Atlar giderek köye yaklaşmış yan yana koşarlarken artık hangi at kime ait seçilebiliyordu. Köprünün hafif yokuşu yan yana çıkılmış kimin birinci olarak köye gireceği henüz tam olarak belli değil. Nefesler tutulmuş pür dikkat izliyorduk ki! Babamın atı tökezledi ve babam attan aşağı düştü. Çako dayı böyle kazalara alışık olduğundan şöyle yan gözle bir baktı ve atıyla köyü girmiş oldu. Atı duvar dibinde duran birine teslim ettiği gibi babamın yanı koşturdu. Dedem ve bizler de babamın yanına gitmiştik. Babam yerden kalkmış atı zaten babamı terk etmemişti. Babam attan düşer düşmez Doru at zınk diye durmuştu. Yanına vardığımızdan babam sol kolunu tutuyordu. Koluna bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. Başka bir yerim acımıyor bir şeyin yok diyordu. Babamın düştüğü incelendiğinden atın ayağı buzlar üzerinde tutunamamış ve kaymıştı. At kayarken tutunmak istemiş ancak atın toynakları buzlaşan kaygan toprağa tutunamadığı içinde yalpalamış ve bu yalpalama anında babam atı zorlamıştı. Çünkü yarış bitmek üzere daha kimin yarışı kazanacağı belli değil. Bu telaş içinde atı dizginlemede koşmasını istemiş ve topuklamıştı atı babam. At’da yeniden koşmak isterken bu defa babam atın üstünde tutunamamış ve attan aşağı düşmüştü.

Duvar diplerinden evlere gelinmiş ve atlar ahırlara alınmış bakımları yapılmıştı. Çako Dayı yarışı kazanmıştı. Babamın emlik kuzusu onun olacaktı. Çako Dayı aynı zamanda köyün en iyi sınıkçısıydı. Köyden ister insan ister hayvan kimin bir yeri kırılsa kırılan yeri sarmak Çako Dayı’nın işiydi. Babamın kolunun kontrolünü yapan Çako Dayi: Oğlum geçmiş olsun senin kolunun bilek ile dirsek arasında çatlama olmuş tam bir kırılma değil. Ama yine de burayı çok iyi sarmak gerek. Kolun iyileşene kadar kolun sargılı kalacak sen de ancak tek kol ile yer içersin dedi. Babaannem bir taraftan göz yaşları akıtırken sargı için kullanılacak bez teminine başlamıştı. Evden misafirler için hazırlanmış yatak yastıklarından birinin temiz dış yüzünü almış iki de baş örtüsüyle yanlarına alarak geldi. Annem de sandığından iki adet kullanılmamış tülbent getirmişti. Bunların yanına bir tabak içerisine yumurtaların akları alınmıştı. Dedem: her daim keskin olarak kemerinde meşin kılıf içinde taşıdığı meşhur iki ağızlı Sivas bıçağıyla eni 4-5 santimetre boyu 10-15 santimetre, kalınlığı yaklaşık 1 santimetre olacak iki adet yassı tahta yontuyordu. Tahtalar hem istenin ebat ve incelikte hazırlanmış hemde ip ile birbirine bağlanabilmesi için her iki tahtanın uçlarında delikler açılmış olarak kullanılacak hale getirilmişti. Babam bir taburenin üzerine oturtulmuş kırık kolu sıvanmış vaziyette eli Dedemin elinde duruyordu. Çako Dayi önce beyaz ve temiz eni 5-10 santimetre boyu yaklaşık bir metre kadar olan parçalara ayırmış ve her bir parçayı sargı bezi haline getirmiş olduğu bezleri aldı babamın koluna bir iki kat olarak bir ortopedi doktoru titizliğiyle sardı. Sonra da yumurta akına batırılmış her tarafı bu sıvı ile sıvanmış ikinci bezleri tek tek alarak yeniden babamın kırık olan kolunun üzerinde ki sargı bezlerinin üzerine bunları üç dört kat olarak tek tek sardı. Bu işlemlerden sonra da yine temiz ve bezler ile yeniden bunları sardı. Böylece alçı görevi görecek olan yumurta akılı bezler iki temiz bez arasında kalmıştı. Bu bezler üzerine de hazırlanmış iki adet sargı tahtasını uzunlamasına kırık yerin üzerine altlı üstlü olacak şekilde yerleştirdi. Tahtaların uçları bağlanmış ipler ile çaprazlamasına sarılarak yerinden oynamayacak bir şekle getirilerek güzelce sardı. Bir başka baş örtüsü şalı babamın öbür omuzundan geçirilerek uçları birbirine bağlanmış ve sarılı kol bu baş örtünün içine oturtulmuş olarak sarılı kol askıya alınmıştı. Bu işlemlerden sonra beklemekten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. Hazırlanan yemekler yenmiş demlenen çaylar içiliyordu. Her iki süvaride Dedemin neler söyleyeceğini beklerken, Dedem durumu anlamış ve “Bir musibet bin nasihatten evlaymış” dedi.

Günler bahar ayları tadında geçip giderken yaklaşık üç hafta olmuştu babam attan düşüp kolunu kıralı. Çako Dayi evimize gelmiş hâl hatır sorulmuştu. Babam artık sargılı da olsa kolunu yavaş yavaş kullanmaya başladığı söyledi. Çako Dayi da bende artık iyileşmiştir diye geldim ki sargılarını çözeyim dedi. Babam Dayısının önüne oturmuştu. Çako Dayi: Dedeme seslenerek İrbom hele şu bıçağını ver dedi. Dedem o meşhur Sivas bıçağını kınından çıkarıp kuzenine uzattı. Bıçağı alan Çako Dayi yine bir Ortopedi doktoru titizliğiyle sargıların iplerini kesti. Kalıp olarak hazırladığı tahtaları sargıdan ayırdı. Annem den biraz ılıtılmış su istedi. Annem sobanın üzerinde hazır tuttuğu ılık suyu ve el leğenini yanlarına getirmiş ibriğe koyduğu ılık suyu ve bir adet kuru el havlusu omzunda bir elinde de el sabunu tutarak beklemekteydi. Çako Dayi önce bir temiz bezi ıslatıp yumurta aklı sürülerek alçı kalıbı haline gelmiş yumurta aklı bezleri ıslattı. Bezler iyiden iyi ıslanmış olarak fazla bir sorun çıkarmadan bir birilerinden ayrılmışlardı. Sargıların tamamı sökülmüş babamın çıplak kolunun derisi havasızlıkta birazcık pörsümüştü. Annen ibrikle yavaş yavaş ılık su döküyor Çako Dayi da sabunla köpürttüğü temiz bir el havlusu ile babamın kolu ovuyordu. Bu işlemler de tamamlanmıştı. Babamın kolu hiç kırılmamış kadar sağlam ve kusursuz bir şekilde tutmuş tamamen sağlı bir şekilde iyileşmişti.

ÇELLİK OYUNU:

Güldede köylüleri genellikle kış günlerinin boş saatleri sayılan öğle ya da akşama doğru ya köyün ortasındaki Ğallo amcanın damının önünde toplanırdı. Bir araya toplanan köyün erkekleri arasında oyun oynak isteyenler eşit sayıda iki guruba ayrılırlardı. Oyuna katılmayacak köy ahalisinden oluşan kadınlı erkekli çoluk çocuk cümbür cemaat tüm insanlarda ya kendi kapı önlerinden ya da Çellik oynayacak insanların yanına gelir sırtını Ğallo amcanın damına dayar onları seyrederdik. Çellik oyunu için hazırlanan; her biri birer kara tuğla büyüklüğünde olan İki taş getirilirdi. Önceden hazırlanmış yaklaşık on beş santimetre uzunluğunda iki parmak kalınlığında yuvarlatılmış birkaç ağaç parçasından hazırlanmış Çellik bu taşların yanına konurdu. Köyde kimde varsa en iyi el değneği tespit edilerek, değnek sahibinden ödünç alınırdı. Köyün en iyi çoban değneğine sahip Topukların İbo olurdu. İbo amca aynı zamanda en iyi Çellik oyunu oynayan, Çellik’e vurduğu zaman en uzaklara kadar gönderen adam olarak bilinirdi.

Çellik oyunu için iki gruba ayrılmış oyuncuların ekip başlarından birer kişi oyunun başlama seyrini tespit için öne çıkardı. İçlerinden biri yerde bir küçük taş parçası alınır, sırtı oyuncuların görmediği tarafa dönük iki eline arkasına götürür yerde aldığı küçük taşı bir elin içine gizleyerek ellerini sıkılmış yumruk olarak önüne getirir birbirine paralel vaziyette rakibine uzatırdı. Rakibi bu yumruklardan birine dokunurdu. Dokunulan yumruklar avuç içi havaya gelecek şekilde çevrilerek herkesin görebileceğin şekilde açılırdı.  Eğer dokunduğu yumrukta aradığı taş çıkarsa doğru bilmiş olarak o ekip kalede dururdu. Diğer ekip de kaleden 50 ile 100 metre mesafede köyün çeşmesinin alt tarafı da dahil farklı aralıklarla iki üç kişi önde belirli mesafe aralık bırakılarak dizilir. İki ya da üç kişi de onların arkalarına belli bir boşluk bırakarak dizilir en arkaya da bir ya da iki kişi yerleştirilmiş olarak kiminin ellerinden birer kürek, kimi de şapkalarını çıkarmış şapkanın başa gelen çukur kısmı havaya gelecek şekilde beklerlerdi. Her iki takım hazır olduğundan kalede kalan ekip hazırladığı Çellik ’in uçları yere birbirine paralel konan taşların üstüne gelecek şekilde yerleştirilirdi. Verilen komut üzerine ekip başları oyunu başlatırlardı. Kalede durun oyunculardan sırası gelen her oyuncuya hazırlanmış değnek verilir ve kalenin başına o geçerdi. Tamam mı? Diye öbür ekibe seslenir ve elindeki değnek iki taş arasına koyarak ortalama bir güçle alttan dokunularak taşların üzerindeki Çellik bir an yaklaşık yarım metre ile bir metre arası havaya kaldırılmış duruma geldiğinden aynı oyuncu olabildiğince seri bir hareketle Çellik’e ikinci ve en güçlü darbeyi ile vururdu. Havada iken ikinci defa aldığı bu darbe ile Çellik toplamakla görevli ekibin üstüne doğru çok suretle yol alırdı. Kendilerine doğru gelen Çellik daha yere düşmeden havada iken ekipten biri yakalayabilirse bu defa Çellik yakalayan oyuncular kaleye geçer diğer ekip Çellik toplama görevini üstlenmiş olurlardı. Yok daha havada iken yakalanmadan ya da daha havayken Çellik bekleyen ekipten hiç kimse Çellik’e dokunamadan, yere düşerse yerden alınır kaleye öbür ekibe iade edilirdi. Ya da Çellik daha havada üstlerine doğru son surat gelmekte iken elindeki sopa ya da kürekle Çellik’e dokunularak durdurulmuş olurdu. Bu durumda da elinde değnek ile kalede bekleyen oyuncu elindeki değneği yerde duran iki taşın arasına uçları taşların batı ve doğu kenarına eşit mesafede ya da tercihi nasılsa öyle yerleştirme hakkına sahip olarak oyunda kendisine verilmiş bu yetkisini özgürce kullanarak yerleştirirlerdi. Çoğu kez değnek yamuk bir şekilde iki taş arasına yerleştirilirdi. Bu işlemde sonra kaledeki oyuncular beklerken sıra öbür ekibe gelirdi. Çellik düştüğü yerden alınmış kaledeki değnek yerli yerine yerleştirilmiş durumda nefesler kesilmiş köy ahalisi pür dikkat kesilmiş elinde Çellik olan oyuncunun Çelik’i yerden aldığı noktadan durarak taş atacakmış gibi pozisyon alır ve elindeki Çellik’i kaleyi değecek şekilde şakullayarak, derin bir nefes alır ve kaleye fırlatırdı elindeki Çellik’i. Fırlatılan Çellik kale ya da içine yatırılmış deynek’e dokunursa çelik toplayan ekip kazınmış olarak kaleye geçerdi. Bu defe kaledeki ekip Çeşmenin alt tarafından dizilir onlar çelik toplama işini devam ederlerdi.

Çellik ve Çellik’e vurulacak Çomak da dediğimiz değnek çok sert pelit ağacından yapıldığı için sağlam olurdu. Değnek yardımı ile havalandırılıp sonrada çok güçlü olarak aldığı ikinci darbelere de dayanıklı olarak havada yol alan Çellik’i çıplak elle yakalamak nerede ise imkânsız olurdu. Çünkü o hızla ele çaptığından ya dokunanın elleri çok acır ya da parmakları kırma ihtimali bile olurdu. Oyunu kazasız belasız oynayarak kazanmak için de Çellik daha havadan yere düşmeden yakalamak gerekirdi. Bu nedenle Çellik toplayan ekip ya ellerine şapkalarını alır üstlerine gelen Çellik’leri şapkalarının içine gelecek şekilde kendilerini ayarlar, ya da havadan yeterince yol almış artık havadan yere inmek için düşmek üzere olan anlarda üslerine gelen Çelliği çıplak elleriyle yakalayan usta oyuncular bile olabilirdi. Bu işte öyle usta oyuncular vardı ki! Elinde tuttuğu küreklerin çukur kısmını yere inmekte olan Çellik ‘in altına tutar, Çellik yere düşmeden öyle yakalardı.

Kaleye geçip Çellik atmaya geçmenin bir başka yolu da yakalanmadan sopa ya da herhangi bir aletle havadan Çellik’e dokunup durduran ekip üyelerinden en iyi nişan alan Çelliği istediği hedefe ve en uzaklara kadar atabilen hangi oyuncu varsa Çellik ona verilirdi. Kalede bekleyenler değneği iki taşın arasına koymuş kalenin yakınlarını boşaltmış olarak bekleşirlerdi. Elinde Çellik olan kendisini ayarlar derin bir nefes alır göz ve elleriyle kaleyi gez göz arpacık misali nişanlamış vaziyette elinde tuttuğu Çellik’i kaleye atar. Kale attığı Çellik kale ya da Çeklik değneğini değerse oyunu onlar kazanmış olarak kaleye geçme hakkı elde ederdi. Bu işlemler böyle devam eder ta ki oyun kurulurken anlaştıkları sayı kazanma sayısını bu oyuncu ekipten hangisi ulaşırsa oyunun galibi olurlardı. Hemde o günün Çellik oyunu bitmiş olurdu.

ÇELLİK ÇOMAK

Bir başka Çellik oyunu daha vardı. Ona da “Çellik Çomak” oyunu derdik. Bu oyunda da yine aynı özellikte bir Çellik bir de aynı özellikte bir değnek olurdu. Yine oyunu oynayacaklar iki guruba ayrılırlardı. Bu oyunda da oyunu başlatma yöntemi aynıydı. Ama oynanırken öbür oyunda kullandığımız iki taş üste konmazdı. Taşlar kale olarak yere “takkala” olarak konurdu. Yine hangi ekip kaleden durup Çomak ile Çellik’e vuracak, hangi ekip uzaklara atılan Çellik’i yakalamak işini üstlenmiş olacaktır. Bunlar da daha önce ki oyunda kullanılan kura çekme yöntemiyle belirlenir. Ekipler arasındaki bu görev bölüşümü yapıldıktan sonra, Kalede kalacak ekip kalede beklerken diğer ekip Çellik toplamaya elli yüz metre mesafelerde olmak üzere oyun oynanacak boş araziye ikişer yarda üçerli yan yana ve onların da arkasında iki ya da üçerli olmak üzere üç beş metre boşluklar halinde yan yana ve arka arkaya sıralanırlardı. Artık hazırlıklar tamamlanmış oyun başlatılmak üzeredir. Bir eline aldığı değneğin bir ucundan beş on santim dışarıda kalmak üzere avucunun içine sıkıştırmış vaziyette sımsıkı tutar ve değneğin yaklaşık bir metre kadar uzunca kısma da kol seviyesinden yere doğru uzatılmış şekilde yere kırk kırk beş derecelik bir açı oluşturacak şekilde tutar. Diğer eliyle de tuttuğu Çelliği elinde tuttuğu değneğin elle tuttuğu on on beş santim uzunluğunda bıraktığı kısmının üstüne korkan Çelliği sıkı tuttuğu eline yaslamış olurdu. Yine hazır mı sınız! komutu verildikten sonra elinde tuttuğu değneğin üstünde tuttuğu Çellik hafif ve ani bir hareketle biraz havalandırılırken elinde tuttuğu değneğin tutuş şeklini değiştirmeden daha havadaki Çellik’e alttan var gücüyle vurulurdu. Alttan darbe almış Çellik diğer oyunda olduğundan daha yavaş ya da darbeyi vuranın gücü oranında aldığı itme gücüyle öbür ekibin üstüne yollanırdı. Yere konan taşlar üstüne konan Çellik oyununda da olduğu gibi üstlerine gelen Çellik yakalama işi aynı özellikteydi. Çellik yere düşmeden havadayken yakalanırsa, kaleye onlar geçer diğer ekip Çellik toplamaya başlardı. Çellik havadayken yakalanmadan yana davadayken herhangi bir alet ile dokunulmadan durdurulamadan yere düşerse yerden alınır kaledeki oyunculara iade edilirdi. Oyun tekraren devam ederdi. Çekil havadayken yakalanmamış ancak oyuncunun biri tarafından bir nesne ile durdurulmuş ve yere düşmüş ise. Yerdeki Çellik alınır ekipte en iyi nişan alan ve en iyi atış yapan oyuncuya verilirken, kaledeki oyuncular da kalenin etrafını boşalmış sadece elinde değneği bulunan oyuncu değneğini bu defe bir savunma sopası gibi tutar ve “Takkeliye” değmesi için atılan Çellik kaleye yönelmişken, daha kaleye dokunmadan elindeki değnekle Çellik’e vurarak kaleye dokunmasını önler. Eğer kaleye dokunmasını önleyememiş ancak atılan Çellik Takkaleye de değmemişse oyun aynen tekrar ederdi. Ya da Takkaleye atılan Çellik bir şekilde Takkaleye dokunursa bu oyunu Çeklik toplayan taraf kazanmış ve Takkaleye geçme sırası onlara geçmiş olurdu. Oyun sürüp gider ta ki oyun başlamadan önce kararlaştırdıkları kazanma sayısını ilk yakalayana kadar.





ANASERİK:

Yaklaşık bir metre boylarında kazma sapı kalınlığında ardıç ya da pelit ağacı dayanaklığın da değneklerle Anaserik oyunu oynanırdı. Yaklaşık beş altı kişi oyuncu olarak seçilir ve sınırları belirlenmiş dikdörtgen ya da kare biçiminde kapalı alanlarda oynanırdı. Kapalı alan olarak mimari yapısı dikdörtgen bir alana kurulu koyun ağılları en uygun alanlar olurdu. Kapalı alanlar müsait değilse mutlaka dam dibi dediğimiz önündeki boş arazinin de Anaserik oynamaya; alan olarak müsait olması gerekirdi. Oyun kurulurken kaç yaşında olursak olalım, köyde her gencin günlük yaptığı sığır ya da koyunlara sabah, öğlen ve akşam vakti verdiğimiz su ve yem gibi görevlerimiz olurdu. İş güç nedeniyle günümüzün öğle saatleri Anaserik oyunu için en uygun saat olurdu. Sabah erkenden yemlenmiş suyu verilmiş koyunlar: Çoban tarafından dağda otlatmak üzer ağıllardan alınır ve sürüye katılarak köyün dışına çıkarılırdı. Genellikle öğle saatlerinden boşaltılmış ve uygun olan ağıl Anaserik oyunu için seçilirdi. Köyün alt tarafından bulunan bizim ağıl, köyün üst tarafından bulunan Maho amcaların ağılı ve köyün doğu tarafından bulunan Çako dayının ağılları en uygun ağıllar olurdu.

Oyun oynamaya yan yana gelen köyün gençleri hazırladıkları değneklerini alır daha önceden belirlenmiş oyun alanına giderdik. Oyun alanına toplanma işi tamamlandığında oyun kurulmaya başlardı. İlk iş Anaserik değneğinin konacağı yer işaretlenirdi. Ortalama her oyuncunun kullandığı değneğin boyunun rahatlıkla konacağı ve yaklaşık bir metre boyunda yere bir çizgi çizilir ve aynı çizginin her iki ucuna birer mihengi taşı konurdu. Bu işlem tamamlandıktan sonra sıra Anaserik değneğinin sahibi ve koruyucusunu seçilmesine gelirdi. Anaserik oyuncusu seçimi yapılırken hile hurda işine baş vurmaması için oyuna katılmayıp, izleyici olarak bulunanlar arasında en güvendiğimiz birini seçerdik. Seçilen kişi hazır bulunan her kesi kendi önüne topladıktan sonra küçük bir çakıl taşı ya da bu ebatlarda herhangi bir nesneyi alır kimse görmesin diye her iki elini arkasına götürürdü. Biraz bekledikten sonra yumruk haline getirdiği ellerini avuç içi yere bakacak şekilde önüne getirir sıralı olarak dizilmiş oyunculardan sırası gelene uzatırdı. Sırası gelen sıkılı yumruklardan birine dokunur ve o yumruk avuç içi havaya gelecek şekilde açılırdı. Acılan yumruktan işaret taşı ya da işaret nesnesi çıkarsa sıkılı yumruğa dokunan kişi Anaserik oyuncusu değil saldırı oyuncusu olarak ilk sıya dururdu. Dokunduğu yumruk içinde bir şey çıkmamış ise bu kişi Anaserik olma sırasından kendini kurtaramamış Anaserik oyuncusu adayı olarak beklerdi. Bu sıralı seçim işi oyuncuların hepsine yapılırdı. İlk eleme seçimi olan bu işlemle muaf olma şansı yakalayan ortalama oyuncu sayısının yarısını falan oluştururdu. Sıra ikinci elemeye gelirdi. İkinci eleme işi de yine aynı yöntemle yapılırdı. Bazen de elinde taş ya da bir nesne tutan şaka yapar her iki elini de boş tutar bizleri uğraştırırdı. Kuranın seyrine oyuncuların müdahale etme yetkisi olmazdı. Zaten kura çektiren kişi de bu işi bir bilemedin en fazla iki defe yapardı. Kura çekimi devam ederken seçim taşını bulan daha önce Anaserik olmaktan kurtulan kuracının yanına gider o da kura çekimlerinin tamamlanması beklemeye başlardı. Bu yöntemle Anaserik oyuncusu olarak seçilme işi birkaç turda tamamlanır ve sonuçtan Anaserik oyuncusu olacak kişi tek başına kalmış olurdu.

Bu aşamadan sonra oyunun en önemli kısmı, Anaserik olarak seçilmiş oyuncunun Anaserik değneği belirlenmiş çizgide tutmak hem de Anaserik değneğinin kırılmaması için elinden gelen gayreti göstermeye çalışırken bir yandan da kendisini Anaserik olmaktan kurtarmaya çalışmak olacaktır. Anaserik belirlenmiş çizgiye değneğini iki ucu belirlenmiş çizginin üstüne boylu boyunca yerleştirip kenarı çekilirdi. Kenara çekilirken de hem kendisini saldırı değneklerinden korurken bir yandan da ellerinden saldırı değnekleri olan diğer oyunculardan birine dokunarak kendisini Anaserik oyuncusu olmaktan kurtarmaya çalışmaktı. Oyun başlarken Anaserik değneğinin üst tarafından yüz seksen derecelik bir açı ile belirlenmiş oyun alanı içerisine belirli aralıklarla dağılmış apart ta beklerdiler. Hedef ellerinde tuttukları değneklerini Anaserik değneğini nişanlayarak belirledikleri herhangi bir noktasına ok atar gibi en kuvvetli güç kullanarak Anaserik değneği oyuncusuna yakalanmadan hızlıca fırlatmaktır. Saldırı oyuncuların hedefi Anaserik değneği oyuncusuna yakalanmadan kendi değneklerini ok atar gibi atıp, Anaserik değneğini kırmak, bunu yapamazlarsa da Anaserik değneğini üzerine konduğu çizgiden uzaklaştırmaktır. Bu işi yaparken de daha kendi değneğini atamamış olarak elinde tutarken, Anaserik oyuncusuna yakalanır ya da Anaserik oyuncusu bu oyuncunun herhangi bir yerine dokunursa, bu defa dokunduğu oyuncu Anaserik oyuncusu olmuş olur. Eski Anaserik oyuncusu saldırı ekibine geçmiş olurdu. Bu anda dikkat edilmesi gerekli önemli bir kural vardı. Anaserik oyuncusu diğer oyuncuya dokunduğu anda kendi değneği yani Anaserik değneğinin işaretlenmiş çizginin tam üstünde düzgün bir şekilde duruyor olması şarttır. Yok Anaserik oyuncusu bir oyuncuya dokundu ama diğer oyuncular ya da dokunduğu oyuncu daha önce Anaserik değneğine dokunmuş yerinde oynatmış ise dokunduğu oyuncu yanmaz Anaserik oyuncusu derhal Anaserik değneğini yeniden Anaserik çizgisinin üstüne tam ve doğru bir şekilde kor ve saldırının başlamasını bekleyen diğer oyunculara dokunmaya çalışırdı. Oyun coşku ile devam ederken, kendi değneklerini ok gibi saldırı aleti olarak kullanan oyuncuların ilk ve en önemli hedefi Anaserik oyuncusuna yakalanmadan elinden tuttukları değneğini Anaserik değneğine fırlatıp şiddetli darbe ile hem Anaserik değneğini konduğu çizgiden uzaklaştırmak hem de Anaserik değneğini vurduğu darbe ile yaralamak ya da kırılmasına neden olmaktır.

Anaserik oyununun tek bir galibi olmaz. Oyuna başlamış her oyuncu her an Anaserik oyuncusu olabilir. Her bir oyuncunun ya Anaserik oyuncusu iken ya da Anaserik oyuncusunun Anaserik değneğine saldırırken oynağı değnek kırılabilirdi. Bu oyunda her oyuncunun istediği zaman ve sayıda Anaserik oyunu değneğini değiştirme hakkı vardı. Yeni bu oyun oynanırken bazen zaman sınırlaması önceden konurdu. Bazen de oyuncular iyiden iyiye yorulana kadar oyun devam eder.



KAVIR GONKİ: KORTUK

Oyun başlamadan önce oldukça geniş ve oyuna elverişli bir arazi seçilir. Arasının kimi zaman en uç noktasına kimi zamanda orta yerinde belirlenmiş bir noktaya çapı yaklaşık on santimetre, derinliği yaklaşık on ile yirmi santimetre olan bir çukur kazınır. Açılan çukurun dört bir yanı taşlardan arındırılmış olarak düzeltilir ki hareket halindeki top çukura doğru yönlendirile bilsin ki hareket halindeki top oyuncuların müdahalesi dışında hiçbir engele takılmadan deliğe girebilsin. Her bir oyuncunun elinde yaklaşık birer metre boylarında çapı dört ya da beş santimetre olan yuvarlak bir değnek olur. Rahat yuvarlanacak kayısı büyüklüğünde bir adet taş ya da hayvan tımar ederken elde ettiğimiz kılları hafif hafif ıslatarak iki avuç içine alır, bastırarak yuvarladığımız bir kıl top tedarik ederdik. Oyun sahası hazır durumda, oyunda kullanılacak değnek ve top tedarik edilerek, oyuncuların sayısı arazinin büyüklüğüne göre azaltılır veya çoğaltılabilirdi.

Oyun ’un hangi oyuncu tarafından başlatılacağı kura çekimi ile belirlenirdi. Oyunculardan biri avuç içine sıkıştıracak bir küçük nesneyi alır diğer oyuncular bir araya toplanmış beklerken o oyuncular toplu olarak yan yana dizilir ve yüz yüze gelecek bir şekilde dururdu. Bu vaziyette iken kimse bulunduğu konumu değiştirmez sessizce kura çekiminin başlaması beklenirdi. Eline aldığı küçük taş parçası ya da bir saman çöpü gibi şeyi, ellerini arkasına götürerek diğer oyuncuların görmesi engellenmiş bir vaziyette iken avuç içlerinden birinin içine sıkıştırır ve her iki elini yumruk yaparak oyuncu arkadaşlarına dönerdi. Kollarını birbirine paralel vaziyette tutarak önünden duran oyuncu arkadaşlarına doğru uzatır.  Bütün oyuncular tek tek uygulanan bu kura çekiminden avuç içine gizlenmiş kuru nesnesini bulan oyun kurucu olarak seçilmiş olurdu. Oyun kurucu bazen daha ilk kura çekiminden içi dolu yumruk’a dokunarak belir ve oyun kurucu olurdu. Oyun kurucusunu belirleyen kura çekim işi bazen oynayacak oyuncu sayısının ortalarına doğru belirlenebilir. Bazen de kura çekiminin sonlarında belirlenmiş olurdu. Bunun nedeni de kura çekimi organize edecek oyuncu ya da seyirci bu işi daha keyifli hale getirmek için her iki elini de boş olarak yumruk yapar ve diğer oyuncu hangi ele dokunursa dokunsun dokunduğu elin içinde bir şey çıkmaz ve oyun kurucu olma hakkını kaybetmiş sade bir oyuncu olmuştur. Diğer oyunculara bir haksızlık gibi de olsa kimse buna aldırmazdı. Zaten kura çektirme, yöntemi tamamen kura çektirecek oyuncunun yetkisindeydi.

Oyun kurucu seçildikten sonra oyun sahasında belirlenmiş noktada oyuncular sahanın konumuna göre sırtı oyun sahasının herhangi bir yerinde yere açılmış çukura dönük olmak üzere belirli aralıklarla farkı diziliş biçimleri oluştururlar. Savunma yapacak oyunculardan önde bir ya da birden fazla kişi ellerinden oyun değnekleriyle durur.  O dizilişin arkasında belirli aralıklar bırakarak onların arkasına iki ya da üç kişi ellerinden oyun değnekleri ile dizilirken, eğer oyuna katılan oyuncular sayı olarak kalabalıklarsa, onlarında arkasına bir ya da birkaç kişi ellerinde oyun değnekleri ile belirli aralıklarla dizilirken oyun kurucu elindeki top ile onlardan bir iki metre uzakta ama onlara paralel bir noktaya topu yere kor. Hakem olarak seçilen kişinin verdiği komutla beraber elindeki değnek ile yerdeki topa vurarak diğer oyuncuların arasından geçirerek hedeflediği deliğe girmesini sağlamak ister. Oyun kurucu bazen doğrudan yerde açılmış çukura nişan alarak topa vurur. Ama temel hedef ve kural da topu kendi kontrolünde tutarak diğer oyunculara kaptırmadan değişik top sürme ya da vurma yöntemleri kullanarak zikzaklar çizerek topla beraber diğer oyunculara çalım atarak, topu yerde açılmış çukura kendi kontrollü darbelerle değneği ile topu yönlendirip yerde açılmış çukura sokmak ister. Oyunun kendine has kurallarına her oyuncu uymak zorunda. Kuralların dışında hareket eden ya da faul yaparak oyun kurucuyu toptan uzaklaştıran oyuncu oyun dışına atılır. En keskin kural oyun kurucuya kasıtlı olarak dirsek çakmak, elinde oyun değneğiyle topa vurur gibi yapıp oyun kurucuya vurmak, değneği topa değil de oyun kurucuya bilerek uzatıp engellemek, düşmek ya da yaralanma ya da sakatlanmasına sebep olmak en ağır ceza olur bazen bir yıl boyu bu oyunda oyuncu olarak oynatılmazdı. Yerde hareket etmeden önce oyun topuna oyun kurucudan başkası dokunamazdı. Kesin kurallardan biri de buydu. Savunma oyuncuları topa ancak hareket halindeyken müdahale edebilirler. Topa müdahalede iki ana amaç vardır. Önemli amaç topun oyun kurucu tarafından yerde açılmış çukura sokulmasını engellemektir. Bundan da daha önemlisi elindeki değnek marifetiyle topu yönlendiren oyun kurucunun elinden topu hareket halinde ikin kapmaktır. Eğer bu vaziyette faul yapmadan topu kapmış oyuncu olursa! Bu defe oyun kurucu topu kapan oyuncu olur ve diğer oyuncu savunma oyuncularına katılır. Oyun böyle dikkatli kurallara uyarak saatlerce sürerken bazen birkaç Saat’te ancak bir defa top yerde açılmış çukura girmiş olurdu. Bazen de iyi nişan alan ana oyuncu topa vurduğu tek darbe ile topu savunma oyuncularının arasında geçirerek doğrudan yerde açılmış deliğe girmesini becerebilirdi. Ama durum pek nadir görülürdü. Çünkü topu havalandırmak kesinlikle yasaktı. Ana oyuncu tarafından darbeyi alan top ancak yerde yuvarlanarak hareket halindeyken yerde belirlenmiş çukura girmelidir. Topu havalandırmak da oyundan atılma sebeplerinden biriydi. Bu ve benzer kuralları ihlal edilmesi durumunda istenmese de üzücü yaralanmalara sebebiyet verilebilirdi.

Topu deliğe koymasını başaran ana oyuncu puan alırdı. Oyun için belirlenmiş zaman içerisinden en fazla puan alan oyuncu oyunu birinci olarak başarmış diğer oyuncularda aldıkları puanlara göre sıralanırlardı. Bazen ortaya bir ödül iddia konur oyunda en çok puan alan ödül ya da iddiayı kazanmış olurdu.

Bu tür oyunları bizim köylüler ilk nere nasıl öğrenmiş bu hale gelene kadar değişikliklere uğramış mı? diye diye düşünür dururken Kültürlerin oluşumu hakkında okuduğum tarihi kaynak kitapların bazılarında özellikle Hunların kültürel yapısını anlatan tarih kitaplardan öğreniyorum ki bu oyun Ön Asya bozkırlarında yerleşik halklar tarafından oynanıyormuş. Hatta aynı oyunu: Oyuncular at binmiş olarak iki üç metre uzunluğunda bir değnek kullanarak yerdeki taş ya da topu vurarak ve ana oyuncunun kontrolünde olan topun deliğe sokmasını engeller. Böylece hem kendisi ana oyuncu olurmuş hemde bu defa topu elindeki değnek marifetiyle belirlenmiş çukura sokmağa çalışırlarmış.





ÇİZ:

Çiz oyunu yaz aylarında oynanacaksa öncelikle oyun alanının taşlardan arındırılması sağlanır. Köy arazilerinde bu iş hep sorun yarattığı için daha çok karların her yeri kapattığı kış ayları favori aylar olarak beklenir. Kış aylarında karlar yağmış ama daha erimeye fırsat bulamadan esen yel ve yeniden yağan karlar bu karların üstünde yeni bir kar tabakası oluşturur. Aylarca süren bu kar yağışları yerden yukarı metrelerce kar tabakaları oluşturur. Havalar açık ve kar yağışı, fırtına gibi bir durum yoksa! Çiz oynamak için boş vakit yaratma ya da yakalama zamanını beklemekten başka yapılacak bir iş olmaz. Beklenen boş zaman saatleri de her zaman olduğu gibi yine öğle saati ile akşam saati arasında yaratılırdı. Kış aylarında üzerinde rahat koşulur ama düşme gibi durumlarda da düşme karlar üzerinde olduğu için her kolay kolan bir sakatlanma falan olmaz. Karlar üzerinde Çiz oyunu oynanırken dikkat edilmesi gerekli önemli kurallardan biri de savunma oyuncusunun saldırı oyuncusunu oyun dışına itmesi ya da saldırı oyuncusunun savunma oyuncusuna ayakla dokunarak ekarte etmesi ki buna Çiz ya da yakma denir.

Oynayacak oyuncular üçer kişi olmak üzere ikiye ayrılır. İkiye ayrılan gruplardan birer ekip başı sorumlusu seçim ya da tercihli olarak tayın edilmiş olur. Ekip başının temel görevi hangi oyuncunun oyunun hangi noktasında görevli olarak hareketlenip karşı oyuncuya ayakla dokunarak onu yakacağı veya saldırı oyuncusu ise saldıracağı takkala ve takkaleyi korumakla görevli savunma oyuncusunu işaretleyecek kuralları oyuncularına anlatmasıdır. Kesin olan şu ki: Saldırı oyuncusunun ekip başı olan oyuncu; kendi ekip üyesi saldırı oyuncusunun rakip savunma oyuncusunun yanında geçerken, savunma oyuncularından herhangi birinin ayakla ona daha donmadan iki oyuncu arasında geçip birinin arkasına bir “L” dönüşü işareti çizmesini sağlamasını tembihlemesi. Savunma oyuncularının ekip başı da kendi ekip üyelerine saldırı oyuncuları onları yakmaya çalışlarken veya daha öncesinden en uygun bir fırsatı yakalayıp harekete geçerek onları kovalayarak ayakla dokunarak saldırı oyuncunu oyun dışında tutulmasını sağlamakla görevlendirir. Her iki ekip üyeleri kendi aralarında ayrı ayrı toplanık oyunda sergileyecekleri taktik ve kuralları yeniden gözden geçirmiş olurlar. Böylece her ekip kendi ekibiyle gizli olan son toplantı ve talimatını karara bağlamış olurlar. Sıra artık saldırı ve savunma ekiplerini belirlemeye gelmiş olur.

Her iki ekip başları arasında yazı tura ya da kura çekimi yöntemiyle Takkala dediğimiz kale taşlarını savunacağı, hangi ekibin saldırı ekibi olarak görev yapacağı belirlenir. Yazı-tura seçiminde bir ekip başı eline metal bir para alır ve diğer ekip başına “yazı mı? tura mı? Diye sorar ve elindeki parayı havaya atar para havadan yere düştüğünde paranın üst kısmına gelen yazı ya da tura kısmı kimin tercihi ise o ekip saldırı oyuncuları olur. Diğer ekip oyuncuları da takkala taşlarını korumak üzere savunma oyuncusu olarak belirlenmiş olurlar.

Ciz oyunu ayakta ve koşarak oynanır ve hem saldırı oyuncusunu, hemde savunma oyuncusunu oyun dışı bırakmak için oyuncular asla ellerini karşı oyuncuya temas etmek için kullanamazlar. Hem saldığı oyuncuları hemde savunma oyuncuları: sadece ayakları ile karşı oyuncuya dokunarak dokunduğu oyuncuyu çizmiş ve oyun dışına atmış sayılır. Oyuncuların birbirine dokunurken mutlaka ayaklarını kullanması kural olarak zorunludur. Ayak dışında yapılan müdahale veya temas geçersiz sayılır. Herhangi bir şekilde elle ya da ayak dışındaki bir uzvuyla dokunsalar bile dokunduğu oyuncu yine oyunda kalır çizilmemiş sayılarak yanmaz ve oyunda kalır.

Oyun hazırlıkları yapılırken düz bir zemine en az 8-10 metre uzunlukta olabilecek düz bir çizgi çizilir. Çizginin başlangıç ve bitim uçlarına birer takkala taşı mihengi noktası olarak konur. Çizgi uçlarına konmuş iki taş arasındaki çizginin tam ortasına bir mihengi taşı daha takkala olarak çizginin üstüne yerleştirilir. Çiz oyunu toplam altı kişi ile saha geniş bir alana kurulmuş ve koşturmacaya uygun ise oyuncu sayıları ve mihengi taşı olarak konan takkalalar eşit oranda arttırılarak oynanır. Üçer kişi olarak oyuncular iki ayrı ekip oluştururlar. Bu işlemden sonra savunma oyuncuları takkaların başına geçer her bir oyuncu kendisi için belirlenmiş takkala ’nın yanı başına savunma oyuncusu olarak yerleşir. Saldırı oyuncuları da onlardan iki üç metre uzakta takkala çizgisine paralel ve saldırı pozisyonu almış vaziyette dizilmiş olurlar. Artık sıra belirlenmiş hakemin başla komutu vermesindedir. Hakem başla komutu verdiği andan itibaren oyun başlamış olur. Saldırı oyuncusunun görevi savunma oyuncusundan bir ayak dokunuşu almadan onun sağ tarafından veya sol tarafından geçmesindedir. Burada dikkat edilmesi ve mutlaka uyulması gerekli olun bir zorunlu “L” dönüşü harekini yapmasındadır. Bu zorunlu “L” hareketi ile herhangi bir oyuncuyu oyun dışı bıraktığını işaretlemez de doğrudan iki oyuncu arasından geçerse savunma oyuncularından hiçbiri yanmamış olur. Ama iki oyuncudan herhangi birisinin yanında geçerken seçtiği oyuncunun sağ ya da sol tarafına dönerek kaçar da savunma oyuncularında herhangi birinden ayak ile dokunulmadan geçmişse işaretlediği o oyuncu çizilmiş olarak yanmış olur. Savunma oyuncuların saldırı oyuncularından herhangi bir oyuncuyu kovalayıp ayak darbesi ile ona dokunursa o saldırı oyuncusu daha saldırı yapmadan oyun dışında kalır. Ama bu her an yapılacak bir hareket değildir. Çok dikkatli gözlenip hesap edilmesi gerekli bir savunurken saldırır planına ihtiyaç vardır. Çünkü bir savunma oyuncusu bir ya da daha fazla saldırı oyuncusunu oyun dışı bırakmak istediği bir hamlede kendi takkalasını boş borakmış olur. O savunma oyuncularından birisini kovalarken bir başka ya da kovalanan saldırı oyuncularından biri boş takkala nın etrafında “L” dönüşü hareketini çok rahat bir şekilde yapar ve kendisine ayak ile dokunulmadan tamamlarsa bu defe o kalede görevli savunma oyuncusu yanmış olarak oyun dışına alınırken koruduğu takkalayı savunmasız bırakmış olur. Bu oyunda en erken yanan genellikle etrafından yarım tur atılarak dönülün savunma oyuncuları olur. Bu şekilde yanan oyuncu oyun dışına atıldığı için ekip üye sayısı azalır. Zaten iki ekip üyesi oyun dışına atılmış ise geriye bir oyuncu kalmış olur. Bir başına kalan bir savunma oyuncusu da seçilen üç takkakaleyi koruması giderek güçleştiği için saldırı oyuncuları tarafından ya oyuncunun etrafından bir “L” dönüşü yaparak onu çizmiş olarak son savunma oyuncusu da çizmiş olarak oyun dışına atmış olur.  Veya herhangi bir takkalayı zapt etmiş olarak oyunun tamamen kazanmış olarak çizilmemiş savunma oyuncusunu da bu hamle ile oyun dışına atar. Böylece daha savunma oyuncusu varken savundukları kale düşmüş savunma oyuncuları da bu oyun serisinde yenilmiş ve puanlar saldırı oyunculara yazılır.

 Oyun sürerken saldırı oyuncuları kale zapt etmek için ya da kale savunucularını çizip oyun dışına atmak için çalışırken daha oyunu tamlamadan bir savunma oyuncu tarafından kendisine dokunulduğu an bu defa saldırı oyuncusu çizilmiş ve oyun dışına atılmış olur. Oyun başlarken her ne kadar saldırı ve savunma oyuncuları belirlenmiş olsalar da: Temel kural ister saldırı ister savunma oyuncuları olsunlar, karşı oyunculara karşı üstlendiği görevini yerine getirmeye çalışırken rakipleri tarafından kendisine ayak ile dokunulursa o oyuncu çizilmiş olarak oyun dışına atılır olmasıdır.

Oyun başlamış ama oyuncu daha bu hareketi yapma fırsatı yaratamadan, bir başka saldırı oyuncusu savunma oyuncularından birine ayla dokunursa dokunduğu oyuncu çizilmiş olarak oyun dışına atılır. Her zaman saldırı oyuncuları kazanamaz bazen de savunma oyuncuları öyle seri ve dikkatli oyun çıkarırlar ki! Savunma oyuncuları ya daha saldırıya geçememiş saldırı oyuncularından birine ya da üç savunma oyuncusu birden saldırı oyuncularına savunma dokunuşu yapar onları tek tek oyun dışına ya da toptan oyun dışına itmiş olarak oyunu kazanıp puan alırlar. Ama bu işte her zaman baş vurulacak bir savunma taktiği değildir. Çünkü ava giderden avlanmak çok mümkün olur. Oynanan oyunun en önemli kurullarından biride: hangi ekibin oyuncuları daha oyun sürerken rakip oyunculardan bir oyuncusunu çizmiş olarak yakmış olarak oyun dışına atması olduğu gibi, bir başka kuralda: Savunma oyunculuğundan saldırı oyunculuğuna geçmek için oyun sürerken saldırı oyuncuların savunma oyuncularına daha onlar kendi etraflarında “L” dönüşü yapmadan ayakla ona veya onlara dokunup oyun dışı bırakmasıdır. Böyle bir durum olursa: Savunma oyuncuları hem sağladıkları başarı sonucu puan almış olurlar hemde yendikleri Saldırı oyuncularını kendi yerlerine savunma oyuncusu yaparlar. Oyun böyle sürüp gider ta ki oyun başlarken belirledikleri puana ilk hangi takım erişene kadar.



ARAGİTTİ:

Aragitti oyunu tıpkı Çiz oyunu gibi yaz aylarından çok karların bol yağdığı yerlerin diz boyu karlarla kaplanmış olması beklenir. Karlar yağmış, yerler tamamen bembeyaz karlarla kaplanmış hava açık ve temiz kış günlerinin kaçınılmaz eğlence ve iddialı oynanacak oyunların başında gelir. Aragitti oyunu için iki ayrı oyuncu grubu seçilir kimi zaman kura çekimi ile kimi zaman ekip başı olacak oyun kurucuların seçim ile oyuncu seçmesiyle olur. Kura çekimi ile oyuncu seçiminde metal para havaya atılarak yere düşen paranın üstüne gelen yazı veya tura yüzü hangi oyun kurucusunun tercihi ise o oyuncu olmak isteyen oyuncular içinde dileğini tercihen kendi grubuna alır. Bu atımda tercihi ettiği yazı ya da tura yüzü alta kalan oyun kurucu da bir oyuncuyu tercihen kendi grubuna alır. Oynayacak oyuncuların tamamı eşit sayılara bölmüş olarak seçilir. Yeni bir oyuncu seçmek için yine para havaya atılır ve yere düşen paranın üst yüzünde kimin tercih ettiği yazı veya tura gelmişse yeniden ilk tercihi o oyun kurucu kullanarak kendisine ikinci bir oyuncu seçmiş olur. Buna karşılık öbür oyun kurucu da kura çekimine tabi olarak oynayacak oyuncular arasında bir oyuncu tercih ederek kendi grubuna katar. Yazı tura tercihi böyle devam eder ta ki oynayacak oyuncular eşit sayılarda iki gurup arasında bölüşene kadar. Değişmez kural olarak her defasından tercih ettiği yazı veya tura yüzünün üste gelmesidir.

Tercihli oyun seçimleri bazen de bir saman çöpü veya nohut büyüklüğünde taş gibi şeyi alınır ve yüzünü oyunculara dönerek sırtını onlara bir duvar veya onların göremeyeceği bir yöne çevirerek ellerini arakasına götürerek iki ellerinden birine aldığı şeyi gizleyerek karşı oyun kurucuya uzatır. Kapalı yumruk halinde tutulan eller biri birine paralel avuç içleri yere bakacak vaziyette tutulur ki tesadüfte olsa parmak uçları ya da aralarında gizlenen şeyin bir kısmı da olsa karşı oy kurucusu tarafından görünmesin. Oyun kurucu kendisine uzatılan yumruklu ellerden birine dokunur ve o el avuç içi yukarı gelecek şekilde açılır. Kendisine uzatılan yumruklu ellerden dokunduğu el açılıp içinde saklanan şeyin bulunursa bu turdaki ilk tercihli oyuncuyu seçme hakkı elde etmiş olur. Yok dokunduğu yumruklu el açıldığından elin içinde bir şey olmayıp boş ise bu defe kura çektirene geçer bu turdaki ilk tercihli oyuncu seçimi.

Bu kura çekimleri sonucu oynanacak oyuncular eşit sayıda ikiye ayrılmış olurlar. Aragitti oynanacak araziye göre ve oyun oynamak isteyen oyuncuların sayısına göre iki ayrı grup oluşturulur.

Aragitti oynanacak arazi bazen alabildiği kadar geniş bir alana müsaitse bir ya da iki spor sahası kadar dikdörtgen bir alana kurulur. Bu kadar geniş bir alan bulunamamış ise daha küçük bir alan ama dik dörtgen bir alan seçilmiş olur. Sıra oyuncuları iki ayrı gruba ayrılma işlemi olan kura çekimine geçilir. Bu kura çekimin de kim saldırı oyuncu grubuna ayrılacak, kim savunma oyuncu grubuna ayrılacak kurası çekilir. Kura çekim yöntemleri yine diğer oyunlarda çekilen yöntemlerin aynısı olur. Kura çekimlerinde belirlediği ya da işaret ettiği tercihi çıkan oyuncu grubu saldırı oyuncularını oluştururken, savunma grubu oyuncularını oluşturacak oyuncu grubunu da diğer oyuncu grubu üstlenmiş olur.

Aragitti oyununun bu aşamasında savunma oyuncularının koruyacağı, saldırı oyuncularının üstüne dokunarak fethedeceği kalenin yerini belirlemek olur. Fethedilecek kale: oyun sahasının en alt ucunda sahanın enine olan uzunluğun tam ortasına konur. Sıra saldırı ve savunma oyuncuların oynanacak sahadaki dağılım yerlerine gelmiştir. Bu aşamada saldırı oyuncuları hem kaç kişilerse sayılarına hem de oyun sahası olarak belirlenmiş oyun sahasının enine göre belirli aralıklarla belirli yerlerde ister tek sıra ister futbol sahasına yerleştirilen oyuncular gibi dört kişilik bir arka sıraya dizilmiş saldırı oyuncuları dizilir. Onların önüne arada üç dört metre mesafe bırakılarak üç kişilik bir saldırı oyuncuları daha dizilir. Onların en önüne de bir ya da iki kişiden oluşan bir saldırı oyuncu gurubu dizilir. Bu dizilişte saldırı oyuncuların oyun kurucusu sorumlu olup, kendisine bağlı saldırı oyuncuların yerleri ve dizilişlerinden o sorumludur. Bazen öyle bir tercih kullanır ki en ön sıraya üç dört kişi yerleştirir orta sıraya dizeceğin oyuncu sayılarını iki üç kişi olarak yerleştirir ve en son sıraya da bir ya da iki kişi yerleştirebilir. Bu konuda tüm yetki oyun kurucuda olur ama son karardan önce kendi ekip üyeleri ile bir toplantı yapar kullanacakları oyun taktiklerini belirler. Ama oyun disiplini korumak tamamen oyun kurucunun yetkisinde olur. Aynı taktik ve yöntemleri savunma oyuncuları da kendi aralarında aldıkları kararları uygulama yetkisi savunma oyunu kurucusunda olur. Her iki oyuncu grubu bu konuda nasıl bir taktik ve planlama yapmışlarsa kendi ekibini öyle oynatır. Her iki ekibi mutlak uyması gerekli olan temel kural. Oyun hakem kontrolünde oynanır. Oyunu hakem başlatır. Hakem belirlenmiş zaman ya da kazanma sayısı yakalana kadar oyunu devam ettirir. Saha belirlenirken sahanın oyun sınırı belirlenir. Bazen oynanacak oyunun saha sınırları serbest bırakılır. Önemli olan savunma oyuncusu isen savunacağı kaleyi saldırı oyuncularından korumak ve saldırı oyuncularını ayak ucuyla dokunarak oyun dışı bırakmak. Saldırı oyuncuları iseniz savunma oyuncularından kendisini korumak ve oyun devam ederken herhangi bir savunma oyuncusunun etrafından bir u dönü yaparak onu oyun dışına çıkarılmasını sağlamak. Her iki taraf oyuncuların ilk iş karşı oyuncuyu oyun dışına atmak ve oyunun egemeni olarak oynan oyunun o serisinde puan almaktır. Savunma oyuncularının oyun serisini kazana bilmesi belirlenmiş kaleyi fethetmekle görevli saldırı oyuncularını hem kendi etrafından bir u dönüşü yapmasını engellemek hem de belirlenmiş kaleyi savunma oyuncularından korumaktır. Saldırı oyuncularının görevi de bir yandan savunma oyuncularından birisinin etrafından bir u dönüşü yapmak. U dönüşü yaparken de saldırı oyuncusundan kendisi korumak. Onun kendisine ayak ucuyla dokunmasına fırsat vermemektir. Bir başka hedefi de belirlenmiş kaleyi fethetmektir.

Ara gitti hem çok efor sarf edilerek oynan hemde oyuncuların uzun zamanını alır. Oyunu kısaltmak ancak önceden belirlenmiş zaman dilimi içinde istenen puanların toplanmasına bağlıdır.

Çocukluğumuzda büyüklerimiz anlatırdı. Dedem kuşağı köyün orta yaş gurubu insanlar bir kış ayının güneşli ter temiz hava ve aydınlık bir gününde kazanan ekibin mükafatı olarak da ortaya bir koyun konmuş. Kaybeden ekip bir koyun kesip oyunculara yemek olarak ikram edecekmiş. Dedem İrbom-i Kozke savunma oyuncuların oyun kurusu imiş, Temmırların Abdullah’ı da saldırı oyuncuların oyun kurucusu imiş. Hava açık ve güneşli yerler bir metreye yakın karlarla kaplı her yer beyazı ile kaplanmış. Akşam çenk hikayeleri anlatılırken bir çay molasında sabahleyin ekip oluşturalım ve ziyafetine Aragitti oynayalım kararı alınmış. Hatta kimin hangi ekipte olacağı da oyun kurucuların sözlü tercihi ile seçilmiş. Bir oyuncu ’yu Temmırların Abdullah amca seçerken buna karşılık da bir başka oyuncuyu İrbom-i Kozke tercih olarak seçmiş. Her ekip üye sayısı dörder kişi olarak belirlenmiş. Oyun sahası da Köyün tam orta yeri seçilmiş. Saldırı oyuncuları Maho amcaların damı ile kardeşe Hasan amcanın damlarının önü çıkacaklar. Kale de köyün çeşmesinin alt tarafında Gülali amcanın kavakların alt tarafına tam orta yere konmuş. Temmırların Abdullah amca çok seri koşarmış. Zaten ömür billah hiç fazla kilo almamış. Tığ gibi delikanlıymış. Düz koşularda onu geçen nadiren mümkün olabilirmiş. İrbom-i Kozke ede bayağı uzun boylu poslu yapılı bir delikanlıymış. Her ikisi bu konu iddialı oynarlarmış. Zaten iddialı Aragitti oyunu da bu yüzden kartlaştırılmış. Neyse sabah olmuş köy ahalisi sabah kahvaltıları yapmış, içerilerde beslenen hayvanların sabah bakımları yapılmış ve kararlaştırılan saatte oynayacak oyuncular ve izleyici halk oyun sahasına gelinmişler. Akşamdan belirlenmiş Hakem oynanacak sahanın kontrolü yapmış. Kale yeri belirlenmiş olarak zaman mefhumu konuşulmadan tek belirleyici kural ya saldırı oyuncuları kaleyi fethedecekler. Ya da Savunma oyuncuları bir yandan kaleyi savunurlarken bir yandan da saldırı oyuncularına ayak uçlarıyla dokunup onları kakarak savundukları kalenin egemenliğini korumuş olarak oyunu kazanmış olacaklarmış. Oyun başlamış zaman akıp gidiyormuş nere de ise güneş batmak üzere her iki oyuncu grubundan birer kişi kalmış. Saldırı oyuncularından Temmırların Abdullah’ı, Savunma oyuncularından da İrbom-i Kozke kalmış. Bir kaçma bir kovalamaca başlamış tam bir şenlik. Karlara bata çıkı kan ter içinde kalmışlar ama ne İrbom-i Kozke Temmırların Abdullah’ını oyun dışına ata bilmiş, nede Temmırların Abdullah’ı ya İrbom-i Kozke ’nin etrafından bir u dönüş yapıp onu oyun dışına itebilmiş. Ne de nere de ise savunmasız kalan kaleye gelip kaleyi fethedememiş. İki iddialı ve inatçı oyuncu oyunu kazanmak için ne gerekiyorsa yapmışlar. Oyunu seyredenler yeter artık yoruldunuz zaten akşam oldu. Nerede ise karanlık çökecek gelin vazgeçin demişler ama oyuncular oynamaktan vaz geçmemişler. Bir ara her iki oyuncu da kovalamacadan kalenin arkasına döşmüş. Oyun sahasına bir sınır belirlenmediği içinde olup biten oyun dahilinde sayılıyormuş. Oyunu seyredenlerin birçoğu içeri girmişler kimi hayvanların akşam yemini kimi kendilerinin yiyeceği akşam yemekleri için evlerine dönmüşler. Bira ara her ikisinde gözden kaybolmuşlar. Hakem biraz beklemiş belki döner gelirler diye ama en son göründüklerinden Başören köyünü girmek üzerelermiş. Temmırların Abdullah amca önde arada bayağı mesafe var İrbom-i Kozke onu kovalıyormuş. Karanlık çökmüş hakemde içeri girmiş. Akşamın dokuz on suları İrbom-i Kozke evine dönmüş. Temmırların Abdullah’ı da kan ter içinden aynı yolu geri gelmeyi düşünmemiş bile. Kendi kendine karar vermiş ben şimdi geri dönsem İrbom-i Kozke inatçı bir adam şimdi gitmiş kalenin başında benim gelmemi bekleyecek. En iyisi ben Başören köyünde biri komşuya misafir olurum. Hem dinlenir üstü başımı kuruturum hem zaten acıktım da yemeğimi yerin eh birazda uyurum. İrbom-i Kozke de bakacak ki benim geleceğim yok evine dönmüş olur. Diye karar verir ve o gece Başören köyünden birine misafir olur. Sabah daha güneş doğmadan da Başören köyünden evine döner. Köye girdiğinden bakar ki İrbom-i Kozke ortalıktan gözükmüyor kale bomboş savunmasız koydukları yerde duruyor. Bütün buna rağmen bazı damları kendine siper ederek çeşmenin alt tarafına konan kaleye gelip kaleyi zapt ediyor. Buna itiraz edenlere de hayır diyor hiçbir zaman ve mekân sınırlaması yapmamıştık. Üstünde zaman geçse de ben oyunu bırakmadım. Ve gördüğünüz gibi kaleyi zapt ettim oyunun galibi benim. Hem istesem kaleye dokunduktan sonra evime gide bilirdim. Ama gitmedim hakemin beni kaleyi fethettiğini görsün istedim. Ondandır iki saattir burada bekliyorum.




GILLA-MİLTAŞ



Gılla oyunu en az iki kişi olmak üzere oynamak isteyen ve elinde “Gılla ya da Miltaş”ı olan hem her oyuncu katılabilir. Çapı yaklaşık bir santimetre kadar olan yuvarlak bilyelerin ham maddesi cam ise adına Miltaş denir. Bilyeler yuvarlak taşlarda yapılmış ise ismine Gılla denir.

Oyun başlamadan önce yuvarlak bilyelerin girebileceği kadar çapı iki üç santim genişlikte yere kazınmış yuvarlak çukur kazınır. Oyun oynanacak zemin sokakta hazırlanacaksa: Sokak kaba saba taşlardan temizlenerek mümkün oldukça düz bir zemin yaratılır ki parmakla hareket darbesi alan Gılla ya da Miltaş rahat yuvarlana bilsin. Gılla ya da Miltaş oyunu: daha çok düz ve engelsiz bir zemini bulunan kapalı mekanlar olan ahır ya da ağıllarda sınırları belirlenmiş oyun sahasında oynanır.

Oyun başlamadan önce oynanacak oyun sahası sınırları belirlenir. Oyun sahası: kare, dikdörtgen, daire ya da çeşitli geometrik şekiller ifade eden biçimlerde olabilir. Oyun sahası belirlendikten sonra oyunda kullanılacak yuvarlak Gılla ya da Miltaşların sığabileceği derinlik ve genişlikte çukur kazınır. Oyunda kullanılacak Gılla veya Miltaşların çaplarına göre yere kazınan çukurun ağız genişliği bilyelerin girebileceği genişlik ve derinlikte olmasına özen gösterilir. Bu işlemden sonra oyuncular belirlenmiş oyun sahasının içinde dilediği noktaya ama yere açılmış bilye çukuruna eşit mesafede uzaklıkta olmak koşulu ile kendi Gılla ya da Miltaş’ını oyun sahası içinde belirlediği yere kor. Oynanacak oyun serisi her oyun kuruluşunda belirlenmiş bilyelerin ütülmesiyle son bulur ve ikinci tura geçilir. Oyunun sona ermesi: oyun başlamadan önce tüm oyuncuların ortaklaşa olarak belirledikleri oyun tur sayısı oynanıp kararlaştırılan sayıya erişildiği an oyun tamamlanmış olarak sona erdirilmiş olur.

 Oynanacak her oyun turu için oyunu başlatacak oyuncunun seçimi ve ilk hamleyi hangi oyuncunun başlatacağı kura çekimi ile belirlenir. Kura çekimi için belirlenmiş bir kişi tarafından oyun oynayacak oyuncu sayısı kadar kibrit çöpü ya da saman çöpü seçilir. Seçilen çöplerden bir tanesi diğerlerinden kıza ya da uzun seçilmiş olarak konur. Seçilen çöpler avuç içine alınır ve her çöpün görünen kısımları birbirine eşit uzunlukta görünür bir şekilde yanyana dizilerek baş parmak ile diğer parmaklar arasına sıkıştırır. Çöpleri tutan el veya iki el yumruk yapılmış gibi kapatılıp sıkılır. Sıkılı el içinde kalan çöpler tamamen görünmez bir halde bütün oyunculara uzatılır. Her oyuncu tercih ettiği bir çöpü çeker. Çöplerin içine karıştırılmış farklı çöpü hangi oyuncu çekmiş ise o oyun serisini ilk o oyuncu başlatacaktır.

Oyun sahasına her oyuncuya ait bir bilye yerleştirilmiş beklerken oyunu başlatacak oyuncu seçilmiş olarak kendisine ait bilyenin bulunduğu yere bilyenin başına geçer. Oyunun değişmez kuralı bütün oyuncular kendi bilyelerine hareket darbesi vururlarken sadece el parmaklarında birini kullanabilmeleridir.  Bu parmaklar genellikle parmakların en güçlüsü ve bu oyuna en uğun olan parmaklardır. İşaret parmağımızı orta parmağın üstüne kor ve işaret parmağımızla orta parmağımıza basınç uygular. Orta parmağımızı bilyenin dibine yavaşça yerleştirilir. Bu şekilde yerleştirilen orta parmak işaret parmağından en seri şekilde ok fırlatır misali kurtarılır. İşaret parmağının basıncından kurtulun orta parmak bilye ’ye en seri şiddetle dokunmasını sağlar. Oyuncu baş parmağını yerde duran bilyesine dokunduracaksa: baş parmağının tırnak üstünü işaret parmağının ilk boğumuna yaslayarak işaret parmağı ile baş parmağını sıkıştırır. El ve parmaklar bu halde iken kendi bilyesine darbeyi indirecek baş parmağını yavaşça bilyesine yaslar. Ve darbeyi indirecek parmağını baskı yapan parmaktan, yaydan kurtulmuş ok misali kurtararak yerdeki bilyesine dokunur. Hedef bu darbe ile nişan aldığı diğer oyuncuların bilyesini vurmak ya da kendi bilyesinin bilye çukuruna girmesini sağlamaktır. Kendi bilyesine vurduğu bu darbe soncu diğer oyunculardan birisinin bilyesini hedefleyerek vurmuş olursa vurduğu bilyeyi ütmüş olur. Ve yeni hedefler için aynı oyuncu oyuna devam eder. Yeni hedefi başka bir bilye ’yi vurmaktır. Ama bazen tek darbeyle birden fazla bilyeyi de vurabilme hakkı vardır. Tek darbe ile kaç tane bilyeyi vurursa o bilyeleri ütmüş olur. Ya da doğrudan hedeflediği oyun çukuruna kendi bilyesine koymaktır. Dokunarak kendi bilyesini hareketlendirip oyun çukuruna koymasını başarırsa oyun sahasına dizilmiş diğer oyuncuların bilyelerinin tümünü ütmüş olur. Oyuncu her darbe soncu bilye vurmasını başarır ya da doğrudan bilye çukuruna kendi bilyesini yerleştirirse, oyunu o sürdürür. Ta ki kendi bilyesini bilye çukuruna koyamamış ya da bir başka oyuncunun bilyesine dokunamadan hedeflerini es geçmişse! bu defa sıra hedefleyip de vuramadığı bilye sahibi olan oyuncuya geçer. Ama diyelim ki ne çukura ne de hedeflediği bilyelerden bire dokunamadı. Bu defa sıra onun bilyesine en yakın olan bilyeye sahip oyuncuya sıra geçmiş olur. Sıranın en yakın bilye sahibi oyuncuya geçmesinin nedeni oyunu başlatan oyuncu en rahat kendi bilyesine yakın hedef olan bilye vurma ihtimalinin çok yüksek olmasındandır. Oyun turu sona erebilmesi için yerde vurulmamış oyunu sürdüren oyuncu bilyesinden başka hiçbir oyuncu bilyesinin kalmaması gerekiyor. Ya da Oyunu ilk başlatan doğrudan kendi bilyesini bilye çukuruna koymayı başarmış olması gerekiyor.

Oyunun bitme serisi olan sayıya erilmeden kendi bilyesi tükenen her oyuncu ya bir başka oyuncudan ödünç bilye alır ya da oyunda çekilmiş olur. Oyun oynanmış belirlenen oyun serisi tamamlanmış olduğundan kim ne kadar bilye ütmüş ise artık o bilyelerin sahibi o oyuncu olur.

Gılla veya Miltaş oyununun da oynarken anne ve babamıza yakalandığımız da fırça yeme ihtimali çok olurdu. Çünkü bilyeleri hedeflediğimiz noktaya yönlendirmek için diz çöker eğilir el ve gözle gez-göz -arpacık misali nişan alınır. Bu tür eğilmelerde dizimizi yere dayadığımız için de giysilerimizin diz kısma çabuk yıpranır ya da yırtılır. Bedenin bütün ağırlığı dizimize yüklendiği için pantolonumuzun zedelendiği gibi diz kapaklarımız acır canımız yanardı.



DÜĞME OYUNU.



Düğme oyununda en az iki kişi olmak üzere oyuncu sayısı beş ya da on kişiye kadar artırıla bilinir. Oyun sahası için düz bir zemin seçilir. Oyun sahası için seçilen zeminin çapı üç dört santimetre, derinliği dört beş santimetre ebadında bir dairesel kuyu kazınır.  Düğmeler yerde aldıkları itme darbeleriyle hedefi olan kuyuya sokulmaya çalışılır. Oyun sahası seçilir. Düğme kuyusu istenen standartta açılır. Oyunda kullanılacak düğmeler her oyuncuya ait bir adet düğme olmak kaydıyla bütün düğmeler düğme kuyusuna belirli bir mesafe uzaklıkta yerleştirilir. 

Oyun kurulurken oyuna ilk başlayacak oyuncu kura yöntemiyle seçilir. Kura çekme yönteminin en kestirme yolu oyuncu sayısı kadar kibrit ya da bir başka çöp seçilir. Bu çöplerden sadece bir tanesi diğerlerinden farkı kısa ya da uzun seçilir. Ancak çöplerin sadece uçları eşit durumda tutularak alt kısımları avuç içine gizlenir. Böylece uzun ya da kısa çöpler fark edilmez olur. Sıra ile her kes bir adet çöp çeker. İçlerinden farklı çöpü kim çekmiş ise oyunu o oyuncu başlatır.

Oyun başlatılır. Kesin kural olarak her oyuncu kendi döğmesini ancak el parmaklarıyla hareket ettirebilir. Kullandığı el parmakları ister sağ el ister sol el parmakları oluşun. Düğme oyununa en yatkın ve en iyi kullanılan parmaklar baş parmağı işaret parmağıyla baskı altında tutarak işaret parmağını baş parmağının tırnak üstüne gelecek şekilde bastırmak ve gerilmiş bir ok yayından kurtulan ok misali baş parmağı bu baskıdan kurtarırken de baş parmağımızı kendi düğmemize değmesini saylamak ve parmağımızdan aldığı darbe ile nişan alınmış hedef düğmeye çapmasını sağlamaktır. Bu çarpma veya çarpmalarla hedeflediğimiz düğmenin düğme kuyusuna girmesini sağlamaktır.

Oyunu devam ettirmek için kendi düğmesiyle diğer oyuncuların düğmelerine vurarak açılan kuyuya sokma şartı vardır. Bir başka şart da bir oyuncunun düğmesini hedefledi ve kendi düğmesine vurarak hedeflediği düğmeye vurdu ama düğmeyi bir vuruşta açılmış kuyuya sokamadı. Bu durumda aynı hedefi yeniden nişan alır ve o düğmeye vurarak kuyuya sokma görevi yine o oyuncunundur. Ta ki hedeflediği düğmeye kendi düğmesi ile dokunamaz ve es geçene kadar. Hiçbir düğmeye dokunamadı ve es geçti. Bu durumda oyuncu değişikliği olur ve oynama sırası hedeflenen düğme oyuncusuna geçer. Ve bu oyuncu dilediği düğmeyi tek tek vurarak açılmış düğme kuyusuna yerleştirir. Oyun oynayan oyuncu sayısı kaç kişi olursak olalım. Düğmesi kuyuya sokulmuş oyuncu ekarte olmuş ve bütün düğmelerin düğme kuyusuna girmesini bekleyecektir. İster bir oyuncu ister birden fazla kaç oyuncu varsa onların oyunu sürdürme kuralı dahilinden düğmeler düğme kuyusuna yerleştirdi. Açıktan en son oyun oynayan düğme sahibi kalmış olur ve o oyuncuda ister tek darbe ister birden fazla darbe ile kendi düğmesini düğme kuyusuna yerleştirir. Böylece oyun sahasından açıktan kalmış düğme kalmamış olur. Artık sıra kuyudan üfleyerek düğme çıkarmaya ve çıkan düğmeleri ütmeye gelmiştir. İlk üfleme yetkisi en son oyuncu kim ise o oyuncu düğme kuyusuna üfleyecektir. Oyuna dahil bütün oyuncular içi oyun düğmeleriyle dolmuş düğme kuyusunun başına toplanır. Düğme kuyusuna üfleyecek oyuncu iki dizi üzerine yere çöker. İki kulunu yere bastırarak eğilir ve dudakları düğme kuyusuna yaklaştırır. Ciğerlerine derin bir nefes çeker. Ciğerlerine çektiği derin havayı tek bir hamlede düğmelere gelecek şekilde düğme kuyusunun içine üfler. Üfleme tekniğini her oyuncu kendi nefes ve teknik taktiğiyle yapar. Ama en etkili üfleme ve teknik olan yöntem dudaklarını kuyunun bir kenarına yaslanacak şekilde yaklaştırmak ve var gücüyle düğmelerin yan tarafına üfleme yöntemiyle hava basıncı uygulamaktır. Bu oyunda öyle usta oyuncular olur ki bir üflemede nere de ise düğme kuyusunda birikmiş ne kadar düğme varsa kuyunun dışına çırakmış olur. Her üflemede kim ne kadar düğmeyi, düğme kuyusunun dışına çıkarmış ise o düğmeleri ütmüş ve düğmeler artık onundur. Tek bir üflemede birkaç düğme çıkarmış olan oyuncu düğme ütme sırasını savmış olur. Sıra ikinci sırada üfleme hakkı kazanan oyuncunun olur.

Kuyudan düğme çıkarmak için ikinci sırada hak sahibi olabilmek için de düğme kuyusuna ilk hangi oyuncunun düğmesi girmiş ise kuyudan ikinci sıradan düğme çıkarma sırası o oyuncunun olur. Düğme kuyusuna giren düğmenin sahipleri kuyuya sokulan ilk düğmeden başlayarak ikinci üfleme sırasını kazanır. Üfleme sırası böylece, Üçüncü- dördünü beşinci vesaire sırasıyla üfleme sırası kazanılır. Düğme oyununun en şanslı oyuncusu: daima düğme kuyusuna birinci sıradan üfleyerek düğme çıkarma ve ütme sırası elde eden oyuncunun olur. Bu oyuncu da kuyuya en son kendi düğmesini koyan oyuncudur.

OYUN VE ÖYKÜLERİ BURAYA YAZ        25.12.2017 GÜNÜ 141 SAHİFE VE 32.991 SÖZCÜKTÜR

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX