GÜLDEDE
Güncel Bakış
From: g<uldede56@hotmail.com
To: guldede56@yahoo.com; guldede5641@gmail.com;
guldede56@hotmail.com
Subject:
Date: Tue, 22 Sep 2009 23:00:35 +0000
M.S. İLK 100 CÜ YILDAN BAŞLAYAN KAVİMLER GÖÇÜNDEN 25 Ekim
1277’ye VE GİDEREK GÜNÜMÜZE DOĞRU GÜLDEDE KÖYÜNDEN ÖZET BİLGİLİLER:
ÖN SÖZ YERİNE:
Kültürel olarak aynı köklere sahip henüz soyu tükenmemiş tek
alt tür olan ve düşündüğünün üstüne düşüne bilen kısaca insanı olarak
isimlendirilen Homo Sapiens türünün mensupları yaşamları boyunca çeşitli
bölgelere, iklimlere yayıldıkça daha önceleri birbirleriyle kurdukları bağı
kaybederek farklı kültürel değişimler geçirmiş. Sonuçta her biri kendine has
bir yaşam tarzı sürdüren, farklı davranış biçimlerine ve dünya görüşlerine
sahip insan kültürleri ortaya çıkmasını sağladı.
Böylece insanlar Tarihin ilk evresinde kurdukları
bağlantıları feda ederek yaşam biçimlerinin sayısını ve çeşitliliğini tercih
etmiş oldu.
Bundan yetmiş milyon yıl öncesiyle kıyaslandığında yirmi bin
yıl önce insan ailesinin nüfusu daha kalabalıktı. Avrupa kıtasındaki insan
ailesine ait veriler, Asya kıtasında Çin’de ki akrabalarında çok daha farklı
işliyordu. Ancak Avrupa ve Asya’da Çin’deki insanlar arasında doğrudan kurulu bir
bağ bulunmadığından, tüm Homo Sapiens türünün bir gün tek bir kültürel ağına
dahil olabilmesi son derece imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor.
Toplumun omurgasını oluşturan kurumsal ilişkileri
sürdürenler sonuçta o toplumdaki bireylerdir. Dolayısıyla toplumsal yapı
analizleri için kurumsal yapıyla birlikte bir toplumun nüfus yapısını yani
nüfusun büyüklüğünü, bir ülkede yaşayan insan sayısını, nüfusun bileşimi olan
nüfusun doğum ve ölüm oranları ve nüfusun dağılımını, göç hareketlerini bilmek
gerekir.
İkinci aşama Tarım Devrimi’yle başlar ve beş bin yıl
öncesine, paranın ve yazının icadına dek devam eder.
Tarımın demografik büyümeyi hızlandırmasının bir sonucu
olarak insan eylemlerinde hızlı bir artış gösterirken buna eş zamanlı ya da
paralel olarak tarım insanların yerleşik düzen diye bilinen aynı yerde
yaşamasını mümkün kıldı. Bu durum ilk kez bu kadar çok insanın aynı çatı
altında toplanarak bir aile bireyleri olarak birbirlerine sıkı bağlarla bağlı
yerel örgütlenmeler ve ağlar oluşturmasına neden olmuştur. Tarım ayrıca
birbirinden farklı ağların birbirleriyle iletişime geçerek farklı ticaretler
yapmasına da ön ayak olmuş.
Yine de insanların hâkim gücü yazı ve para olmaksızın
şehirler, krallıklar, imparatorluklar kurması mümkün olmamış ve insan evladı her
biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren ve farklı dünya görüşlerine sahip
sayısız küçük kabileye ayrılmış olarak yaşam sürdürmüştür. Bugün insan türünü
siyasal sistemlerin dışında tek bir çatı altında toplamak hayal bile edilemez
duruma gelmiştir.
İnsan gelişiminin Üçüncü evresi ise, beş bin yıl kadar önce
yazı ve paranın icadıyla başlayıp Bilimsel Devrim’in başlangıcına dek devam
eder. Nihayet insan iş birliğinin yazı ve para sayesinde oluşturduğu çekim
gücü, merkezi örgütlenmelerin oluşturduğu kuvvetlere boyun eğdirmiştir.
İnsan topluluklar bireysellikten aileye, aileden boy ve
kabileye, kabileden köy-kent şehir devletlerine, şehir devletlerinde federatif
yapılı şehirler ve krallıklar kurmak üzere birleşmiştir. Farklı Şehir ve
Krallıklar arasındaki siyasi ve ticari bağlar giderek güçlenmiştir.
Madeni paraların, İmparatorlukların ve evrensel dinlerin
ortaya çıktığı birinci bin yılla beraber, insanlar daha bilinçli olarak
paylaştıkları yer küreyi kucaklayarak saracak tek bir siyasi örgütlenme ağı
örmenin hayalini kurmaya başlamış olarak yaşamlarını sürdürmeye devam etmişler.
Yaşanan ve tarihin kaydettiği dördüncü ve son aşamasında
yani 1492 yılı civarında kurdukları bu hayal gerçeğe dönüşmüştü bile. Erken
modern dönem kâşif ve istilacıları ile beraber olan tüccarları tüm dünyayı
saracak ağın düğümlerini dokumaya başlamış olarak ve giderek bu düğümleri daha
da sıkılaştırıp güçlendirmişler. 1492 de
Kolomb’un döneminde örülmeye başlamış örümcek ağı, 21. Yüzyılın çelik ve
asfalttan mamul kafes haline gelir. Ve en önemlisi, bilginin bu küresel yapının
her parçasında giderek daha da serbestçe dolaşmasına izin verilir. Şöyle ki
Kolomb; Avrasya ve Amerika ağını ilk kez birbirine bağladığında çok az miktarda
veri kültürel önyargıların, katı sansürün ve siyasi baskının kurduğu
barikatları aşarak okyanusun öteki tarafına ulaşabilmiştir. Yıllar geçtikçe
bilim, hukukun egemenliği, serbest piyasa ve demokrasinin giderek daha çok
yayılması, önceleri kurulan barikatların kaldırılmasına çok yararı dokunmuş
olarak yardımcı olmuştur.
Çağımızda genellikle demokrasinin ve serbest piyasanın, iyi
olduğu için bu yarışı kazandığı düşünülüp, söylenir. Söylenmesine söylenir olsa
da halbuki sağlanan bu ve benzeri başarılar geçmişten birikerek gelen beceri ve
bilgilerin kullanılmasını sağlayan ve işlenen sistemlerinin bir zincirin
halkaları gibi birbirine eklenerek geliştirilmesine borçluyuzdur.
Sonuç olarak insan evladının geçmişte bıraktığı yetmiş bin
yıl önce yaşadığı Dünya’ya bir taraftan yeni yeni yerlere göçerek keşfedip
yayıldı. Daha sonra farklı gruplara ayrıldı ve nihayeti yeniden birleşti. Fakat
gel gelelim ki bu birleşme süreci bizi başladığımız noktaya geri götürmeye ne
niyeti nede elde ederek kültürel olarak biriktirdiği geçmişin gücü; bu geri
gidişe izin vermedi. Asla vermez de.
İnsan toplulukları bugünün yerleşim yerlerinde bir araya
geldiğinde, var oluşlarından bugüne kadar kat ettikleri milyon ya da binlerce
yol boyunca toplayıp geliştirdikleri araçların, düşüncelerin ve davranışların
eşsiz mirası da onlara eşlik ediyordu.
Günümüzde kullandığımız modern kilerlerimiz Ortadoğu’nun
keşfedip bugüne getirdiği buğdayı, Ant Dağların da geliştirilip dünya ya
yayılmış 262 tür patatesi, Yeni Gine’nin şekeri ve Etiyopya’nın kahvesiyle
dolup taşıyor. Aynı şekilde dilimiz, dinimiz, müziğimiz ve siyasetimiz de
gezegenimiz olan dünyanın her köşesinde toplanmış geçmişten bugüne birikerek
elde ettiğimiz mirasla zenginleşmiş durumda.
Biriktirilmiş bilgileri şöyle sıralayabilirsek: Yaşamı özgür
kılmak gerektiği için doğruyu ve yanlışı belirleme iddiası taşıyan en yüce
değer olan bilgi akışını yaşamımızın değişimi, dönüşümü olarak bizi yaşamın iyi
olduğuna inandırır. Tanrı yerine bilgi her şeyi kontrol edecek, insanlarınsa
yaşanan sisteme dahil olup olmadığı onunla kaynaşıp kaynaşmadığı uyarısı
yapacaktır.
Hindular insanların kâinatın ruhu “atman” ile kaynaşıp onun
bir parçası halene gelebileceklerine ama bunun için çabalamaları gerektiğine
inanır. Kâinattan, evrene evrenden dünyamızı kadar olan “Her şey” olarak
seslendirdiğimiz sadece insanlar değil, akla gelebilecek tüm nesneleri
kastediyorum. Evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parçası
kalmayacak bir yaşam bizi bekler olacaktır.
Bilgi akışının engellenmesi işlenecek suçların ya da
günahların en büyüğü sayılacak. Ölüm, verilere dayalı bilginin akışının
durdurulması ya da kesilmesinin ötesinde başka hiçbir anlam taşımayacak.
Dünyadaki yaşamlarını tamamlayan insanlara cennete gitmesi
için dualar, cehenneme gitmesi içinde beddua etmeye gerek bile görülmeyecektir.
İnsanlar bilecekler ki: ölüm sandığımız şeyin değişim ve dönüşüme uğramış bir
durum olduğunu ve bunun da yaşamı sürekli kıldığını öğretmiş olacaktır.
1789 Fransız devriminden beri “Özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik” uğruna sayısız savaş, devrim ve ayaklanmalara rağmen siyasal
sistemler olarak yeni bir değer yaratamadık sayılsak da. Swartz, 2008 de “Açık
Erişim Manifestosu ’nu” yayınlamıştır. Fakat: Swartz bu eyleminden sonra tutuklandı
ve mahkemeye çıkarıldı. Muhtemelen hüküm giyerek mahpushaneye yollanacağını
fark ederek kendini astı. Bu olaydan sonra Hackerler imza kampanyaları
düzenlediler. Baskılara dayanamayan JSTOR, bugün elindeki verinin hepsini
değilse de bir kısmanı serbest erişim hakkı tanımak zorunda kaldı.
Bilginin özgürlüğü sayesinde yeni bir dünya yaratılıyorken
Hümanist bilim bireysel araştırmacıyı yüceltir. Bu yüzden her araştırmacı
isminin “Science” ya da “Nature’de” yayınlanması ister. Oysa giderek daha fazla
sanatsal ve bilimsel üretim herkesin her şeyle iş birliğiyle ortaya çıkıyor.
Wikipedia’ın yazarı kim? Elbette hepimiziz.
Antik Babil’de insanlar çözümsüz çıkmazlarla
karşılaştıklarında gökyüzünü izlemek için gecenin karanlığında tapınağın
tepesine çıkarlarmış. Babiller yıldızların kaderimizi yönlendirdiğine ve
geleceği öngörebildiklerine inanıyorlarmış. Yıldızları izleyerek kiminle
evleneceklerine, tarlayı ekip ekmeyeceklerine, savaşa girip girmeyeceklerine
karar verirlermiş. Böylelikle felsefi inançları gündelik uygulamalara
dönüştürürlermiş.
Zebur-Tevrat- İncil ve Kuran gibi semavi dinler bambaşka bir
hikâye anlatmaya başlamış ve Babillerin felsefesine karşı çıkarak; yıldızlar
yalan söylüyor. “Yıldızları yaratan Tanrı, tüm doğruları kendi buyruğu olan
Zebur-Tevrat-İncil ve Kuran’da açıklığa kavuşturmuştur. Yıldızlara bakmayı
bırakın ve bu kitapları koruyun.” Bu durum insan evladının uygulamaya dönük bir
tavsiyeydi. Ve insanlar bu kitapları okuyup, kiminle evleneceklerini, ne iş
yapacaklarını, savaşa girip girmeyecekleri belirleyebilmek için bu kitapları
okuyarak yazılan nasihatlere uydu.
İnsanlar uzun süre iman etmeye devam ederek insan evladının
Tanrı tarafından bir tür ilahi amaç için yaratıldığını öne sürdüler. Ve bu
yüzden de insan kutsaldır dediler. Uzunca bir zaman sonra insanlar, kendi
varlıklarının başlı başına kutsal olmadığını ve Tanrı’nın aslında var
olmadığını dile getirme cesaretini göstere bildi. Voltaire gibi düşünürlerin
döneminde hümanistler, “Tanrı insanın hayal gücünün bir ürünüdür.” Diyorlardı.
Görünen o ki: Fikirler dünyayı, davranışları, etkiliye bildiği ölçüde
değiştirebiliyor.
Ve hümanistler yepyeni bir hikâye ile çıka gelirlerken;
“İnsanlar Tanrı’yı icat etti. Dini kitapları yazdı binlerce farkı şekilde
yorumladı. Diyerek insanlar tüm doğruların asıl kaynağıdır. “Dini kitapları
ilham verici bir insan yaratımı olarak okuyabilirsiniz ama buna mecbur
değilsiniz. Bir çıkmazda olduğunuzu hissediyorsanız, kendinizi dinleyin ve
içinizdeki sese kulak verin.” Böylece Hümanizm kendinizi nasıl dinleyeceğinize
dair uygulanabilir yollar göstererek günbatımını izlememizi, Goethe okumamızı,
okuduklarımız ile oluşturduğumuz notlar tutmamızı, en yakınımızda bulunanla
başlayarak yakın arkadaşlarımızla içten sohbetler etmemizi ve demokratik
secimler düzenlememizi sağlık veriyorlardı.
Yüzyıllar boyunca bilim insanları hümanizmin rehberliğini
benimsedi. Fizikçiler evlenip evlenmeme kararı alırken günbatımını izleyip
içsel benlikleriyle ilişki kurmaya çalıştı. Kimyagerler zorlu bir iş teklifi
üzerine düşünürken bu durumu günlüklerine yazdı. Yakın dostlarıyla fikir
alışverişinde bulunup, dertleşti. Biyologlar savaşa girme ya da barış anlaşması
imzalama ikileminden kurtulmak için demokratik seçimlerde oy kullandı.
Dolayısıyla Konfüçyüs’ün Budanın ve Semavi din peygamberlerinin yerine insanlar
artık kendi duygu görgü ve bilgilerini dinlemeyi tercih ettiler.
Hümanizm deneyimlerimizin kendi içimizde ortaya çıktığını,
olup bitenin farkına varmamız için kendimizi keşfetmemiz gerektiğini, böylece
evrene bir anlam katabileceğimizi öğütlüyordular. Artık Hindistan’a gidip bir
fil gördüğümüzde ne hissediyorum diye sormuyoruz bile. Alelacele telefononumuzu
elimize almaya çalışıyor, filin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklüyor, sonrada
kontrol edip kaç beğeni aldığımızı kontrol ediyoruz. Slogan olarak kendi
kendimize “Bir şey deneyimliyorsanız, kaydedin, bir şey kaydettiyseniz
yükleyin, bir şey yüklediyseniz paylaşın.” Der olduk.
Kim olduğunu mu bilmek istiyorsun? Artık dağ tepe dolaşmayı
bırak DNA dizilimini analiz ettirdin mi? Hayır mı? Daha ne bekliyorsun? Hemen
git ve yaptır. Büyükanneni, anneni, babanı ve kardeşlerini de götür, onların
verileri de son derece değerli. Peki giyilebilir biyometrik cihazları duydun
mu, hani tansiyonunu ve nabzını günün 24 saati ölçen şu giyilebilir biyometrik
cihazları? Güzel hemen bir tane edin ve akıllı telefonuna bağla. Alışveriş
yaparken yaptığın her şeyi kaydetmek için bir kamera ve mikrofon al ve
çektiklerini internete yükle. Google ve Facebook’un elektronik postalarını
okumasına, görüş ve mesajlarını takip etmesine, tıkladığın ve beğendiğin her
şeyi kaydetmesine izin ver. Tüm bunları yaparsan, Nesnelerin İnternet’inin
harikulade algoritmaları, kimle evlenmen gerektiğini, hangi kariyeri seçeceğini
ve ne zaman savaş başlatabileceğini söyleyecek.”
İyi güzel de peki yaşam gerçekten bundan mı ibaret? Yaşam bilimleri ve Sosyal bilimler alanında
çalışma yürütenler, hisler, duygular ve düşünceler tercihlerimizde şüphesiz
önemli bir yere sahip ama tek işlevleri bu mu?
“Eğer insan türü sahiden tek bir bilişim sisteminde
ibaretse, bunun son çıktısı ne olabilir? Dataistler bunun, Nesnelerin interneti
adı verilen, yeni ve çok daha etkin bir bilişim sistemi olduğunu öne sürüyor.
Homo sapiens’in sonu bu sistem tamamlandıktan sonra gelecektir.” Diyor.
Durmaksızın yaşam denen şey sürerken, tıpkı sosyoekonomik
sistemler gibi Dadaizm’de yoluna bilimsel bir teori olarak tarafsızmış gibi
başlamış olsa da giderek ilahisi olmayan bir din gibi yoluna devam ediyor.
Eğer yaşam bilginin sürekli yer değiştirmesiyle oluşuyorsa
ve biz bu devinimin iyi olduğuna inanıyorsak, evrendeki bu bilgi akışını
arttırarak derinleşmesini sağlayarak yaymamız gerekir.
Bilimsel bilgi sistemine göre; insan deneyimleri, üzerine
çalışarak dokunulmayacak kutsallar değildir. Düşündüğünün üstüne düşünebilen
insan yaratılışın zirvesi olmadığı gibi bunun bir üstü kimliği olan Homo
Deus’un yanı ne idik ne oluyouzun öncüsü ’de olamaz. İnsanlar zamanla
gezegenlerimizin sınırlarını aşıp galaksiye hatta evrene yayılacak nesnelerin
internetini yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibaret olabilecektir.
Kastettiğim: her şeyden önce geleceğin insanı sadece
insanlar değil, bununda ötesinde akla gelebilecek tüm nesnelerden daha fazla
kitle iletişim aracı kullanarak veri akışını alabildiğince arttırmalı ve bunun
sonucu olarak da alabildiğine çok bilgi üretmeli ve tüketmelidir.
Bizimle beraber sokaktaki araçlar, mutfaktaki buzdolapları,
çiftliklerdeki tavuklar ve ormandaki ağaçlar dahil var olabilen ne varsa hepsi
nesnelerin internetine bağlanmalıdır. Niçin mi? Mesala ağaçlar birbirine hava
durumunu ve karbondioksit seviyesini bildire bilmeli, mutfaktaki buzdolabı
tavuklara buzdolabındaki yumurtaların bittiğini iletebilmeli. Kullandığımız
araçlar benim hangi saatte evden çıktığımı ve ne kadar zaman sonra işte olabileceğimi
bilerek beni evden alıp işe bıraktıktan sonra, arabaya ihtiyacı olan bir
başkasının işe başlama ya da dönüş zamanının aynı zamanda olduğunu bilerek
gidip onu almalı ve akşam iş dönüşü de aynı işi göre bilmeli ki hem yaşam
yerinde fazla araç bulundurmak hemde günde yarım saat -bir saat kullandığımız
özel aracımızın gereksiz yere alı konmasını önlemeli. Öyle bir ağ kurulmalı ki
evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parça kalmamalı. Veri
akışının kesilmesi ölüm sayılmalı.
İfade özgürlüğü insanlara dilediklerini düşünüp söyleme ve
arzu ettiklerinde susup düşüncelerini kendilerine saklama hakkı vermiştir.
Bilgi edinme özgürlüğü, insanlara değil bilgiye tanınmıştır. Gayet tabiidir ki
bilginin özgürlüğü sayesinde, daha iyi bir dünya yaratmak istiyorsak, verilere
dayalı bilgiyi serbest kılmalıyız. Değişim ve dönüşümün evrenin sonsuz
görevlerinden olduğuna inanırım. Diyor ve inanıyorum ki son yoktur. Olup biten
ya da olup bitecek sonsuz dönüşümdür. Var olacak olan sonsuzluktur.
GÜLDEDE’YE GİRİŞİN ÖN BİLGİSİ:
Güldede Köyü’nde yaşamımın başlangıç noktası olarak
hatırladığım: insanın iliklerine işleyen soğuk ve kışa girmek üzere olan ayazlı
sonbahar günleriydi. Evimize ait tuvalet binanın dışında çitlerle çevrilmemiş
büyükçe bir alanın bir köşesinde idi. Sevgili annem beni tuvalete götürmüştü.
Hasta olduğum için tuvaletin kapalı yerine oturtmamış, bitişiğinde ki boşluğa
koymuş kendisi de evimizin önünde bazı kap-kacak yıkıyordu. Annem işini
bitirmiş ama ben daha tuvaletimi yapamamıştım. Annem de evimizin dış kapısına
yaslanmış iki kolunu koynuna sokmuş vaziyette beni gözetleyerek beklemektedir.
Tuvaletimi yapmaya çalışıyor ama çok zor becerebiliyordum. 3-4 yaşlarında falan
olmalıyım. Küçük tuvaletimi yapmış ama büyük tuvaletimi yapmaktan çok
zorlanıyordum. İşimi bitirdikten sonra iki elimi çömelmiş dizlerime destek
olarak koymasına rağmen ayağa kalkamadım. Kış mevsiminin Ocak ya da şubat
ayları arası giderek hastalanmış ve bir deri bir kemik misali kalmışım. Yoğun
karlar öyle bol yağmıştı ki: iki -iki buçuk metre yüksekliğinde olan kerpiç
damları yer yer karlar kapatmıştı. Ayaz ama güneşli bu kış günlerin birinde
babamın gözü gibi bakıp beslediği doru kısrak’a önce keçe den yapılmış örtü
örtünün üstüne de meşinden yapılmış at eyeri konmuş kolonları sıkı sıkı
bağlanmış ağzına metal ve kayıştan yapılmış gemi takılmış olarak hazırlandı.
Dedem ile amca çocukları olan, babamın dayısı ışıklı dünyası içinde
değişime-dönüşüme başladığına inandığım çok sevgili Çako Mehmet Dayı ile
sevgili Babam günün koşullarına uygun giyinmiş kuşanmışlardı. Sevgili baba
annem ile annem beni bir kundaklı bebek hazırlar gibi sarmış, sarmalamış olarak
yolculuğa hazırlamışlardı.
Sabahın erken saatlerinden yoğun kış nedeniyle ağıllarda
beslenen hayvanlara günün ilk yiyecekleri verildikten sonra, hazırlanmış
yolculuk ekibi olarak Güldede köyünden yaklaşık 20 kilometre uzakta olan Kaş
köyü’ne yola çıkmıştık. Yoluculuk boyunca karlara bata-çıka çok yavaş hareket
edebiliyorduk. Kar öyle bol yağmıştı ki yer yer at’ın yüksekliğini aşmış
durumlarla karşılaşıyorduk. At sırtına oturtulmuş durumdayım. Attan düşmeyeyim
diye babam beni sürekli bir eliyle tutarken Çako dayım da atının gemini tutmuş
bize rehberlik ediyordu. Sayısını unuttuğum birçok kez gittiğimiz yoldaki
karlara batan at üstünde oturan benim ayaklarım bile içine battığımız karlara
değiyordu. Bu halde kalan at tek başına battığı karlardan çıkamaz oluyordu. At
sırtında kalan bedenimi, babam hemen küçük bir hareket ile şöyle yana iterek
attan uzaklaştırıyor ve karlar üzerinde yatmış bir durumda bekliyordum. Çako
dayı ve babam ata yardım ederek battığı karlarda çıkarıyordu. Babam beni
kucağına alıp yeniden atın eyerine oturtuyordu. Sabah erkende çıktığımız
yolculuğumuz güneş battıktan sonra Kaş köyüne sona ermişti. Kaş köyünde Işıklı
dünyası içinde değişim ve dönüşüme başladığına inandığım sevgili Haydar
amcalara misafir olduk. Babam ve Çako dayım o gece Kaş köyünde kaldıktan sonra
sabahın erken saatlerinde beni Haydar amcanın kızı annemin arkadaşı sevgili
Zühre teyzeye emanet edip Güldede köyüne döndüler.
Kaş köyünden İstanbul’a göçmüş isim olarak Sıhhiye Ahmet
amca yıllık izinli olarak köyüne gelmişti. Yaklaşık iki hafta kadar kaldığım
Bektaş amcanın evinde Sıhhiye Ahmet amca: Bir doktor çantası içerisinden
çıkardığı metal bir kutu içerisinde muhafaza ettiği cam ve metalden yapılmış ve
bu şırınganın ucuna takılan içi delik çok ince bir iğneyi hazırlardı. 10x15 cm
ebatlarında olan çinko bir kap çıkarır içine temiz su doldurur ve içine
hazırladığı şırınga ile iğneyi koyardı. Suyun kaynamasını beklerdi. Sıhhiye
Ahmet amca: çantasında küçük bir cam şişe içinde taşıdığı yarısına kadar beyaz
bir toz doldurulmuş lastik bir tıpa ile kapatılıp etrafı metal çember ile
sarılmış bir şişe çıkarırdı. Bir başka kutu daha çıkarır içinde içi su renginde
sıvı doldurulmuş tamamen cam ile kapatılmış bir ampul çıkarırdı. Aynı kutu
içerisinde çıkardığı, İki-üç santimetre ebatlında çok küçük bir kıl testere ile
bu ampulün boğumlu yerinde keserdi. Bu hazırlıklar yapılırken de sobanın
üstündeki şırınga ve iğne kaynatılmış su içerisinde çıkartılırdı. Daha hijyeni
bozulmadan iğnesi ucuna takılan şırınga marifetiyle bu su gibi sıvı şırıngaya
çekilir ve içinde yarısına kadar beyaz toz olan küçük şişenin lastik tıpasından
sokularak şırıngadaki sıvı boşaltılırdı. İçerisine sıvı ilave edilmiş bu küçük
şişe bir eline alınır ve başlanır sağa-sola çalkalamaya. Çalkalanarak o beyaz
tozlar sıvı içerinde eritilir katı halden sıvı hale dönüştürülürdü. Gözlenerek
kontrolü sağlandıktan sonra beyaz renk almış bu cam şişedeki sıvı yine
şırıngaya takılı iğne marifetiyle şırınganın içine alınırken sevgili Zühre
teyze beni hazırlamış olarak beklerdik. Bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra
beni yüzün koyun çevirirler ve Sıhhiye Ahmet amcanın elinde hazır tutulan
şırıngaya alınmış sıvı, popoma çok yavaş yavaş zerk edilirdi. Benim canımın
yandığını hissederdim ama ağlayacak takatim varmaydı doğrusu hatırlayamadım.
Ancak kırmızı-beyaz çizgili üçgen biçiminde küçük küçük kesilmiş akide
şekerleri tutuşturduklarını hatırlıyorum.
Aradan yıllar geçti 18-20 yaşlarında iken İstanbul’da
yaşayan Sıhhiye Ahmet Amca’yı araştırırken önce çocuklarını sonrada onlar
vasıtasıyla Ahmet Amca’yı buldum. Sıhhiye Ahmet Amca SSK ’Okmeydanı Hasta
hanesinde hastabakıcı olarak çalıştıktan sonra emekli olmuştu. Kendimi tanıttım
ve konuştuk. Sıhhiye Ahmet amcanın bana anlattığı ise meğer ben “Zatürre”
olmuşum. Tedavi olarak da bana yaptığı Penisilin iğneleriymiş. İki hafta kadar
tedavimi yapmış izni bittiği için işe başlamak üzere İstanbul’a döndüğünü
anlattı. Sıhhiye Ahmet amca gitmiş ben hastalıktan toparlanmış olarak kendime
gelmiştim. Köye haber salındı ve babam gelip beni köyümüze götürmüştü.
Köye döndükten sonraları çok hareketli, yerinde durmaz
haşere sayılan çocukların başı kesilmiştim. Köyümüzdeki yaşıtlarımı hatta
benden biri iki yaş büyüklerini bile kendime yanıma çeker onlarla haşır-neşir
bir durumda günlük yaşamımızı bölüşken yönlendiren ve yöneten olarak hep ben ön
planda olurdum.
Hatırlıyorum 4 ya da 5 yaşlarındayım köyümüzü saran dağlara
gezmelere çıkmaya başlamıştım. Güzel bir son bahar günlerin birinde yine tek
başıma Maşat dağına yılan ocağı olarak anılan yere gitmeye karar vermiştim.
Haklarında bir yığın öyküler dinlediğim yılanların nasıl yaşadıklarını görmek
istiyordum. Köyden ayrılmış Çukur yurt mevkiini geçmiş Kavlak tepe sırtlarında
iken müthiş bir yağmur ve dolu ’ya yakalandım. Kavlak tepe ’in kayalarının
arasına girerek korunacak bir büyük kaya buldum ve onun duldasına sindim. Fakat
dolu uzun belli bir zaman sonra yağmura dönüşmüş ve uzun sürmüş bende korunmak
için sindiğim kayanın dibinde yağmurun bitmesini yoğun yağmur ve dolunun
oluşturduğu sellerin çekilmesini beklerken akşam olmak üzereydi. Ebem kuşa
olarak bildiğimiz renk cümbüşünde oluşan gökkuşağı çıkmıştı. Hüseyin diye
seslenen bir ses duydum. Sese kulak vererek taşın dibinde açığa çıktım.
Elbistan’a bağlı Kaşanlı köy’ de yaşam sürdüren yanında nerede ise hiç
ayırmadığı gündüzleri sırtına semer konarak her an üstüne binmeye hazırlanmış
eşeği ve yanında köpeğiyle beraber beni aramaya gelmişti. Beni kucaklayarak,
semere oturttu ve kendi paltosunu çıkarıp beni paltosuyla sarıp sarmaladıktan
sonra köydeki evimize getirdi.
Fena halde ıslanmış olarak evimize geldiğimiz de baba annem,
annem yün ve kilim örgülü seki ya da sedirler üzerine konup duvarlara yaslamak
üzere içine kurutulmuş ve uzun çayır ortaları dolduruyorlardı. Islak giysilerin
sırtımda alınıp yeniden giydirilmiş olarak yanan tandırın önüne oturttular
beni. Kendime geldikten sonra holde yığılı yastıklara durulmayı bekleyen otların
üstüne atlamış oyunlar oynamaya çalışıyordum. Annem Deli Hüseyin amcanın
karnını doyurmak için kaygana hazırlamıştı. Hüseyin amca afiyetle yerken, baba
anneme kızıyor, bu çocuk bu yaşta böyle tek başına dağlara salınır mı? Siz
nasıl kadınlarsınız? Hüseyin amca baba anneme kızdıkça coşmuş, söylendikçe
hırslanmıştı. Verdikleri cevaplar Hüseyin amcanın susmasına yetmiyordu. Bir ara
baba annem “tamam tamam, deli. De sus artık.” Dediğinde Hüseyin amca oturduğu
“Kerik” denen tahta tabureyi altında çekerek baba anneme tattı. Baba annem
kendini yana çekerek tabureden kurtuldu. Ama otların içinde upuzun yayıldığım
için tabure benim başımın alın kısmında sağ üst kenarına geldi. Kafandan akan
kanları durdurmak için baba annem ve annem panik yapmış kilerde tuzlu tereyağı
getirmiş yarama basıyorlardı. Bir taraftan da “Sen dur birazdan Deli İbo gelip
torununu ne hale getirdiğin görsün, bak sana aynısını yapmaz mı?” diye Deli
Hüseyin amcayı tehdit edercesine susturmaya çalışıyordu. Deli Hüseyin amcanın
birdenbire sinirlenmesi durmuş, sessizce yanımızdan geçerek evden ayrıldı.
Biraz zaman geçtikten sonra dedem eve dönmüştü. Kafası sargılı halimi gördüğü
an hemen kucağına oturtmuştu. Olup biteni diledikten sonra, peki Deli Hüseyin
nerede? Diye sordu ama bilen yoktu.
Mevsim İlkbahar Nisan-Mayıs ayları hamile koyunlar
yavrulamaya başlamıştı. Bu mevsimde ya mal sahipleri ya da sorumlu çobanlar
koyunların konduğu ağıllarda yüksek tahtalar ile hazırlanan karyola tipi
yataklı seki türü çoban yatağında uyurlardı. Babam Çako dayının koyunları gece
kontrol etmek için ağıla gitmiş, ağıla girer girmez ağılın bir köşesinde çoban
yatağının bulunduğu yerde bir ışık görmüş, ışığın yanına gitmiş ve ne görsün
Deli Hüseyin amca yatağa oturmuş sigarasını tüttürmektedir. Babam Hüseyin amca
burada ne işin var? Diye sorduğunda: “Deli İbo beni görmesin, çok sevdiği
torununun başını kırdım. Aslında ben o çenesiz anan olacak Altına atmıştım
Keriki. Ama o kaçtı Kerik çocuğun kafasına geldi. Deli İbo beni yakalarsa lime
lime keser vallahi.” Demiş. Babam yok yok babam seni sever bilirsin, hem sen
torunu ’nu doluda kurtarmışsın, gel seni eve götüreyim, burada hayvanların
yanında yatma der. Fakat Deli Hüseyin amca bunu kabul etmez, sen babana söyleme
ben burada kalayım diye söz alır babamda. Aynı gece babam ağılı ikinci defa
kontrol etmeye gittiğinde Deli Hüseyin amcanın ağılı terk ettiğini görür.
Aradan zaman geçtikten sonra öğrendik ki o gece beş altı kilometre ötede
bulunan Karapınar köyü’ne gitmiş.
Arada bir yıl gibi bir zaman geçmişti. Doru kısrağımız
hamile aile efradı olarak doru kısrak ha doğurdu ha doğurmak üzere günlerini
yaşıyoruz. Nisan ayı sonları, babam karasaban ile tarla sürmeye gitmişti. Annem
kısrağı sulamak üzere ahırdan dışarı çıkarmıştı. Kapalı olan ahırın sıcak
havasına alışmış kısrak bedeni dışarıda üşümesin diye annem kısrağın sırtına
bir çul atmak istedi. Kısrağın kafasına geçirilmiş yularını bana vererek,
içeride kısrağın sırt örtüsünü almaya gitti. Annem getirdiği çulu kısrağın sırtına
attı. Çulun bir uçunda sabit dikilmiş bel altı kemerini kısrağın karnının
altında geçirerek çulun öbür tarafındaki dikili kemer tokasına takmak isterken,
biraz hızlı hareketle kemeri tutarken kısrağın hamile karnına sert mi dokundu
ne! Doru kısrak anne ‘mi ısırmak istedi.
Fakat kısrağın ipi benim elimde ve sıkı tutmuştum. Kısrağın dişleri anneme
yetişemedi ve annem doru kısrağın suratına bir tokat attı. Hırsını alamayan
kısrak da hemen çenesinin altında yularını tutan benim kafamı ısırdı. Canım öyle
yandı, öyle bir ağrı hissettim ki, kısrağın yularını bırakmış, kafamı iki
elimle tutarak damın etrafında fır dönüyorum. Bir yandan annem, arkamdan
koşarak beni yakalamak isterken ben durmuyor koşuyorum. Duvar dibinde muhabbet
eden sevgili Hüseyin dayım sesimizi duymuş koşarak geldi. Bir yandan kafamdan
kanlar akarken kimse beni tutamıyor evin etrafından fır dönüyordum. Sağlı sollu
beni çevrelemişlerdi ki dama çıkan merdivenleri birer birer çıkarak “Hayma”
dediğimiz kurutulmuş ot yığının üstüne çıktım. Dayım gelip beni kucakladı.
Annem elinde tuzlu tereyağı tabağı ile geldi. Kanı durdurmak için yarama önce
sigara tütünü bastılar ama kan durmuyordu. Sonra da annemin getirdiği tuzlu
tereyağını kafamda açılmış yaraya bastı ve “hasa bezi” denen beyaz bir bez üstüne
koyarak üstüne bastırdı. Kendi başında çıkardığı kar beyazı tülbendi ile de bir
güzel sardı.
Şimdi düşünüyorum da köyümden geçirdiğim çocukluk yıllarımda
yakalandığım hastalıktan kurtarılmama önemli katkı vermişler. 2-3 yaşlarında
iken, Doru kısrak beni o karda kışta sırtından taşımıştı. 4-5 yaşlarında o
küçücük halime bakmadan, köyümün dağlarında yakalandığım fırtınalı bol dolu
yağmış günde, köyü seller-sular basmışken dağ başında tek başıma bir kayanın
duldasına sığınmıştım. Bu fırtınada beni bulan sağ-salim eve getiren Kaşanlı
sevgili Deli Hüseyin Amca benim ruhumda derin izler bırakmışlar. Bedenimde de
gözle görülür Hüseyin amca kafamın sağ üst kenarında, Doru at kafamın sol üst
kenarında bıraktıkları ve unutulmaz hatıralı darbe izlerini onurla birer şeref
madalyası misali başımın üstünde taşıyorum.
Zaman akıp giderken ben giderek köyü hükmetmeye başlamıştım.
Köylünün bazılarının en çok sözü dinlenen, bazılarının da nere de ise hiç
sevmediği kişilere kafa tutmaya, tanık olduğum haksızlıklarına yaşıma-başıma
bakmadan kafa tutmaya başlamıştım.
Evimizde hepimiz aynı odada yan yana yataklar serilerek
uyuyorduk. Geceleri hepimiz yataklarımıza girer uyumaya çalışırken, annem ve
babamın komşularıyla olan ki genellikle tarla tapon sınırları belirleme sorunları
olurdu. Babam o gün yaşadığı sorunları anneme aktarırken “Ah, Hüseyin bir
büyüsün on-on iki yaşlarına bir gelsin, bak onlara nelere yapar.” Dediğini
işitirdim.
İlk okulu bitirmek üzereyiz köyümüzde de hissedilen eski adı
Kötü köy şimdiki adı Yazyurdu olan Nahiyemiz merkez olmak üzere bir deprem
oldu. Yazyurdu’nda bazı evlerin deprem sarsıntılarından yıkıldığı görülmüştü.
Bazı zaman aralıklarıyla da artçı depremler oluşuyor ve civar köylerde
hissediliyordu. Artçı sarsıntıları hisseden her köy gibi bizim köyde panik
halinde nasıl uyacağımızı tartışır olmuştu. Depremin ikinci günü, mevsimin de
yaz oluşu avantajıyla evlerden biraz uzak alanlara taşınmış alanlara serilmiş
yataklardan uyumuştu tüm köylü. Ama baban bu durumda pek memnun değildi ve
annem ile dışarıdaki yatakta uzanmış konuşuyorlardı. Babam: “yavaş konuşalım
çocuklar duyup panik yapmasınlar.” Diye söylemişti. Bir taraftan da depremin
büyüğü oldu galiba! baksana arkıt daha az sallıyor bizi. Biz yarın gece içeride
uyuyalım. Çoluk çocuk dışarda üşütecek hasta olacaklar. Hüseyin’in yatağını da
damın üstüne yapalım. Deprem olurda evimiz çöker bize bir şey olursa yıkıklar
altında kalırız. Hüseyin dam üstünde
olduğu için o kurtulacak ve bizi yıkıklar altında o kurtarır.” Dediğini
duyduğumda kendimi vazgeçilmez hissederken, omuzlarıma yıkılan büyük
beklentileri nasıl karşılayacağımı düşünür olmuştum. Neyse ki yeni bir deprem
olmadı ve evlerimize taşınmıştık.
IRGATLARA KÖMBE:
Köyümüzü kasabaya bağlayan Kayseri – Malatya yoluna bitişik
Yaz Yurdu Nahiyesi ’nin Mezrası olan içinde Devlet üretme çiftliği kurulmuş
olan Kötü Köylü Resul: Deprem sonrası geçen günlerin birinde köyümüze gelmişti.
Şen şakrak etrafında olan insanları kahkahaya boğan yüz hatları olarak Tiyatro
ve Sinema aktörü Cevat Kurtuluşa benzer insanlara anlık da olsa mutluluk
dağıtan bir adamdı.
Babamın misafiri olan Resul’e hâl hatır sorulduktan sonra
hoş geldin faslı bitti. Resul’ün verdiği bilgilerle depremde kötü köyde neler
olmuş bitmiş öyküleri dinlendi. Hükümetin depremde evleri yıkılanlara yeni
evler yaptıracağını anlattı. Yapılacak yeni evlerin yerleri de eski yerleşkeden
biraz daha yukarılarda sağlam zemini olan yerde olacağını anlattı.
Resul’ün yaşanmışlık öykülerini daha önceleri dinleyen
büyüklerimiz, bir yanda sigarları tüttürür bir yandan da kaçak çaylardan
yapılmış kan kırmızı çaylarını yudumluyorlardı. Çaylar içilirken sanki sıra
Resul’ün yaşanmışlık öykülerini dinlemeye gelmiş gibi söz ekin ekip biçme
öyküsüne geldi. Önündeki bardağındaki çayından bir yudum alıp, ya ömründe ilk defa
kendime ait bir tarlam olmuştu. Yıllarca her sonbahar kış aylarında İstanbul,
Ankara gibi büyük şehirlere gitmiş inşaatlarda çalışmış biraz para biriktire
bilmiştim. Bizim avrat: Resul gel Bıçkı Mehmet’in şose kenarındaki küçük
tarlayı satın al. Bizim de kendimize ait ekip, biçeceğimiz bir tarlamız olsun
dedi. Neyse biraz da borçlanarak tarlayı satın aldım.
O bahar karlar erimiş tarla ekilecek tava gelmişti. Dede’den
kalma kara sabanımız damım bir kenarında öyle bekliyordu. İyi güzel de tarlayı
sürmek için de öküz ya da ata ihtiyaç vardı. Kötü köyde de sadece bir-iki evde
çalışan öküz vardı. Çalıştırılan at ve katır falan da yoktu. Bu iş güç zamanı
ben şimdi gidip kime dil dökeyim. Kimden sen işini bırak öküzlerini bir iki
günlüğüne bana ver de bizim tarlayı süreyim. Ben kimseden öküz falan isteyemem
dedim bizim avrada. Avrada tamam zaten tarla hem taşlı hem de öyle derin toprak
yüklü değil. Sen sabanın bakımını yap. Sabanın bir tarafına ben bir tarafına da
bizim boz eşeği koşarız. Yok senin gücün yetmez diyorsan, benim yerine seni
koşar, kara sabanı ben tutarım. Zaten tarladaki sular çekileli daha az zaman
oldu. Toprak rahat işlenecek durumda dedi. Zaten tarlamız o kadar büyük falan
değildi. 4-5 dönümlük bol çakıllı bir toprak parçasıydı. Önce ekilecek buğdayları
konu-komşularda hasat zamanı iade etmek üzere ödünç temin ettik. Kara sabanın
bakımını yaptım. Sabanın ucuna takılacak ucu sivri Demir’in de bakıma ihtiyacı
vardı. Dede’den kaldığı ve bugüne kadar da kullanılmadığı için kullanılmakta
ucu körelmiş bir vaziyette bir kenarda beklemekteydi. Demir’i Gürün’e giden
komşulardan biriyle saban demirini gönderip çarşıdaki demirci dükkanların
birinde ucunu zotlattım. Hazırlıklar tamamlanmıştı.
Havanın dingin, sakin, güneşli ve tarlada çalışacak durumda
olan bir günün erken saatlerinde: evde kullandığımız kürek benzeri olan bel’i
avrat eline almıştı. Sırtına kara saban yüklediğimiz eşeğimiz ve sırtıma
aldığım bir külek buğday ile yanımıza aldığımız öğle yemeği olan dağarcığımız
ve içme suyumuzla beraber tarlaya vardık.
Tarlanın kenarında komşumuz ile bizim tarlayı ayıran eni yaklaşık bir
metre olan iki tarlaya paralel olan tağıma yerleştik. Önce alet edevatımızı
hazırladık. Tarlayı enine mi boyuna mı sürsek diye konuştuk. Tarlanın bir
ucundan öbürüne gitme mesafesi daha kısa olan enine sürmeye karar verdik. Çünkü
Avrat da Ben’de öküz, katır ya da at yerine işe koşumlara hiç alışık değildik.
Çabuk yorulacağız. Ayrıca boz eşek de sırtında bizi ya da şelekleri taşımaya
alışıktı ama öküz gibi sabana koşulmaya alıştırılmamıştı daha. Tarla sürmeyi
başarabilecek miyiz? Henüz belli değil. Ama bir an önce de çalışmaya
başlamalıydık.
Derken efendim: belime peştamalımı bağlayıp bir kilogram
buğdayı içine koydum. Enine sürmeye başlayacağımız tarlanın üstüne
serpiştirdim. Daha güçlü olduğumda sabanın takıldığı boyunduruğun iç kısmı
sayılan tarlanın sürülmüş tarafına ben koşuldum. Öbür tarafa da boz eşeği
koştuk. Allah bismillah diye başladık tarlanın bir ucundan öteki ucuna tarlayı
eni doğru sürmeye başladık. Ne ben ne boz eşek ne de avrat; ilk defa yapmaya
çalıştığımız tarla sürme işini doru dürüst beceremiyorduk. Boz eşek benimle
aynı boyunduruğa koşulmuş ama ikimiz de birbirimize uyum sağlayamadığımız gibi
avrat da ne tuttuğu kara sabana ne de önünde sabana koşulu ikimize uyum
sağlayamıyordu. Tarlayı yamuk yumuk çiziktirerek, toprağın altını üstüne
getiriyoruz Yarım saat, bir saat böyle uğraştık durduk. Üçümüzün de canı
burnunda soluyarak biraz dinlendikten sonra avrat sen çok yorulduk. Ben hem
sabanı hemde boz eşeği kontrol edemiyorum. Böyle olunca hepimizin birde canı
kıyıyor, boşu boşuna yorgunluk çekiyoruz. Resul gel senin yerine ben sabana
koşulayım, hem boz eşek senden çok bana alışık. Sende saban ile tarla sürmeye
alışıksın. Böylelikle işimizi daha kolay yaparız dedi. Baktım avrat haklı. Peki
dedim. Başladık yeniden tarla sürmeye. Derken günün yarısından fazlasını
arkamızdan bırakmış güneş tepemizden aşağıya doğru batmak üzere dönmüştü.
Açıkmış susamıştık da. Yorgunluk desen çekilecek gibi değil ara verdik.
Bohçamızdaki ekmek soğan falan olan katığımızı yedik, suyumuzu içtikten sonra
biraz uzandık. Boz eşekte otlakta yayıldı, verdiğimiz suyunu içmişti.
Yeniden yallah bismillah diye başladık tarlayı çiziktirmeye,
giderek üçümüzde koşulduğumuz tarla sürme işine alışıyor birbirimizle daha
uyumlu olmaya başlamıştık. Ogün işi bırakıp evimize dönmeye karar verdiğimizde,
yeniden bitmesi için tarlaya serptiğim tohumlu toprağın nere de ise altını
üstüne getirmiştik. O an işe ara verecek evimize dönecektik ama, serçeler
toprağın üstünde kalan buğday tohumlarını seçerler diye gecenin geç saatlerine
kadar tarlanın tohumlu kısımlarının da altını üstüne getirmiştik. Ne edeceksin
gardaş; “mal canın yongasıdır.” Demişler. Vallahi de doğru söylemişler. Ne ise
her gün daha güneş doğmadan tarlanın başında oluyor karanlık çökene kadar
çalışıyorduk. Sekiz-on günde tarlanın tamamını sürmüştük. Üçümüz de ilk defa
başladığımız işin erbabı olmuştuk sanki. Nerede döneceğimizi, nerede
duracağımızı hatta aynı anda yorulduğumuzu bile hisseder olmuştuk. Yüzümüzün
akıyla işimizi bitirmiş evimize keyifle dönmüştük.
Her zaman olduğu gibi o yaz yine ben koyun sürüleri yaymak
üzere komşu köyde çoban altı aylığına çoban durmuştum. Çobanlık benim ana
mesleklerimin başında gelir. Mevsim ilk bahardan yaza aylarını dönmüş, ekinler
yeşerip boy atmış ağustos aylarının sonu gelmek üzere, avrat: bir çak gün izin
alıp gel diye haber yollamıştı. Anladım ki ektiğimiz buğdayları tarlada biçme
zamanı geçiyor. Çar naçar, rica minnet birkaç gün yerine çobanlık yapacak
birini temin ederek izin koparabildim ağamdan. Köyüme gelirken yolumun üstüne
denk gelen tarlamıza uğradım ekinler ne durumda diye. Ne göreyim ki iyi olsun!
Gördüğüm felaketti! Meğer ektiğimiz buğdaylar çok seyrek serpilmiş, hoş sık da
serpilselerdi tarlanın yüzeyini kaplayan taşların en küçüğünün yumurta
büyüklüğünde olan taşlardan geçilmiyordu zaten. Belli ki saban ile bizim
çiziktirdiğimiz yerlere denk gelen buğday tohumlarının önemli bir kısmı da
toprağın altına geçmemiş yüzeyinde kalmış ve serçelere yem olmuşlar. Tarlanın
içinde tarla fareleri resmen tarlayı evleri haline getirmiş adım başı bir fare
yuvası ve fareler tarlanın içinde mutlu mutlu birbirleriyle oyun oynuyorlardı.
Hasat zamanı gelmiş buğday saplarının ucundaki başaklara şöyle bir baktık ki
içleri nerede ise tamamen bomboşlar. Kimini fareler kimini serçeler ayıklamış
başakların içleri boştu. Hoş nerede isi her bir başağın arasında nerede ise bir
iki adım boşluklar doluydu. Saatlerce tarlanın tağımına çömelmiş sigara
tabakamı çıkarıp sigaralar serdim sardım içtim. Gün batarken köye evime
gelmiştim. Avrat ile hoşbeş ettikten sonra ekini biçmek için yarın erkende işe
başlamak gerektiğini konuştuk. Ben tarlanın durumun avrada söyleyemedim.
Sadece; ben sabah erken kalkar tarlaya giderim. Zaten ırgat çağırttım komşu
köyden 4-5 kişi olacaklar. Ekinimizi bir günde biçeriz. Gelirken beraberinde
öküz arabası ve kağnıda getirecekler yükler köye getiririz. Devirsi günde
harmanı kurup sapları öğütür tap ile samını birbirlerinde ayırırız. O gün
rüzgâr olmazsa benim bir günlük iznim daha var. Devirsi gün de harmanı savurur
taneleri içeri taşırız. Sende daha sonraki günlerde samanı içeri taşırsın.
Sabahleyin ben tarlaya gittiğimde sen de 5-6 kişilik bol tereyağı konmuş iç
malzemeli saç kömbesi yap boz eşeğin sırtına atla öğle yemek saatinde önce
tarlaya gel dedim. Aman gözünün yağını yiyeyim sakın katık az diye saç
kömbesinin malzemesinde kısmık’lık etme ve çok iyi pişir ki Deli Resul’ün
avradının marifetini ağanın karısı hatunuma anlatsınlar. Diye sıkı sıkı
tembihledim. O gece yatakta uyur gibi yaptım. Ama gözüme nere de ise uyku
girmez olmuştu.
Sabahı zor yaptım. Yataktan kalkar kalkmaz evde direkten
asılı duran ekin biçme kalıcımı, elliklerimi alarak tarlaya vardım. Yine
tarlanın içinde gezinmeye başladım. Ayak basmadığın yeri kalmadı desem yalan
değil. Fareler benden ancak bir iki metre öteye kaçıyorlardı. Beni hiç ciddiye
bile almıyorlardı. Sanki tarlanın sahibi ben değil onlar! Yeniden buğday
saplarının ucundaki başakları kontrol ettim. Başaklar gerçekten boşaltılmışlar.
Düşündün ben şimdi birkaç gün zaman ayıracak bu ekinleri toplayacağım. Sonra
konu komşuda bu iş güç zamanında kime yalvarayım da işine ara ver kağnı ve
öküzleri bana ver. Diyelim biri birkaç saatliğine verdi. Peki benim işin bırak
birkaç saati bir günde bile bitmez. Tarla köyde uzaklarda. Yığınları taşımaya
gider bir gün. Getirdiğim sapları öğütmeye gidecek bir gün hadi dövene öküz
yerine yine boz eşek ve ben koşulsak bu defa da iki ya da üç gün sürecek sap
öğütmek. Sonra bir gün öğütülmüş samanlarda varsa buğday tanelerini ayır.
Samanı içeri taşı etti mi sana bir daha gün. Hem bunların hepsi zamanında
yapılsa bile samandan başka elime geçecek olan ödünç aldığım tohumluk
buğdayları karşılar mı? Emin değilim. Hadi buna da razı oldum. Saman olarak
sadece boz eşeğe yetecek kadarına ihtiyaç var. O da zaten geçen senede kalanlar
yeter de artar durumda. Karar vermem gerekiyordu. Verdim.
Bir sigara daha sardım yakıp keyifle tüttürdüm. Ya Allah
Bismillah diye sol elime elçekleri taktım, kalıcımı sağ elime aldım. Tarlanın
ucunda başlamak üzere eğildim biçmeye çalıştım. Ama buğday sapları öyle seyrek
öyle seyreklerdi ki birini biçiyor, öbürünü biçmeye çalışırken elimden
elçeklerin arasında düşüyorlardı. Yaram saat bir saat kadar biçmeye çalıştım
ama baktım çok keyifsiz. Belim de eğilip kalkmaktan öyle bir ağrıyordu ki!
Canım sıkıldıkça sıkılıyor, bir yandan da tarla fareleri ciyak-ciyak sesler
çıkararak birbirleriyle cilveleşerek sağımdan solumdan cirit atıyorlardı. Ekin
biçmeye ara verdim. Önce cebimde tütün tabakamı çıkarıp bir sigara sarıp içtim.
Sonra ağrıyan belim dinlensin diye tarlanın çimenli tağımına sırt üstü upuzun
vaziyette uzandım. Yeniden bir durum değerlendirmesi yaptım. Baktım bu iş böyle
olmayacak. Verdim kararımı. Derhal ayağa kalkarak işe başlamam gerekti. Çünkü
avrat: Irgatların öğle yemeğini şimdiye hazırlamış nere de ise bir saate kadar
burada olur. Geldiğinde beni böyle bomboş oturuyor görmesin. Yeniden kalıcımı
elime aldım ve bir başka yöntemle ekinleri biçmeye başladım. Belim ağrıdığında
da hiç eğilmeden elimdeki kalıcı buğday saplarına götürürken sanki tırpanla
ekin biçiyormuşum gibi kalıcımı buğday saplarına sallıyordum. Tarlanın uzunluğu
yönünde işe başlayarak bir ustan öbür uca kadar önüme denk gelen buğday
başaklarını biçecek şekilde başakları saplarında ayırmağa başlamıştım. Baktım
bu defa daha çok iş yapabiliyorum. Sağımda solumda dolanan tarla fareleri de
bir oyana bir bu yana kaçışarak kay oyunlar oynuyor kâh arka ayakları üstüne
dikilerek beni seyrediyorlardı. Saplardan ayrılmayan buğday başakları
bırakmamıştım. İşimi bitirmiş olarak avradın öğle yemeğini getirmesini
beklemeye başladım.
Yeniden tütün tabakamı çıkarıp bir sigara sararken avrat boz
eşeğe nevalemizi yüklemiş olarak çıka geldi. “Hayrola Resul hani ırgatlar,
nerede, sen niye öyle tek başına oturmuşsun öyle.” Dedi. Bende dur hele avrat
hemen suratını asma öyle. Hele bir otur. Bak ekinler biçildi. Irgatlar da
tarlada çalışıyorlar görmüyormuş gibi yapma Allah sen. Avrat şaşkın şaşkın bir
bana bir tarlaya bakar olmuştu. Ne söyleyeceğini besbelli ki kestiremiyordu.
Elime küçük bir taş alarak oynaşan tarla farelerine fırlatarak, bak tarlayı
biçmişler. İşin bittiğine sevinmişler ki nasılda oynaşıyorlar. Dedim ve hele
sen o güzel ellerinle hazırlayıp pişirdiğin kömbeleri şöyle aç. Hem ırgatlar
sabah kahvaltısından bu yana açlar hiç durmadan dur durak demeden çalıştılar.
Benim de karnın açlıktan guruldamaya başladı valla! Dediğim de avrat bohçayı
açmış saç kömbelerinin sıcacık kokusu dört bir yanımızı sarmıştı. Tarla
fareleri sanki bu mis gibi kokuyu almışçasına arka ayakları üstüne dikilmiş
bizi izliyorlardı. Avrada ve bana yetecek kadar kömbeyi bohçanın bir kenarına
koydum. Geri kalanını da kucaklamış bir vaziyette tarlanın içinde gezinip
dururken bir taraftan da kömbeden kopardığım küçük küçük parçaları tarla
farelerine atıyordum ki verdikleri emekler boşa gitmediğini bilsinler. Benim ne
iyi bir toprak ağası olduğumu görsünler.
Avrat olup bitenden dolayı susmuş ne söyleyeceğini bilmez
durumda beni izlerken farelere dağıttığım kömbeleri bitirmiş olarak yanına
döndüğümde avradın gözlerinde yaşlar aktığını gördüm. Hemen kucaklayarak sarmaş
dolaş vaziyette çimenlere oturduk. Olup biteni bir gün önce nasıl gördüğümü ama
bu durumu sana nasıl anlatacağımı bilemedim. Zaman kazanmak için sana sen
yarına hazırlık yap dedim. Bugün yeniden başakları kontrol ettim gerçekten hem
sok seyrek çıkmışlar hemde bir yanda serçeler bir yanda halen sanki hiç
yorulmuyorlar gibi çalışan tarla farelerin başakların içleriyle karınlarını
doyurduklarını tespit ettim. Bize ektiğimiz tohum kadar hasat edilecek başak ya
kalmış ya da onu da tükettiklerini bir kere daha gördüm. Şu destelediklerime
sen de bir bak. Başakların içi nere de ise bomboşlar. Bende bize bırakılan içi
boş sapları ne diye toplayayım dedim. Hırslandığım için de bir şeyler yapayım
istedim. Ama sonunda bu tarla farelerinin küçük yavruları da vardır muhakkak en
iyisi ben bu ayakta kuruyan sapların uçlarındaki buğday başaklarını da yere
indireyim ki boyu yetişmeyen fareler de bunlardan nasiplensinler dedim. Ve
senin de gelebileceğin saat yaklaşmıştı zaten elime kalıcımı alıp hızla ayakta
kalan ne kadar başak varsa saplardan keserek toprakla yeniden buluşturdum.
Böylece de hasada hazırlanmış ekinlerimizi ayakta koru olarak bırakmadan
toprakla yeniden beraberliğini sağladım. Dedim. İşte bizim tarla ve ekin
öykümüz böyle olmuştu dedi ve önüne konmuş taze çayından bir yudum çayını sıcak
sıcak yudumlarken ağlamak üzere kendini hazırlamış gözlerin nemlenmesini
durdura bilmişti.
Resul bunlara anlatırken oda hınca hınç dolmuş vaziyette
ayakta dinleyenler bile vardı. Daha önceleri dinledikleri halde yeniden
anlatması istedikleri bir “BABA AL SU” yaşanmışlık öyküsünü anlatması ısrarla
istendi. Resul anlatmamak için hayli direnmesine rağmen anlatmak zorunda
kalmıştı.
BABA AL SU:
Resul 7- 8 yaşlarında Kötü köydeki tek odalı tamlarında
annesi ve babası ile aynı odada yatık aynı odada yemek yer su içerler evin
dışında ki zamanların tamamı bu tek odalı damın odasında geçermiş. Havalar
giderek soğumaya başlamış mevsim sonbaharı bitirdim bitirmek üzere olan
günlerin birinde olan bir gece yataklarına girmiş uyumak üzeredirler. Gecenin
bu saatinden daha tam olarak uykuya dalmadığı bir anda, Resul: annesi ile
babasının alçak seslerle konuştuklarını duyulmaktadır. Resul’ün duydukları:
babası karısıyla sevişmek ister. “Annesi dur ne yapıyorsun! Resul daha uyumadı.
Duyar görür yarın her kese anlatır ve el alemin dilleri düşürür rezil oluruz.”
Dediğini işitir. Ama babası vaz geçmez sevişmek için ısrar ederken, Resul
uyuyormuş gibi yaparak işitilir bir ses tonuyla horlamaya başlar. Baba “bak
gördün mü çocuk uyumuş horlamaya başladı bile.” Der. Annesi “o daha uyumadı,
bizi duyduğu için uyuyormuş gibi yapıp horlamaya başladı” der. Sevişme isteğine
karşı direnirken, Resul’ün babası “dur ben şimdi anlarım uyuyup uyumadığı” diye
Resul’e seslenerek “oğlum Resul kalk bana bir tas su ver, çok susamışım için
yanıyor.” Der. Resul bu seslenişi sanki hiç duymamış gibi daha derin derin
horlama sesleri çıkarmaya başlar. Bundan sonra annem daha fazla dayanamadı.
Karı-koça sevişmeye başladılar. Bu arada; zaten hemen yanı başımda olan içi su
dolu helke ’nin kulpuna takılı duran bakır kâseyi sessizce aldım ve suya
daldırdım. Bizim kiler işin tam kıvamında iken baş uçlarına dikilip elimdeki
tası uzatarak “baba al su” dedim. Şaşkına dönem babam annemin üstünde
fırlayarak beni öylesine dövmeye başladı ki anlaman. Annem “dur ne yapıyorsun
çocuğu böyle dövme” dediyse de babamın sinirleri yatışmıyordu bir türlü.
Kolumda tuttuğu gibi kapı açtı ve bene damın önüne o koydu. Ne havanın
dondurucu soğuğuna ne de gecenin karanlığına aldırmadan.
Kapıyı yüzüme kapatıp içerden sürgüledi ki bir fırsatını
bulup yeniden içeri girmeyeyim. Korkumdan duvarın dibine sinmiş vaziyette
içeride ne konuştuklarını dinliyordum. Annem önce havanın soğuduğunu bu soğuk
gece dışarıda kalarak hasta olacağımı söyledi. Babam beni içeri almak
istemiyordu. Annem bin bir çeşit bahaneler söylediyse de babamı ikna
edemiyordu. Hayır diyordu. “O yaptığı edepsizliğin cezasını çekecek tamam mı.”
Diye kestirip atıyordu. Bu arada üzerimde giysi olarak bir don bir fanila ile
dışarıda o gecenin ayazında dişlerim birbirine değercesine üşümüş, ellerin
koynumda duvar dibini çömelmiş titriyordum. Bir saatten fazla zaman geçmişti ki
annemin babama yalvarır sesini duyuyordum. “Yapma adam. Bak sabah olacak Resul
bu gece olup biteni konu komşuya anlatacak. Biz bütün köy halkına rezil rüsva
edecek. Gel şu inadında vaz geç git oğlanın gönlünü al, onu sev okşa içeri al
ve iyi ce tembihle ki kimseye bu geceyi anlatmasın. Oğlana ikimiz de iyi
davranalım tamam mı?” Diye sorup duruyordu.
Birden evimizin kapısı açıldı. Babam don-işlik yanıma geldi
kolumdu tuttu beni içeri aldı. Yatağımın üstüne bıraktı. Bana seslenerek. “Bak
seni affediyorum. İçeri aldım. Ama sende bu gece olup biteni köyde kimseye
anlatmayacaksın. Tamam mı? Anlaştık mı? Yoksa seni bu halinde yeniden bu
gecenin soğuğuna bakmadan kapının önüne korum. Bir daha seni asla eve almam.
Bana söz veriyor musun kimseye anlatmayacağına dair?” Diye sözünü tamamladığında,
gözümün içine bakıyordu. Annem de elini koynuna sokmuş omuzlarında iki kolunu
öne eğmiş vaziyette ikimizi izliyordu. Önüme eğdiğim kafamı kaldırmadan hem
etrafı izliyor hem daha ne diyecekler diye bekliyordum. Baban yeniden söz
veriyor muzun? Diye seslendi. Baktım babam kararlı benden kesin söz istiyor.
Kurtuluş yok düşmüştün ellerine! Ya söz verecektim. Ya da yeniden don işlik
kapı dışarı bu gecenin ayazında. Seç seçebilirsen seç birini dunu. Ama
hissediyordum ki zaman geçtikçe babamın ses tonu daha yumuşamaya başladı. Bana
konuştukça daha okşayıcı şeyler söylüyordu. Bu fırsattan yararlanarak iyi bir
fikirmiş gibi aklıma ilk geleni “baba tamam durup dururken tek tek herkese niye
söyleyeyim. Söylemem. Olsa olsa bayramlardan seyranlarda bir toplanan insanlara
anlatırım” dedim.
Dedim demesine amma demez olaydım. Babamdan öyle bir dayak
yedim ki asla unutamam. Benim kolumda tuttuğu gibi yeniden kapı dışarı
koymuştu. Hep olduğu gibi yine anam imdadıma yetişti giysilerimi verdi ve beni
o gece geçireceğim komşuların ağılına götürdü. Ben babanı ikna ederim. Yarına
kadar sinirlerini yatıştırırım. Sende evimize yeniden dönersin! diye benden
ayrılmıştı.
ATE FOTE:
Çako dayı köye lamba ve bataryalı bir radyo getirmişti.
Radyonun çekebilmesi için damın siviklerin kuzey ucuna birini bir diğerini de
sıvığın güney ucuna olmak üzere yüksekliği 1-2 metre boyunda sağlam ahşam
direkler monte edilmişti. İki direğin arasına özel imal edilmiş paslanmaz
teller birbirine sarılmış bükük helezonlar halinde uzunluğu 5-10 metre boyunda ve
tellerin aralarına da iki ucu delikli beyaz fincanlar takılmıştı. Helezonlu
telin ortasına denk gelecek şekilde üstü plastik kaplı bakır kablo monte
edilmiş olarak kablonun açıkta kalan ucu damdan aşağı sarkıtılarak radyonun
bulunduğu üç pençeleri odanın camlarının birinde içeri verilerek radyonun anten
girişine takılmıştı. Zaman zaman İran ve Azerbaycan radyo yayınları frekansa
işgal etse de biraz uğraşarak Türkiye radyoları Uzun, Orta ve Kısa dalga olmak
üzere yapılan yayınları takip edebiliyorduk.
İlk yıllar radyo dinlemek ancak Çako dayının günlük işi gücü
bitirip evde dinlenmeye çekildiği saatlerde uygun olabiliyordu. Radyo bizim
için ancak uzaktan dinlene bilir ama el sürülemez bir şeydi. Arada birkaç yıl
geçti hemen hemen hepimiz Radyo’ya uyum sağlamış duruma gelmiştik. Çako dayının
yazın tarlada çalış saatlerde köyün gençleri eve doluşurlardı. Bizim kuşak daha
küçük sayılırdık ancak bizden büyükler bize izin verdikleri kadar onlara
takılabiliyorduk.
Günün birinden Çako dayı evin devlikleri için kasaba ’ya
gitmişti. Sultan ana koyun ve kuzularla meşgul kendisine ayıracak boş zamanı
bile yoktur. Evin iç işleriyle Ate Fote meşgul oluyordu. Pıcık Mustafa yanına
kattığı köyün birkaç genciyle beraber Radyo dinlemeye Ate Fote ’nin yanına
gitti. Bir şekilde Radyo’yu açma iznini koparmış olarak yanımıza döndü. Her
beraber Radyonun bulunduğu odaya doluşmuştuk. Pıcık Mustafa Radyo’nun açma
kapama düğmesiziyle radyoyu açtı, bir diğer düğmeyle de Türkiye radyolarını
aramaya başladı ve bir şekilde orta dalga yayın yapan bir kanal yakaladı.
Radyoda türküler geçidi gibi bir yayın yapılmaktaydı. Hepimiz hiç ses
çıkarmadan radyoda söylenen türküleri can kulağıyla dinliyorduk.
Zaman hayli geçmişti. Ate Fote odanın kapısını açtı. Şöyle
bir bizleri süzdükten sonra da “Bunlar sabahtan beri türkü söylüyorlar, çok da
kalabalıklar sanki, çok farlı türküler söylüyorlar, bunlar hiç yorulmazlar mı?
Hiç acıkmazlar mı? Diye söylediğinde, Pıcık Mustafa; hemen söze atılarak, “Hiç
acıkmaz olurlar mı? Yemek yiyecekler ama müdürleri tek tek dışarıda bir şeyler
yemek için dışarı çıkmalarına izin vermiyor. Yemek yapıp getiren de yok ki,
burada yesinler.” Dedi. Ate Fote: “uy kurban olayım, ben şimdi onlara kaygana
hazırlar getiririm.” Dedi ve kapıyı kapattı. Yarım saat falan geçti, geçmedi
kapıya tak tak diye vuruldu. Pıcık Mustafa, hemen kapıya yöneldi. Ate Fote ‘nin
kucağından çapı bir metreye yakın kalaylı sininin üstüne konmuş 5-10 kişiye
yetecek kadar kaygana yanına bir tabak peynir bir tabak yoğur yanlarına 10-15
adet ayrı ayır katlanmış sac ekmeği ile kapıdan içeri girmek istedi. Ama Pıcık
Mustafa hemen müdahale etti. Mat.e Fote sen tepsiyi bana ver. Sen gidince
adamlar çok sevindiler senin yemek yapacağına ama senden utanıyorlarmış. Senin
yanında nasıl yemek yeriz diye bize söylediler. Ben de siz merak etmeyin ben
Mate Fote’ ye anlatırım. O size yemeğinizi verir ama siz yemek yerken de
yanınızda oturmaz dedim.” Dedi. Ate Fote ’de tepsiyi Pıcık Mustafa’ya uzatarak
“Sen al o zaman tepsiyi, bir ara verdiklerinde yemeğini soğutmadan yesinler.
Ben sonra tepsiyi almaya gelirim.” Diyerek odanın kapısını dışarıdan kapattı.
Kaygana tepsisi içeri alınmıştı. Hemen odanın ortasında en
uygun yerde sofra taburesinin üstüne kondu. Türkünün biri bittiğinde Pıcık
Mustafa radyo sesi kısılarak, yüksek bir sesle türkü söyleyenlere seslenerek,
Mate Fote size yemek hazırlamış getirdi. “Yemeği soğutmadan yesinler” Dedi.
Sabahtan beri türkü söylüyorsunuz, çok acıktığınızı biliyoruz. Buyurun hem
biraz dinlenmiş olursunuz. Hemde karnınızı doyurmuş olursunuz”. Dedikten sonra
hepimiz yemekle donatılmış sininin başına üşüşmüştük bile.
Bir güz yemek ile karnımızı doyurmuştuk. Hemen radyo düğme
ile radyonun sesi seviyesi yükseltildi. Yeniden türkü dinlemeye başlamıştık
yeniden. Üstünde yiyecekleri bitirilmiş kalaylı siniyi de bana vererek Mate
Fote’ ye verdiği yemek için teşekkür ettiklerini söyle emi dedi bana Pıcık
Mustafa.
EMLİK KUZU VE KALBURCU KADIN:
Köyün çobanları bir önceki gün akşamı saat 18-19 sularında
ağıllarda dinlenmiş olan koyunları geceleri dağlarda yayılsınlar diye otlak
yerleri olan köyün yakın dağlarına götürürlerdi. O saatte devirsi gün kuşluk
vaktine kadar yaylalarda otlatılırdı. Kuşluk vakti olarak saati olan çoban kol
saatine bakar, yanında saati olmayan çoban da sırtını güneşe döner, yere vurmuş
kendi gölgesini ölçerdi. Gölge ölçme işi: Ayakta duran çaban, gölgesinin
uzandığı noktaya gözünü dikerken hiç gözünü kırpmadan hep gölgenin bitti yere
bakardı. Göz böyle gölgenin sabit bittiği noktaya odaklanmışken bir ayağını
yerden kaldırmadan tek ayak üstünde durur ve öbür ayağını da yerde sabit
tuttuğu ayağının ucuna uzunlamasına birleştirildi. Sonra bu ayağını sabit
tutar. Öbür ayağını kaldırır bu ayağın ucuna uzunlamasına eklerdi. Bu ayak
ayağa eklenerek ölçülen kendi gölgesi yaklaşık sekiz ya da dokuz ayak boyunda
çıkarsa kuşluk vaktinin geldiğine kanaat getirirdi. Yıllarını çobanlık yapmış
insanlar da güneşin gökyüzündeki yükseldiği yerinden günün kuşluk vakti, öğle
vakti, ilkindi vakti ve akşam vakti gibi zamanları tahminen bilirdi. Bu ölçüm yöntemlerinde
birine göre köye dönmenin zamanını tayın eden çoban güttüğü koyunların köye
dönme vaktinde bu defa arkasına taktığı koyunlarıyla beraber köye gelirdi.
Koyunlar köyün hangi noktasında giriş yaparlarsa yapsınlar. Dağlarda gelen
koyunlar gruplar halinde sürüden ayrılır ve her evin koyunları kendi evlerinin
yolunu tutarlardı. Koyun sahipleri çoğu kez koyunlarını sürüden ayırmaya bile
gitmezlerdi. Her koyun köyün içinde kendi ağılını bilir ve oraya giderdi. Pek
nadiren bir başka gruba katılmış koyunlar çıkardı.
Evde dinlenmesi ve ihtiyaçları kadar su içmeleri için bir
ağustos ayı ortalarında kuşluk vakti köye gelen koyun sürüleri içi su dolu
kürünlere yönelmiş ihtiyaçları kadar temiz suyu kanıksana kadar içmişlerdi.
Karnı tok, sırtı pek ve susuzluğunu gidermiş bir vaziyetten yazın keyfini
çıkarmak için de ağılların önlerindeki boş arazide geviş getire getire sere
serpe yatmışlardı.
Çako dayının ağılın bulunduğu yerin yakınına çadır kurulmuş,
köye yaşlılara kaplama diş yapma, kadınlara yüksük, küpe saç tokası ve gümüş
kemerler işleyen, binek hayvanlara gümüş takılar döken, bazen de kalbur veya
elekler ören gezgin bir zanaatçı grup gelmiş yerleşmişti.
Ate Fote ’de kendi sürüsünün içinde dolaşmış, koyunlarını
gözlemiş koyunlardan sağdığı süt kodik’i elinde eve yönelmek üzere, bir ses
“Bereketli olsun hanım.” Der. Sese döner karnı burnunda bir yabancı kadın.
Besbelli ki bu gezgin gruptan biri. Konuşmaya başlarlar, epeyce çene
yarıştırtırlarken Ate Fote ’nin dikkatini çeken bir durum olur. Bakar ki hamile
kadın ne konuşursa konuşsun gözleri sürünün içinde gezinen emlik kuzuya takılı
kalmış. Kadın devamlı olarak bu sonradan doğrulmuş emlik kuzuya bakıyor. Ate Fote bir emlik
kuzuya bir hamile kadına bakar. Anlar kadını! Ama emlik kuzuda kocasının göz
bebeği gibidir sürünün koyunları bir yana emlik kuzu bir ayanadır onun için.
Biraz tereddüt eder ama kararını vermiştir. Kadına gözlerine bakmasını ister.
“Gözlerime bakarak söyle, senin canın aşeriyor, sen onun için sürekli bu emlik
kuzuya bakıp duruyorsun değil mi?” diye sorar. Hamile kadın: “Evet canım et
istiyor. O nedenle şu yavru kuzda gözlerimi alamıyorum.” Der. Ate Fote elindeki
süt kodik’ini yere bırakır emlik kuzunun yanına gider tutar. Kadına seslenerek
“Gel al bu emlik senin olsun, götür kes etini ye.” Der. Kadın hem şaşkın hem ne
diyeceğini bilemeden kuzuyu aldığı gibi çadırına döner.
Arada zaman geçmiş, günlerden bir gün Ate Fote ‘nin koçası
Çako ağıl önünde dinlenen koyunlarını kontrol ederken, Ate Fote ’ye “Ya epey
zamandır, bizim emlik kuzuyu göremiyorum, nerede bu kuzu.” Diye sorar. Ate Fote
kuzuyu hamile kadına nasıl verdiğini anlatır.
HÜRÜ DARAĞASANDİ OLMUŞ!
Hürü: Sarız’ın Örtülü köyünden Güldede köyüne Halife’ye
gelin olarak gelmişti. Arada bir yıl kadar geçmiş geçmemiş kocası Halife askere
gider. Hürü evde tek başına kalır. Hürü köyde bir kayın biraderi ve eşini
tanır, birde Örtülü köyünden gelin olarak çıkartıldığı gün annesi tarafından
emanet edildiği Ate Fote den başka ona el uzatacak kimler var kimler yok bu
konuda hiçbir fikre sahip değil. Hürü Köye daha alıştıramamış kendini çok
çaresiz ve sevgiden yoksun hissetmeye başlar. Bir görümcesi var ki! Aman Allah’ım düşmanların başına dedirtecek
bir kıskançlık bir baskı kurmak amaçlamışçasına çekememezlik var kadında.
Hiçbir konuda Hürü ’ye göz açtırmak niyetinde değil kadın. Sürekli olarak sözlü
hakaret ve tacizler yetmiyor kadına. Gün yok ki dayak yemesin ya kendisi atıyor
dayakları ya da kocasına dövdürüyor Hürü’yü.
Arada bir Ate Fote Hürü ‘ye uğrar hâl hatır sorarken Hürü
’nün üzgün olduğu görür. Niye üzgünsün böyle, bak geçenlerde de yüzün morarmış
gördüğümü anladın hemen tülbendinle orayı kapattın. Utanmayasın diye bende bir
şey soramadım sana. Bir hafta önce geldiğimde de yine yüzün gözün sarılı
gördüm. Neyin var? Ne oldu? Neler
oluyor? Diye sorduğumda da inek sağarken hayvanın memelerini fazla sıktım zahir
beni tepti dedin. Bak bugün yine hem ağlamaktan gözlerin şişmiş, hemde çok
üzgün görüyorum seni. Neyin var? Bir sorunun varsa bana anlat. Ben hallederim.
Hürü utana sıkıla içini açar Ate Fote ’ye olup bitenleri birebir anlatır. Sözü
bittiğinde de bana izin ver, ya da annem beni sana emanet etti beni anneme
götür. Halife askerden gelene kadar annemde kalayım der. Ate Fote olmaz öyle
seni bana emanet ettiler. Ben seni buradaki annenim. Seni köyüne hangi yüzle
götürürüm. Annen sana emanet ettiğim kızıma bakamamışsın, bak başına neler
gelmiş derse, ben ne söylerim anne ne? Annenin yüzüne nasıl bakarım böyle? Bu
durum bana yakışmaz kızım. En iyisi gel bizde kal. Der ve Hürü’yü koluna
taktığı gibi kendi evine getirir. Hürü Ate Fote ‘nin evinde iki hafta kadar
kalır. Ama Hürü ‘nün kayın biraderi rahat durmaz. Bu durumda beni öldür daha
iyi Dotmom der. Ate Fote’ye sitem eder. Ate Fote ’de bu durumun köyde hiç de
iyi karşılanmadığını biliyor ama Hürü’yü korumakta da kendini görevli biliyor.
Bu konuşmaları dinleyen Hürü ’de beni gönderme o eve beni gönderirsen orada
ölüm çıkar Ate Fote der. Ate Fote: Hürü ‘nün kayın biraderini eve gönderirken,
yolda sen bu işi kendine dert etme pusmam der. Şimdi eve rahat rahat git, biraz
zaman geçsin ben Hürü’yü ikna ederken, sende karınla iyi konuş ki, ben Hürü’yü
evine getirdikten sonra ona bir daha ne sen ne de karın bir şey yapmayasınız
tamam mı? Bana bu konuda söz veriyor musun? Der ve Püsmom’unda söz alır. Evine
Hürü ‘nün yanına döner. Sen benim yanında kalacaksın. Ben varken kimse sana
zarar veremez diye de Hürü ‘nün rahatlamasını sağlar. Arada bir hafta on gün
kadar zaman daha geçmiş, Ate Fote Hürü’yü bir şekilde ikna ederek, artık
kimsenin kedisini rahatsız edemeyeceğini evdeki inek ve koyunların perişan
olduklarını, bunlara birilerinin bakması gerektiğini, askerlik dediğin ne ki!
Göz açıp kapayana kadar gelir geçer. Sen hiç tasalanma ben her gün gelip seni
kontrol edeceğim. Benim bir elim sürekli senin üstünde olacak falan diye Hürü
‘nün gönlünü alır ve bir akşam üstü koluna taktığı gibi Hürü’yü kendi evine
götürür bırakır. Bu arada Hürü ‘nün görümcesi ile kayın biraderini de bir kez
daha sıkıca tembihler ki kimse Hürü ‘ye dokunmasın diye.
Ortalık sakın kavga gürültü dedi kodu gibi bir şeyler gelmez
olmuş Ate Fote ’nin kulağına içi rahat olarak herkes gibi o da kendi işinde
gücündedir. Bir aydan fazla bir zaman geçmiş Hürü kendi evinde yaşıyordu ki!
Bir sabah köyde kıyametler kopuyor her kes Hürü ‘nün kapısının önünde birikmiş
kimi ağlıyor kimi üzgün bütün köy oraya toplanmış koşuşturuyorlar. Ate Fote de
Hürü ‘nün evinin yolunu tutar. Eve vardığında öğrenir ki Hürü kendisini asmış
ve ölmüş. Komşular sabahları inekleri sığır çobanına teslim ederlerken Hürü’yü
görememişler. Bitişik komşusu: Ola ki uykuda kalkamamış diye Hürü ‘ye uğramış,
kapı açık içeri girmiş Hürü yatakta yok. İç kapıda ahıra girmiş, belki inek
sağıyordur diye. Birde bakmış ki ne görsün! Ahırın ortasında ki hezandan
aşağıya sarkan bir ipin ucunda Hürü ‘nün cansız bedeni sallanıyor. Amanım
komşular amanım feryadıyla ahırın dış kapısına çıkar. Önce köye seslenir
“Amanım komşular koşun gelin, Hürü kendisini asmış.” Diye bağırırken Hürünün
kayınbiraderi hemen koşarak gelir ahıra yönelir. Diğer konu komşularda gelmiş
ne yapacağına karar veremezler. Ancak önce ipi keserler ve Hürü ‘nün cansız
bedenini ipten alırlar oracığa yatırırlar. Muhtar: Jandarmaya adam gönderir.
Köyde kendisini asan biri var diye. Birkaç saat sonra bir cip köye gelir içinde
karakol komutanı ve jandarmalar, ön inceleme araştırma yapılır. Haber
verdikleri Savcının gelmesi beklenir.
Savcıda köye gelmiş yanında hükümet tabibi ile beraber
adliye görevlileri bir heyet olarak köyün mezarlığına yakın musalla taşına
yatırılmış Hürü ‘nün mevtasının etrafında halka olmuş köylülerin yanında
dururlar. Savcı önce jandarmanın yaptığı araştırmayı dinler ön araştırma
sırasında jandarmanın köylülerde aldığı ifadeleri incelerken adliye teşkilatı
gerekli ön hazırlıklarını tamamlamıştır. Köyde bu olayla ilgili ilgisiz kimler
varsa tek tek ifade vermeleri için burada hazır bulunulması ister köylülerden.
Köyde hemen herkes orada mevcut bekler. Sırayla ifadeler dinlenir zabıtlar
tutulurken gözler ve Sıra Ate Fote ‘ye gelir.
Ate Fote ta baştan beri gelişmeleri anlatır fakat Türkçe’ye
tam hâkim değildir. Arada tercümanlar vasıtasıyla anlattıkları savcıya Türkçe
aktarılır. Hürü ‘nün gelin olarak bu köye nasıl getirildiğini, anlatırken
annesini Hürü’yü kendisine emanet ettiğini bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra
içi dolar ağlamaya başlar. Su verirler Ate Fote’ye sakin olmasını tana tane ne
biliyorsa bu iş nasıl geliştiyse bütün ayrıntıları sen bilebiliyormuşsun bu
nedenle bize her şeyi başından sonuna kadar tane tane anlat biz seni dilemeden
bu köyde gitmeyeceğiz derler. Ate Fote biraz sakinleşir ve yeniden baştan
sonuna kadar tane tane neler olduğunu anlatır ve Hürü köyüne gitmek istiyordu
ama yuvası dağılmasın kocası gelene kadar sabır etsin. Ben de ona sahip
çıkacağıma dair onu ikna ettim ve evine getirdim. Sık sık da gelip hâl hatır
sorardım. Bana olumsuz hiçbir şey anlatmadığı gibi kimseden de olumsuz bir
şeyler duymadım. Ama şimdi komşulardan öğreniyorum ki bu iki huysuz karı-koça
besi belliki Hürü ‘ye rahat vermemişler. Sabahleyin kapının önünde sığırların
köyde ayrılmasını beklerken bir bağrışma duydum ve koşarak yanlarına geldiğim.
Komşulara ne var? Ne olmuş? Diye sorduğumda komşular bana dediler ki! “HÜRÜ
DORAĞASANDİ OLMUŞ.” Savcı oğlum benim bütün bildiklerim bundan ibaret. Diye
sözünü tamamlar.
ALİ CENNE
Cenneler olarak anılan Allo, Haco, Kaje ve Ali kardeşler,
Dersim ayaklanmalarından sonra Zara’nın köylerinden nesi var nesi yok eşeklere
yüklemiş köy köy gezinip dururken önce Başören köyüne oradan da Güldede köyüne
gelip yerleşirler.
Canne kadın daha küçük olan dört çocuğuyla Güldede köyüne
gelirken ocak ateşi sönmesin diye mangal içinde yanık tuttuğu koru eşeğin
şeleğinin en üstüne kor. Arada bir koru kontrol eder harlaması azalmış sönmek
üzere ise yeniden çalı çırpı ilave ederek evinin ateşinin hiç sönmesine izin
vermez. Zara’dan beri bir yerden başka bir yere giderken bile ocak ateşini
böyle tüter vaziyette yanında taşımıştır. Öyle bir inancı vardır ki! Ocağının
ateşi sönerse gittiği yerde nasipleri de sönmüş sayar kendini. Her konakladığı
yerde hayata anında yeniden başlamaya hazır tutan göçebe kültüründen asla
vazgeçmemiştir. Bu nedenle çocukları koruyup kolladığı kadar ata-baba ocağından
ayrılırken yanına aldığı yanık ateşi kor halinde tutarak bir mangala
yerleştirmiştir. Kor halindeki ateşi, şartlar ne olursa olsun yanık tutmasını
başarmıştır.
Güldede köyünün ileri gelenleri yeni konuklarını bağırlarına
basarlar. Köye yerleşen ailenin babaları yoktur. Bir anne ve dört çocuk. Köylü
bunlardan bahsederken Canne’nin çocukları diye söylerler. Güldede köyüne geleli
birkaç zaman olmuş çocukları artık büyümüşlerdir. Canne’nin kızı Kel olarak
anılan Keyfo ile evlendirilir. Keyfo köyün ileri gelen kabilelerin birinin
üyesi. Canneler: bu evlilikten sonra köyde kendilerini daha güvende
hissederler. Çocuklardan Allo: köyün kızlarında topukların kızı Aşur ile
evlenmiş ve kendine ayrı bir ev kurmuştur. Canne kadın Haco ve Ali ile beraber
kendilerine yaptıkları yeni evlerinden kendi kendilerine yetmeye çalışır
dururlar.
Haco ve Ali birbiriyle yarışırcasına çalışkan dürüst
ailesine sonsuz bağlılıkla bağlı bir şekilde annesine sırtını dayamışçasına
yaşam sürmekteler. Haco evlilik çağına gelmiş ve koş köy olan Tekirahpa köyünde
Emine isimli bir kızla evlendirilir. Birkaç yıl Canne kadın iki oğlu ve Emine
gelin aynı evde yaşarlar. Ali’nin de evlilik çağı gelmiş ve Ali de Arpaçukur
köyünde Mayre isminde bir kızla evlendirilir. Bu arada Emine gelin doğum
yapmıştır. Doğurduğu erkek çocuğa Yusuf ismini koymuşlardı. Canne kadının
horanta sayısı giderek artış, yeni bir eve ihtiyaç duyulmuştur. Hemen iki
kardeş el ele vermiş Haco ’ya yeni bir ev yapılmış her iki evin bir duvarı
ortak damlar birbirine yapışık düzende imal edilmiştir.
Daha önceleri ne iş yaparlarsa yapsınlar üretilen ya da elde
ettikleri her ne olursa olsun bir eve getirilir ortak tüketilirdi. Ama artık
her iki kardeşin kendisine ait evleri olmuştu. Şemdi iki kardeş ne iş yapar ne
üretirse üretsin her kes kendi emeğini kendi evine taşıyor olmuşlardı. Önceleri
kendilerine ait tarla ve cayırları falan olmadığı için komşuların tarlaları
icarına alınır ekilip biçilir, üretilen ne kadar ise tarla sahibiyle yarı
yarıya bölüştürülürdü.
Kış aylarında kapalı ahırlarda tutularak saman ve kurutulmuş
otla beslenen hayvanların kurutulmuş ot ihtiyaçları için köyde ki cayır sayısı
ancak cayır sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayabiliyordu. Haco ve Ali daha
sabah güneşi doğmadan eşeğini, tırpanını, kalıcını, urganını “Şıllık” dedikleri
eşeğin sırtındaki palanın üstüne konan ve üst uçları birbirine geçirilmiş ve
iple sağlam olarak birbirine sıkı sıkı bağlanan le şeklinde iki parça olarak
hazırlanmış ağaç çıtalarla yapılmış eni 50-75 santim boyu 75-100 santim
uzunluğunda ki Şiiliği eşeklerine yükler dağların arasındaki koyaklarda kendi
kendine bitmiş otları biçmeye giderlerdi. Topladıkları otlar bir eşeğin
taşıyabileceği kadar olursa bu otları eşeğin üzerindeki şillik’e yüklenir
iplerle sıkı sıkı sarılarak yolda giderken otların dökülmesi önlenirdi. Sağ
salim eve taşınan otlar önce şillikten aşağı alınır sonra dirgenlerle damın
üstüne atılırdı. Dam atılan otlar havalanarak kurusunlar diye serilir, arada
bir harmanlanarak alt-üst çevrilir ve otların kurumayan kısmı kalmazdı. Kuruyan
otlar sonraları damın kenarlarında birine “Sivik “denilen bir köşesine yarım
daire biçiminde üst üste konarak “Hayma” dediğimiz bir şekil yapılırdı. Kış
aylarında günlük tüketim için ağırdaki hayvanları besleyecek kadar ot haymadan
çuvallara doldurulur samanlığa alınırdı. Samanlığa alınan otlar: çapı 30-40
santimetre yüksekliği 25-30 santimetre olan ahşap bir kütük üzerinde bir iki
santimetre uzunluğunda satıra benzer “tahra” dediğimiz keskin araçla
doğranırdı. Doğranmış bir kalbur kurutulmuş ot, yanında hazırlanmış iki kalbur
saman ile birbirine karıştırılır bir güzel harmanlanırdı. Hazırlanmış bu yemler
kalburlara doldurularak ahırdaki hayvanların musırlarına eşit bir şekilde
serpilecek şekilde yerleştirilirdi.
Haco ve Ali kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki işe ne
zaman gittikleri, gecenin kaçında eve döndüklerini takip etmek bile
zorlaşmıştı. Biri sabahın dördünde daha güneş doğmadan evde çıktıysa ertesi gün
öbürü sabahın üçünde işe çıkmaya başlamış olurdu. Koyaklarda ot biçme işi
iyiden iyiye hızlanmış her iki kardeşte birbirine fark atma çalışıyorlardı.
Günlerden bir gün Ali: Haco’nun sabahın kaçında ot biçmeye çıktığını bildiği
söyleme ihtiyacı duyar. Ve “Haco sanma ki Ali bilmiyor. Sen dün sabah olmadan
ot biçmeye gitmiş ben daha uyanmadan da bir şelek ot getirmiş dama atmışsın!”
İyiden iyiye deşifre olmuş bu yarış artık köylü tarafından
da duyulur görülür olmuştu. Çok çalış her ikisinin de yaşam biçimi olmuştu. Ama
Güldedeliler: muhabbetti sohbeti hikayeler anlatmayı, günlük dertlerini
paylaşmaya alışıktır. Gündüzleri dağda, bayırda tarlada geçirdikleri zamanın
dışında evlerine döner hayvanların akşam yiyecek ve bakımları yapılırdı. Gün
batımından sonra belli bir Saat’te akşam yemekleri yenilir içilirdi. Kadınların
işleri gece geç saatleri bulurdu. Ama erkekler genellikle belli bir evde
toplanırdı. O günün derdi tasası anlatılır, geçmiş ile bağlantılı yaşanmış
öyküler anlatılır, o güne sorunlarına uygun şakalar yapılırdı. Bu muhabbetler
nerede ise dağılmak üzere iken kapıda Ali Canne belirirdi. Hemen kapının en
yakın yerinde kendisine bir bulur otururdu. Hoş beş diyaloğu tek tek
yapılmazdı. Kapıdan içeri giren her kim ise iyi akşamlar dilerken sağ elini
göğsünün sol üstene kalbinin bulunduğu noktaya kor ve “Muhabbetiniz bol olsun.”
Der. Cemaatte her kez sağ eline kalbinin üstüne götürür ve “Atana rahmet,
buyur” diyerek karşılık verirdi. Böylelikle tek tek hâl hatır sorma faslı
tamamlanmış sayılırdı. Muhabbet kaldığı yerde devam ederdi.
Her zaman olduğu gibi Ali Canne yerine oturalı daha birkaç
dakika geçer geçmez, gözler uykuya teslim olur tapığlamaya başlardı. Cemaat bir
taraftan boynu omuzlarına düşmüş uyuklayan Ali Canne ’yi gözler tebessüm
ederdi. Bir taraftan da Ali Canne’nin hemen yanında oturan biri alttan Ali
Canne’nin bacaklarına hafif hafif dürterken kulağına da “Ali” diye seslenirdi.
Verilen bu tepkilere karşılık Ali Canne yorgunlukta gözlerini bile açamadan,
omuzlarına düşmüş başını öne sallayarak olup biteni biliyorum. Gözlerim kapalı
olsa da ben sizi duyuyorum anlamına saydığı “Haberim var, haberim var.” Derdi.
Cemaati alırdı bir gülme.
BEŞ KURUŞ YEDİM YA:
Günlerde bir gün evin devlik görme zamanı olduğunu Karısı
Mayre ’ye söyleyen Ali Canne; Sabahleyin erkende Gürün’e gideceğini yolda ve
kasabadan yemek için heybesine katık ve ekmek koymasını tembihleyerek uykuya
dalarlar.
Güneş daha doğmadan Ali Canne yataktan kalkar atını hazırlar
ve atın üstüne dağarcık heybesini yerleştirerek kasaba ’ya gider. At sırtın da
hayli yol almış yılanlı ocağın bulunduğu mevkide cüzdanını çıkarmış harcayacağı
paraları kontrol eder. Cüzdanı yeniden cebine koyar ve kasabaya varır. Atını
Parmaksız İdris’in hanına bağlar ve karnını doyurması için biraz ot koydurtur
atın musuruna. Heybesini omuzuna alır çarşıdaki dükkanları birer birer dolaşır.
Alacaklarını çoğunu almış Parmaksız İdris’in hanına getirir bırakır. Yeniden
çarşıya gitmeden önce heybesini açar dağarcığını açar karısı Mahre’nin günlük
yiyeceği için hazırladığı dağarcığını arar. Ama heybede bazı çıkınlar falan
çıkarken, yiyecek hiçbir şey bulamaz. Zaten daha sabah kahvaltısı bile
yapmamıştır. Köye dönmesi gecenin geç saatlerini bulacaktır. Biraz direnir ama
açlık sıkıştırır kendisini giderek daha çok acıktığını hissetmeye başlar. Canı
şöyle önde çorba sonra bir güzel kebap ister ama, çok para alırlar diye bundan
vaz geçer. Çarnaçar dayanamaz hanın bitişiğinde Pide ekmeği üzün, ya da domates
yanına peynir-zeytin gibi ya da Pide ekmeği içinde tahin helva satan
dükkanlarda birine gitmeye karar verir. Daha önceleri de ara da bir de olsa
uğradığı bir dükkânda oturur, kendisine biraz taze üzün ve bir pide ekmeği
söyler. Su zaten bedavadan firmamızdan misali, dükkân sahibine beş kuruş öder.
Karnını bir güzel doyurur. Çarşı da yapacağı alır-verişi tamamlar hana döner.
Alacaklarını şöyle bir kontrol eder kime kaç para ödemiş kendince bir hesap
yapar fakat beş kuruş para eksik. Yeniden kontrol eder alış-verişini gözden geçirir.
Nafile beş kuruşu kayıptır. Aklına yılan ocağının oralarda at sırtında inmeden
paralarını saydığı gelir. Tamam der kendi kendine. Ben beş kuruşumu orada
düşürmüşümdür der durur. Kendi kendine söylenerek karanlık çökmeden bir an önce
yılan ocağına varmam gerekir, der. Ve köye dönmek üzere atına aldığı devlik
ihtiyacını bir güzel yükler. Köye gitmek üzere İdris’in hamından ayrılır.
Fakat yol uzun daha Kızıl buran köyü’ne varamadan güneş
batmıştır. Kızıl burundan sonra Karakuyu köyü ve sonrada en az kırk beş dakika
ile bir saat arası yol var yılan ocağı mevkiine varmaya. Yapacak bir şey yok.
Yola devam eder. Gelir yılın ocağına oraları kolaçan eder. Bir taraftanta
korkar etraf yılanlarla dolu. Yine de ayrıntılı bir şekilde bakar ama beş
kuruşu bulamaz. Akşam saati gece geç vakitlere doğru giderken atına biner ve
köyüne gelir.
Eve geldiğinde karısı Mayre: Kısrağın geminde tutar. Ali
Canne: Atta iner inmez Mayre ’nin gözlerine içine bakarak biraz da kızgın ve
kırgın bir ses tonuyla “Sen heybeme ekmek ve katık koymadın. Bende beş kuruş
yedim ya.” Der sitem eder. Mayre gerçekten dağarcığını gece hazırlamıştır.
Ancak heybeye koymamıştır. Sabahleyin heybeye Ali kendisi koysun diye. Ama Ali
Canne her zamanki gibi sessizce kalkıp atını ve heybesini aldığı gibi evden
ayrıldığında hazırlanan dağarcığını da almayı unutmuş meğer.
Ali Canne yıllar yılı ne zaman yılan ocağı mevkiinde geçse
aklına kaybettiği beş kuruşu gelir, hemen çecik yeniden parasını arar dururdu.
Ama kaybettiği beş kuruşunu bulduğunu dair bir bilgi köylüleriyle
paylaşmamıştır.
GEVEZE HASAN.
Kahraman Maraş Elbistan’a bağlı Oğlakkayası köyünde yoksul
bir adam olan Geveze Hasan: ailesinin yaşam ihtiyaçlarını karşılayabilmek için
sadece emeğini kullanabiliyordu. Bazen altı ay altı ay olarak yılı ikiye böler
yaz çobanı ya da kış çobanı olarak koyun-kuzu güder. Kimi yıllarda bazen altı
ay bazen yıllık olmak üzere sürü sahibi birine hizmetkar dururdu. Bu tempo ile
çalışan Geveze Hasan: çoluğunu çocuğunu yılda birkaç gün görmeye köyüne izinli
gelebilirdi.
Geveze Hasan bu sene kendi köyünden 10-15 kilometre uzakta
olan Gürün’e bağlı Akdere köyünde hizmetkar olarak Sefer Ağa’ya çalışmaktadır.
Çoluk çocuğundan ayrılalı altı ayı geçmiş daha bir günlük izin bile
kullandırılmıştır. Rutin iş olarak bir an bile boş bırakılmadan kâh ahırda
bakılan kümes hayvanları dahil koyun -kuzu ve büyük baş hayvanlara bakar. Kâh
koyun sürüsünü dağda otlatır. Sürünün süt sağımını bile Geveze Hasan’a
yaptırmaktalar. Ekin biçme zamanı yaklaşmış ağustos ayı başları Geveze Hasan
ancak beş günlük bir izin koparabilmiş çoluk çocuğunu görebilmiştir. Ancak
kendisinin yapabileceği bir yığın iş onu bekler. Ama bu kısa zamanda birçoğunu
yapamadan Akdere köyüne çalışmaya döner.
Sabahları daha gün doğmadan uykusundan kalkan Geveze Hasan,
Önce ahıra gider. Daha ahırın kapısını açar açmaz ahırda musırların altındaki
kümeslerinde barınan tavuklar gün ışığına doğru koşuşturur ahırın kapısından
kapı dışarı çıkarlar. Geveze Hasan’ın hemen hemen her gün yaptığı gibi akşamdan
hazırlanıp kapının girişindeki rafta bir çanak içinde hazır tuttuğu tavuk
yemlerini kapının önündeki boşluklara serper. Döner ahıra süt küleğini alır ve
dört adet yavrulamış inekleri sağar. Sağma işini tamamladıktan sonra inekleri
yularlarında çözer ve danalarla beraber ahırdan dışarı çıkarır sığır çobanının
köyün ortasında beklettiği sığır sürüsüne katar. Eve döner eşeğini semerini
giydirir, günlük yiyecek ve içeceğini hazırlayarak köyden ayrılır. Tarlaya ekin
biçmeye gidecektir. Fakat tarla Akdere’den en az yedi sekiz kilometre uzakta
Güldede köyü ile Başören köylerinin sınırı oluşturan Gürün yolu üzerindeki
mıntıkadadır. Bazen eşeğin yularında tutar iki yoldaş yan yana yürürler. Bazen
yorgunluk hisseden Hasan eşeğin sırtına biner. Hasan uzun boylu 190
santimetreden daha uzun boylu bir yapıdadır. Eşeğe bindiği zaman bacakları
eşeğin sırtında aşağı sağlı-sollu bıraktığında ayakları yerlere değmektedir.
Hayvan Hasan’a iyi bir iş arkadaşı ama Geveze Hasan’ı taşıyacak boya boşa sahip
değildir. Her gün sabah tarlada ekin biçmeye giderken içinde geçmek zorunda
olduğu Başören köylüleri: sabah ve akşam tarla yolundaki Geveze Hasan’ının çok
az bir zaman ayırabildiği dinlenme ve uyku halini bildiklerdi. Ne Sefer Ağa’nın
ne de karısının Geveze Hasan’a göz açtırmadıklarını bilen Başören köylüler bu
duruma hem üzülür hemde ona takılmaktan kendilerini alamazlar. Hasan ekin
biçeceği tarlaya vardığında bitişiğinde ekin biçen hem Güldede köyü hemde
Başören köyü halkı birer çığın ekin biçmiş nerede ise sabah kahvaltısına
başlayacaklar. Hasan daha yeni gelmiş olurdu tarlanın başına. Ney se gün boyu
Hasan ekin biçer, biçtiği sapları yığın yapar güneş batmak üzere iken yeniden
eşeğini hazırlar ve Akdere’ye gitmek zorunda kalır.
Çünkü güneş batarken sığır çobanların dağda otlattığı koyun
sürüleri ile sığır sürüsünü köye getirmiş olacaklar. Geveze Hasan bu saatte
mutlaka köyde olacak ki, dağda gelen sağmal koyunları ve inekleri sağıp sütünü
alsın. Sağdığı sütü önce ince bir tülbentte geçirsin sonrada kalaylı kazanlara
koyup tandırda yanan ateşin üstüne koysun ki süt kaynatılsın. Kaynayan sütü bir
kenara alır mayalanmaya uygun hale gelene kadar sütün ılımasını bekler.
Mayalanmaya hazır hale gelen sütü mayalar ve üstünü bir çul ile öter. Sütün
yoğurt olması için birkaç saat geçmesini beklemesi gerekir. Geveze Hasan ancak bir akşam yemeği yiyecek
kadar bir zaman ayırabilir kendisine. Yeniden Sefer Ağa ve Karısının kendisine
buyurduğu günlük işlerin bitirilmesine sıra gelmiş olur. Günlük yapacağı işler
bitmeden saat kaç olursa olsun Geveze Hasan’a uyku haramdır. En erken gece saat
24 ile 01 sularını bulur. Bir de sabah daha güneş doğmadan saat 4 ya da 5
sularında yeniden uyanıp Akdere köyündeki işlerini yapacak ve çok uzaklardaki
tarlaya ekin biçmeye gidecek ki günlük rutin işlerini yapmış olsun.
Akdere köyünden Başören köyü sınırlarına bitişik tarlaya
ekin biçmeye gelen Geveze Hasan’ a hem sabah köyde geçişlerinde Başören köyünde
ev işleri için köyde kalan kadınlar, bir taraftan Hasanan bu durumuna çok
üzüldüklerini söylerken bir taraftan da Geveze Hasan’ın eşeğin sırtındayken
ayaklarının yere değmesine ve bu duruma şakalar yapmakta kendilerini alamazlar.
Başören köylülerinin erkekleri tarlada, kadınları köylerinde geçişlerinde
kendisiyle dalga geçtiklerine içten içe üzülürken ağası Sefer ile Karısına da
hırslandıkça hırslanır. Önce Sefer ağa
ve karısına sonrada Başören köylülerine iyi bir ders vermeye karar verir.
Geveze Hasan Bir sabah çok erkende kalkar; Ahıra girer
kapıyı açar tavuklar dışarı çıkar onlara yemlerine verir ve ahıra inekleri
sağmaya gider. İnekleri sağdıktan sonra bağlı bulundukları musırlarda onları
çözer. Çoban daha köyün meydanına gelmediği halde sağdığı inekleri ve diğer
sığırları ahırdan çıkarır sığırların toplanma alanına çobanın bekle yerine
bırakır. Atlar eşeğine düşer yollara, Başören köyü’ne geldiğinde daha kimse
uyanmamış, güneş doğmamış vaziyettedir. Akdere köyünden Başören köyüne giriş
yolu üzerinde ilk evde başlamak üzere köy evlerini birer birer gezer ve
kapılarını çalar. Uyandırdığı her kese Sefer Ağa’nın karısının öldüğünü bu gece
öğle namazı kılındıktan sonra cenazesinin toprağa verileceğini Sefer Ağa’nın
Başörenlerin hepsini cenaze törenine beklediğini söyler. Yeni sorulacak her
soruya da benim acelem var daha Güldede köyü ile Oğlakkayası köyüne gidip haber
vermemi istedi Sefer Ağam. Beni lafa tutmayın ki onlara da söyleyeyim ki öğle
namazı cenaze törenine yetişe bilsinler. Biliyorsunuz ekin biçme zamanı geç
kalırsan insanlar evlerinden ayrılmış tarlalarına ekin biçmeye gitmiş olurlar.
Bende kimseye haber veremem beni lafa tutmayın. Akdere deki cenaze namazından
sonra ne olmuş, nasıl ölmüş, niye ölmüş zaten anlatırlar size diyerek Başören
köyünden ayrılır.
Geveze Hasan o gün tarlaya varmış ekinleri biçerken akşam
Başören köyünde nasıl geçeceğini düşünür. Başören köyüne uğramadan gitse gideceği
yol hem kayalık hem gideceği yol en az iki üç misli daha uzun zaman alacaktır.
Akşama geç kalırsa hem Sefer Ağadan hem karısından ayrı ayrı azar işitecektir.
Hemde bunca yorgunluk üstüne bir de böyle kayalar dağlar üzerinde aşarak Akdere
gitmeği göze alamaz. Başören köyünden geçerek varacaktır Akdere köyü’ne. Ama
nasıl diye düşünmeye başlar. Bilir ki bu sabah bütün Başören köylülerini
tarlaya göndermedi. Bütün Başören köylüleri işi gücü bırakıp Akdere Köyüne öğle
saatinde kılınan cenaze namazından sonra defnedilecek Sefer Ağa’nın karısının
defin işe gönderdim. Bunlar şimdi Akdere’ye gittiler, Sefer Ağa’nın karısının
ölmediğini öğrendiler.
Sefer ağa hizmetkara Geveze Hasan’ın neden olduğu bu kötü
duruma üzülür. Güneş gökyüzünün tam ortalarına gelmiş öğle yemek saati
gelmiştir. Köyler arası cenaze törenine gelen misafirlerine öğle yemeği
yerdirmek için koyunlar kuzular kestirir yemekleri hazırlatır. Başören
köylüleri yemeklerini yedikten sonra eyvallah diyerek köylerine dönerler. Öbür
taraftan da Geveze Hasan kara kara düşünmeye başlar. “Şimdi bu Başören
köylüleri benim tarafımdan aldatıldıklarını biliyorlar. Hem aldatıldıklarına
hem de bugün işinden gücünden olduklarında dolayı bunun hesabını mutlaka benden
soracaklar”. Diye derin derin düşünürken, gün akşam olmak üzere, biçtiği
ekinleri “pırnat” etmiş beşli pırnatlar halinde deste yapmıştı. Oluşan desteler yanyana dizmişti. Alelacele
bunları üst üstü toplar yığın yapar. Midilli eşeğini önüne katar Başören
köyünden geçmek üzere Akdere köyüne dönüş yoluna koyulur.
Başören köyüne yaklaştığında daha güneş batmamış açık bir
gökyüzü her taraf ayna gibi pırıltılı bir görüntü var. Köye yaklaştıkça dam
üstelerinde birikmiş insan öbekleri görür. Hemen eşeğine biner sigarası ağzında
tüttüre tüttüre köye yaklaşır, ayakları her zamanki gibi yerleri süpürmekte
yavaş yavaş yol almaktalar. Tam köye girecek mıntıkaya geldiğinde bazı
gençlerin damlarda aşağı atladığını ve kendisinin önünü keseceklerini fark
eder. Ama çaresizdir başka geçebilecek yol bulamaz. Zaman kalmamıştır. Birde
bakar ki dam dibinde kadınlar da ayrı beklemekteler. Kadınlar kendisine daha
yakın bir mesafedeler. Eşeğin sırtında girer köy içine. Başörenli erkekler dört
bir yanda etrafını sarmış çember giderek daralmaktadır. Kadınlarda Geveze
Hasan’a doğru yönelmiş vaziyette önlerinde geçeceği dam dibinde hazır
beklemekteler. Geveze Hasan şöyle bir erkeklere bakar gibi yapar. Güya eşeği
koşturarak sardıkları çemberi yarmak istercesine eşeği nodullar. Hayvan ucu
sivri noduldan aldığı darbeden sırtındakini atmak için kıç atmak ister.
Kendisini bu duruma ayarlamış Geveze Hasan kendisini yere atar ve başlar
kıvranarak kırıldı kırıldı diye feryat etmeye.
Yerde yatarak kıvranan Geveze Hasan’a ilk önce köyün
kadınları yetişir. Hasan’a yardım etmeye bu arada köyün gençleri de Geveze
Hasan’a saldırmak üzereler. Etrafında olup bitenleri göz ucuyla izleyen ve
izlerken de daha çok feryat figan kırıldı kırıldı diye bağıran Geveze
Hasan’ının üstüne kendisini eğilen Hüsne bacı ne oldu Hasan’ın kurbanın neren
kırıldı diye sorar? Olup bitenleri çaktırmadan izleyen Geveze Hasan bakar ki
gençler kararlı ne olmuşsa olsun kendisini dövecekler. Hüsniye abla daha
heyecanlanmış bu halde Geveze Hasan’ı dayak yemekten kurtarmak için gövdesini
Geveze Hasan’a siper eder ve ona sarılır ki saldırılarda zarar görmesin. Geveze
Hasan giderek daha yüksek bir sesle kırıldı Hüsniye abla kırıldı. Der durur.
Hüsniye abla: Neren kırıldı? kurbanım neren kırıldı? Diye yeniden sorduğunda
Geveze Hasan ver eline sana nerem kırılmış göstereyim. Der ve Hüsne ablanın bir
elini tutar kendi bacak arasına sokar ken de “Aha burası kırıldı.” Der. Eli
üreme organlarına dokunan Hüsniye abla: bir hışım hareketiyle gövdesini siper
ettiği Geveze Hasan’ın üstünde kendisi geri çeker ve “Tüf! Allah belanı
versin.” Der. Etrafa biriken Başören köylüleri kadınlı erkekli hemen her kes
kahkahalara boğulmuş gülüşmeler içindeyken Geveze Hasan ani bir hareketle
kalkar kalabalığı içinden dayak yemeden kurtulmuş bir vaziyette olanca gücünle
Akdere köyüne doğru koşmaktadır.
SEFER AĞA’NIN TAVUKLARI:
Geveze Hasan bir yıldan fazla bir zaman geçirmiş Sefer
Ağanın hizmetkarı olarak ne iş varsa ona koşturmakla görevli olarak dur durak
dinlenmeden çalışmaktadır. Bahar bitmiş mevsim yaza girmiş ekinlerin biçilmesi
hasat edilmesi mevsimi başlamış hem her köylü tarlasına ektikleri arpa, buğday
veya çavdarları biçme telaşı içinde sabahtan akşama tarlalarda çalışmaktalar.
Sefer Ağa’nın köye yakın bir mevkide ki tarlasına ektiği arpaları biçme zamanı
gelmiş onları kalıçlarla biçerler. Sabah kahvaltı yapmaya oturulur Geveze Hasan
daha bir iki lokma yemeden, oğlum Hasan sen bir koşu köye git şu bizim ağılın
bitişiğindeki tarlaya bir bak. Konu komşuların tavukları tarlaya dadanıp, hasat
edilmeye hazır arpamıza dalıp başaklarını bizden önce boşaltmasınlar. Sen bir
koşu git bak. Kontrolünü yap. Açıkta kalan tavuk falan varsa içerlere kışalar
evlerine korsun. Öyle gel diyerek Hasan’ı köye gönderir. Geveze Hasan bir koşu
gider tarlayı kontrol ederken bir de bakar ki tarlaya dadanan Sefer Aga’nın
kendi tavukları. Onlara ağıla kapatır. Çalışmaya tarlaya döner. Sefer Ağa nasıl
tarlaya danan tavuklar var mıydı? Diye sorduğunda; Geveze Hasan 10-15 tavuk
tarlaya dadanmış haşat etmişlerdi. Tavukları tarladan çıkardım hepsini
öldürecektim ama konu-komşu size kötü söz söyler diye tavukları öldürmedim
ağıla koydum der. Serer Ağa’da “Ne kızacaklarmış öyle” kızan kızsın yarın
gittiğinde tarlada kimin tavuğu var kimin tavuğu yok diye bakmadan hepsini
öldür.” Emri verir Geveze Hasan’a.
Ekin biçmenin ikinci günü yine Sefer Ağa, çoluk çocuğuyla
beraber Geveze Hasan olmak üzere yine yakındaki tarlaya arpa biçmeye giderler.
Bu defa öğle yemeği yenmiş yığının dibinde az bir zamanda olsa dinlenmeye
çekilmişlerdi ki! Sefer Ağa “oğlum Hasan bir koş yine evin yanı başında arpa ekili
tarlayı kontrol et. Kim bilir kimin tavukları dadanmıştır yeni tarlaya. Bu defa
tarlada kimin tavuğu varsa hepsini öldür. Tamam mı!” der sıkı bir tembih çeker.
Hasan tamam Sefer Ağam tamam der köye gider.
Köye gelen Geveze Hasan: Tavukların tarlanın içinde
dolandıklarını görür. Hemen yüklüğe girer bir miktar un kor bir leğene içine
bol miktarda tuz ilave ederek biraz da bulgur ilave ederek belirli miktarda su
ilave ederek bu karışı yoğurur. Her biri birer nohut tanesi olacak kadar küçük
küçük yuvarlaklar oluşturur. Bunları ağılın ortasına sere serpe serpiştirir.
Tavukları tarladan çıkarır ve hepsini hazırladığı tuzlu yiyeceklerin yanına
ağıla kor üstlerine de kapıyı kilitler tarlaya çalışmaya döner.
Sefer Ağa: yanlarına işini bitirmiş biri olarak dönen Geveze
Hasan’a tamamı Hasan oğlu. Hallettin mi? Diye sorduğunda Geveze Hasan tamam
Sefer Ağam Tarlaya vardığımda tarlanın içinde deşinen ne kadar tavuk varsa
hepsini ağıla koydum ve tuzlu yiyecek hazırlayıp önlerine bıraktım. Şimdiye
çoğu ölmüştür vallahi!
Sefer Ağa “iyi yapmışsın Hasan ellerine sağlık yıllardır o
tarlada adam gibi bir ekin hasadı yapamadık bu komşuların tavuklarının
yüzünden. Şimdi sıkı ise bir şey söylesinler bakalım. Artık canıma tak etti
vallahi.”
O gün güneş batmak üzere tarladaki işe ara verilmiş köye
dönülmüştü. Sefer Ağa’nın karısı ahıra inek sağmaya girer ne görsün bütün
tavuklar yerde yatıyorlar. Şöyle bir kontrol eder ki! Tamamı ölmüş. Çığlıkla
dışarı fırlar. Bağırmaya başlar “tavuklarım ölmüş Sefer Ağa tavuklarım.” Der.
Sefer Ağa: Hasan’a talimat verdiğini hatırlar.
Ama yine de Geveze Hasan’a ulan bizim tavukları niye öldürdün sen diye
bağırır. Geveze Hasan da: Ağam sen bana ne didinse ben onu yaptım. Sen bana
bizim tavukları ayır öldürme demedin ki! Ben hanımımın tavuklarını ayırayım da
öyle tuzlu yiyecek veriyim. Der. Sefer Ağa’da karısı da bilir Geveze Hasan’ın
ne kadar zeki biri olduğunu. Ama Sefer Ağa ve karısının canları yakmak istemiş
olmalı! Onların canını kendilerinin kurduğu tuzağa düşürerek birikmiş hıncını
acımaz davranışların hesabını sormuştur olmalı Geveze Hasan. Diye söylenmeye
başlar Sefer Ağa ama Geveze Hasan’a bir şey yapamaz. Olan olmuştur. Yeni bir
ceza verse Geveze Hasan ne yapar ne eder bunun hesabını da bir gün mutla
alacağını bilir Sefer Ağa.
RABBİN KİM? RAHMANIN KİM?
Zaman akıp gidiyor Geze Hasan Sefer ağanın yanında çalışmaya
başlayalı nere de ise ikinci senesi dolmak üzere. Geveze Hasan Akdere
köylülerinin nerede ise hepsi ile bir şekilde diyalog kurmuş haşir neşir olmuş
şen şakrak günler geçirmektedir.
Kurban Bayramı gelmiş köylüler sabah bayram namazına camiye
doluşmaya başlamışlar. Sefer Ağa da bayramlaşmak için köyün camisine gitmek
üzere giyinmişti. Geveze Hasan: Ağam iznin olursa bende Bayram namazına camiye
gitmek istiyorum diye izin ister. Sefer Ağa: Önce Geveze Hasan’ı şöyle bir göz
ucuyla süzer. Sonra da “iyi gel ama orada beni köylüye madara etmeyesin ha!”
tembihler. Geveze Hasan da köy camisine gider. Köylüler camiye doluşmuş imam
yerini almış köylüler sıralı olarak art arda dizilmiş namaz kılma pozisyonda
oturmuş imamın vaazını dinliyorlar. Camiye en son girenlerden biri olan Hasan
hemen kapının önünde kendisine bir yer bulmuş çömelmiş oda can kulağıyla imamı
dinler.
Konuşmasının bir yerinde cami cemaatine seslenerek “ey
cemaat size soruyorum rabbiniz kim? Rahmanınız kim? Bu soruma hanginiz cevap
vermek istersiniz? Diye sorduğunda cemaatten tık yok kimse de ses çıkmaz.
Kapının dibinde en arkadan oturan Geveze Hasan el kaldırır. “Ben söyleyeyim mi
hocam?” Der. Cami imamı haydi sen söyle Hasan diye Geveze Hasan’a söz verir.
Geveze Hasan önce ayağa kalkar sağını solu göz ucuyla şöyle bir kolaçan
ettikten sonra, kaçış güzergâhının keşfini tamamlar. Ve Önce öhö-öhö diye
gırtlağını temizler ve “Benim rabbim Sefer Ağa, rahmanımda Hatunu” dur. Der. Cami
cemaati bir hışım ayaklanır. Bire densiz ne söylüyorsun öyle! Geveze Hasan’a
haddi bildirilecek ama Hasan çoktan kaçmış Sefer Ağa’nın evine varmıştır bile.
Neyse imam işi tatlıya bağlar biz zaten Hasan’ın kim
olduğunu bilmiyor muyuz? Onun böyle inançlarla ilgili biri olmadığını hepimiz
biliriz ama yine de sizden ses çıkmayınca sorduğum soruya o cevap vermek istedi
bende ona sözü verdim. Bu bayrak günü onu affedelim. Kimsenin kalbini
kırmayalım diye cemaati tembihler. Ve Camiye gelen cemaat birbiriyle bayramlaşmış
olarak evlerine dönerler.
KURUK KOYUN
Ekinler hasat edildiğinde köyden Kırıkkale’ye taşınmaya
karar vermişti dedem. Babam köyünü tarlasını toprağından ayrılmak istemiyordu.
Ama dedem kararını vermişti. Sen gelmezsen gelme ben torunlarımı ve gelinimi
alır Kırıkkale’ye göçerim. Diyor başka bir söz dinlemiyordu. Bu çocuklar
büyüyor bunlar okula gidecekler. Haydi köyde ilk okul var gitsinler diyorsun.
Ama bunun orta okulu lisesi ve üniversitesi var. Ben çocuklarımı okutacağım.
Çocuklarımdan ayrı yaşayamayacağıma göre de hepimiz taşınacağız hem şehirde
sende işsiz kalmazsın. Kırıkkale’de silah fabrikası var. Fabrika ’ya girer
çalışırsın. Bak Tatlar her sonbahar Kırıkkale’ye gider fabrikada çalışıyorlar.
Babam benim fabrikada çalışacak mesleğim yok ki beni işe alsınlar. Diye ayak
diretir ama dedem ısrar eder. Babam da köyde ayrılmayacağına dair diretirdi.
Babam bilirdi eninde sonunda dedemin diyeceği olurdu. Baba annem öleli iki yıl
olmuş aile yaşayan beş çocuk annem babam ve dedem ile sekiz kişi var. Daha kaç
çocuğu olur o da bilinmiyor. Dedem yaşlı gurbet ellerinde çalışamaz. Köyde evi,
tarlaları var inekleri sığırları ve 40-50 adet kadar sağmal koyunları var. Gül
gibi geçinip gidiyoruz! Tarlada bayırda çalışacak bir tek kendisi olduğu halde
konu komşuya muhtaç olmadan kendi yağımızda kavruluyoruz işte. Nere çıkardın
şehire taşınmayı hele çocuklar köydeki okula gitsinler. Okullarını bitirsinler
bakalım! Diye köyden ayrılmamak için ayak diretir dururdu. Babam şehire
taşınmak orada yeni bir hayata başlamak için kendisini hazır hissetmediğinde
köyden ayrılmayı göze alamıyordu.
Ekinlerin hasat edilme zamanı gelmiş çatmıştı. Bir gece
dedem Ali oğlu ben yarın gelinimle beraber Elbistan’a içmelere gideceğim. İki
hafta orada çadırlarda kalırız. Oranın suları gelinimin ellerindeki mayasıla
iyi gelecek. Sen de ırgat falan topla ekinleri biçmeye başlayın. Döndüğümüzde
harmanları kaldırırız. Hazırlığımızı yapar göçümüzü yükler Kırıkkale’ye
gideriz. Orada benim ahbapları var. Bize başımızı sokacak dam ayarlarlar. Ben gurbetlik
arkadaşlarım oraya yerleştiler, hepsinin evleri var. Silah Fabrikasından da
çalışıyorlar. Babam tamam ekinlerin hasatı için ırgat toplar biçeriz.
Harmanları da kaldırırız. Ama ben köyden ayrılmayacağım dedi. Dedem bak oğlum!
Sen ister gel ister gelme ben kararımı verdim. Gelinim ve torunlarımı yanıma
katıp barhanamızı yüklediğimiz gibi Kırıkkale’ye göçeceğim. İyi güzel haydi bu
kış buradan götürdüğünle geçindin. Sonraki yıllarda ne ile geçineceksin
şehirde. Yedi kişilik bir aile efradına nasıl bakacaksın öyle. Hiç düşündün mü?
Diye sorduğunda dedem: Hiçbir iş yapamazsan kendime bir at birde at arabası
alırım. Fabrikanın artıklarını taşısam bana da çoluk çocuğuma da yeter. Sen
ister gel ister gelme. Canın ne istiyorsan onu yap dedi ve bir sigara sardı
içti ve uyumak üzere yatağına girmişti.
Devirsi gün köye bir cip geldi dedem annemi yanına aldı
Elbistan’a içmelere gittiler. Babam ve bizler köyde kalmıştık. Annemin köyde
her gün yaptığı günlük işleri Meryem halam üstlenmiş bizlere yemekler
hazırlıyor, inek ve koyunları sağıyor, sütten peynir falan hazırlıyordu. Babam
yanına aldığı birkaç ırgat ile ekinleri biçmeye başlamıştı. Dedem ve annem
gideli bir hafta olmuş olmamıştı ki köye bir cep gelmiş bizim evin önünde
durmuş, ben de köyün bitişiğinde ki tarlanın yanında arkadaşlarımla oyunlar
oynamaktayız. Birdenbire bir ağlama çığlık sesleri duyduk. Zaten akşam olmak
üzereydi. Oyun oynamaya ara verdik ve bizim eve doğru koşturduk.
Eve geldiğimiz de annemi gördüm ağlıyordu. Halalarım ve konu
komşu kadınları salona birikmiş ağlıyorlardı. Köyün erkekleri oturma odasına
birikmiş kimi sigara içiyor, kimi dedemi sakinleştirmeye çalışıyordu. Dedem ise
durmadan konuşuyordu. Bazen sinirlenip ayaklanıyordu. Sağında solundu oturanlar
dedemi zorlukla sakinleştirip oturtabiliyorlardı. Bazen sakinleşen dedem
eskiden olduğu gibi muhabbete başlıyor gurbette nasıl çalıştığını anlatıyordu.
Yanındakiler daha bir oh rahatladı demeden dedem yeniden ayaklanır, “Ben Gürsel
Paşa’nın emir eriydim.” Kimseye kötü söz söyletmem! Paşam hakkında kimse benim
yanında kötü söz söyleyemez, benim paşama hakaret edemez tamamı!” diyerek
yeniden celallenirdi.
Dedemlerden birkaç
gün önce midesinde sindirim sorunları olan Mehmetali Kolo da Elbistan’a aynı
içmeler gitmiş günlük kaplıca ritüellerini yaparlarmış. İçmelerden köye bir cip
tutup Dedem ve annemi köye getiren Mehmetali Köle’nin anlattıklarında hemde
annemin anlattıklarından öğreniyoruz ki! Elbistan da içmelerde annem günlük su
banyolarına giriyor, dedem de konu komşularıyla muhabbet ediyorlarmış. Dedemin
hastalandığı o gün bitişik çadırın önünde bir den bir tartışma çıkmış. Adamın
biri Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e küfürler etmiş. Dedem de adama küfretmiş. Sen
benim paşama böyle küfür edemezsin, Ben Cemal Paşa’nın emir eriydim. Onu iyi
tanırım. Senin söylediğin gibi biri değildir. Diye tartışırlarken adam Ticani
tipli bağnaz dinci biriymiş ve onu da kimse ikna edememiş. Tartışma uzamış ve
dedem birdenbire gerilmiş titremeye başlamış adama saldırmış adamı elinden zor
kurtarmışlar meğer. Sonrada dedemi bir daha susturamamışlar. İki üç saat böyle
sürmüş ve Mehmetali amca bakmış olacak gibi değil. Hemen bir cip kiralık tutmuş
dedemi ve annemi de alarak köye getirmiş. Ertesi gün de dedem köyde tutuldu ama
nafile bir köyü birden meşgul eder olmuştu. Odaya doluşmuş kalabalıktan içeride
kendimize yer bulamaz olmuştuk. Ben doğduğumdan bu yana dedem bana fazlasıyla
düşkünmüş, kundaktan kurtulur kurtulmaz dedemle yatar olmuşum. İçim acıyor ama
dedeme dokunamıyordum. Bir ara dedem beni kapıya yaslanmış kendisine korkulu
gözlerle baktığımı gördü. Hemen eline kaldırarak bana uzattı. Gel aslanın gel
dedene, nerelerdesin sen. Ama odadaki karabalık bana izin vermediler. Belki
dedem bana bir kötülük yapar korkusuyla bine içeri almadılar. Dedemi bir
şekilde oyaladılar ve o akşam karar verdiler sabahleyin dedemi doktora
götüreceklerdi.
Akdereli Deli Hüssük yolcu ve yük taşımak üzere bir adet
Sarı renkli motor kısmı öne doğru uzatılmış, üstü acık ahşap karasörlü gazyağı
ile çalışan bir Rus malı beş ton yük taşır kapasiteli bir kamyon almıştı. Her
sabah kasabaya en uzak olan Bozüyük köyünden başlayarak Arpaçukur, Akdere
Başören Güldede Tekirahpa, Karapınar Aşağı Yaylacık, Yukarı Yaylacık, Kaş
köyden şoseye iner köy köy yolcu toplayıp Gürün’e taşıyor, akşamları da Gürün’den
başlayarak sabah götürdüğü yolcuları ve yüklerini aynı köylerine yeniden
bırakarak kendi köyüne gidiyordu.
Hazırlıklar yapıldı sabah erkende deli Hüssük kamyonuyla
Başören köyünden bizim köye doğru geliyordu. Kamyon daha uzaklarda görünür
görünmez dam dibine sıralanmış bekleyen köylülerden birçoğu kusmaya başladılar.
O yıllarda köye düzenli gelen tek motorlu araç bu Rus malı kamyondu. Onun
egzozundan çıkardığı dumanlar kamyonun karasöründe ayakta yolculuk yapan
yolcuların birçoğunun baş dönmesine ve kusmasına neden olurken, daha 3-5
kilometre uzaktan görünür görünmez de yakınındaki insanların başları döner
içleri bulanır ve istemesek de önlemez bir şekilde kusmak zorunda kalırdık.
Midemizde ne var ne yok daha sindiremeden yeniden ağız yoluyla dışarı atardık.
Bu araba egzoz gazının insanları tutma işi en çok Hacoların gelini Oce bibinin
içini allak bullak eder saatlerce kusardı. Deli Hüssük ’ün kamyonu daha Başören
köyün den çıkar çıkmaz dumanları görülür ve dışarıda ise Oce bibi kusmaya
başlardı ta ki bir iki saat süren kamyon dumanlarının gökyüzünden yok olmasına
kadar devam ederdi.
Dedemi giydirip yolculuğa hazır hale getirmişler fakat bir
türlü odasından dışarı çıkartamıyorlar. Deli Hüssük kamyonuyla evin kapısının
önüne alınmış bekletiliyordu. Bir şekilde dedem ikna edildi ve kamyonun en
gözde yeri olan şoför muhaline bindirildi. Bizim evin önünde birikmiş köylü
duvar dibinde bekleşirlerken kimi ağlıyor. Kimi hayıflanıyordu ki Deli Hüssük
kornasına dokunarak kamyonu yeniden çalıştırdı ve köyden ayrılıp Gürün’e doğru
yol aldılar.
O akşam Deli Hüssük anlattı Kasabadaki Hasta hanede dedem
tedavi mümkün değilmiş ve tedavisi için dedemi Elâzığ Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hasta hanesine havale etmişler. Babam da dedemi Elâzığ götürmüş. Bu haber
üzerine köy sakinlerin dedemin delirdiğine karar vermiş bir vaziyette kimi
“Delirmiş dedi” kimi “Beyni sulanır böyle durumlarda” diye birçok rivayetlere
dayalı öyküler anlatılır kimi de “Zaten babası da delirmişti böyle” diyenler de
olmuştu. Köyde nere de ise bir matem havası hakimdi. Evimizde de cenaze çıkmış
gibi kadınlar ağıtlar yakıyor ağlıyorlardı.
İki gün sonra babam Deli Hüssük ‘ün kamyonuyla tek başına
köye döndü. Dedemi Elâzığ Ruh ve Sinir Hasta Hanesine yatırmışlar. Dedemin
tedavinin ne sonuç vereceğini ne zaman biteceğini bilemediklerini ama çok uzun
zaman burada kalabilir demişler. Babam dedemi komşu köylerden biri olan
Elbistan’a bağlı Örenli köyünden doğmuş Elâzığ de polis olarak çalışan bir
hemşerisine emanet etmiş, ara da sıra da göz kulak ol. Acil bir şey olursa bana
telgraf çekersin ben gelirim diye tembihleyerek köye ekinleri biçmeye gelmişti.
Nere de ise köyün tamamı bizim eve doluşmuş dedemden yeni bir haber almaya
çalışıyorlardı. Babam hem yorgun hem de çok ama çok üzgün omuzlarına hiç de
kaldıramayacağı bir yük binmişti. Olup biteni birebir anlattı ve doktorlar
babama “Menenjit olmuş” teşhisi koydular. Beyni sulanmış mı dedi birçoğu. Babam
sustu. Haber beklemekten başka yapabileceği bir şey olmadığını söylemiş
doktorlar kendisine.
Babam ekinleri bir an evvel biçmek isterken bir gün köye bir
dolu yağdı bir dolu yağdı kimi dolu taneleri nere de ise bir tavuk yumurtası
büyüklüğünde yağmıştı. Dağı taşı tarla tapanı seller basmış biçilmiş ekinleri
yığınları seller sürüklemiş önüne ne kattıysa alıp götürmüş dereler tepeler
aşmış toplanamaz bir hal olmuştu. Daha biçilmeyi bekleyen ekinler de tamamen
çamurların altında gömüşmüş kimi sele kapılmış yok olmuşlardı. Bütün köy
perişan olmuştu. Her yıl aylarca süren harman işi bir iki günde bitmişti.
Harmana getirecek nere de ise hasat edilmiş ekin kalmamıştı. Bütün köylü
yaklaşık bir yıllık buğdayını ununu bulgurunu komşu köylerden satın almak
zorunda kalmıştı.
Babam üst üste gelen bu kötü gidişatın altında nasıl
kalkacaktı. Artık ne annem ne babam uyuyamaz olmuşlardı. Hesap kitap edip
duruyorlardı. Ellerinden satacakları koyunlar falan vardı ama bunlar yeteriydi
belli değildi. Dedem hasta hanede yatıyor. Ne olacak duru mu? Tedavi için
babamdan ne kadar ücret alacaklar belli değil! Hoş dedem iyileşse bile köyden
kente gidecek masrafları karşılayacak kente oturacak ev bulma paraları ne tutar
belli değil. Of ki ne of diye diye kara kara düşünür olmuştu babam.
Bir iki hafta sonra Elâzığ da görevli polis memurundan
babama bir telgraf geldi. Dedemin öldüğünü söylüyordu. Bu haber bekleniyor
muydu pek hatırlamıyorum ama köyü bir matem havası sardı. Babam hazırlandı
sabahleyin kasabaya gidecek oradan Elâzığ Ruh ve Sinir Hasta Hanesinde bekleyen
dedemin mevtasını alıp köye getirerek köyünde defnedecekti. Sabah oldu her
zaman ki saat de Deli Hüssük kamyonu ile köye geldi. Köylü babamı yolcu etmeye
gelmişler evin önü mahşer yerine dönmüştü. Babam kamyona binerken Çako dayı da
babama katıldı kuzeninin mevtasını almaya gittiler.
Kasaba ’ya vardıklarında Gürün esnafı ve o gün kasabaya
gelmiş komşu köylüler de Çako dayı ve babamı Elâzığ’a göndermemişler. Hemen
hepsi de “Mukadderatı böyleymiş, demek ki cenazesi orada toprağa verilecekmiş,
hem ta Elâzığ’dan buraya nasıl getirilecek o cenaze yolda çok hırpalanır bu yaz
ayında kokar. Zaten öleli üç gün olmuş. Zaten çoktan şişmiş defnedilmezse
kokmaya başlayacak durumda. Birdi siz gideceksiniz. Cenazeyi bu sıcaklarda köye
getirmeye hadi bugün gittiniz, yarın tabutu arabayı falan hazırladınız.
Çıktınız yola geldiniz köye en az iki gün geçmiş olacaktır. Haydi köye
getirdiniz bir ya da iki günde çevre köylerde cenaze törenine katılacak
insanların gelmesini bekleyecek siniz ki buna mecbur kalacaksınız. Etti sana en
az bir hafta! Bir hafta da o mevta ne olur. Babanın mevtasında kurtlar oluşur.
Çürüyen mevtadan yayılan kokudan cenaze töreni bile yapamazsınız.” Gibi
telkinlerle Elâzığ’a gitmeleri önlenmek istenir. Babam ısrar eder ne olacaksa
olsun ben babamın mevtasını yad ellerde bırakmam gidip alacağım der. Fakat Çako
Dayi da kasabalı hemşerilerine katılar. Oğlum Ali konu komşu doğru söylüyor.
Gel telefon edelim Ören köyle Polis memuruna görüşelim orada defnedebilirse biz
bu yaz günü gidip getirirken mevtayı kokutmayalım. El aleme bir de böyle rezil
rüsva etme bizi der. Sonuçta Elâzığ’daki polis beyle telefonla görüşülür. Polis
cenazeyi oradaki kimsesizler mezarlığına gömdürebileceğini söyler. Hasta Hane
deki tedavi masrafları ile cenaze masrafları içinde ne kadar para gerektiğini
bir iki saate kadar öğrenebileceğini ve durumu size telefon ile bildiririm der.
Öğleden sonra telefon ile haber veren polis memuru: Cenazeyi işini ayarladığını
ilkinde namazına müteakip Şehir mezarlığına cenazeyi defnettirme işini
ayarladığını hem hasta hane hemde cenaze defin masrafları içinde gerekli olan
parayı babamlara bildirir. Babamlar şehir merkezindeki esnaflara borçlanarak
Hasta Hane ve Cenaze masraflarını Elâzığ’daki görevli Polise PTT Marifetiyle
havale ederler. Akşam oldu Çako dayı ve babam köye gittikleri gibi köye
dönmüşlerdi.
Sabah oldu ölü aşı olarak bilinen yemekler hazırlandı konu
komşu çağrıldı. Hazırlanan yemekler konuklara ikram edildi. Evde matem havası
hakimdi beş on gün babam devamlı baş sağlığına gelen komşu köylüleri
ağılıyordu. Hemen her gün bir koyun ya da kuzu kesilir yemek hazırlanır gelen
gidenlere ikram edilirdi. Bir yandan da bu sene ailemizin başına gelen önce
köyden göçme tartışması ve telaşı sonra dedemin ani hastalanması ve Hasta Hane
köşelerinde ölmesi, cenazesinin köyüne bile getirilememesi, bu da yetmiyormuş
gibi hiç beklenmedik hatta o güne kadar böyle dolu ve seller oluşturan bir
afatın hiç görülmemiş olması. Evimizin geçim derdi ve babamın hiç beklemediği
kadar borçlanması. Bu sorunlar nasıl atlatılacak? Diye durmadan fikir
alışverişinde bulunur olmuştu evimizde.
Babam ve annem kararlarını vermişlerdi. Köyde kalınacak.
Koyunlarımız satılacak borçlarımız ödenecekti. Babam öncelikli olarak
koyunlarını sattı borçlarını ödedi. Sattığı koyunlarda aldığı paralardan elinde
çok az miktarda bir para kalmıştı. Sadece yıllık bulgur olacak kadar zerun
buğdaya satın alabilirdi. Kendi harmanımızda da biraz arpa biraz çavdar hasat
edebilmiştik. Annem biraz daha buğday satın alabilir ya da ödünç bulabilirsek
bu yılda buğday, arpa ve çavdar unlarını birbirine karıştırır ekmek yapar
yeriz. Ne olacak kıyamet kopmaz ya bu yılda böyle olsun. Fakir-fukara her yıl
böyle ekmekle yaparak çoluk çocuğuna bakıyor dedi. Bana kalsa sadece arpa ya da
çavdar unuyla da ekmek yaparım ama arpa hamuru çok çabuk dağılıyor. Ekmeği de
dayanıklı olmuyor. Çavdar ununda yapılmış ekmek de daha saca gitmeden oklavadan
aşağı düşüyor. Benim elimde bir miktar buğday unu olursa bu unu arpa ya da
çavdar unu katar öyle yoğururum ve ekmekler daha dayanıklı olur. Çoluk
çocuğumuzu da kimseye muhtaç ettirmeyiz. Dedi. Babam da olmaz öyle. Ben
çocuklarıma çavdar ya da arpa ununda ekmek yedirtmem. Kararımı verdim. Doru atı
satacağım. Doru atın parasıyla hem yeterince buğday satın alırım, hemde yaza
peynir süt gerek, beş on koyun satın alırım dedi.
Düğünlerde oynanan cirit ve at yarışlarında ünlenmiş
özellikle Çako Dayı’nın atı ile sürekli yarıştırılırdı Doru at. Bazen Doru at
bazen Çako dayının Kır atı birinci olurdu. Dayi yeğen bu at yarışlarında kaç
defe kaza geçirmiş kimi zaman buzlar üzerinde atlar kaymış binicileri
yaralanmış olurlardı. Bu tür at yarıştırılırken at sırtında iken farkı farklı
kaza geçirilirdi. Ama bizim kilerin bu at yarışları köyler arasında konuşulur
olmuştu. At binmekte Çako Dayı bir efsaneye olarak dilden dile anlatılır
olmuştu. Babam: fiziği bir küheylan güzelliğine sahip Doru atını satılığa
çıkarıldı. Birkaç müşteri atı satın almak istedi. Ama tarlada çalıştırmak yük
taşıtmak istiyorlardı. Baba Doru atını bunlara vermedi. Pazarlıklar yapıyordu.
Doru ata sadece binilecek ve kendi heybesinden başka sadece süvarisi bine bilecek
bir müşteri aradı durdu. Sonuçta bir ay kadar uğraştı ve öyle bir müşteri
buldu. Sık sık da Doru attan haberler alır, sahibinin ona iyi baktığına
kendisine verdiği sözü tuttuğunu çok sevinirdi babam. Neyse babam doru atı bir
miktar nakit para ile geri kalan değerine karşılıkta sekiz adet yavrulayacak
dişi koyun almıştı. Nakit para ile buğday satın almış evin ihtiyacı olan buğday
satın alınmış, çuvallar unlarla dolmuş son bahar ve ilk baharda da ekilecek
tohumlar ayrılmış olarak kış hazırlıkları ve evin yıllık devlik işleri
tamamlanmıştı. Koyunlar dağdan köye getirilmiş Kasım ayı sonlarına doğru
koyunlar koçlarla buluşturulmuş dişi koyunların döllenmesi sağlanmış olarak kış
ayları geldi çatı. Hayvanlar artık içeride beslenir olmuştu. O güne kadar babamın
dikkatini çekmeyen bir şey olmuştu.
Babamın Doru atı sattığı zaman atın bedeline karşılık satın
aldığı koyunlardan biri olan “Kuruk koyun” yaşlanmış dişlerinden bazıları
dökülmüş o nedenle iyi beslenemiyormuş meğer. Babam üzüldü ama yapacak bir şey
yoktu. Bahar ayları başlarken koyunlar yavrulamaya başlamıştır. Bir sabah babam
koyunlara sabah yiyeceği vermek üzere ağıla gitmişti. Hayvanların kurünlerine
malaflarını koymaya uğraşırken, Kuruk koyun bir kenarda kuzlamaya çalışıyormuş.
Babam koyuna yardım etmiş güzel bir yavru doğurmuş koyun. Başlamış yavrusunu
yalamaya ama babam bakmış koyun yeni den yan yatıyor! Koyun her halde içini
temizleyecek diye bakarken birde ne görsün Kuruk koyun bir kuzu daha doğurmaya
çalışıyor. Babam yeniden koyuna yardım etmiş ve ikinci yavruda dünyaya gelmiş.
Koyun yavruların bakımını yaparken babam sevinçle ağılda odaya geldi. Anneme
gözün aydın Kuruk koyun ikiz doğurdu dedi. Hepimizi bir sevinç bir neşe sarmış
olarak harlı harlı yanan sıcak sobamızın yanı başına yere kurulmuş soframızda
sabah kahvaltımızı yaptık. Yaşlı ama ikiz doğuran Kuruk koyun aynı zamanda da
en bol süt veren bir koyunumuzdu. Bizimle birlikte yaşadığı yıllarda her yıl
mutlaka ikiz kuzu yavrular olmuştu. Alimizin göz bebeği gibi baktığı bir can
yoldaşı olmuştu hepimize.
Arada birkaç yıl geçmişti. Yaşam köyde devam ediyor kötü
günler çok gerilerde bırakılmıştı. Senenin haziran ayına girmiştik. Koyun
çobanı Dıloların Hasan sürüyü dağa götürüp köye getiriyordu. Bir gün Babama bu
koyunu evde tutun artık süreye yetişemiyor dedi. Babam pek aldırmadı koyun
sürünen gerisinde de kalsa sürüyü takip ediyor ya sen ona bak dedi Çobana.
Çoban da başına bir şey gelirse ben sorumluluk kabul etmiyorum dedi. Yüzlerce
koyun var sürüde ben sürüyü bir yana bırakıp onun peşinde koşturamam dedi. Ona
rağmen babam koyunu köyde tutmadı. Kuruk koyun sürünün peşinde gidip geliyordu.
Koyunlar bazı aylarda 5-10 gün dağda tutulur. Köye getirilmezdi. Bir gün köye
getirilen sürünün en gerisinde kafası yarılmış sağ güzünün üstündeki çukur bir boşluk
olan sadece deri ile kaplı bir yerde kanlar içinde kalmış yarasını kurtlar
sarmış bir haldeyken birde tabak hastalığına yakalanmış nerede ise dört ayak
üstüne yürüyemez vaziyette köye geldi Kuruk koyun. Hepimiz kanaat ettik ki
koyun sürüye yetişememiş çobanda sopa ile koyunun kafasına vurmuş koyunun
kafasını parçalamıştır. Babam söylense de fazla bir şey söylemedi çobana. Çünkü
adam koyun bu haldeyken başına bir şey gelirse sorumluluk kabul etmem demişti.
Ney se ailecek Kuruk koyunun başına birikmiştik. Babam
ağılda bir direkte asılı bulunan katran şişesini almış ince bir çubuğa
bağladığı saçaklı bez parçalarını sıvı haldeki katranlara batırıyor ve koyunun
kafasına sürüyordu. Anneme de seslenerek içerideki dedete tozunu getirmesini
söylemiştir. Annem dede ile geldi. Babam bir miktar dedete tozu alıp koyunun
kurtlanmış yarasına döküyor ki dedete bu kurtları öldürsün. Bir yandan da az
koymak lazım burası koyunun beynine yakın bir yerde dedete koyunu zehirlemesin
diye de korkuyordu. Koyunun günlük bakımı beslenmesi bana verilmiş, ben her
saban koyunu köyün arkasındaki yonca ve çayırlığımıza götüreceğim karnı doyunca
da güneşte bırakmadan öğle saatlerinde eve getirip ağıla koyacağım. Akşama üstü
yine aynı şekilde besleyeceğim veya tarlalarımızda ekinlerin içlerinde çıkan
hayvanların çok sevdiği taze otlar olurdu. O otları yolarak eve getireceğim ki
Kuruk koyun karnını duyursun.
Her yıl rutin haline almış bir görevim vardı benim. Köyün
arkasındaki tarla çayır ve Yonca’yı konu komşuların evde bırakılmış hasta hayvanlarında
hemde tavuk ve hindilerin tarlaya dadanmalarını önlemekle görevliydim. Bir
hafta on gün olmuş bu görevime yeni eklenmişti. Bir de Kuruk koyunun tedavisi
ve bakımını da bana vermişti babam. Benim bu görevlere ne itiraz etme nede
yapmama diye bir hakkım hiç yoktu. Çar naçar laikiyle yapmak istiyordum ki
babam dan ağır sözler işitmeyeyim. İyi güzel de benim yaşıtların ve abilerim
hemen tarlamızın yanı başımdaki boş çimenlikte bir güzel top oynuyorlardı.
Sabah bir başlıyoruz bir ara öğle yemeği molası sonra yine top oynuyorduk. Top
işi köye yine girmiş bir vaz geçilmez oyun olmuştu. Anne babalarımız bir yanda
ses çıkarmazken bazıları da bu kötü bir oyun “Yezit Kerbela da Hazreti
Hüseyin’in başını kestirmiş ve sonrada askerlerine top oynatmış Şah Hüseyin’in
başıyla.” Onun için top oynamak büyük günah der bizi vaz geçirmek isterlerdi.
Bir yandan da tarladan herg yapmadan eve dönen babalarımızın yolu top
oynadığımız mevki denk geldiğinde öküzleri çocuklarına teslim ederler.
Karınlarının aç olmasına bile aldırış etmeden, ayaklarında lastik çarıklar
olduğu halde kendilerini top oynama işine kaptırırlardı. Bazen kendilerini
öylesine kaptırırlardı ki! Onlar için topu kurallarına göre oynamak hiç önemli
değil. Zaten uymazlardı da. Ama denk gelirde topa şöyle alttan bir vurmayı denk
getirirlerse top 5-10 metre yükseklere çırakken, babalarımızın ellerinde
terlemiş şapkaları olduğu halde topa bakarak şapkalı elini de güneşe gözü
kamaştırmasın diye gözlerine siper ederken “Ula ula ula şuna bak nasılda
havalandı beyle!” diye keyif alırlardı. Böyle top oynama işi de yavaş yavaş
yolunu girmişti. Artık daha rahat top koştura biliyor. Hatta komşu köylerden
randevular alıp köyler arası turnuvalar bile yapar olmuştuk.
Kuruk koyunun bir türlü gözün üstendeki kurtlanmış yara
iyileşemiyordu. Ama öğle vakti de koyunu evde bırakmam gerekiyordu. Akşama
doğru yeniden ağılda çıkarıp çayırlığa getirmem gerekiyordu. Ama top oynamaya
gidecektik. Ve top oynarken ara verip koyunla ilgilenmem imkansızdı. Bende bir
yolunu bulmuştum. Babam Yoncalık tan taze yoncalar biçmiş damımızın üstüne
atmış kuruması için dama sermişti. Bende Kuruk koyunu taş merdivenlerde
çıkararak damın üstene çıkardım. Yanına da bir kaba su koydum. Böylece acıkırsa
hazır yoncayı yer susarsa suyu yanında. Dinlenmek isterse de Hayma ’nın dibine
yatar diye karar verdim ve aynen öyle yaparak koyuna yardım ederek dama
çıkardım. Top oynamaya arkadaşlarıma katıldım.
Ogün sabahtan akşama kadar top koşturduk durduk. Keyfimize
diyecek yoktu. Güneş batmak üzere evlerimize dağıldık. Ben daha eve girmeden
dama çıktım ki koyunu alıp otlatmakta getirmişçesine ağıla bırakayım. Ama Kuruk
koyun damda yoktu. Belki sıkılmış dinlenmeye ağıla gitmiştir diye ağıla baktım.
Hayır ağılda da yoktu. Konu komşuların ağıllarına köyün etrafına falan baktım
hiçbir yerde bulamadım. Sanki yer yarılmış içine gizlenmiş misali bir durum.
Üzgün üzgün eve geldim. Her gün olduğu gibi babam Kuruk koyunun ne durumda
olduğunu sordu bana. Bende olup biteni aynen söyledim. O akşam ailecek her
birimiz köyün dört bir yanını yakın tarlaları sulak yerleri gezdik. Ama nafile
bulamıyorduk bir türlü. Eve geldik babam sabahleyin komşu köylere doğru
tarlalara bak belki otlamak için gitmiştir. Sonra su kenarının birinde bir
yerlerde yatmıştır diye beni yeniden görevlendirdi. Bir taraftan ben arar
dururken tüm aile bireyleri de günlük işten güçten boş bir zaman fırsatı
buldukça dört bir koldan derler ya o misal Kuruk koyunu arar olduk. Nafile bir
türlü bulamıyorduk. Yabancı köylerden de haberler gelmiş böyle bir yabancı
koyun onların köylerine gitmemiş diye. Artık tesellimiz bitmişti. Kim biliri
hangi dağa gitti. O yaşlı ve hasta halinde hangi kurda kuşa yem olmuştur diye
düşünüyorduk. Yeniden koyun aramayı bırakmıştık. Herkes kendi günlük rutin
işleriyle meşgul olmuştuk.
İki haftayı geçmişti evimizin güney cephesine sırtımızı
yaslamış Ayıboğan Hüseyin amca abim Haydar ve ben muhabbet ediyorduk. Köprün
altı olarak bilinen mevkiden köye girmek üzere bir koyun köye yaklaşıyordu.
Üçümüz birden kulak kaparmış ayağa kalkmış bize doğru gelen koyuna bakıyorduk
bu gelen koyun bizi Kuruk oyun benziyor dedim. Heyecanlanmıştık dikkatli
dikkatli ona bakıyorduk. Koyun bize yaklaşmıştı artık tanıdık gelen koyunu.
Gerçekten de gelen bizim Kuruk koyundu. Ama koyun bayağı etlenmiş semirmiş,
olarak yanımıza geldi. Konuyu inceledik ne kafasındaki yaradan nede kurlardan
eser bile kalmamıştı. Kuruk koyun kendisi tek başına tedavi etmişti. Bunu nasıl
başardı hiçbirimiz anlayamadık. Ömrünü çorbacılık yaparak geçirmiş kimler varsa
koyun bakımında anlayan anlamayan kimler varsa bu duruma bir mucize dedi
durduk. Ama ailece bayram kutlar gibi çok mutlu olmuştur.
Kuruk koyun böylece yine her yıl ikiz doğuruyordu. Yine sütü
bol bereketliydi. Ama gerçekten de ağzında diş kalmamışçasına da yaşlanmıştı.
Ne satmaya ne de keyfe keder kesmeye hiç birimizin ne niyeti nede gönlü
elvermiyordu. Babam karar vermişti ne kadar yaşayabilirse yaşasın istiyordu. Annem
de yazık ama böylece iyi beslenmekte zorlanıyor. Günay bir gün biz görmeden
mundar olur da ölürse çok üzülürüz. Gelin bu sene kurbanlık olarak daha iyi
bakalım ve kurban bayramında da Adak olarak Kurban edelim dedi. Annemin bu
önerisine hepimiz katıldık ve o seneki kurban bayramına hazırlamaya
başlayacaktık. Bu karar alınırken evimizin direği saydığımız öküzümüzde bayağı
yaşlanmış olduğu konuşuldu. Babam onun yerine yeni tosunlar yetiştirmiş tarlada
tapanda çalıştırmaya alıştırmıştı bile. Ama evin direği olarak gördüğümüz çok
sevgili öküzümüzü ne keyfimize yemek için kesmeye ne de satmaya hiç birimizin
içi elvermiyordu. Aldığımız ikinci bir karar da bundan sonra Öküzümüze de evde
iyi bakacak öbür seneye de onu Adak olarak kurban edecektik.
Aradan onlarca yıl geçmiş ülkede televizyonlara renkli ve
çok kanallı yayınlar yapılmaya başlanmış yıllarda ala bildiğine yaygın olarak
çeşitli yayınlar yapılır ken hemen her kesin vaz geçemediği yabancı belgeseller
de yaygın olarak yayınlanır olmuştu. Hatta bazı Televizyon kanalları sadece
belgeseller yayınlıyorlardı.
Bir gün kanalın birinde İkinci Dünya Savaşıyla ilgili bir
belgesel izliyordum. Dakikalarca sürün ağır silahların kullanıldığı ateşli
savaş görüntüleri gösterilirken görüntüler üzerine yerleştirilmiş ses bandında
da spiker anlatıyordu ne olup ne bittiğini. Korkunç yaralanmalar sarılırken
bazı görüntüler yayınlanırken bedensel yaraların üstü temizleniyordu. Bol
miktarda sargı bezi hazırlanıyor bu bezlerin üzerine yaklaşık bir iki
santimetre uzunluğundan tombulca alacağı kurtçuklar konuyordu. Üzerine yeteri
kadar kurtçuk yerleştirilmiş sargı bezleriyle yaralı askerlerin yaraları
sarılıyordu. Bu işlemler böyle sürüp giderken sunucu onlatmaya devam ediyordu.
Meğer bu savaşlarda o kadar çok insan ölmüş o kadar çok insan yaralanmış çoğu
sakat kalmış ki. Yaralı askerlerin tedavisinden kullanılan anti biyotik ilaçlar
yetmez olmuş. Alman hükümeti de yaralı askerlerin tedavisinden anti biyotik
yerine bu böcekleri çoğaltıyor ve yaraları bu kurtçuklarla iyileştirmeye başarmışlar.
Hatta o kadar iyi sonuç almışlar ki iyileşen yaralarda yara izi bile kalmadığı
gözlemlemişler. Bu görüntülerden sonra başka görüntüler yayınladı televizyon,
Amerika Birleşik Devletinde son derece modern tıp merkezlerinde yapılan estetik
cerrahinden artık dikiş filan kullanılmıyormuş. Dikiş yerine modern tıp
laboratuvarlarında üretilen bu kurtçuklar yaranın üstüne konuyor ve belli
periyotlarla bu sargılar değiştiriliyormuş. Bu tedavi sayesinde hasta hem
istediği estetik cerrahiyi yaptırıyormuş, hemde yapılan estetik cerrahiden en
ufak bir ameliyat izi kalmıyormuş. Çünkü bu kurtçuklar harap olmuş çürümeye
başlamış et dokularınca çürümeyi önlemek üzere yaralı beden tarafından
üretiliyorlar ve sadece yaranın oluşturduğu ölü ve çürümüş et dokularıyla besleniyor
asla canlı dokulara zarar vermiyorlarmış. Durum bu olunca da çok başarılı
estetik cerrahi müdahaleler yapabiliyorlarmış.
Bu görüntüler beni şok etmişti. Kulaklarıma inanamıyordum.
Çok şaşkındım. Hayret ediyordum. Beynimden vurulmuş gibi hissediyordum.
Gözlerimin önüne Kuruk koyun yarası ve bizim durmadan öldürmek için
uğraştığımız. Mütemadiyen dedete dökerek yok etmek istediğim bu kurtçukların ne
işe yaradığını görmüş televizyonda izliyordum. Anladık ki Kuruk koyun yaradan
bereden değil bizden kurtulmak üzere evi terk etmiş kendi yarası beresiyle
kendi başına hiç kimseden yardım almadan kendi bedeninin ürettiği kurtçuklarla
yarasını iyileştirmiş. Ekinler arasında beslenerek de uzun pınarın düzenle akan
sularından su ihtiyacını gidermişti. Tamamen iyileştiğinde yine bine ürün ve
hizmet etmeye gelmişti. Doğrusu bunları yazarken kendimi tutamadım gözlerim
doldu. Saygı ve minnetler sunuyorum Adak yerine koyarak kendimizden
uzaklaştırdığımız kendi ellerimizle değişime dönüşüme uğurladığımız sevgili can
dostlarımıza.
KIR AT ile DORU AT
O yılın ekinleri hasat edilmiş, köyde dağda tarlada her ne
iş varsa tamamlanmıştı. Ocak ayı ortalarında diz boyu karlar köyün dört bir
yanını kapatmış ancak, güneşli temiz ve güzel bir kış havası hakimdi.
Babaannemin ayakları için kullandığı mehlem ile katarakt olmuş gözlerine
kullandığı göz damlaları bitmişti. Annemin ise ellerinde mayasıl
peydahlanmıştı. Koyun ve inek memelerine her dokunuşun da annemin mayasılı
depreşirdi. Hayvan mayısı dediğimiz dışkıları ile terli tenleri annemin
ellerine alerji olarak yansıyordu. Yılın birkaç ayı sağmal sığırlar ve koyunlar
gebe kaldıkları için hayvanlar sütten kesilir ve süt sağma işi olmazdı.
Hayvanlar doğurduktan sonra onlardan süt almak annemin işiydi. Babaannem yaşlı
ve hasta olduğundan anneme bu konuda bir yardımı dokunmazdı. Annem ancak bu
aylarda biraz rahat ederdi. Diğer aylarda hayvanlarla uğraşan annemin elleri
sürekli kaşınıp dururdu. Kaşınan ellerini sürekli kaşımaktan kanlar içinde
bırakır ama kaşıntıları dinmezdi. Kanatana kadar kaşımaktan derileri soyulurdu.
Yine de kaşıntıları dinmezdi. O zamanlar için tıp doktorları ancak Betnovita
mehlemi veriyorlar ama kalıcı bir tedaviyi başarılamıyordu. Annemin koyun ve
ineklerden uzakta yaşamışı onlara dokunması isteniyordu. O yıllarda bulaşık
eldiveni olarak tanımlanan lastik eldivenler alınıyor ancak bu eldivenler
annemin ellerine pek uygun olmuyor. Hem ellerini terletiyor hemde hayvan sağma
işinde pek bir işe yaramıyorlardı. Eldiven kullanarak hayvan sağma işi verimli
olmuyordu. Hemde beklenmedik düzenli masraflar bir köylü için hiç de hazır
olmadığı bir gider olarak aileyi zora sokuyordu.
Nereye kadar böyle sürecek diye konuşulurken Gâvur Ören
köyünde sıhhiye ünvanlı olarak anılan Mıçe Hasan diye biri olduğunu ve onun
birçok hastalıkları tedavi edici ilaçlar ürettiğini ve insanlara şifalar
dağıttığı konuşuluyordu. İnekler koyunlar yavrulamış onları sağarken yine
annemin elleri lime lime olmuş ağlaya sızlaya iş görebiliyordu. Bir sabah babam
ve annem atlara binip Gavurören köyü’ne Mıçe Hasan’a gitmişlerdi. Öğleye doğru
Gâvur Ören köyü’ne gidilmiş Mıçe Hasan’ın evine varılmış hala hatır sorup sual
edildikten sonra annemin ellerinin durumu Mıçe Hasan ’tarafından gözden
geçirildikten sonra Mıçe Hasan tamam kızım ben sana içeride ilaç getireceğim
demiş odadan çıkmış ve biraz sonra odaya içinde bir miktar hap olan bir kutu
ilaç getirir. Kızım al bu hapları her gün bir tane hapı sabah bir tane hapı da
akşamları yatmadan önce ağzına at biraz su ile yut. Sen bu hapları düzenli
olarak kullan bu dertlerin biter demiş. Ama annem bu hapları düzenli kullandı
fakat hiçbir yararı olmadı.
Bu sene yaz aylarında evimize Tekirahpa köyünden Kelo’nun
kardeşi Davut misafir gelmişti. Annemin ellerini gördüğünde dur bacı ben seni
bu dertlerde kurtarırım. Sana söylediklerimi iyi dinle. Ezberle ve ben ne
söylediysem harfiyen yap çok sürmez bir iki aya ellerin bu yara berelerden
kurtulur daha yeni anadan doğmuş gibi tertemiz olurlar demişti.
Benim damda beslediği güvercinlerim var. Ben köye
döndüğümden benim oğlanlardan biriyle sana bu güvercinlerin dışkılarından bir
miktar yeteri kadar da bizim devenin sidiğinden göndereceğim. Sende bu güvercin
dışkılarından bir avuç alır bir tabağa korsun içine de azıcık un biraz yumurta
akı biraz da deve sidiğinden katarak ovalar her bir parçası birer hap
büyüklüğünde olunca bunları güneşe serer ve kuruması için beklersin. Her tanesi
bir hap kadar olan bu karışımdan bir sabah bir akşam olmak üzer günde iki defa
bunlardan içersin. Bunu bir iki ay öyle yap bak gör ellerinde hiçbir kaşıntı
yara bere bir daha olmaz demiş işi bittiğinden köyüne dönmüştü.
Devirsi gün evimize Davut’un büyük oğlu geldi bayağı
kurutulmuş güvercin boku ile bir helkeye konmuş yeteri kadar da develerinin
sidiğinden göndermişti. Bu iş annemin pek hoşuna gitmemişti ama Davut’un
tarifine göre ilaç hazırladı bir tülbende serip güneşte kuruttu. O gün akşama
ilk hapını içmeye annemin içi tutmaz ama babamın da ısrarla bu hapların
içilmesi gerektiğini söylemesine karşı koyamayan annem mecburen içmişti. Bu işi böyle bir ay kadar sürdü. İstemeye
istemeye de olsa annemin deyimiyle “içim çığırıyor tiksiniyorum bunları elime
alınca içim kalkıyor kusmak istiyorum bunları içince” der ama yine de ilaç diye
içerdi. Ancak bir ay geçmiş hiçbir şekilde anneme bir yararı dokunmadığı gibi
bir de annem köylünün diline düşmüştü. Köylüler annemle dalga geçiyorlardı hiç
güvercin bokun deve sidiğinden yapılmış ilaç olur mu? Diye. Annem artık bu
güvercin dışkılı ilaçları yutmaktan vazgeçmişti.
Ancak düzenli olarak ellerine sürdüğü kaşımaktan lime lime
yarılmış ellerine Betnovita kremi kullanırdı. Fakat bu hem pahalıya mal olur
ama tamamen tedavi edemiyordu. Sadece yaraların iyileşmesine çok az bir katkı
sağlıyordu. Betnovita kreminin tüpleri küçük olduğundan çok çabuk biterdi.
Kaşıntılar öyle kudurur ki eller lime lime olmuş kanlar akarken buz gibi soğuk
suya ya da kar varsa kara daldırır ama yine bir faydası olmazdı. Fakat:
fokurdayan kaynar sulara ellerini batırdığında kaşıntıları biraz rahatlar annem
ellerini sıcak suda haşlanmış olarak çıkarırdı. Annemin kremleri de bitmek
üzereydi. Babam Gürün’e gidip baba annemin Betnovita merhemini babaannemin
ayakları ve gözleri için kullandığı ilaçları ile eve gerekli biraz Turhal
şekeri ve Tekelin ürettiği Tiryaki çayı ile Dedeme de sarma paket tütünü almaya
git.
O gün akşam olmuş karlar yeniden yağmaya başlamış ama babam
kasabadan daha dönmemişti. Zaten karlar öyle yoğun yağıyordu ki göz gözü görmez
vaziyette dalaz çıkmış yağan karlar rüzgârın etkisiyle savruluyorlardı. Böyle
durumlarda evden dışarı çıkmak bile bir sorun yaratabiliyordu. Kaygılanmıştık.
Babaannem iki de bir dış kapıyı açar içeri karlar savrulurken o kapı önünde
ellerini gözlerine siper eder ki karlar görmesini engellemesin. Gürün yolunu
gözler dururdu. Fakat, Dedem “Ali’yi beklemeyin boşuna kar kış yağışı yolculuğa
izin vermez. Ali bu çetin kış şartlarında hele de gece geç saatlerdi yolculuk
yapmaz. Hoş Ali inatçıdır bu şartlara rağmen gelmek istese de Karakuyu köyünde
Cumo göndermez.” Babaanneme seslenerek içerisi buz kesti kapı baca açık
vaziyette bekleyip durma öyle. Oğlun şimdi yemeğini yemiş Cumo ile muhabbet
ediyordur hadi gel içeri.” Dedi. O gün geç saatlere kadar babamın gelmesini
beklemiş, akşam yemeğimizi geç saatlerde yemiştik. Evimize yakın konu komşu
hemen her gün olduğu gibi Dedemin yanına gelmişti. Akşam çayları kaynatılmış
içiliyordu. Bir yandan da gurbetlik öyküleri anlatılıyordu. Geçmiş zanlarda
kalmış anılarını tazelemişlerdi. Bizlerde ev horantası olarak sıcak sobanın
etrafına dizilmiş olarak kış gecelerinden birini geçiriyorduk. Neyse geç
saatlerde konu komşu evlerine gitmişlerdi. Evimizin vazgeçilmez alışkanlığı
olan yatsı yemeği sefasına sıra gelmişti.
Annem: öncelikle evlikte üst üste sıralanmış yataklarımız
tek tek getirdi yatacağımız sıralara göre serdi. Bizler de günlük giysilerimizi
çıkarmış üstümüzde don fanilan dediğimiz Diril diye anılan kumaştan yapılmış iç
giysilerimizle yataklarımıza kurulmuştuk. Annem evliğe yeniden gitmişti.
Evlikten hazırladığı kalaylı bakır siniye tereyağı, çökelek ve beyaz peynir ile
yanlarına her birimize birer ekmek koymuş olarak yanımıza gelmişti. Biz odada
yanan sobanın etrafında serilmiş yataklarımıza otururmuş bekliyorduk. Annem
avludaki tandırın yanı başındaki ocağın ateşini harlamıştı. Ocakta yanan ateşin
üstündeki çaylar yeniden demlenmiş taze çayımız servis edilmeye hazırlanmıştı.
Bizler de yataklarımıza yerleşmiş olarak yatmadan önce her gün yenilediğimiz
yanan sobanın borusunda kıtır olarak andığımız ekmeklerimizin hazırlanmasını
bekliyorduk. Annem bu işin uzmanıydı. Annemden daha güzel dürüm yapan kimse
görmedim bugüne kadar. Annem öyle güzel dürüm yapardı ki! “ÇOLLARUN” dediğimiz
çökelek ve tereyağı karışımından oluşan katık ile sobadan kızarttığı sobanın
borusuna değen tarafı kıtır kıtır öbür tarafı sadece ısıtılmış dürüm sararak
dökülmeden yiyecek hale getirirdi. Annemin hazırladığı bu dürümler bu durumda
birkaç gün beklese bile asla bozulmazdı sarılı ekmekler kediliğinden
birbirinden ayrılmazlardı. Annem düzenli olarak böyle kış aylarının yatsı vakti
yediğimiz dürümlerinde kullanmak üzere mayalı hamur yoğururdu. Mayalanmış
hamurlar topaklar halinde her biri bir ekmek olacak kadar toplara yapılırdı.
Ekmek açma tahtası üzerinde hazırlanacak ekmeklerin her birini birer Lavaş
ekmeği ebatlarında açardı. Bu hale getirdiği ekmeği oklava üstene alarak
pişirilecek kızgın sacın üstüne kordu. Yanan tandırın üstüne yerleştirdiği
saçta onları öyle güzel pişirirdi ki. Ekmeğin sacda pişerken oluşturduğu
kızarmış hamur rengi öyle cazip gelirdi ki gözlerimize hiçbir ekmekte asla bir nohut
tanesi kadar da olsa yanık oluşmasına izin vermezdi. Ekmeğin bu tertemiz ve
lekesiz hali bir tarafta iştahımızı kabartırken bir taraftan da gözlerimizi
doyurur nitelikte olurdu. Annem yeniden
evliğe dönmüş ocak üstüne konan dışı mavi içi beyaz çinko çaydanlık içinde
kaynatılmış çay suyu ile bu suyun üstüne konarak içinde harmanlanmış Tekel çayı
konup üstüne sıcak su çekilerek demlenmeye bırakılmış çayımızı getirirdi.
Çaylar sıcaklığını korusun diye de yanan sobanın üstüne yerleştirirdi. Cam
bardaklar çay servis tepsisine dizilmiş her bir bardağa önceden şeker kırma
makasıyla parçalara ayrılmış Turhal şekerlerinden birer parça alarak
bardaklarımıza atardı. Sıra önce demlikten demlenmeye bırakılmış çaylar
bardakların üçte birini dolduracak yere kadar doldurur sonra üstüne her bir
bardaktan dudak payı kalmak üzer boşluk bırakarak sıcak su çekerdi. Her birimiz
bir bardak çay almış içine konan sert Turhal şekerleri erisin diye de çay
kaşıklarımızı içinde döndürerek şıkırtılı bir müzik senfonisi çalıyor gibi cam
bardak ve metal kaşık sesleri duyardık. Annem de eline aldığı ve tam ortasında
ikiye katladığı ekmeği her iki ucundan da hafif ıslatarak sobanın ısınmış
borusuna yapıştırırdı. Uçları ıslatılmış ekmekler boruya böyle sorunsuzca
yapışırdı. Ekmek uçları ıslatılmadığında ekmekler boruya yapışamadan aşağı
kayarlardı. Çok kısa bir zamanda sobanın borusuna yanak yanağa gelmiş
ekmeklerin yüzü kızarmış üste kalan yüzü de sarılacak kıvamda ısınmış olarak
içine önceden hazırlanmış ÇALLARÜN doldurularak dürüm olarak sarılmaya hazır
hale gelmiş olurdu. Küçüğümüz kardeşin Hasan Basri acıktığı zaman anneme
seslenerek anne çok acıktım “Çokka Duma Mama Ğoş” istiyorum derdi. Hepimiz
bilirdik ki Hasan Basri Çollarunlu dürümü istiyor. Annen çok seri bir halde bu işlemleri yapar
sırasıyla en küçüğümüzden başlayarak tek tek her birimize birer çollarunlu
dürüm verirdi. Öyle lezzetli olurdu ki dürümleri ağzımıza götürüp her bir
ısırmadan bir yanı kızartılarak hazırlanan düründen çıkan parçalanma sesi ve
üstüne yudumladığımız bir yudum çay, vay babam vay yemeden yanında yat misali.
Bugün dahi bana dünyanın en lezzetli yemeğini verseler ve bu yemeğe alternatif
olarak da bir durum kızartılmış çollarunlu ekmek ve bir bardak çay var. Deseler
benim tercihim çollarunlu dürüm olur. Bu benim için hiç vaz geçemeyeceğim kesin
bir durum. Yatsı vakti olarak algıladığımız çay ve çollarunlu dürüm faslı da
gecenin on iki birin den sona ermişti. Annem çaydanlık ve boş bardaklar ile
sofra sinisini alır evliğe götürmüş olurdu. Bizlerde oda sıcaklığında serilmiş
ve içleri bizi üşütmeyecek kadar ısınmış altımıza serilmiş her biri 8-10 kiloluk yun döşek baş ucuna döşek eninde
bir kilo falan gelen tertemiz kılıf geçirilmiş yün yastık, üstümüze de iki üç
kilo yünden hazırlanarak belirli bir yöntem ve
aralıklarla köpülenmiş ve iç kısmı beyaz hasa bezi üst kısmı renkli
pazen yada basma bazen de Suriye’den kaçak getirilmiş gök kuşağı renklerin yan
yana sıralandığı kuşaklı adına “Kutnu Kumaşı” denilen kumaşlarla dikilmiş
yorganlarımızın altına girerdik. Üstümüze çektiğimiz yorganımıza sıkı sıkı
sarılarak yataklarımıza uzanmış kendimizi kaygısız mutlu hisseder ve derin bir
uykuya hemen her akşam yaptığımız gibi teslim etmiştik.
Sabah olmuş ahır ve ağıldaki hayvanlara sabah kahvaltıları
verilmiş, gece boyu dışkıladıkları koyun kıldıkları ve ile sığırların dışkıları
toplanmış “gejgere” dediğimiz tahtaravelyiye ya da kavakların ince dallarından
örülmüş sırt sepetlerine konarak ağılın dış duvar dibine taşınmış ve üst üste
istiflenmişti. Dışarıda güneş açmış ortalık sakin hava dingin, karlar her yanı
kapatmış ama kar yağışı durmuştu. Kahvaltı sofrası kurulmuş çaylı peynirli,
çökelekli kayganalı kahvaltıya başlamıştık ki kapının önünde Yağız atın
burnunda solurken çıkardığı keskin sesi duyuldu. Annem hemen kapı dışarı çıktı.
Bizler de peşi sıra koşturduk. Babam gelmişti. Babamın kış ve yağmurlu
havalarda ata binerken yanında hiç eksik etmediği siyah yünde hazırlanmış adına
“Yamçı” dediğimiz abasını üstünden çıkararak anneme uzattı. Sonrada atın
terkisinde ki heybeyi alarak yere bıraktı. Annem bir tarafta tutmuş, ben bir
taraftan tutmuş heybeyi içeri taşıyorduk. Babam da atın sırtındaki eyeri
çözmeye başlamıştı. At bu kış havasına rağmen karlara bata çıka sırtında baban
ile yolculuk yapmış bu nedenle de terlemişti. Babam atı hemen içeri alıp atın
terini kuru bir bez ile sildi ve atın sırtına da kuru ve temiz olarak
bekletilen keçeden yapılmış ince at keçesi denen örtü atın sırtına
yerleştirerek keçenin her tarafına dikilmiş kayışlarını birleştirerek bağladı.
Birkaç dakika atın dinlenmesi sağlandıktan sonra içine sıcak su katılarak
hazırlanmış ılık içme suyu verildi ata. At temiz suyu içerken de babam
samanlıkta ata özel olarak hazırlanmış her an ata vermeye hazır yeminden
getirdi. At daha yemeye başlamadan babam her sabah yaptığı gibi atın üstündeki
yeni örtmüş çulu altına eli soktu terlemenin durduğunu kontrol ettikten sonra
da çulu kaldırdı ve atın tımarını yapmıştı. Atın tımarı da bittikten sonra
yeniden atın sırtına ince keçeden yapılmış çulu konarak bağladı. Atın hizmeti
tamamlanmış olarak içeri geçildi. Bizler sobanın yandığı oda ya geçtik. Babam üstünde nerede isi buz tutmuş durumdu
sertleşen elbiselerini çıkararak yeni giysiler giymek üzere annem ve babamın
yatak odası olan aynı zamanda da evimizin kileri olarak kullanılan evlik
dediğimiz odaya gitmişti.
Babamın geldiğini atın pofurdamasından anlamış kahvaltı
yapmaya ara verdiğimiz yerden yeniden başlamak üzere sofranın etrafına
sıralandık. Babam da üstü başını değiştirmiş olarak sobaya yakın bir yerde
kendisine ayırdığımız yerine bağdaş kurarak sofraya gelmiş hep beraber kahvaltı
yapmaya başlamıştık. Babam bir iki lokma yemişti ki! Dedem sabahın kaçından
Karakuyu’dan çıktın yola? diye sordu. Babam da Cumo amcaların çok selamı var
dün akşam kalmamı çok istediler ama ben durmadım. Kalırsam belki sabahleyin
daha kötü bir hava ile karşılaşma ihtimali çoktur diyerek yola çıkayım diye
düşündüm. En iyisi ben köye yavaş yavaş gideyim dedim ısrar ettim. Onlar da
hepinize çok selam söyledi. Cumo amcanın karısı anneme niyaz için bir adet elma
koydu heybeme. Cumo amca da sana bir paket tütün yolladı. Hem kahvaltımızı
atıştırıyoruz, hemde dedem ile babamın muhabbetini dinliyorduk. Dedem: dün
akşamdan bu yana Karakuyu köyünden eve ancak mı gelebildin? Oğlum! diye
sorunca: babam yok baba yılın ocağına kadar rahat geldim ama yılan ocağına
yaklaşmıştım ki bir kar bir fırtına çıktı ki sorma at da bende nere de ise
önümüzü göremez olmuştuk. Yılan ocağı biraz geçtiğimizde etrafımızı kurtlar
sardı. At sırtında inmeye bile fırsat bırakmadılar. Elimde sadece kamçıdan
başka bir şey yok. Yerler diz boyu kar. Bir çift kurt ata saldırır. At bir
yandan karlara bata çıka uğraşırken, bir yandan da kurların saldırılarına karşı
koyuyordu. Baktım ki kurtlar yakamızdan düşmeyecekler. Besi belli ki karınları
çok aç. Bizi parçalayacaklar. Ama doru at onlara teslim olmuyor. Önde gelen
kurları kâh ısırıyor kâh ön ayaklarıyla onlara vuruyor. Arkadan saldıran kurt
olursa arka ayaklarıyla tekmeler atarak kurtları kendisinden de benden uzak
tutarak yola devam ediyorduk. Kurtlar yorulup bizden biraz gerilerde kalmış
yanı başımızdan uzaklaşmışlar ama arkamızdan bizi takip ediyorlardı. Anladım ki
yeniden saldırmak için iyi bir fırsat kolluyorlar. Kurtlar yeniden saldırmak
için böyle davranıyorlar. Ne yapar nasıl kurtulurum bunlardan diye düşünürken,
karanlık da iyiden iyiye çökmek üzeriydi. Doru at güçlü ama kara bata çıka yol
alırken yorulduğu belliydi. Bu şartlarda köye kazasız belasız gelmek imkânsız
gibi geldi bana. Zaten Maşadaki Mehmet ağanın ağılının yakınlarına kadar
gelmiştik. Atı ağıla yönlendirdim. Bir an evvel bu kurtlardan ancak ağıla
sığınmakla kurtuluruz diye düşündüm. Bir iki koyak kalmıştı ağıla ama kurtlar
yeniden saldırmaya başlamışlardı. Yine de zifiri karanlık çökmeden kendimizi
ağıla atmıştık. Hemen at ile beraber ağıla girdim. Kapıyı arkadan kapatıp
kitlemdim. Kurtlar bir ağılın damına çıkıyor üsteki delikten bize bakıyor
uluyorlar. Bir ağılın kapısına gelip uluyorlar. Bir duvardaki deliklerde içeri
girmek istiyorlardı. Neyse ki ağılda bir kenara yığılmış kuru “Kemreler” var
onları ağılın ocağında kurdum ve ateş yaktım. Çobanların yakmak için kesip
içeri koydukları kuru dikenli kevenler, moçconuklar var. Moçconukların ucunu
ateşe tutuyor uçları tutuşunca da delikten içire girmeye çalışan kurtlara yanan
moçconukları uzatıyordum. Kurtlar ateşten korkuyor uzaklaşıyorlardı. Zaman epey
geçmiş fırtına dinmiş hava açmıştı. Ama gecenin bu vaktinde dışarı
çıkamıyordum. Karar verdim bu gece ağılda sabahlayacaktım. Çoban yatağını
hazırladım kurtlarında sanki tesellisi düşmüş eskisi kadar ısrar etmez
olmuşlardı. Ateşi sürekli harlı tutuyordum. At’ın bakımını yaptım bir ara.
Bereket versin ağılda bir miktar saman bir miktar ot bırakmışlar da atı da
doyurdum. Biraz rahatlamış olarak uyumuşum. Kalktığımda kurtların ulumaları
duyulmaz olmuştu. Kapıda bacada, pencerede bakmaları kesilmişti. Kapıyı yavaş
yavaş araladım şöyle etrafa göz ucuyla kolaçan ettim ki kurtlar görünürde
yoklar. Şafak vakti olmuş etraf ışımaya başlamıştı. Yavaş yavaş kurt izlerini
takip ettim. Kurtların ayak izleri ağılın önünden Oğlak kayası köyüne doğru
gidiyordu. Anladım ki kurtlardan kurtulmuşuz. Ayak izleri çok net bir izler
bırakarak ağıldan uzaklara doğru uzanıp gidiyordu. Kurtların iyi den iyiye
uzaklaştığına karar verdim. At’ı yeniden eyerledim. Heybemi yerleştirdim ağılın
dışına çıktık. Zaten çok sürmeden köy de görünüyordu. Bacalardan dumanlar
tütüyor, horoz sesleri çok net duyuluyordu. Bende ata atladığım gibi sağ salim
köye geldik işte.
Hepimiz can kulağıyla dinlerken babaannem göz yaşlarına
boğulmuş bir yanda olanları dinliyor bir yandan ağılıyordu. Annemin de
kocasının başına gelmiş bu beklenmedik olaydan dolayı gözleri dolmuş ancak
kayın babasının yanında ağlamak saygısızlık sayılır diye kafasını önüne eğmiş
tülbendinin ucuyla gözlerine silmişti.
Dedem “oğlum yine böyle kötü bir kar kış vakti, Devecayir
köyünden eve gelirken kar fırtınası size aman vermemiş bir türlü köyün yolunu
bulamamıştın. Sürekli olarak dönüp dolaşık aynı yere gelir olmuştun. Yönümü
şaşırdım diye atı bir başka yöne zorlamış ancak köyden daha da uzaklara
Tekrapaya doğru gitmiştin. Kar fırtınası da azdıkça azmış iyiden iyiye önünü
görmez hale gelmiştin de Kır atın gemini serbest bırakmıştın. Senden komut
almadan yola koyulan Kır at köyün yoluna dönmüş ve sağ salim kazasız belasız
yeniden bel pınar yoluna girmiş eve getirmişti seni. Ruhu şad olsun. Kendi öldü
bu defa da sana bıraktığı yavrusu Doru at seni ölümlerden kurtarmış oldu. Hani
bazen sana kızıyorum. Bizler yemiyor içmiyoruz senin bu atlara verdiğin çavdar
arpa buğday yetmiyormuş gibi şeker ve üzüm gibi şeyler yedirmene! diye
kızıyorum ama bu atlara helal olsun ne yedirirsen yedir. Ne kadar hizmet ederek
iyi baksan azdır vallahi!” demişti. Babam bir yandan, babaannem biryandan sanki
daha önceden sözleşmiş gibi aynı andan ikisi birden “he vallahi öyle” dediler.
Hepimiz doru ata minnet duygularıyla hayran olmuş sağ salim geldikleri içinde
çok mutlu olmuştuk.
AT VE İNSAN.
Güldedeliler için at çok saygın ve bir o kadar da kıymetli
bir can yoldaşıdır. At ve insan vaz geçilmez ikilidir. Dedem yeri geldiğinden
derdi ki “atı olan insan evinin önünde ata binmez. Atı olan bilir ki her kesin
binebileceği bir atı yoktur. Atı ile bir yerlere yolculuk yapacaksa eğer!
Kapısının önünde ata binmez ki komşusuna caka satmış olmasın. Beraber yolculuk
yapacağı atını yedeğine alır köyün dışına kadar yan yana yürür ve köyün dışında
atına biner atlı adam. Kapının önünde başlattığı yolculuğundan köyü dışına ata
binecek yere kadar geçen zaman içerisinde köyden ayrılırken evde ne unuttu ya
da ne bıraktığını, gideceği yerde kendisini nelerin beklediğini, bir kez daha
düşünmüş olur. Ve hemen her söyleşide de “Ata binmek bir ayıp, atta inmek iki
ayıp.” Derdi.
Atlı adam köyünden atı ile ayrılmış gideceği yere gitmiş,
işi gücü ne ise onu yapmış yine aynı şekilde bulunduğu yerden de bulunduğu
yerleşkenin yerleşim mıntıkasının dışına kadar atını yedeğine alır yan yana
yürürler. Yerleşkenin dışına çıktıklarında uygun bir yerde ata biner köyüne
gelir. Köye yaklaştığında bu defa atından iner. Atı terkisine takar ikisi
yanyana yürüyerek kapısının önüne gelip dururlardı. Kafama takılmıştı Dedemin
anlattığı babamın Kır atı! Uygun bir zaman da bunu anneme soracaktım.
Kış devam ediyordu. O günlerde Köse Alço’nun damadı
Elbistanlı Çoban Hüseyin köyde Mahir amcalara kışlık çoban durmuştu. Köyümüzde
varsa kitaplar okunur yoksa ezberleyenlerden birinin anlattığı Çenk
hikayelerini Çoban Hüseyin layıkıyla anlatırdı. Hele bir de Dedem Salman
Çavuş’ta köyde ise ikisi yan yana oturur biri öyküleri anlatırken bir diğeri de
yeri geldiği an öykünün türkülü kısmını anlatırdı. Anlatan söyleyecek söze
değiştirirlerken de sözünün bittiği yerde kafasını önüne eğer biraz susardı. Bu
defa diğeri sözü alırken de “aldı” sözcüğüyle başlayıp öykü ya da türkünün
başladığı yerden söze girerdi. Bazen öyle coşkulu öyküler anlatırlardı ki can
kulağıyla dinleyenler den biri coşar ve “hey mübarek” diye nidalar atardı. Hele
Hazreti Ali’nin Hayber Kalesi öyküsünde anlatılırken “Ahmet-i Zemçi” isimli bir
kahraman vardı ki! Silah olarak sapan kullanırdı. Çenk başlamış kılıçlarla
kafalar yarılmış, kollar kesilmiş birbirini kıran kırana çenk hikayeleri
coşkulu bir dile anlatılırken, zorda kalan Hz. Ali taraftarlarının en zor
anında her daim at sırtında çenk eden bir an savaş alanının bir ucundaki zorda
kalan cenkçiye, biran da savaş alanının öbür ucundaki cenkçiye Hızır gibi
yetişen Ahmet-i Zemçinin sapanıyla attığı taşlar ne yapar nasıl olursa olsun
hedeflediği düşman havaya kalkmış kılıcıyla Hz. Ali taraftarını ortadan ikiye
bölecek hamlesini yaptığı andan, Ahmet-i Zemçi ’nin sapanıyla attığı taş
mutlaka onun anlının ortasına denk gelir elinden kılıcı asılı ve oracıktan
ölmüş olarak attan aşağı ölüsü düşmüş olurdu. Cemaatten dinleyenlerden bazıları
kendilerini öyle bir kaptırırlardı ki tamda böylesi anlarda daha ilgili sahne
anlatılmadan içten yüksek bir sesle “Yetiş Ahmet-i Zemçi” ya da “Neredesin
Ahmet-i Zemçi?” diye nidalar atar kendisini çenk edenlerin içindeymiş gibi
hissettiği anlaşılırdı.
Böyle bir kış günü hayvanların akşam bakımları yapılmış
yemleri verilmiş, bütün horantanın tamamı kurulu sofranın etrafından dizilmiş
akşam yemeğimizi yemiştik. Çaylar servis edilmiş içilmişti. Bu gece Çako’nun
evinden Salman Çavuş ile Çoban Hüseyin “Bengiboz ile Beybörek” öykülerini
anlatacaklar dedi. Dedem, babaannem ve babam üçü birde Dedemin kuzeni,
babaannemin kardeşi ve babamın dayısı olan Çako Mehmet Dayının evine
gitmişlerdi.
Evde annem bizlerle çocuklarıyla baş başa kalmıştı. Sobaya
biraz yakacak koydu. Size kavurga yapayım mı? Diye sordu. Kardeşler olarak
dördümüzde hep beraber evet dedik. Evliğe gitti biraz buğday getirmişti.
Sobanın üstünü küçük bir saç koydu. Beni de Kirvemiz olan Kurduklar’a pirinçten
yapılmış elle çevrilerek kahve öğüten metal değirmeni istemeye gönderdi. Hemen
bir koşu gidip el değirmenini almış eve getirirken Hüseyin kirvenin karısı Eşe
kızları Hane ile Hatice ve kızların teyzeleri Sultanda benimle gelmişlerdi.
Evimiz şenlenmişti. Annemin sobanın üstünde saçta kızarttığı buğdaylar artık
kavurga olmuşlardı. Her birimize birer avuç sıcak kavurga verdiler. Çocuklar
olarak hem oynuyor hem şakalaşıyor hemde annelerimizi seyrediyorduk. Annem yeni
buğdaylar koyuyor sacın üstünü kavurgalar hazırlarken, Eşe kirve kavrulmuş
buğdayları el değirmenine koyuyor öğütüyordu. Sultan ablada çukur ve genişçe
bir tabak içerisine koyduğu biraz sıvı pekmezi öğütülerek un haline getirilmiş
kavurgaları katıp mahur yoğurur gibi yoğuruyordu. Un haline getirilmiş kavurga
ve pekmez karışı çok lezzetli bir hamur olan “PERĞUN” diye adlandırılan tatlı
yiyecek meydana getirilmişti. Buğdaylar kavrulmuş önce kavurga olmuş, sonra
öğütülerek un haline getirilmiş ve son aşamada pekmez ile yoğrulmuş Perğun
yapılmıştı. Her birimizin elinde birer küçük kalaylı tabak “Perğun” umuzun
verilmesini bekliyorduk. Servislerimiz de yapılmış yemeye başlamış keyifli bir
uyku öncesi zaman geçiriyorduk. Aklıma geldi babamın kırat öyküsü. Anneme bu
yaşamışlık öyküsünü anlatmasını istedim.
Sobaya yanacak yeni tezekler konmuş gürül gürül yanıyordu.
Bizler sıcacık odamızda Perğun yemenin keyfini çıkarıyorduk. Annem anlatmaya
başlamıştı. Hane halan gelin olalı bir seneden fazla zaman olmuştu. “Babaannen:
oğlundan rica etmişti. Epeydir Hande’den yeni bir haber alamadık. Akşam
hediyelik Bir şeyler hazırlayacağım heybene korum. Sende sabah kahvaltıdan
sonra kır atına bin Devecayir köyüne kardeşinin yanına git bir gör. Gelin ettik
bir daha ne gittik ne de gelen oldu. Kendisini yad ellerde yalnız bırakılmış
hissetmiştir şimdi demişti.” Baban da tamam anne sabah kahvaltıdan sonra gider
görürüm demişti. Neyse sabah olmuş hayvanların ihtiyaçları giderilmiş, ev
horantası olarak bizlerde kahvaltımızı yapmıştık. Baban ahırda Kır atı çıkardı
eyerini üstüne koydu kayışlarını bağladıktan sonra akşamdan hazırlanan yolculuk
heybesi atın eyerine bağlandıktan sonra babam atı terkisine aldı uzun pınarın
sırtına kadar yanyana yürüdüler. Baban uzun pınarın sırtını aştıktan sonra ata
binmiş Devecayir köyüne gitmişti. Baban köye gitmiş kız kardeşini görmüş o gece
Devecayir köyünde yatmıştı.
Sabah kalkmışlar kahvaltı falan yapılmış baban dönmek
istemiş ama Hande’nin kayın babası Mehmet amca olmaz demiş, daha geleli bir gün
oldu. Birkaç gün bizim köyle kardeşinle zaman geçir diye diretmiş ve babanı iki
gün daha orada tutmuştu. Üç gün sonra hava hafif kar yağışlıyken baban durmamış
köy şurası bir saatte rahat rahat giderim demiş yola çıkmış ama daha yolu
yarılamadan bir fırtına bir başlamış arkasından yağan karları öylesini sağa solo
savruluyorlarmış ki göz gözü görmüyormuş. Baban hem kendisini hem atı kar ve
talazdan korumaz için yamçısını üstüne almış. Bir yandan da atın gemime sıkı
sıkı sarılmış kapanan köyün yolunu kestirmeye çalışarak atı yönlendirmiş. Fakat
yağan karların fazlalığı ve taze karların da savrularak hareket halinde olması
babanı köy yolunda sapmasına neden olmuş. Zaman geçiyor kar dinmiyor. Baban at
sırtında dolanıp duruyormuş. Bazen dönüp dolaşıp yine kendi izine denk
geliyormuş. Tahminen Bel pınarın sırtında falan olmalıyım diye düşünmüş. Babam
atın yolun sol tarafına doğru dönmesi için atın gemini öyle komut vermeye
uğraşıyormuş ama at kendi sağ tarafına dönmek istiyormuş. Baban bu at benim
komutlarıma uyardı ama bu defa benim komutlarıma uymak istemiyor. Acaba neye
diye biraz düşünmüş. Sonra da zaten verdiğim komutlarda atı yolundan çıkarmışa
benziyor. “Babam derdi ki at sırtında iken yolunu bulamaz da zorda kalırsan
atın gemini serbest bırak at hissederek köyün yolunu bulur.” Sözünü hatırlamış
ve kır atın gemini serbest bırakmış. Komut almayan at rahatlamış kendi sağına
dönmüş ve öylece yönünü köyü döndürmüş olarak yol almışlar. Çok sürmeden kar
savrulmaları azalmış. Hava biraz daha aydınlık hale gelmiş ve baban köyü yanan
sobalarında çıkan dumanları görür olmuş. Meğer nerede ise köyü girmek
üzerelermiş. Geldikleri sırt köyün arkasındaki tarlanın üst tarafı uzun pınar
mevkiinin kuzeyiymiş. Baban o zaman kır atı boynunu okşamış attan inmiş
gözlerinden öpmüş. Sen beni dinleseydin kendimizi Tekrapaya bulurmuşuz meğer.
İyi ki ben sana güvendim de sen bizi bu karda bu kışta bu fırtınada sağ salim
köye getirdin demiş.
Baban atları çok sever. Çako dayı ile de sürekli at
yarışları yapardı. Bu nedenle de atlarına çok iyi bakardı. Atları asla yük
bindirmezdi. Yazın bile konu komşunun atları sığırlarla beraber dağa otlamaya
giderken baban atını kendisi bakar sığır çobanına emanet etmezdi. Çayırlar
çıkmaya başlayınca baharın ilk günleri çayıra götürür örtlerdi. Sonra da atı
eve getirir biçtiği taze otları musuruna koyar ağırda beslemeye başlardı. Her
gün bir külek arpa ya da çavdar katar samanlara öyle yedirirdi. Atın günlük su
ihtiyacını bile kovalarla ahıra taşır içerde içirirdi. Her gün bir sabah bir
akşam olmak üzere atın kaşağısıyla günlük tımarlarını yapardı. Her yaz kuru
uzum ve şeker bulundurur arada bir atına bunları yedirirdi. Sanki Köroğlu atına
bakıyor misali, yaz boyunca gün yüzüne çıkarmazdı atını. Son bahara doğru atın
tavlanıp tavlanmadığının kontrolün yaparken kuluçkada bir yumurta alır atın
arka bacakların sırt kısmının ortasına yumurtayı koyardı. Yumurtayı
bıraktığında yumurta atın sırtında koyduğu yerde düşmeden durursa bilirdi ki at
tavına gelmiştir. İşte atın bu tavlanmış haliyle ahırdan çıkarır köyün
ortasındaki çeşmeden su içirmeye götürürdü. Aylarca kapalı ve ışık yüzü
görmeden beslenip bakımı yapılan atı zapt etmek bile çok zor olurdu. Zaten bu aylarda konu komşunun ya çocukların
sünnet ya da ekinler öncesi evlendirme düğünleri olurdu. Baban atını hep böyle
anlar için böyle hazır halde tutardı ki at yarışlarından birinciliği kimseye
kaptırmasın.
Zaman geçmiş Kır at yaşlanmıştı. Bir kış ayında hastalandı.
Baban günlerce ahırda bakımını yaptı ama nafile. Baban gece birkaç defa ahıra
gider ata bakır öyle yatağa dönerdi. O zamanlar evimizin bütün iç kapıları ile
ahıra giriş kapısı da avluya açılırdı.
İçeriden önce avluya, sonra dış kapıdan dışarı çıkabilirlerdi hayvanlar.
Bir gece at gece atın durumunu kontrol etmek için ahıra giden baban saatlerce
atın yanına kalmıştı. Sonra evliğe gelip sıcak lapa yemeği hazırlamış ata
yedirmeye çalışmış at yememiş, atın çok sevdiği kuru üzün ve şeker koymuş
tabağa at bunları da yememişti. Nere de ise pek yatarken görmediğimiz at hep
ayakta dururken. Şimdi bağlı bulunduğu musurunun dibine yatmış zor koşullarda
solur gibi soluyordu. Deden geldi babana oğlu böyle olmaz. Sen yatağına git
hayvana biraz huzur ver ki kendisini toparlaya bilsin dedi. Babasını kıramayan
ama ne yapabileceğini de bilemeyen baban istemeyerek de olsa evlikte ki
yatağına gelmiş uzanmış ama gözlerine uyku girmiyordu.
Meğer babanı attan uzaklaştıran Deden sessizce ahıra gitmiş,
atı çıra ışığından incelemiş ve at biraz daha rahat etsin ölecekse de böyle
yularla bağlı ölmesin diye Kır atın yularını çözmüş. Deden ahırdan ayrılırken
de ahırın kapısını kapatmamış, ani bir ses olursa çabuk duysun istemiş. Babanda
evlikte yatakta ama kapısı açıktı. Babanın da bir kulağı ahırda gelebilecek
sesteydi. Sabaha karşı yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette yataktaydık. Kır at
ayağa kalkmış ahırdan avluya geçmiş birkaç adımdan yanan çıranın ışığına mı,
yoksa babanın kokusuna mı geldi bilmiyoruz. Kır at babanın yatağının ucuna
kadar geldi. Babanla beraber şaşkın şaşkın bakarken Kır at yataktan yatan
babanın üstüne eğilmiş ve gözlerinden yaşlar akıtmıştı. Baban yatakta kalktı, Kır
atın yelesinden tuttu evlikten dışarı çıkara bildi ve Kır at avluda ahıra
giremeden oracıktan upuzun yatarak yeni gözlerinden pirim-pirim yaşlar akıtarak
son nefesini vermişti.
Kır atın ölümünden sonra baban kırk gün yasını tuttu. Hiçbir
koşulda ahırın kapısından içeri girmiyordu. Deden baktı olacak gibi değil. Kır
atın yavrusu Doru tay vardı ama daha binmeye iki senesi vardı. Babana yeni bir
at satın aldı ama baban bu ata ısınamasa da yavaş yavaş ahıra gidip atların
bakımıyla yeniden başlamıştı diye bize Kır at ve babamın yaşam öyküsünü
anlatmıştı. Ama hem öyküyü anlatan hem de dinleyen bizler göz yaşlarımızı
tutamamış vaziyette sessizce ağlamıştık.
KORKUSUZ KURTLAR:
Soğuk fırtına karlı günler devem ediyordu. Akşam olmak üzere
içerde beslenen hayvanların yemlenme saati gelmişti. Çako Dayi ağılda
koyunlarını yemliyordu. Ağılın kapısında koyunlara bekçilik yapan köpek kapının
önünde beklemekteyken birdenbire hiç susmadan sürekli havlıyordu. Köpeğin
kesintisiz havlama sesine köyün öbür ucundaki köpeklerden ses seda yoktu. Böyle
havalarda köyün köpekleri genellikle ağılların içlerinde bir kenara büzülür
yatarlardı. Kışın ve soğuk havanın etkisinde mi yoksa tembellikten mi, ya da
köpek havlama sesini duymadıklarından bilenmez. Çako Dayının köpeği havlıyor ama
bu havlamaya katılan başka köpek olmuyordu. Köpek hiç yana saldırmayı göze
alamadan kıçını ağılın duvarına dayamış nefesi çıktığı kadar çukur yurt
mevkiine yüzü dönük havlıyordu. Köpeğin sesi köylüyü uyarmış hemen her kes de
bu karda kışta yolcu geldi zahir diye kapı önlerine çıkmıştı. Bazı insanlarda
yazdan kurutup üst üste yığdıkları çayır otların bulunduğu haymadan ot ayırıyor
ki içeri getirsin doğrasın ve hayvanlara yem olarak hazırlanmış samanlara
katılarak akşam yeni olarak hayvanlara versin. Dam başından olan, kapı
önlerinden bulunan köylünün tamamı birbirine seslenerek bu köpek niye havlıyor
böyle. Yoksa bu karda kışta uzaklarda bir yolcu falan karartısı mı gördü? Diye
soruyordu. Çok sürmedi Maşat Dağı yolunda Çukur yurt mevkiinden köye doğru gelen
kurt sürüsü görünmüştü. Her kes birbirine haber vermişçesine bu labarbayı duyan
ya kapısının önüne ya da dam başlarına çıkmışlardı. Hiç kimsenin aklına
gelmemişçesine hep beraber temaşaya çıkmış kurtlara bakıyor. Kimi ula bu
metreler boyu yağan karlar kurtları dağlarda aç bırakmış olmalı ki köyleri
basacak kadar açıkmışlar. Bir diğeri de ona cevaben besbelli yoksa kurtlar
gürültünün olduğu yere asla gelmezler. Bir başkası bu kurtlar kesin aç
kalmışlar. Ne bulurlarsa ona saldıracaklar. Ayı boğan Hüseyin amca Dedeme
bakarak İbrahim baksana önlerinde lider olan ne kadar da büyük bir kurt. Benim
ömrüm çobanlık yaparak geçti, böyle iri yapılı kurt görmedim dedi. Kurtlar tek
sıra halinde art arda dizilmiş asker mangası yürüyüşü misali en önde lider gibi
görünen en iri kurt arkasından ip gibi dizilmiş tek sıra halinde gelen 4-5 tane
kurtlar Çako dayının ağılının yakınına 5-10 metre uzağına gelmişlerdi. Kurtlar:
ne köyün gürültüsüne ne havlayan köpeğin tepkisine hiç aldırmadan önlerinden
koskocaman bir lider ile hep beraber biz buradayız. Öyle bir aldırmazlık içinde hiç tereddüt
etmeden kendi tempolarıyla karlara bata çıka yol alırken de sanki köye kafa
tutuyorlardı. Her kes işi gücü bırakmış kurtları seyrediyor kendi aralarında da
konuşuyorlardı. Hiç kimsenin aklında kurtlara ateşli silahlarla sıkmak filan
akılları gelmemişti. Bir köpek desen zaten bir tek Çako dayının köpeği var ada
tek başına kurtlara saldırmayı göze alamamış kendisi de ağıla sığınmış
vaziyetteydi. Dedem ula bunlar köyün alt tarafına geçip herhangi birine
saldırmasınlar baksanıza Musahibim Alo’nun damının alt tarafına kadar
yaklaştılar dedi. Alo köyde yok evde Zeynep bacım ve çoluk çocukları var.
Ayıboğan Hüseyin amca; Hüseyin Çako ’ya seslenerek Hüseyin set atına atla
bunları atla takip et de bunlar köye girmeden köyün dışına çıkar dedi. Hüseyin
amcam zaten yaya olarak hem bunlara yetişilmez hemde sürü halindeler yanlarına
yaklaşılmaz. Baksanıza kurtlar bile karlara bata çık yavaş yavaş yürüye
biliyorlar dedi. Bir ara Allo amca köye seslenerek, bu kurtlar ancak silahla
vurulur. Yanlarına silahsız yaklaşılmaz. Ula komşular içinizde tüfeği olan biri
yok mu? Ki, bu kurtlara sıkacak bir baba yiğit çıkmıyor dışarı dedi. Baba annem
yazık yazık onlarında canı var. Sizler evlerinizde sırtınız pek karnınız tok
güzel güzel yatıyorsunuz. Onlar bu karda kışta yavrularının karnını doyurmaya
çalışıyorlar dedi. Sato amca sende haklısın Olte bacı. Ama onlarda ya bize ya
da hayvanlarımıza zarar veriyorlar. Bu tür konuşmalar yapılırken hepimizin
gözleri kurtları takip ediyordu. Bu arada Dedemin de ısrarıyla Hüseyin amca
ahırda baktığı ve köyün en heybetli aygır atını çıkarmış gemini takmış atın
sırtında ince bir çeke çul olduğu halde eline de samanlıkta aldığı ucu metal 3
-4 çatal dirgeni almış kurtlara doğru gitmişti. Fakat kurtlara yetişemiyordu.
At karlara öylesine batıyordu ki seri bir şekilde karları yararak koşturması
bir yana normal at yürüyüşünü bile yapamıyordu. Kurtlar bir ara şöyle bir durdu
Hüseyin amcama baktı yine kendi temposunda çayırlara doğru gidiyorlardı.
Hüseyin amcam çayırların içlerine kadar gittiğinde kurtlar Oğehambar
tarlalarının içlerinde Bölücek dağı ya da Başören köyünü hedeflemiş
gidiyorlardı. Böylelikle biraz da olsa köyden biraz uzaklaşmış olduklarına
kanaat getirmişken Dedemler de seslenerek Hüseyin, Hüseyin daha fazla peşlerine
takılma zaten at karda yol alamıyor. Kurtlar köye dönmezler artık geri dön.
Daha fazla takip edersen dönüp sana da ata da zar verirler diye seslenerek eve
dönmesini istiyorlardı. Zaten at karlara öyle batıyordu ki karlar atın yarı
beline kadar gelebiliyordu. Bu yoğunlukta lapa lapa yağan karlar daha
sıkılaşmamış üstünde kuş dursa batacak kadar yumuşaktı. Hüseyin amca eve dönmüş
atını içeri almıştı. Kimi yaşlı ve çocuklar izleye bildiğimiz kadar kurtların
giderek köyden uzaklaşmaları izlemiş iyiden iyiye de artık uzakları göremez bir
akşam saati başlamış olarak evlerimize girmiştik.
O akşam hemen her evde her kesin anlatacağı kurtlarla ilgili
birer öykü dinlenmişti. Dedem ve babam her akşam yemekten sonra çenk hikayeleri
dinlemek üzere Çako dayılara gitmişlerdi. Annem bizleri etrafına toplamış
ellerinden örgü cağları ile yün çoraplar örerken de her akşam olduğu gibi bize
masallar öyküler anlatıyordu. Bir ara anneme anne bize Durağ Hasan’da gördüğün
kurtları anlatsana dedim. Annem anlatayım sen bu kurt öyküsünü çok seviyorsun.
Yılda biri iki defa anlattırırsın dedi. Annem sobanın yanında kalktı evliğe
gitti bir kalaylı bakır tabağa biraz kuru üzüm biraz kuru dut birazda kak
koymuş getirmişti. Sobanın yanında koyduğu minderine oturmuş masif ceviz
ağacından yapılmış sofra taburesinin üzerine koymuştu. Pür dikkat kesilmiş
annemin gelin olduğu yılın ekin biçme ayında Durağhasan mıntıkasında köye
gelirken yolda gördüğü kurt ve yavruların öyküsünü bekliyorduk.
Annem: ekinleri biçmeye başlamıştık, baban Tatlardan günlük
yevmiye ile çalışan ırgat getirmiş ağılın önündeki tarlada biçilme zamanı
gelmiş buğdayları biçmeye gitmişlerdi. Irgatların sabah kahvaltısını baban
beraberinde tarlaya götürmüştür. Evde ki işlerimizi yapmaya başlamış ağıl, ahir
kapı önü bakımları yapılmış ortalık silinmiş süpürülmüştü. Akşamda mayaladığım
sütler yoğurt olmuş yayık ile çalkalanmasını bekliyordu. Yoğurdu kazanını
hazırladığım tahta yayığa koymuş kapak yerini de beyaz bir tülbentle örtmüştüm.
Zaman ilerliyor koyunlar bir saate kalır kalmaz dağdan köye getirilir sağılmayı
beklerdi. Öncelik ırgatların öğle yemeğini hazırlamam gerekiyordu. Akşamda
hazırladığın etler ve haşlanmış patateslere doğranmış soğanları ve baharatları
katmış geniş bir tavadan kavurmuş olarak bekletmiştim. Hemen evliğe gidip un
çuvalından yeteri kadar un aldım un eleğinden eledikten sonra elenmiş unu
kalaylı Leğene koydum bir miktar öğütülmüş ince tuz yeteri kadar ılık su
katarak hazırladığım unu yorup sakız kıvamına gelene kadar bir güzel hamur
yoğurdum. Hazırladığım hamuru iki parçaya ayırdım. Bir parçasını ekmek açma
tahtasının üstüne koyup saçı tam kapatacak büyüklükte açarak kömbe hamuru
haline gelene kadar oklava yardımı ile açıp yanı başımda hazır beklettiğim
saclardan birini üstüne yerleştirdim. Daha kömbenin üst hamurunu açmaya
başlamadan önce kapının önünde duvar dibine kurduğum saç ayağının altına
yerleştirdiğim tezeklere biraz daha tezek koyarak yanmalarını çabuklaştırdım.
Bir taraftan da kömbenin üstüne kapatacak saçın üstüne koyacağım ateşi harlamam
gerekiyordu. Ateşlerin kontrolü yapılmış, gerekli ilaveler tamamlanmış olarak
yeniden kömbenin üst hamurunu açmaya başladım. Ekmek açma tahtasının üstünde bu
hamuru da açmış tahtadan bekletiyordun. Yanında hazır buldurduğum kömbe için
harcını da tahta kaşık yardımıyla alt kalacak kömbe hamurunun üstüne bol bol
yaydım. Oklava yardımı ile açtığım diğer hamur parçasını da bu haçların üstüne
koydum. Onun da üstüne bir saç kapattım. Aralarına çiğ olarak yerleştirilen
pişmeye hazır içi kömbe konmuş iki sacı birbirinden ayırmadan aldım. Duvar
dibinden kor halde hazır beklettiğim saç ayağı üstüne yerleştirdim. İçeri gidip
tandırda kor olarak hazır beklettiğim ateşi de bir başka sat üzerine ateş
küreğiyle aldım ve kömbelerin yanına gelip bu korları da üstü açık duran ters
kapatılmış sacın üstüne yayarak yerleştirdim. Yaklaşık bir saat sonra
kömbelerin kontrolünü yaptığımda nar gibi kızarmışlardı. Kömbelerin altında ve
üstünde olan korları saçlardan uzaklaştırdım. Ama pişmiş kömbeleri nerede ise
yanarak kül olacak durumda olan ateşlerin yanı başında bekletiyordum. Çoban
dağdan otlattığı koyunları köye getirmişti. Koyunları alelacele sağdım.
Hayvanları ağıla koydum ve hazırladığım kömbeleri 7-8 santimetre aralarla kare
şeklinde dilimlere ayırıp bohçalamıştım. Yanıma bir boduç dolusu taze içme suyu
ve helke de ayran almış eşeğe yüklemiş olarak ağılın önüne ırgatlara öğle
yemeği götürdüm.
Tam saatinde ırgatların yanına varmış, bohçalar açılmış,
kömbeler yenmiş, ayranlar içilmişti. Baban ve ırgatlar tütün sarmış sigara
içiyorlardı. Durağhasan kuyusuna varmadan kayalık kısımda bazıları bir bazıları
daha uzun ikişer metre uzunluğunda yazsı taşlar vardır ya! İşte o taşların
üstünde bembeyaz bir kurt uluyordu. Irgatlarla beraber hepimiz ona bakıyordum.
Kurtlar kafasını yukarı gök yüzene kaldırmış öyle bir uluma sesi çıkarıyorlardı
ki! bugüne kadar böyle bir uluma işitmemiştim. Yığının dibinde oturan bizler
ayağa kalkmış onlara bakıyorduk. Üç beş Kurt bazen birkaç metre birbirinden
uzaklaşıp uluyorlardı. Bazen de bir araya toplaşıp yine kafalarını yukarı
kaldırıp uluyorlardı. Bunlar ne yapıyorlar böyle diye kendi kendimize
soruyorduk. Ama ne yaptıklarını bilenimiz de yoktu. Çok sürmedi kayalıklar
arasında biraz daha irice bir kurt yanlarına geldi. Uluyan kurtlar hemen
etrafına toplandılar. Ulumaları devam ediyordu. Gelen kurt da kafasını
kaldırmış o da uluduğundan hepsi birden başına üşüşür gibi yanına toplanmış
sanki Allah tarafından gökyüzünden bir şey gönderilmiş te önlerine konmuş üst
üste yığılmışlardı. Şaşkın bir vaziyette olup biteni izliyorduk. Kanaat olarak
yüce Rabbim Kurtların aç olarak olduğuna dayanamadı gökten onlara yiyecek
indirdi herhalde demiştik. Neye hepimiz şaşkındık ama o taştan ne yediler o
yiyecek onlara nasıl geldi. Bir bilenimiz yoktu. Kurtlar da biraz oyalandıktan
sonra sonradan gelen biraz irice olan Kurt’un peşi sıra arkasına takılmış Maşat
Dağına doğru gitmişlerdi.
Bu arada ben götürdüğüm kap kacakları toplamış heybeye
yerleştirmiş eşeğe yüklemiş olarak bekliyordum. Bir an önce köye dönmem
gerekiyordu. Köye gidecek koyunları yeniden sürüye katacaktım ki çoban sürüyü
yeniden otlatmak üzere dağa götürsün. Üstelik yayığa koyduğum yoğurt daha
çalkalanmamış tereyağı ve ayran oluşmamıştı. Bir an evvel bunları yapacak
yeniden ırgatlara akşam yemeği yapacaktım. Hadi size kolay gelsin dedim ve
eşeği önüme katıp köye dönüyordum. Köye dönüş yolum zaten Durağhasan kuyusunun
yanında geçiyordu. Kurtların toplaşım Allaha yakardığı yazsı tuz taşları da
tarlamızdan biraz uzakta kuyuya yakın ve yolum üstündeydi. Kurtlar çoktan
uzaklara gitmiş artık görünmez olmuşlardı. Biraz korkuyordum ama olup biteni de
çok merak ediyordum. Karar verdim giderken mutlaka o taşlara bakacaktım. Eşeğin
yuları elimde terkime almış yürüyerek bahsettiğim tuz taşların yanana geldim.
Eğildim yassı taşları inceliyordum. Çok az lekeler halinde grimsi helva
renginde yiyecek artıkları vardı taşların üstünde vardı. Dedim ki “Hey yüce
Allah’ım sen ne merhametli birisin ki! aç kalmış kurt yavruları ağızlarına
yukarı kaldırıp sana aç kaldıklarını bildirdiler de sen onların yakarmalarına
dayanamadın da yavrulara Allah helvası gönderdin. Sana şükürler olsun güzel
Allah’ıma diye dua ettim. Kim bilir bu yaşanmışlık öyküyü kaç kez
anlattırmıştık anneme. Yine de sanki ilk defa dinler gibi can kulağıyla çıt
çıkarmadan dinlemiş Allah’ın bu yüce davranışını kendimizce anlamaya
çalışmıştık.
Fakat: yıllar sonraları televizyon yayınları yaygınlaşmış
televizyon kanaları belgeseller yayınlama başlamıştı. Günlerden bir gün bir
televizyon kanalında yayınlanan kurtlara ait belgesel izlemiştim. Yayında
gösterilen karnı açıkmış kurt yavruları birtakım sesler çıkarıyordu. Anne kurt
yavruları beslemek için yavrularını inlerinde bırakıp yuvadan uzaklara
avlanmaya gitti. Yuvadan uzaklarda yakaladığı avını yedi çarçabuk yuvaya
yavrularının yanına gelmişti. Anne kurt yavrularının yanına geldiğinden yuvanın
uygun bir yerine kusarak avlanarak sağladığı yiyeceği yavruların önüne
çıkarmıştı. Yavrular da kendilerine sunulanları yediklerini izlemiştim. Bir
yandan televizyon izliyorken, aklıma gelen annemin “Allah’ın kurtlar için gökte
yer yüzüne indirdiği Allah’ın helvası” öyküsü gelmişti.
O gece dedem ile babam çenk hikayelerini dinlemekten eve
dönmüş her zamanki yatsı vakti çaylı, çollarunlu dürümlerimizi yemiş olarak
yataklarımıza uyumaya çekilmiştik.
Zaman akıp gidiyor kış ayları kışın gereğini yapıyordu. Bir
gün öyle çok yağmış karlar öyle çok sağa sola dulda bulduğu her yere savurmuştu
ki karları, sabah kalktığımızda dış kapıyı açan annem kapıyı tamamen kapatan
karlarla karşılaşmıştır. Neyse baban hemen içeriden bir kürek aldı. Kürek
kullanarak önce karları avluya parça paraca çekmiş içinde gece bileceğimiz 3-4
metre uzunluğunda kardan bir tünel yapmış içeriden dışarı çıkışımızı
sağlayabilmişti. Hemen her köy evi aynı durumda kalmıştı. İnsan önce kardan
tünel yaparak bazen de tandırın geniş bacasından dama çıkıp kapı önlerini
kürüyerek eve giriş çıkışları sağlıyorlardı.
Bir ara Çako dayı ile Alo Amca’nın damlarının alt tarafından
bazı izleri kontrol ettikleri ve konuşmaları köylünün dikkati çekmişti.
Soranlara da Çako Dayı “Yahu gece bir ara kurt havlaması duyduk ama çok kar
yağıyordu ağıla kadar gidip kontrol etmedik. Her halde bir karartı falan ya da
tilki görmüştür diye ciddiye almadığımız için evden dışarı bile çıkmadık. Ama
sabah karları kürüyerek ağıla gittiğimizde de köpeğimizi göremedik. Seslendik
ama gelmedi. Belki duvar dibinde uyumuş üstüne karlar yağmıştır diye ağılan alt
tarafına baktım ki boğuşma izleri var. İzleri takip ettim bayağı kalabalık Kurt
ya da köpek izleri vardı. Köyden bizim köpekten başka köpek olmadığı için de
anladım ki. Geçenlerde köyü basan Kurtlar yine gelmişler ve bu defa köpeği
yalnız bulduklarında alıp götürmüşler. İzlerden bunu anladık.” Demişti.
Neyse havanların sabah bakımı ve yemleri verilmişti. Sıra
üstü karla kaplı damların kürümesi ve köyün ortasında bulunan kuyu ve çeşmeye
giden evlerin yollarını açmaya gelmişti. Bu işlerde yapılıp sabah kahvaltısı da
yapılmıştı. Aydınlık bir kış günüydü. Karlar yağmıyor akşamdan yağan karlarda
soğuktan sertleşmiş nerede ise karlara batmadan kar üstünde yürüyorduk. Çako
dayının çobanı ve köyün gençleri kurtların izini sürerek kayıp köpeği aramaya
gitmişlerdi. Öğleye doğru köye döndüklerinden öğrendik ki Kurtlar köpeği
Bölücek dağının eteğindeki Kaygana koyağına kadar götürmüşler.
Çoban köpekleri için demircilerin özel olarak imal ettikleri
ismine de “tok” dediğimiz her bir parçası tek kek dövülerek hazırlanan uçları
özel kilit sistemi ile birbirine geçirilerek kilitlenin bu alet. Köpekleri boyunlarına
takılır ki köpekler birbiriyle kavga ettiklerinde ya da kurtlarla
boğuştuklarından karşı hayvan köpeğe boynunda yakalayamasın ki ısırarak köpeği
boğmasın. Çünkü hem kurtlar hem köpekler birbirine saldırdığında ilk iş boyun
bölgesine saldırmak. Tuttuğu boynu sıkarak da onu nefessiz bırakarak öldürmek
ister.
Çako dayının çobanı ve gençler kaygana koyağına
vardıklarında köpeğin boynuna takılı “Tok’u” bulmuşlar. Tok’tan başka hiçbir
şeyler yokmuş. Anlamışlar ki aç kurtlar sürü halinden köye gelmiş tek başına ve
korumasız köpeği almış buraya kadar getirmiş buradan parlamış demirden başka
hiçbir şey bırakmadan yemişler.
DAYİ YEĞEN AT YARIŞTIRIYOR.
Köyümüzde “Bozkır hayat şartları” nın getirdiği sürekli
mücadele etmenin sonucu bir toplumsal dinamizm mevcuttu. Aylarca kapalı
ahırlarda tutularak beslenen tüm hayvanlar gibi atlarında harekete ya da
günümüz deyimiyle sportif hareketlere ihtiyacı oluyordu. Atı olan insanların bu
zamanlarda at binmesi, toplu olarak yapıldığında da at yarışı ve cirit atma gibi
sporlar herkesin işi olurdu.
Atı olmayanlar özellikle gençler de kışın karlar üzerinde
sportif oyunlar sergilerdi. Bazı erkekler iddiasına güreş tutarken, çoğunlukla
da ergenlik çağına gelmiş erkek çocuklar güreştirilirdi. Kış aylarında orta yaş
gurubu erkekler ile köyün gençlerinin oynadığı Aragitti ve Çiz diye iki sportif
oyun vardı. Köye daha futbol topu ve oyunu girmemişti ama Çomak dediğimiz bir
yumurtadan biraz daha küçük yuvarlak bir taş ya da hayvan tımar ederken elde
ettiğimiz kılları avucumuza alır azıcık su serperek yuvarlar kıl toplar
yapardık. Bu topların avuç içini tam dolduracak kadar büyükleriyle yakar top
onar, daha küçük toplarla da Çomak oyunu oynardık. Bu oyuna bazen “Kortuk”
bazen de “Çörtük” derdik. Yine ahşap sopalarla onladığımız “Anaserik” oyunumuz
da çok keyif verirdi bize. Daha çok bayramlarda oynadığımız “Hellik” oyunu çok
coşkulu bir oyundu. Beş altı yaşlarında çocukların da oynağı “Gılla”, “Düğme”
ve “Dolama” diye hitap ettiğimiz oyunlar boş kaldığımız tüm zamanlarımızı alırdı.
Kışın kar ve fırtınaların izin vermediği zamanlarda, kitaplar temin edilmemiş
okunacak yeni kitaplar yoksa: ya Dede Korkut öyküleri ya da çenk hikayeleri
anlatırdı. Bazen de köy seyirlik oyunları hazırlanır cümbür cemaat eğlenceye
dalmış olurduk. Bu sportif oyunlar önümüze çıkacak hayata karşı mücadele
azmimizi keskinleştirirdi. Anlatılanlara göre bu oyunlar çok eskilere
dayanıyormuş.
Daha sonraki yıllarda kültürel tarihi araştırmalarım sonucu
bozkır hayatı sürdüren Ön Asya bozkırlarında yaşam sürdüren Hunlarda erkekler
arasında bu tür oyunlar oynandığı gibi ayrıca kadınlarında iştirak ettikleri
çeşitli top oyunları oynamakta olduğunu okumuştum. Bu tür oyunların daha
sonraları Çin’e geçmiş olduğunu anlatan kitaplar okurken öğrenmiş olmuştum. Hun
orduları diğer yerleşik imparatorlukların ordularından farklı idi. Hun orduları
daimî olup bu iş için düzenli ücret almıyorlar, temelde süvarilerden kuruluyor
ve onlu teşkilat sistemine dayalı çabuk atik ve ana malzeme olarak, savaş ve
avcılıkta kullandığı ok, yay, kargı, çift kavisli yayları, ıslıklı oklar,
çengelli temrenler gibi özellikler ön plana çıkıyordu. Aslında eski çağlarda ok
yay gibi aletler kullanmak bütün topluluklarda görülmesine rağmen, Hunlar bu
alet edevatları çok etkili bir savaş aracı olarak hale getirmişlerdi. Başlarına
miğfer giyen, kendileri ve savaş atları için zırh kullanan Hunlar, at sayesinde
süratli manevra kabiliyetine sahip oldukları için uzaktan savaş tercih
ediyorlardı. Çeşitli yayları vardı. Tercih ettikleri yayların gerilmesi en güç
fakat vuruculuğu en fazla olanı, tersine gerilmek suretiyle kullanılan çift
kavisli yaylardı. Hunlar dolu dizgin dört nala at koştururken at üzerinde dört
tarafa ok atmakta çok usta idiler. Düz, yivli veya çengelli temrenler kullanan
ve iyi kement atmasını bilen Hunlar, yakın muharebede kargı, mızrak, süngü,
kalkan ve kılıç kullanıyorlardı. Ölen Hunlunun mezarının yanı başına atı da tüm
alet edevat ve takımlarıyla birlikte gömülüyordu ki öt dünyada rahat bir yaşam
sürdürebilsin.
Fakat bozkırda en önemli oyun hemen her yıl Nisan mayıs
aylarında ilk gök gürlemesiyle başlayan sazlı türkülü eğlenceli olarak bahar
bayramlarında düzenledikleri at yarışları sayıldığını okumuştum. Bozkır yaşamı
içinde süren ve bunun dışında devam eden oyunlardan biride “Avcılık” oyunları
vardı. Avlanma bazen kendi yaptıkları alet edevatlar kullanılır, bazen de
“Doğan ya da Şahin” dediğimiz yırtıcı kuşlar eğitilerek av silahı olarak
kullanıldığını okuyarak öğrenmiştim. Özellikle binlerce vahşi ve zararlı
hayvanın telef edilmesi ile sonuçlanan sürek avları yapılıyormuş. Bu tür sürek
avları gerçek bir savaş manevrası mahiyeti taşıyordu. Çin kaynaklarına göre
Milattan Önce 62 yılında Hun İmparatorluğu’nun idaresinde düzenlenen böyle bir
sürek avına yüz bin süvari katılmıştı. Diğer bir sürek avında yedi yüz bin
kişilik süvari ile üç yüz elli kilometrelik bir alan kuşatılmış olarak sürek
avı yaptıklarını okumuştum. Kar sporları içinde kayakçılık ise Sibirya’da
yaşayan Türkler arasında yaygın bir spor dalı olduğunu öğrenmiştim.
İlk bahar aylarında Nisan-Mayıs ayları başlamış dağları
taşları kapatan karlar erimeye başlamıştı. Yer yer bazı yerleri kapatan karlar
tamamen eridiği günlerden artık çobanlar koyunları yarım günde olsa dağlara
otlatmaya götürüyorlardı. Akşamdan sözleşmiş olan Çako dayı ile Babam atlarını
kapının önüne çıkarmışlardı. Her yıl yaptıkları gibi bugünde gelenek haline
getirdikleri at yarışına başlamak için ön hazırlıklar tamamlanmıştı. Her ikisi
de köyün en alt tarafında bulunan Topukların İbo’nun damın alt tarafına kadar
terkilerinde atlar ile gelmişlerdi. Köy ahalisi de kimi dam başlarına Sivik
başlarına kadar yaklaşmış, kimi kapı önlerine çıkmış, kimi de Topukların
damının güney duvarına dizilmiş yarışın başlamasını bekliyorduk. Yarış köyden
Başören köyü’ne doğru yapılacak Başören Köyüne gidilip yenden köye gelinecekti.
Bu yolu kim önce bitirse yarışı o kazanmış olacaktı ve kazanan diğerinden bir
elik kuzu mükâfat olarak alacaktı. Dedem her iki süvariye de birazcık kızarak,
biraz da sitem ederek, “bu hayvanlar aylardır içeride bağlı duruyorlar. Nere de
ise gün yüzü görmemişler. Hayvanların tavı bile alınmamış, hamlar. Üstelik daha
birçok yerde diz boyu karlar var. Birçok yerde ıslak topraklar donmuş, karların
altlara buz tutmuş olduğunu bilmiyor musunuz? Sırf akşam iddialaştınız diye
atları hazırladınız yarışacaksınız. Yerler bu vaziyette atlar ham, siz desen
Dayi Yeğen birbirinizden hırslı inatçılarsınız. Bu yarışta ya kendinizi ya da
atları sakatlayacaksınız. Gelin bu iddianızı daha güzel havalarda karlar
tamamen eridikten sonra yerlerde buzlar tamamen çözüldükten sonraya bırakın”
dedi.
Ama süvariler bir şey olmaz bu yerleri biliyoruz. Hem
atlarımıza da güveniyoruz. Yıllardır at biner at yarışları, ciritler yaparız.
Duvar dibinde duranlar saate bakmış Köyden Başören’e gidiş geliş 10
kilometreden biraz fazla. Bakalım kaç dakikadan gidip gelecekler. Ve kim yarışı
önden bitirir de iddiayı kazanacak! Diye konuşulurken her ikisi birden Dedeme
hitaben; dikkatli davranırız dediler ve aynı anda atları topuklayıp gemleri
gevşetmişlerdi. Zaten ta baştan beri yapılan hazırlıklarda atlar kendilerini
yarışa hazırlamışçasına öne fırlayarak yarışı başlattılar. Köprü mevkiini aşmış
dereye girmişlerdi. Bir ara gözden kayboldular. Çok sürmedi her ikisi de at
başı yan yana dört nala atları Oğehambar ile Bölücek dağı arasında ki kağnı ve
yaya yolcuların kullandığı yoldan Başören’e doğru ilerliyorlardı. Bazı anlar
biri bir at boyu ileride görünüyor ama çok sürmeden öbürü yetişiyor o öne
geçiyordu. Güldede köyünden Başören köyüne giden yolun yarısından fazlasını
geçmişlerdi. Fakat hem aldıkları yol 3 kilometreyi geçmiş hem de atların
renkleri birbiri yakın olduğundan artık önde ya da arkada hangi at var
kestiremiyorduk. Neyse son sırtı da aştılar. Artık göremiyorduk onları. Zaten
çok sürmez Başören’e de varmışlardır diye konuşuluyordu. Birkaç dakika sonra
nerede ise at başı yanyana her iki at ve süvariler yeniden görünmüştü.
At binicilikte ve bakımından bırak köyü, cıvar köy ve
kasabalarda bile Çako dayının üstüne süvari ve onun atından daha iyi koşan
yarış atı yoktur kanaati hakimdi. Babamın da ati cins ve gençti. Babamda Dayısı
kadar iyi ata binerdi. Fakat dayısından daha iyi olduğunu kanıtlamak istiyordu
ki! Bu kötü koşullarda Dayısıyla iddiaya girmiş yarışıyordu. Zaten bazı
düğünlerde at yarıştırırken biri iki defa birincilikte almıştı babam. Kafaya
koymuş olmalı ki sadece ikisinin koşturduğu bir at yarışından dayısının ününü
egale etsin istiyordu.
Atlar giderek köye yaklaşmış yan yana koşarlarken artık
hangi at kime ait seçilebiliyordu. Köprünün hafif yokuşu yan yana çıkılmış
kimin birinci olarak köye gireceği henüz tam olarak belli değil. Nefesler
tutulmuş pür dikkat izliyorduk ki! Babamın atı tökezledi ve babam attan aşağı
düştü. Çako dayı böyle kazalara alışık olduğundan şöyle yan gözle bir baktı ve
atıyla köyü girmiş oldu. Atı duvar dibinde duran birine teslim ettiği gibi
babamın yanı koşturdu. Dedem ve bizler de babamın yanına gitmiştik. Babam
yerden kalkmış atı zaten babamı terk etmemişti. Babam attan düşer düşmez Doru
at zınk diye durmuştu. Yanına vardığımızdan babam sol kolunu tutuyordu. Koluna
bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. Başka bir yerim acımıyor bir şeyin yok diyordu.
Babamın düştüğü incelendiğinden atın ayağı buzlar üzerinde tutunamamış ve
kaymıştı. At kayarken tutunmak istemiş ancak atın toynakları buzlaşan kaygan
toprağa tutunamadığı içinde yalpalamış ve bu yalpalama anında babam atı
zorlamıştı. Çünkü yarış bitmek üzere daha kimin yarışı kazanacağı belli değil.
Bu telaş içinde atı dizginlemede koşmasını istemiş ve topuklamıştı atı babam.
At’da yeniden koşmak isterken bu defa babam atın üstünde tutunamamış ve attan
aşağı düşmüştü.
Duvar diplerinden evlere gelinmiş ve atlar ahırlara alınmış
bakımları yapılmıştı. Çako Dayı yarışı kazanmıştı. Babamın emlik kuzusu onun
olacaktı. Çako Dayı aynı zamanda köyün en iyi sınıkçısıydı. Köyden ister insan
ister hayvan kimin bir yeri kırılsa kırılan yeri sarmak Çako Dayı’nın işiydi.
Babamın kolunun kontrolünü yapan Çako Dayi: Oğlum geçmiş olsun senin kolunun
bilek ile dirsek arasında çatlama olmuş tam bir kırılma değil. Ama yine de
burayı çok iyi sarmak gerek. Kolun iyileşene kadar kolun sargılı kalacak sen de
ancak tek kol ile yer içersin dedi. Babaannem bir taraftan göz yaşları
akıtırken sargı için kullanılacak bez teminine başlamıştı. Evden misafirler
için hazırlanmış yatak yastıklarından birinin temiz dış yüzünü almış iki de baş
örtüsüyle yanlarına alarak geldi. Annem de sandığından iki adet kullanılmamış
tülbent getirmişti. Bunların yanına bir tabak içerisine yumurtaların akları
alınmıştı. Dedem: her daim keskin olarak kemerinde meşin kılıf içinde taşıdığı
meşhur iki ağızlı Sivas bıçağıyla eni 4-5 santimetre boyu 10-15 santimetre,
kalınlığı yaklaşık 1 santimetre olacak iki adet yassı tahta yontuyordu.
Tahtalar hem istenin ebat ve incelikte hazırlanmış hemde ip ile birbirine
bağlanabilmesi için her iki tahtanın uçlarında delikler açılmış olarak
kullanılacak hale getirilmişti. Babam bir taburenin üzerine oturtulmuş kırık
kolu sıvanmış vaziyette eli Dedemin elinde duruyordu. Çako Dayi önce beyaz ve
temiz eni 5-10 santimetre boyu yaklaşık bir metre kadar olan parçalara ayırmış
ve her bir parçayı sargı bezi haline getirmiş olduğu bezleri aldı babamın
koluna bir iki kat olarak bir ortopedi doktoru titizliğiyle sardı. Sonra da
yumurta akına batırılmış her tarafı bu sıvı ile sıvanmış ikinci bezleri tek tek
alarak yeniden babamın kırık olan kolunun üzerinde ki sargı bezlerinin üzerine
bunları üç dört kat olarak tek tek sardı. Bu işlemlerden sonra da yine temiz ve
bezler ile yeniden bunları sardı. Böylece alçı görevi görecek olan yumurta
akılı bezler iki temiz bez arasında kalmıştı. Bu bezler üzerine de hazırlanmış
iki adet sargı tahtasını uzunlamasına kırık yerin üzerine altlı üstlü olacak
şekilde yerleştirdi. Tahtaların uçları bağlanmış ipler ile çaprazlamasına
sarılarak yerinden oynamayacak bir şekle getirilerek güzelce sardı. Bir başka
baş örtüsü şalı babamın öbür omuzundan geçirilerek uçları birbirine bağlanmış
ve sarılı kol bu baş örtünün içine oturtulmuş olarak sarılı kol askıya
alınmıştı. Bu işlemlerden sonra beklemekten başka yapılacak bir iş kalmamıştı.
Hazırlanan yemekler yenmiş demlenen çaylar içiliyordu. Her iki süvaride Dedemin
neler söyleyeceğini beklerken, Dedem durumu anlamış ve “Bir musibet bin
nasihatten evlaymış” dedi.
Günler bahar ayları tadında geçip giderken yaklaşık üç hafta
olmuştu babam attan düşüp kolunu kıralı. Çako Dayi evimize gelmiş hâl hatır
sorulmuştu. Babam artık sargılı da olsa kolunu yavaş yavaş kullanmaya başladığı
söyledi. Çako Dayi da bende artık iyileşmiştir diye geldim ki sargılarını
çözeyim dedi. Babam Dayısının önüne oturmuştu. Çako Dayi: Dedeme seslenerek
İrbom hele şu bıçağını ver dedi. Dedem o meşhur Sivas bıçağını kınından çıkarıp
kuzenine uzattı. Bıçağı alan Çako Dayi yine bir Ortopedi doktoru titizliğiyle
sargıların iplerini kesti. Kalıp olarak hazırladığı tahtaları sargıdan ayırdı.
Annem den biraz ılıtılmış su istedi. Annem sobanın üzerinde hazır tuttuğu ılık
suyu ve el leğenini yanlarına getirmiş ibriğe koyduğu ılık suyu ve bir adet
kuru el havlusu omzunda bir elinde de el sabunu tutarak beklemekteydi. Çako
Dayi önce bir temiz bezi ıslatıp yumurta aklı sürülerek alçı kalıbı haline
gelmiş yumurta aklı bezleri ıslattı. Bezler iyiden iyi ıslanmış olarak fazla
bir sorun çıkarmadan bir birilerinden ayrılmışlardı. Sargıların tamamı sökülmüş
babamın çıplak kolunun derisi havasızlıkta birazcık pörsümüştü. Annen ibrikle
yavaş yavaş ılık su döküyor Çako Dayi da sabunla köpürttüğü temiz bir el
havlusu ile babamın kolu ovuyordu. Bu işlemler de tamamlanmıştı. Babamın kolu
hiç kırılmamış kadar sağlam ve kusursuz bir şekilde tutmuş tamamen sağlı bir
şekilde iyileşmişti.
ÇELLİK OYUNU:
Güldede köylüleri genellikle kış günlerinin boş saatleri
sayılan öğle ya da akşama doğru ya köyün ortasındaki Ğallo amcanın damının
önünde toplanırdı. Bir araya toplanan köyün erkekleri arasında oyun oynak
isteyenler eşit sayıda iki guruba ayrılırlardı. Oyuna katılmayacak köy ahalisinden
oluşan kadınlı erkekli çoluk çocuk cümbür cemaat tüm insanlarda ya kendi kapı
önlerinden ya da Çellik oynayacak insanların yanına gelir sırtını Ğallo amcanın
damına dayar onları seyrederdik. Çellik oyunu için hazırlanan; her biri birer
kara tuğla büyüklüğünde olan İki taş getirilirdi. Önceden hazırlanmış yaklaşık
on beş santimetre uzunluğunda iki parmak kalınlığında yuvarlatılmış birkaç ağaç
parçasından hazırlanmış Çellik bu taşların yanına konurdu. Köyde kimde varsa en
iyi el değneği tespit edilerek, değnek sahibinden ödünç alınırdı. Köyün en iyi
çoban değneğine sahip Topukların İbo olurdu. İbo amca aynı zamanda en iyi
Çellik oyunu oynayan, Çellik’e vurduğu zaman en uzaklara kadar gönderen adam
olarak bilinirdi.
Çellik oyunu için iki gruba ayrılmış oyuncuların ekip
başlarından birer kişi oyunun başlama seyrini tespit için öne çıkardı.
İçlerinden biri yerde bir küçük taş parçası alınır, sırtı oyuncuların görmediği
tarafa dönük iki eline arkasına götürür yerde aldığı küçük taşı bir elin içine
gizleyerek ellerini sıkılmış yumruk olarak önüne getirir birbirine paralel
vaziyette rakibine uzatırdı. Rakibi bu yumruklardan birine dokunurdu. Dokunulan
yumruklar avuç içi havaya gelecek şekilde çevrilerek herkesin görebileceğin
şekilde açılırdı. Eğer dokunduğu yumrukta
aradığı taş çıkarsa doğru bilmiş olarak o ekip kalede dururdu. Diğer ekip de
kaleden 50 ile 100 metre mesafede köyün çeşmesinin alt tarafı da dahil farklı
aralıklarla iki üç kişi önde belirli mesafe aralık bırakılarak dizilir. İki ya
da üç kişi de onların arkalarına belli bir boşluk bırakarak dizilir en arkaya
da bir ya da iki kişi yerleştirilmiş olarak kiminin ellerinden birer kürek,
kimi de şapkalarını çıkarmış şapkanın başa gelen çukur kısmı havaya gelecek
şekilde beklerlerdi. Her iki takım hazır olduğundan kalede kalan ekip
hazırladığı Çellik ’in uçları yere birbirine paralel konan taşların üstüne
gelecek şekilde yerleştirilirdi. Verilen komut üzerine ekip başları oyunu
başlatırlardı. Kalede durun oyunculardan sırası gelen her oyuncuya hazırlanmış
değnek verilir ve kalenin başına o geçerdi. Tamam mı? Diye öbür ekibe seslenir
ve elindeki değnek iki taş arasına koyarak ortalama bir güçle alttan
dokunularak taşların üzerindeki Çellik bir an yaklaşık yarım metre ile bir
metre arası havaya kaldırılmış duruma geldiğinden aynı oyuncu olabildiğince
seri bir hareketle Çellik’e ikinci ve en güçlü darbeyi ile vururdu. Havada iken
ikinci defa aldığı bu darbe ile Çellik toplamakla görevli ekibin üstüne doğru
çok suretle yol alırdı. Kendilerine doğru gelen Çellik daha yere düşmeden
havada iken ekipten biri yakalayabilirse bu defa Çellik yakalayan oyuncular
kaleye geçer diğer ekip Çellik toplama görevini üstlenmiş olurlardı. Yok daha
havada iken yakalanmadan ya da daha havayken Çellik bekleyen ekipten hiç kimse
Çellik’e dokunamadan, yere düşerse yerden alınır kaleye öbür ekibe iade
edilirdi. Ya da Çellik daha havada üstlerine doğru son surat gelmekte iken
elindeki sopa ya da kürekle Çellik’e dokunularak durdurulmuş olurdu. Bu durumda
da elinde değnek ile kalede bekleyen oyuncu elindeki değneği yerde duran iki
taşın arasına uçları taşların batı ve doğu kenarına eşit mesafede ya da tercihi
nasılsa öyle yerleştirme hakkına sahip olarak oyunda kendisine verilmiş bu
yetkisini özgürce kullanarak yerleştirirlerdi. Çoğu kez değnek yamuk bir
şekilde iki taş arasına yerleştirilirdi. Bu işlemde sonra kaledeki oyuncular
beklerken sıra öbür ekibe gelirdi. Çellik düştüğü yerden alınmış kaledeki
değnek yerli yerine yerleştirilmiş durumda nefesler kesilmiş köy ahalisi pür
dikkat kesilmiş elinde Çellik olan oyuncunun Çelik’i yerden aldığı noktadan
durarak taş atacakmış gibi pozisyon alır ve elindeki Çellik’i kaleyi değecek
şekilde şakullayarak, derin bir nefes alır ve kaleye fırlatırdı elindeki
Çellik’i. Fırlatılan Çellik kale ya da içine yatırılmış deynek’e dokunursa
çelik toplayan ekip kazınmış olarak kaleye geçerdi. Bu defe kaledeki ekip
Çeşmenin alt tarafından dizilir onlar çelik toplama işini devam ederlerdi.
Çellik ve Çellik’e vurulacak Çomak da dediğimiz değnek çok
sert pelit ağacından yapıldığı için sağlam olurdu. Değnek yardımı ile
havalandırılıp sonrada çok güçlü olarak aldığı ikinci darbelere de dayanıklı
olarak havada yol alan Çellik’i çıplak elle yakalamak nerede ise imkânsız
olurdu. Çünkü o hızla ele çaptığından ya dokunanın elleri çok acır ya da
parmakları kırma ihtimali bile olurdu. Oyunu kazasız belasız oynayarak kazanmak
için de Çellik daha havadan yere düşmeden yakalamak gerekirdi. Bu nedenle
Çellik toplayan ekip ya ellerine şapkalarını alır üstlerine gelen Çellik’leri şapkalarının
içine gelecek şekilde kendilerini ayarlar, ya da havadan yeterince yol almış
artık havadan yere inmek için düşmek üzere olan anlarda üslerine gelen Çelliği
çıplak elleriyle yakalayan usta oyuncular bile olabilirdi. Bu işte öyle usta
oyuncular vardı ki! Elinde tuttuğu küreklerin çukur kısmını yere inmekte olan
Çellik ‘in altına tutar, Çellik yere düşmeden öyle yakalardı.
Kaleye geçip Çellik atmaya geçmenin bir başka yolu da
yakalanmadan sopa ya da herhangi bir aletle havadan Çellik’e dokunup durduran
ekip üyelerinden en iyi nişan alan Çelliği istediği hedefe ve en uzaklara kadar
atabilen hangi oyuncu varsa Çellik ona verilirdi. Kalede bekleyenler değneği
iki taşın arasına koymuş kalenin yakınlarını boşaltmış olarak bekleşirlerdi.
Elinde Çellik olan kendisini ayarlar derin bir nefes alır göz ve elleriyle
kaleyi gez göz arpacık misali nişanlamış vaziyette elinde tuttuğu Çellik’i
kaleye atar. Kale attığı Çellik kale ya da Çeklik değneğini değerse oyunu onlar
kazanmış olarak kaleye geçme hakkı elde ederdi. Bu işlemler böyle devam eder ta
ki oyun kurulurken anlaştıkları sayı kazanma sayısını bu oyuncu ekipten hangisi
ulaşırsa oyunun galibi olurlardı. Hemde o günün Çellik oyunu bitmiş olurdu.
ÇELLİK ÇOMAK
Bir başka Çellik oyunu daha vardı. Ona da “Çellik Çomak”
oyunu derdik. Bu oyunda da yine aynı özellikte bir Çellik bir de aynı özellikte
bir değnek olurdu. Yine oyunu oynayacaklar iki guruba ayrılırlardı. Bu oyunda
da oyunu başlatma yöntemi aynıydı. Ama oynanırken öbür oyunda kullandığımız iki
taş üste konmazdı. Taşlar kale olarak yere “takkala” olarak konurdu. Yine hangi
ekip kaleden durup Çomak ile Çellik’e vuracak, hangi ekip uzaklara atılan
Çellik’i yakalamak işini üstlenmiş olacaktır. Bunlar da daha önce ki oyunda
kullanılan kura çekme yöntemiyle belirlenir. Ekipler arasındaki bu görev
bölüşümü yapıldıktan sonra, Kalede kalacak ekip kalede beklerken diğer ekip
Çellik toplamaya elli yüz metre mesafelerde olmak üzere oyun oynanacak boş
araziye ikişer yarda üçerli yan yana ve onların da arkasında iki ya da üçerli
olmak üzere üç beş metre boşluklar halinde yan yana ve arka arkaya
sıralanırlardı. Artık hazırlıklar tamamlanmış oyun başlatılmak üzeredir. Bir
eline aldığı değneğin bir ucundan beş on santim dışarıda kalmak üzere avucunun
içine sıkıştırmış vaziyette sımsıkı tutar ve değneğin yaklaşık bir metre kadar
uzunca kısma da kol seviyesinden yere doğru uzatılmış şekilde yere kırk kırk
beş derecelik bir açı oluşturacak şekilde tutar. Diğer eliyle de tuttuğu
Çelliği elinde tuttuğu değneğin elle tuttuğu on on beş santim uzunluğunda
bıraktığı kısmının üstüne korkan Çelliği sıkı tuttuğu eline yaslamış olurdu.
Yine hazır mı sınız! komutu verildikten sonra elinde tuttuğu değneğin üstünde
tuttuğu Çellik hafif ve ani bir hareketle biraz havalandırılırken elinde tuttuğu
değneğin tutuş şeklini değiştirmeden daha havadaki Çellik’e alttan var gücüyle
vurulurdu. Alttan darbe almış Çellik diğer oyunda olduğundan daha yavaş ya da
darbeyi vuranın gücü oranında aldığı itme gücüyle öbür ekibin üstüne
yollanırdı. Yere konan taşlar üstüne konan Çellik oyununda da olduğu gibi
üstlerine gelen Çellik yakalama işi aynı özellikteydi. Çellik yere düşmeden
havadayken yakalanırsa, kaleye onlar geçer diğer ekip Çellik toplamaya
başlardı. Çellik havadayken yakalanmadan yana davadayken herhangi bir alet ile
dokunulmadan durdurulamadan yere düşerse yerden alınır kaledeki oyunculara iade
edilirdi. Oyun tekraren devam ederdi. Çekil havadayken yakalanmamış ancak
oyuncunun biri tarafından bir nesne ile durdurulmuş ve yere düşmüş ise. Yerdeki
Çellik alınır ekipte en iyi nişan alan ve en iyi atış yapan oyuncuya
verilirken, kaledeki oyuncular da kalenin etrafını boşalmış sadece elinde
değneği bulunan oyuncu değneğini bu defe bir savunma sopası gibi tutar ve
“Takkeliye” değmesi için atılan Çellik kaleye yönelmişken, daha kaleye
dokunmadan elindeki değnekle Çellik’e vurarak kaleye dokunmasını önler. Eğer
kaleye dokunmasını önleyememiş ancak atılan Çellik Takkaleye de değmemişse oyun
aynen tekrar ederdi. Ya da Takkaleye atılan Çellik bir şekilde Takkaleye dokunursa
bu oyunu Çeklik toplayan taraf kazanmış ve Takkaleye geçme sırası onlara geçmiş
olurdu. Oyun sürüp gider ta ki oyun başlamadan önce kararlaştırdıkları kazanma
sayısını ilk yakalayana kadar.
ANASERİK:
Yaklaşık bir metre boylarında kazma sapı kalınlığında ardıç
ya da pelit ağacı dayanaklığın da değneklerle Anaserik oyunu oynanırdı.
Yaklaşık beş altı kişi oyuncu olarak seçilir ve sınırları belirlenmiş
dikdörtgen ya da kare biçiminde kapalı alanlarda oynanırdı. Kapalı alan olarak
mimari yapısı dikdörtgen bir alana kurulu koyun ağılları en uygun alanlar
olurdu. Kapalı alanlar müsait değilse mutlaka dam dibi dediğimiz önündeki boş
arazinin de Anaserik oynamaya; alan olarak müsait olması gerekirdi. Oyun
kurulurken kaç yaşında olursak olalım, köyde her gencin günlük yaptığı sığır ya
da koyunlara sabah, öğlen ve akşam vakti verdiğimiz su ve yem gibi görevlerimiz
olurdu. İş güç nedeniyle günümüzün öğle saatleri Anaserik oyunu için en uygun
saat olurdu. Sabah erkenden yemlenmiş suyu verilmiş koyunlar: Çoban tarafından
dağda otlatmak üzer ağıllardan alınır ve sürüye katılarak köyün dışına
çıkarılırdı. Genellikle öğle saatlerinden boşaltılmış ve uygun olan ağıl
Anaserik oyunu için seçilirdi. Köyün alt tarafından bulunan bizim ağıl, köyün
üst tarafından bulunan Maho amcaların ağılı ve köyün doğu tarafından bulunan
Çako dayının ağılları en uygun ağıllar olurdu.
Oyun oynamaya yan yana gelen köyün gençleri hazırladıkları
değneklerini alır daha önceden belirlenmiş oyun alanına giderdik. Oyun alanına
toplanma işi tamamlandığında oyun kurulmaya başlardı. İlk iş Anaserik
değneğinin konacağı yer işaretlenirdi. Ortalama her oyuncunun kullandığı
değneğin boyunun rahatlıkla konacağı ve yaklaşık bir metre boyunda yere bir
çizgi çizilir ve aynı çizginin her iki ucuna birer mihengi taşı konurdu. Bu
işlem tamamlandıktan sonra sıra Anaserik değneğinin sahibi ve koruyucusunu
seçilmesine gelirdi. Anaserik oyuncusu seçimi yapılırken hile hurda işine baş
vurmaması için oyuna katılmayıp, izleyici olarak bulunanlar arasında en güvendiğimiz
birini seçerdik. Seçilen kişi hazır bulunan her kesi kendi önüne topladıktan
sonra küçük bir çakıl taşı ya da bu ebatlarda herhangi bir nesneyi alır kimse
görmesin diye her iki elini arkasına götürürdü. Biraz bekledikten sonra yumruk
haline getirdiği ellerini avuç içi yere bakacak şekilde önüne getirir sıralı
olarak dizilmiş oyunculardan sırası gelene uzatırdı. Sırası gelen sıkılı
yumruklardan birine dokunur ve o yumruk avuç içi havaya gelecek şekilde
açılırdı. Acılan yumruktan işaret taşı ya da işaret nesnesi çıkarsa sıkılı
yumruğa dokunan kişi Anaserik oyuncusu değil saldırı oyuncusu olarak ilk sıya
dururdu. Dokunduğu yumruk içinde bir şey çıkmamış ise bu kişi Anaserik olma
sırasından kendini kurtaramamış Anaserik oyuncusu adayı olarak beklerdi. Bu sıralı
seçim işi oyuncuların hepsine yapılırdı. İlk eleme seçimi olan bu işlemle muaf
olma şansı yakalayan ortalama oyuncu sayısının yarısını falan oluştururdu. Sıra
ikinci elemeye gelirdi. İkinci eleme işi de yine aynı yöntemle yapılırdı. Bazen
de elinde taş ya da bir nesne tutan şaka yapar her iki elini de boş tutar
bizleri uğraştırırdı. Kuranın seyrine oyuncuların müdahale etme yetkisi
olmazdı. Zaten kura çektiren kişi de bu işi bir bilemedin en fazla iki defe
yapardı. Kura çekimi devam ederken seçim taşını bulan daha önce Anaserik
olmaktan kurtulan kuracının yanına gider o da kura çekimlerinin tamamlanması
beklemeye başlardı. Bu yöntemle Anaserik oyuncusu olarak seçilme işi birkaç
turda tamamlanır ve sonuçtan Anaserik oyuncusu olacak kişi tek başına kalmış
olurdu.
Bu aşamadan sonra oyunun en önemli kısmı, Anaserik olarak
seçilmiş oyuncunun Anaserik değneği belirlenmiş çizgide tutmak hem de Anaserik
değneğinin kırılmaması için elinden gelen gayreti göstermeye çalışırken bir
yandan da kendisini Anaserik olmaktan kurtarmaya çalışmak olacaktır. Anaserik
belirlenmiş çizgiye değneğini iki ucu belirlenmiş çizginin üstüne boylu boyunca
yerleştirip kenarı çekilirdi. Kenara çekilirken de hem kendisini saldırı
değneklerinden korurken bir yandan da ellerinden saldırı değnekleri olan diğer
oyunculardan birine dokunarak kendisini Anaserik oyuncusu olmaktan kurtarmaya
çalışmaktı. Oyun başlarken Anaserik değneğinin üst tarafından yüz seksen
derecelik bir açı ile belirlenmiş oyun alanı içerisine belirli aralıklarla
dağılmış apart ta beklerdiler. Hedef ellerinde tuttukları değneklerini Anaserik
değneğini nişanlayarak belirledikleri herhangi bir noktasına ok atar gibi en
kuvvetli güç kullanarak Anaserik değneği oyuncusuna yakalanmadan hızlıca
fırlatmaktır. Saldırı oyuncuların hedefi Anaserik değneği oyuncusuna
yakalanmadan kendi değneklerini ok atar gibi atıp, Anaserik değneğini kırmak,
bunu yapamazlarsa da Anaserik değneğini üzerine konduğu çizgiden
uzaklaştırmaktır. Bu işi yaparken de daha kendi değneğini atamamış olarak elinde
tutarken, Anaserik oyuncusuna yakalanır ya da Anaserik oyuncusu bu oyuncunun
herhangi bir yerine dokunursa, bu defa dokunduğu oyuncu Anaserik oyuncusu olmuş
olur. Eski Anaserik oyuncusu saldırı ekibine geçmiş olurdu. Bu anda dikkat
edilmesi gerekli önemli bir kural vardı. Anaserik oyuncusu diğer oyuncuya
dokunduğu anda kendi değneği yani Anaserik değneğinin işaretlenmiş çizginin tam
üstünde düzgün bir şekilde duruyor olması şarttır. Yok Anaserik oyuncusu bir
oyuncuya dokundu ama diğer oyuncular ya da dokunduğu oyuncu daha önce Anaserik
değneğine dokunmuş yerinde oynatmış ise dokunduğu oyuncu yanmaz Anaserik
oyuncusu derhal Anaserik değneğini yeniden Anaserik çizgisinin üstüne tam ve
doğru bir şekilde kor ve saldırının başlamasını bekleyen diğer oyunculara dokunmaya
çalışırdı. Oyun coşku ile devam ederken, kendi değneklerini ok gibi saldırı
aleti olarak kullanan oyuncuların ilk ve en önemli hedefi Anaserik oyuncusuna
yakalanmadan elinden tuttukları değneğini Anaserik değneğine fırlatıp şiddetli
darbe ile hem Anaserik değneğini konduğu çizgiden uzaklaştırmak hem de Anaserik
değneğini vurduğu darbe ile yaralamak ya da kırılmasına neden olmaktır.
Anaserik oyununun tek bir galibi olmaz. Oyuna başlamış her
oyuncu her an Anaserik oyuncusu olabilir. Her bir oyuncunun ya Anaserik
oyuncusu iken ya da Anaserik oyuncusunun Anaserik değneğine saldırırken oynağı
değnek kırılabilirdi. Bu oyunda her oyuncunun istediği zaman ve sayıda Anaserik
oyunu değneğini değiştirme hakkı vardı. Yeni bu oyun oynanırken bazen zaman
sınırlaması önceden konurdu. Bazen de oyuncular iyiden iyiye yorulana kadar
oyun devam eder.
KAVIR GONKİ: KORTUK
Oyun başlamadan önce oldukça geniş ve oyuna elverişli bir
arazi seçilir. Arasının kimi zaman en uç noktasına kimi zamanda orta yerinde
belirlenmiş bir noktaya çapı yaklaşık on santimetre, derinliği yaklaşık on ile
yirmi santimetre olan bir çukur kazınır. Açılan çukurun dört bir yanı taşlardan
arındırılmış olarak düzeltilir ki hareket halindeki top çukura doğru
yönlendirile bilsin ki hareket halindeki top oyuncuların müdahalesi dışında
hiçbir engele takılmadan deliğe girebilsin. Her bir oyuncunun elinde yaklaşık
birer metre boylarında çapı dört ya da beş santimetre olan yuvarlak bir değnek
olur. Rahat yuvarlanacak kayısı büyüklüğünde bir adet taş ya da hayvan tımar
ederken elde ettiğimiz kılları hafif hafif ıslatarak iki avuç içine alır,
bastırarak yuvarladığımız bir kıl top tedarik ederdik. Oyun sahası hazır
durumda, oyunda kullanılacak değnek ve top tedarik edilerek, oyuncuların sayısı
arazinin büyüklüğüne göre azaltılır veya çoğaltılabilirdi.
Oyun ’un hangi oyuncu tarafından başlatılacağı kura çekimi
ile belirlenirdi. Oyunculardan biri avuç içine sıkıştıracak bir küçük nesneyi
alır diğer oyuncular bir araya toplanmış beklerken o oyuncular toplu olarak yan
yana dizilir ve yüz yüze gelecek bir şekilde dururdu. Bu vaziyette iken kimse
bulunduğu konumu değiştirmez sessizce kura çekiminin başlaması beklenirdi.
Eline aldığı küçük taş parçası ya da bir saman çöpü gibi şeyi, ellerini
arkasına götürerek diğer oyuncuların görmesi engellenmiş bir vaziyette iken
avuç içlerinden birinin içine sıkıştırır ve her iki elini yumruk yaparak oyuncu
arkadaşlarına dönerdi. Kollarını birbirine paralel vaziyette tutarak önünden
duran oyuncu arkadaşlarına doğru uzatır.
Bütün oyuncular tek tek uygulanan bu kura çekiminden avuç içine
gizlenmiş kuru nesnesini bulan oyun kurucu olarak seçilmiş olurdu. Oyun kurucu
bazen daha ilk kura çekiminden içi dolu yumruk’a dokunarak belir ve oyun kurucu
olurdu. Oyun kurucusunu belirleyen kura çekim işi bazen oynayacak oyuncu
sayısının ortalarına doğru belirlenebilir. Bazen de kura çekiminin sonlarında
belirlenmiş olurdu. Bunun nedeni de kura çekimi organize edecek oyuncu ya da
seyirci bu işi daha keyifli hale getirmek için her iki elini de boş olarak
yumruk yapar ve diğer oyuncu hangi ele dokunursa dokunsun dokunduğu elin içinde
bir şey çıkmaz ve oyun kurucu olma hakkını kaybetmiş sade bir oyuncu olmuştur.
Diğer oyunculara bir haksızlık gibi de olsa kimse buna aldırmazdı. Zaten kura
çektirme, yöntemi tamamen kura çektirecek oyuncunun yetkisindeydi.
Oyun kurucu seçildikten sonra oyun sahasında belirlenmiş
noktada oyuncular sahanın konumuna göre sırtı oyun sahasının herhangi bir
yerinde yere açılmış çukura dönük olmak üzere belirli aralıklarla farkı diziliş
biçimleri oluştururlar. Savunma yapacak oyunculardan önde bir ya da birden
fazla kişi ellerinden oyun değnekleriyle durur.
O dizilişin arkasında belirli aralıklar bırakarak onların arkasına iki
ya da üç kişi ellerinden oyun değnekleri ile dizilirken, eğer oyuna katılan
oyuncular sayı olarak kalabalıklarsa, onlarında arkasına bir ya da birkaç kişi
ellerinde oyun değnekleri ile belirli aralıklarla dizilirken oyun kurucu
elindeki top ile onlardan bir iki metre uzakta ama onlara paralel bir noktaya topu
yere kor. Hakem olarak seçilen kişinin verdiği komutla beraber elindeki değnek
ile yerdeki topa vurarak diğer oyuncuların arasından geçirerek hedeflediği
deliğe girmesini sağlamak ister. Oyun kurucu bazen doğrudan yerde açılmış
çukura nişan alarak topa vurur. Ama temel hedef ve kural da topu kendi
kontrolünde tutarak diğer oyunculara kaptırmadan değişik top sürme ya da vurma
yöntemleri kullanarak zikzaklar çizerek topla beraber diğer oyunculara çalım
atarak, topu yerde açılmış çukura kendi kontrollü darbelerle değneği ile topu
yönlendirip yerde açılmış çukura sokmak ister. Oyunun kendine has kurallarına
her oyuncu uymak zorunda. Kuralların dışında hareket eden ya da faul yaparak
oyun kurucuyu toptan uzaklaştıran oyuncu oyun dışına atılır. En keskin kural oyun
kurucuya kasıtlı olarak dirsek çakmak, elinde oyun değneğiyle topa vurur gibi
yapıp oyun kurucuya vurmak, değneği topa değil de oyun kurucuya bilerek uzatıp
engellemek, düşmek ya da yaralanma ya da sakatlanmasına sebep olmak en ağır
ceza olur bazen bir yıl boyu bu oyunda oyuncu olarak oynatılmazdı. Yerde
hareket etmeden önce oyun topuna oyun kurucudan başkası dokunamazdı. Kesin
kurallardan biri de buydu. Savunma oyuncuları topa ancak hareket halindeyken
müdahale edebilirler. Topa müdahalede iki ana amaç vardır. Önemli amaç topun
oyun kurucu tarafından yerde açılmış çukura sokulmasını engellemektir. Bundan
da daha önemlisi elindeki değnek marifetiyle topu yönlendiren oyun kurucunun
elinden topu hareket halinde ikin kapmaktır. Eğer bu vaziyette faul yapmadan
topu kapmış oyuncu olursa! Bu defe oyun kurucu topu kapan oyuncu olur ve diğer
oyuncu savunma oyuncularına katılır. Oyun böyle dikkatli kurallara uyarak
saatlerce sürerken bazen birkaç Saat’te ancak bir defa top yerde açılmış çukura
girmiş olurdu. Bazen de iyi nişan alan ana oyuncu topa vurduğu tek darbe ile
topu savunma oyuncularının arasında geçirerek doğrudan yerde açılmış deliğe
girmesini becerebilirdi. Ama durum pek nadir görülürdü. Çünkü topu
havalandırmak kesinlikle yasaktı. Ana oyuncu tarafından darbeyi alan top ancak
yerde yuvarlanarak hareket halindeyken yerde belirlenmiş çukura girmelidir.
Topu havalandırmak da oyundan atılma sebeplerinden biriydi. Bu ve benzer
kuralları ihlal edilmesi durumunda istenmese de üzücü yaralanmalara sebebiyet
verilebilirdi.
Topu deliğe koymasını başaran ana oyuncu puan alırdı. Oyun
için belirlenmiş zaman içerisinden en fazla puan alan oyuncu oyunu birinci
olarak başarmış diğer oyuncularda aldıkları puanlara göre sıralanırlardı. Bazen
ortaya bir ödül iddia konur oyunda en çok puan alan ödül ya da iddiayı kazanmış
olurdu.
Bu tür oyunları bizim köylüler ilk nere nasıl öğrenmiş bu
hale gelene kadar değişikliklere uğramış mı? diye diye düşünür dururken
Kültürlerin oluşumu hakkında okuduğum tarihi kaynak kitapların bazılarında
özellikle Hunların kültürel yapısını anlatan tarih kitaplardan öğreniyorum ki
bu oyun Ön Asya bozkırlarında yerleşik halklar tarafından oynanıyormuş. Hatta
aynı oyunu: Oyuncular at binmiş olarak iki üç metre uzunluğunda bir değnek
kullanarak yerdeki taş ya da topu vurarak ve ana oyuncunun kontrolünde olan
topun deliğe sokmasını engeller. Böylece hem kendisi ana oyuncu olurmuş hemde
bu defa topu elindeki değnek marifetiyle belirlenmiş çukura sokmağa
çalışırlarmış.
ÇİZ:
Çiz oyunu yaz aylarında oynanacaksa öncelikle oyun alanının
taşlardan arındırılması sağlanır. Köy arazilerinde bu iş hep sorun yarattığı
için daha çok karların her yeri kapattığı kış ayları favori aylar olarak
beklenir. Kış aylarında karlar yağmış ama daha erimeye fırsat bulamadan esen
yel ve yeniden yağan karlar bu karların üstünde yeni bir kar tabakası
oluşturur. Aylarca süren bu kar yağışları yerden yukarı metrelerce kar
tabakaları oluşturur. Havalar açık ve kar yağışı, fırtına gibi bir durum yoksa!
Çiz oynamak için boş vakit yaratma ya da yakalama zamanını beklemekten başka
yapılacak bir iş olmaz. Beklenen boş zaman saatleri de her zaman olduğu gibi
yine öğle saati ile akşam saati arasında yaratılırdı. Kış aylarında üzerinde
rahat koşulur ama düşme gibi durumlarda da düşme karlar üzerinde olduğu için
her kolay kolan bir sakatlanma falan olmaz. Karlar üzerinde Çiz oyunu
oynanırken dikkat edilmesi gerekli önemli kurallardan biri de savunma
oyuncusunun saldırı oyuncusunu oyun dışına itmesi ya da saldırı oyuncusunun
savunma oyuncusuna ayakla dokunarak ekarte etmesi ki buna Çiz ya da yakma
denir.
Oynayacak oyuncular üçer kişi olmak üzere ikiye ayrılır.
İkiye ayrılan gruplardan birer ekip başı sorumlusu seçim ya da tercihli olarak
tayın edilmiş olur. Ekip başının temel görevi hangi oyuncunun oyunun hangi
noktasında görevli olarak hareketlenip karşı oyuncuya ayakla dokunarak onu
yakacağı veya saldırı oyuncusu ise saldıracağı takkala ve takkaleyi korumakla
görevli savunma oyuncusunu işaretleyecek kuralları oyuncularına anlatmasıdır.
Kesin olan şu ki: Saldırı oyuncusunun ekip başı olan oyuncu; kendi ekip üyesi
saldırı oyuncusunun rakip savunma oyuncusunun yanında geçerken, savunma
oyuncularından herhangi birinin ayakla ona daha donmadan iki oyuncu arasında
geçip birinin arkasına bir “L” dönüşü işareti çizmesini sağlamasını
tembihlemesi. Savunma oyuncularının ekip başı da kendi ekip üyelerine saldırı
oyuncuları onları yakmaya çalışlarken veya daha öncesinden en uygun bir fırsatı
yakalayıp harekete geçerek onları kovalayarak ayakla dokunarak saldırı oyuncunu
oyun dışında tutulmasını sağlamakla görevlendirir. Her iki ekip üyeleri kendi
aralarında ayrı ayrı toplanık oyunda sergileyecekleri taktik ve kuralları
yeniden gözden geçirmiş olurlar. Böylece her ekip kendi ekibiyle gizli olan son
toplantı ve talimatını karara bağlamış olurlar. Sıra artık saldırı ve savunma
ekiplerini belirlemeye gelmiş olur.
Her iki ekip başları arasında yazı tura ya da kura çekimi
yöntemiyle Takkala dediğimiz kale taşlarını savunacağı, hangi ekibin saldırı
ekibi olarak görev yapacağı belirlenir. Yazı-tura seçiminde bir ekip başı eline
metal bir para alır ve diğer ekip başına “yazı mı? tura mı? Diye sorar ve
elindeki parayı havaya atar para havadan yere düştüğünde paranın üst kısmına
gelen yazı ya da tura kısmı kimin tercihi ise o ekip saldırı oyuncuları olur.
Diğer ekip oyuncuları da takkala taşlarını korumak üzere savunma oyuncusu
olarak belirlenmiş olurlar.
Ciz oyunu ayakta ve koşarak oynanır ve hem saldırı
oyuncusunu, hemde savunma oyuncusunu oyun dışı bırakmak için oyuncular asla
ellerini karşı oyuncuya temas etmek için kullanamazlar. Hem saldığı oyuncuları
hemde savunma oyuncuları: sadece ayakları ile karşı oyuncuya dokunarak
dokunduğu oyuncuyu çizmiş ve oyun dışına atmış sayılır. Oyuncuların birbirine
dokunurken mutlaka ayaklarını kullanması kural olarak zorunludur. Ayak dışında
yapılan müdahale veya temas geçersiz sayılır. Herhangi bir şekilde elle ya da
ayak dışındaki bir uzvuyla dokunsalar bile dokunduğu oyuncu yine oyunda kalır
çizilmemiş sayılarak yanmaz ve oyunda kalır.
Oyun hazırlıkları yapılırken düz bir zemine en az 8-10 metre
uzunlukta olabilecek düz bir çizgi çizilir. Çizginin başlangıç ve bitim
uçlarına birer takkala taşı mihengi noktası olarak konur. Çizgi uçlarına konmuş
iki taş arasındaki çizginin tam ortasına bir mihengi taşı daha takkala olarak
çizginin üstüne yerleştirilir. Çiz oyunu toplam altı kişi ile saha geniş bir
alana kurulmuş ve koşturmacaya uygun ise oyuncu sayıları ve mihengi taşı olarak
konan takkalalar eşit oranda arttırılarak oynanır. Üçer kişi olarak oyuncular
iki ayrı ekip oluştururlar. Bu işlemden sonra savunma oyuncuları takkaların
başına geçer her bir oyuncu kendisi için belirlenmiş takkala ’nın yanı başına
savunma oyuncusu olarak yerleşir. Saldırı oyuncuları da onlardan iki üç metre
uzakta takkala çizgisine paralel ve saldırı pozisyonu almış vaziyette dizilmiş
olurlar. Artık sıra belirlenmiş hakemin başla komutu vermesindedir. Hakem başla
komutu verdiği andan itibaren oyun başlamış olur. Saldırı oyuncusunun görevi
savunma oyuncusundan bir ayak dokunuşu almadan onun sağ tarafından veya sol
tarafından geçmesindedir. Burada dikkat edilmesi ve mutlaka uyulması gerekli
olun bir zorunlu “L” dönüşü harekini yapmasındadır. Bu zorunlu “L” hareketi ile
herhangi bir oyuncuyu oyun dışı bıraktığını işaretlemez de doğrudan iki oyuncu
arasından geçerse savunma oyuncularından hiçbiri yanmamış olur. Ama iki
oyuncudan herhangi birisinin yanında geçerken seçtiği oyuncunun sağ ya da sol
tarafına dönerek kaçar da savunma oyuncularında herhangi birinden ayak ile
dokunulmadan geçmişse işaretlediği o oyuncu çizilmiş olarak yanmış olur.
Savunma oyuncuların saldırı oyuncularından herhangi bir oyuncuyu kovalayıp ayak
darbesi ile ona dokunursa o saldırı oyuncusu daha saldırı yapmadan oyun dışında
kalır. Ama bu her an yapılacak bir hareket değildir. Çok dikkatli gözlenip
hesap edilmesi gerekli bir savunurken saldırır planına ihtiyaç vardır. Çünkü
bir savunma oyuncusu bir ya da daha fazla saldırı oyuncusunu oyun dışı bırakmak
istediği bir hamlede kendi takkalasını boş borakmış olur. O savunma
oyuncularından birisini kovalarken bir başka ya da kovalanan saldırı
oyuncularından biri boş takkala nın etrafında “L” dönüşü hareketini çok rahat
bir şekilde yapar ve kendisine ayak ile dokunulmadan tamamlarsa bu defe o
kalede görevli savunma oyuncusu yanmış olarak oyun dışına alınırken koruduğu
takkalayı savunmasız bırakmış olur. Bu oyunda en erken yanan genellikle
etrafından yarım tur atılarak dönülün savunma oyuncuları olur. Bu şekilde yanan
oyuncu oyun dışına atıldığı için ekip üye sayısı azalır. Zaten iki ekip üyesi
oyun dışına atılmış ise geriye bir oyuncu kalmış olur. Bir başına kalan bir
savunma oyuncusu da seçilen üç takkakaleyi koruması giderek güçleştiği için
saldırı oyuncuları tarafından ya oyuncunun etrafından bir “L” dönüşü yaparak
onu çizmiş olarak son savunma oyuncusu da çizmiş olarak oyun dışına atmış
olur. Veya herhangi bir takkalayı zapt
etmiş olarak oyunun tamamen kazanmış olarak çizilmemiş savunma oyuncusunu da bu
hamle ile oyun dışına atar. Böylece daha savunma oyuncusu varken savundukları
kale düşmüş savunma oyuncuları da bu oyun serisinde yenilmiş ve puanlar saldırı
oyunculara yazılır.
Oyun sürerken saldırı
oyuncuları kale zapt etmek için ya da kale savunucularını çizip oyun dışına atmak
için çalışırken daha oyunu tamlamadan bir savunma oyuncu tarafından kendisine
dokunulduğu an bu defa saldırı oyuncusu çizilmiş ve oyun dışına atılmış olur.
Oyun başlarken her ne kadar saldırı ve savunma oyuncuları belirlenmiş olsalar
da: Temel kural ister saldırı ister savunma oyuncuları olsunlar, karşı
oyunculara karşı üstlendiği görevini yerine getirmeye çalışırken rakipleri
tarafından kendisine ayak ile dokunulursa o oyuncu çizilmiş olarak oyun dışına
atılır olmasıdır.
Oyun başlamış ama oyuncu daha bu hareketi yapma fırsatı
yaratamadan, bir başka saldırı oyuncusu savunma oyuncularından birine ayla
dokunursa dokunduğu oyuncu çizilmiş olarak oyun dışına atılır. Her zaman
saldırı oyuncuları kazanamaz bazen de savunma oyuncuları öyle seri ve dikkatli
oyun çıkarırlar ki! Savunma oyuncuları ya daha saldırıya geçememiş saldırı
oyuncularından birine ya da üç savunma oyuncusu birden saldırı oyuncularına
savunma dokunuşu yapar onları tek tek oyun dışına ya da toptan oyun dışına
itmiş olarak oyunu kazanıp puan alırlar. Ama bu işte her zaman baş vurulacak
bir savunma taktiği değildir. Çünkü ava giderden avlanmak çok mümkün olur.
Oynanan oyunun en önemli kurullarından biride: hangi ekibin oyuncuları daha
oyun sürerken rakip oyunculardan bir oyuncusunu çizmiş olarak yakmış olarak
oyun dışına atması olduğu gibi, bir başka kuralda: Savunma oyunculuğundan
saldırı oyunculuğuna geçmek için oyun sürerken saldırı oyuncuların savunma
oyuncularına daha onlar kendi etraflarında “L” dönüşü yapmadan ayakla ona veya
onlara dokunup oyun dışı bırakmasıdır. Böyle bir durum olursa: Savunma
oyuncuları hem sağladıkları başarı sonucu puan almış olurlar hemde yendikleri
Saldırı oyuncularını kendi yerlerine savunma oyuncusu yaparlar. Oyun böyle
sürüp gider ta ki oyun başlarken belirledikleri puana ilk hangi takım erişene
kadar.
ARAGİTTİ:
Aragitti oyunu tıpkı Çiz oyunu gibi yaz aylarından çok
karların bol yağdığı yerlerin diz boyu karlarla kaplanmış olması beklenir.
Karlar yağmış, yerler tamamen bembeyaz karlarla kaplanmış hava açık ve temiz kış
günlerinin kaçınılmaz eğlence ve iddialı oynanacak oyunların başında gelir.
Aragitti oyunu için iki ayrı oyuncu grubu seçilir kimi zaman kura çekimi ile
kimi zaman ekip başı olacak oyun kurucuların seçim ile oyuncu seçmesiyle olur.
Kura çekimi ile oyuncu seçiminde metal para havaya atılarak yere düşen paranın
üstüne gelen yazı veya tura yüzü hangi oyun kurucusunun tercihi ise o oyuncu
olmak isteyen oyuncular içinde dileğini tercihen kendi grubuna alır. Bu atımda
tercihi ettiği yazı ya da tura yüzü alta kalan oyun kurucu da bir oyuncuyu
tercihen kendi grubuna alır. Oynayacak oyuncuların tamamı eşit sayılara bölmüş
olarak seçilir. Yeni bir oyuncu seçmek için yine para havaya atılır ve yere
düşen paranın üst yüzünde kimin tercih ettiği yazı veya tura gelmişse yeniden
ilk tercihi o oyun kurucu kullanarak kendisine ikinci bir oyuncu seçmiş olur.
Buna karşılık öbür oyun kurucu da kura çekimine tabi olarak oynayacak oyuncular
arasında bir oyuncu tercih ederek kendi grubuna katar. Yazı tura tercihi böyle
devam eder ta ki oynayacak oyuncular eşit sayılarda iki gurup arasında bölüşene
kadar. Değişmez kural olarak her defasından tercih ettiği yazı veya tura
yüzünün üste gelmesidir.
Tercihli oyun seçimleri bazen de bir saman çöpü veya nohut
büyüklüğünde taş gibi şeyi alınır ve yüzünü oyunculara dönerek sırtını onlara
bir duvar veya onların göremeyeceği bir yöne çevirerek ellerini arakasına
götürerek iki ellerinden birine aldığı şeyi gizleyerek karşı oyun kurucuya
uzatır. Kapalı yumruk halinde tutulan eller biri birine paralel avuç içleri
yere bakacak vaziyette tutulur ki tesadüfte olsa parmak uçları ya da aralarında
gizlenen şeyin bir kısmı da olsa karşı oy kurucusu tarafından görünmesin. Oyun
kurucu kendisine uzatılan yumruklu ellerden birine dokunur ve o el avuç içi yukarı
gelecek şekilde açılır. Kendisine uzatılan yumruklu ellerden dokunduğu el
açılıp içinde saklanan şeyin bulunursa bu turdaki ilk tercihli oyuncuyu seçme
hakkı elde etmiş olur. Yok dokunduğu yumruklu el açıldığından elin içinde bir
şey olmayıp boş ise bu defe kura çektirene geçer bu turdaki ilk tercihli oyuncu
seçimi.
Bu kura çekimleri sonucu oynanacak oyuncular eşit sayıda
ikiye ayrılmış olurlar. Aragitti oynanacak araziye göre ve oyun oynamak isteyen
oyuncuların sayısına göre iki ayrı grup oluşturulur.
Aragitti oynanacak arazi bazen alabildiği kadar geniş bir
alana müsaitse bir ya da iki spor sahası kadar dikdörtgen bir alana kurulur. Bu
kadar geniş bir alan bulunamamış ise daha küçük bir alan ama dik dörtgen bir
alan seçilmiş olur. Sıra oyuncuları iki ayrı gruba ayrılma işlemi olan kura
çekimine geçilir. Bu kura çekimin de kim saldırı oyuncu grubuna ayrılacak, kim
savunma oyuncu grubuna ayrılacak kurası çekilir. Kura çekim yöntemleri yine
diğer oyunlarda çekilen yöntemlerin aynısı olur. Kura çekimlerinde belirlediği
ya da işaret ettiği tercihi çıkan oyuncu grubu saldırı oyuncularını
oluştururken, savunma grubu oyuncularını oluşturacak oyuncu grubunu da diğer
oyuncu grubu üstlenmiş olur.
Aragitti oyununun bu aşamasında savunma oyuncularının
koruyacağı, saldırı oyuncularının üstüne dokunarak fethedeceği kalenin yerini
belirlemek olur. Fethedilecek kale: oyun sahasının en alt ucunda sahanın enine
olan uzunluğun tam ortasına konur. Sıra saldırı ve savunma oyuncuların
oynanacak sahadaki dağılım yerlerine gelmiştir. Bu aşamada saldırı oyuncuları
hem kaç kişilerse sayılarına hem de oyun sahası olarak belirlenmiş oyun
sahasının enine göre belirli aralıklarla belirli yerlerde ister tek sıra ister
futbol sahasına yerleştirilen oyuncular gibi dört kişilik bir arka sıraya
dizilmiş saldırı oyuncuları dizilir. Onların önüne arada üç dört metre mesafe
bırakılarak üç kişilik bir saldırı oyuncuları daha dizilir. Onların en önüne de
bir ya da iki kişiden oluşan bir saldırı oyuncu gurubu dizilir. Bu dizilişte
saldırı oyuncuların oyun kurucusu sorumlu olup, kendisine bağlı saldırı
oyuncuların yerleri ve dizilişlerinden o sorumludur. Bazen öyle bir tercih
kullanır ki en ön sıraya üç dört kişi yerleştirir orta sıraya dizeceğin oyuncu
sayılarını iki üç kişi olarak yerleştirir ve en son sıraya da bir ya da iki
kişi yerleştirebilir. Bu konuda tüm yetki oyun kurucuda olur ama son karardan
önce kendi ekip üyeleri ile bir toplantı yapar kullanacakları oyun taktiklerini
belirler. Ama oyun disiplini korumak tamamen oyun kurucunun yetkisinde olur.
Aynı taktik ve yöntemleri savunma oyuncuları da kendi aralarında aldıkları
kararları uygulama yetkisi savunma oyunu kurucusunda olur. Her iki oyuncu grubu
bu konuda nasıl bir taktik ve planlama yapmışlarsa kendi ekibini öyle oynatır.
Her iki ekibi mutlak uyması gerekli olan temel kural. Oyun hakem kontrolünde
oynanır. Oyunu hakem başlatır. Hakem belirlenmiş zaman ya da kazanma sayısı
yakalana kadar oyunu devam ettirir. Saha belirlenirken sahanın oyun sınırı
belirlenir. Bazen oynanacak oyunun saha sınırları serbest bırakılır. Önemli
olan savunma oyuncusu isen savunacağı kaleyi saldırı oyuncularından korumak ve
saldırı oyuncularını ayak ucuyla dokunarak oyun dışı bırakmak. Saldırı
oyuncuları iseniz savunma oyuncularından kendisini korumak ve oyun devam
ederken herhangi bir savunma oyuncusunun etrafından bir u dönü yaparak onu oyun
dışına çıkarılmasını sağlamak. Her iki taraf oyuncuların ilk iş karşı oyuncuyu
oyun dışına atmak ve oyunun egemeni olarak oynan oyunun o serisinde puan
almaktır. Savunma oyuncularının oyun serisini kazana bilmesi belirlenmiş kaleyi
fethetmekle görevli saldırı oyuncularını hem kendi etrafından bir u dönüşü
yapmasını engellemek hem de belirlenmiş kaleyi savunma oyuncularından
korumaktır. Saldırı oyuncularının görevi de bir yandan savunma oyuncularından
birisinin etrafından bir u dönüşü yapmak. U dönüşü yaparken de saldırı
oyuncusundan kendisi korumak. Onun kendisine ayak ucuyla dokunmasına fırsat
vermemektir. Bir başka hedefi de belirlenmiş kaleyi fethetmektir.
Ara gitti hem çok efor sarf edilerek oynan hemde oyuncuların
uzun zamanını alır. Oyunu kısaltmak ancak önceden belirlenmiş zaman dilimi
içinde istenen puanların toplanmasına bağlıdır.
Çocukluğumuzda büyüklerimiz anlatırdı. Dedem kuşağı köyün
orta yaş gurubu insanlar bir kış ayının güneşli ter temiz hava ve aydınlık bir
gününde kazanan ekibin mükafatı olarak da ortaya bir koyun konmuş. Kaybeden
ekip bir koyun kesip oyunculara yemek olarak ikram edecekmiş. Dedem İrbom-i
Kozke savunma oyuncuların oyun kurusu imiş, Temmırların Abdullah’ı da saldırı
oyuncuların oyun kurucusu imiş. Hava açık ve güneşli yerler bir metreye yakın
karlarla kaplı her yer beyazı ile kaplanmış. Akşam çenk hikayeleri anlatılırken
bir çay molasında sabahleyin ekip oluşturalım ve ziyafetine Aragitti oynayalım
kararı alınmış. Hatta kimin hangi ekipte olacağı da oyun kurucuların sözlü
tercihi ile seçilmiş. Bir oyuncu ’yu Temmırların Abdullah amca seçerken buna
karşılık da bir başka oyuncuyu İrbom-i Kozke tercih olarak seçmiş. Her ekip üye
sayısı dörder kişi olarak belirlenmiş. Oyun sahası da Köyün tam orta yeri
seçilmiş. Saldırı oyuncuları Maho amcaların damı ile kardeşe Hasan amcanın
damlarının önü çıkacaklar. Kale de köyün çeşmesinin alt tarafında Gülali
amcanın kavakların alt tarafına tam orta yere konmuş. Temmırların Abdullah amca
çok seri koşarmış. Zaten ömür billah hiç fazla kilo almamış. Tığ gibi
delikanlıymış. Düz koşularda onu geçen nadiren mümkün olabilirmiş. İrbom-i
Kozke ede bayağı uzun boylu poslu yapılı bir delikanlıymış. Her ikisi bu konu
iddialı oynarlarmış. Zaten iddialı Aragitti oyunu da bu yüzden kartlaştırılmış.
Neyse sabah olmuş köy ahalisi sabah kahvaltıları yapmış, içerilerde beslenen
hayvanların sabah bakımları yapılmış ve kararlaştırılan saatte oynayacak
oyuncular ve izleyici halk oyun sahasına gelinmişler. Akşamdan belirlenmiş
Hakem oynanacak sahanın kontrolü yapmış. Kale yeri belirlenmiş olarak zaman
mefhumu konuşulmadan tek belirleyici kural ya saldırı oyuncuları kaleyi
fethedecekler. Ya da Savunma oyuncuları bir yandan kaleyi savunurlarken bir
yandan da saldırı oyuncularına ayak uçlarıyla dokunup onları kakarak
savundukları kalenin egemenliğini korumuş olarak oyunu kazanmış olacaklarmış.
Oyun başlamış zaman akıp gidiyormuş nere de ise güneş batmak üzere her iki
oyuncu grubundan birer kişi kalmış. Saldırı oyuncularından Temmırların
Abdullah’ı, Savunma oyuncularından da İrbom-i Kozke kalmış. Bir kaçma bir
kovalamaca başlamış tam bir şenlik. Karlara bata çıkı kan ter içinde kalmışlar
ama ne İrbom-i Kozke Temmırların Abdullah’ını oyun dışına ata bilmiş, nede
Temmırların Abdullah’ı ya İrbom-i Kozke ’nin etrafından bir u dönüş yapıp onu
oyun dışına itebilmiş. Ne de nere de ise savunmasız kalan kaleye gelip kaleyi
fethedememiş. İki iddialı ve inatçı oyuncu oyunu kazanmak için ne gerekiyorsa yapmışlar.
Oyunu seyredenler yeter artık yoruldunuz zaten akşam oldu. Nerede ise karanlık
çökecek gelin vazgeçin demişler ama oyuncular oynamaktan vaz geçmemişler. Bir
ara her iki oyuncu da kovalamacadan kalenin arkasına döşmüş. Oyun sahasına bir
sınır belirlenmediği içinde olup biten oyun dahilinde sayılıyormuş. Oyunu
seyredenlerin birçoğu içeri girmişler kimi hayvanların akşam yemini kimi
kendilerinin yiyeceği akşam yemekleri için evlerine dönmüşler. Bira ara her
ikisinde gözden kaybolmuşlar. Hakem biraz beklemiş belki döner gelirler diye
ama en son göründüklerinden Başören köyünü girmek üzerelermiş. Temmırların
Abdullah amca önde arada bayağı mesafe var İrbom-i Kozke onu kovalıyormuş.
Karanlık çökmüş hakemde içeri girmiş. Akşamın dokuz on suları İrbom-i Kozke
evine dönmüş. Temmırların Abdullah’ı da kan ter içinden aynı yolu geri gelmeyi
düşünmemiş bile. Kendi kendine karar vermiş ben şimdi geri dönsem İrbom-i Kozke
inatçı bir adam şimdi gitmiş kalenin başında benim gelmemi bekleyecek. En iyisi
ben Başören köyünde biri komşuya misafir olurum. Hem dinlenir üstü başımı
kuruturum hem zaten acıktım da yemeğimi yerin eh birazda uyurum. İrbom-i Kozke
de bakacak ki benim geleceğim yok evine dönmüş olur. Diye karar verir ve o gece
Başören köyünden birine misafir olur. Sabah daha güneş doğmadan da Başören
köyünden evine döner. Köye girdiğinden bakar ki İrbom-i Kozke ortalıktan
gözükmüyor kale bomboş savunmasız koydukları yerde duruyor. Bütün buna rağmen
bazı damları kendine siper ederek çeşmenin alt tarafına konan kaleye gelip
kaleyi zapt ediyor. Buna itiraz edenlere de hayır diyor hiçbir zaman ve mekân
sınırlaması yapmamıştık. Üstünde zaman geçse de ben oyunu bırakmadım. Ve
gördüğünüz gibi kaleyi zapt ettim oyunun galibi benim. Hem istesem kaleye
dokunduktan sonra evime gide bilirdim. Ama gitmedim hakemin beni kaleyi
fethettiğini görsün istedim. Ondandır iki saattir burada bekliyorum.
Gılla oyunu en az iki kişi olmak üzere oynamak isteyen ve
elinde “Gılla ya da Miltaş”ı olan hem her oyuncu katılabilir. Çapı yaklaşık bir
santimetre kadar olan yuvarlak bilyelerin ham maddesi cam ise adına Miltaş
denir. Bilyeler yuvarlak taşlarda yapılmış ise ismine Gılla denir.
Oyun başlamadan önce yuvarlak bilyelerin girebileceği kadar
çapı iki üç santim genişlikte yere kazınmış yuvarlak çukur kazınır. Oyun
oynanacak zemin sokakta hazırlanacaksa: Sokak kaba saba taşlardan temizlenerek
mümkün oldukça düz bir zemin yaratılır ki parmakla hareket darbesi alan Gılla
ya da Miltaş rahat yuvarlana bilsin. Gılla ya da Miltaş oyunu: daha çok düz ve
engelsiz bir zemini bulunan kapalı mekanlar olan ahır ya da ağıllarda sınırları
belirlenmiş oyun sahasında oynanır.
Oyun başlamadan önce oynanacak oyun sahası sınırları
belirlenir. Oyun sahası: kare, dikdörtgen, daire ya da çeşitli geometrik
şekiller ifade eden biçimlerde olabilir. Oyun sahası belirlendikten sonra
oyunda kullanılacak yuvarlak Gılla ya da Miltaşların sığabileceği derinlik ve
genişlikte çukur kazınır. Oyunda kullanılacak Gılla veya Miltaşların çaplarına
göre yere kazınan çukurun ağız genişliği bilyelerin girebileceği genişlik ve
derinlikte olmasına özen gösterilir. Bu işlemden sonra oyuncular belirlenmiş
oyun sahasının içinde dilediği noktaya ama yere açılmış bilye çukuruna eşit
mesafede uzaklıkta olmak koşulu ile kendi Gılla ya da Miltaş’ını oyun sahası
içinde belirlediği yere kor. Oynanacak oyun serisi her oyun kuruluşunda
belirlenmiş bilyelerin ütülmesiyle son bulur ve ikinci tura geçilir. Oyunun
sona ermesi: oyun başlamadan önce tüm oyuncuların ortaklaşa olarak belirledikleri
oyun tur sayısı oynanıp kararlaştırılan sayıya erişildiği an oyun tamamlanmış
olarak sona erdirilmiş olur.
Oynanacak her oyun
turu için oyunu başlatacak oyuncunun seçimi ve ilk hamleyi hangi oyuncunun
başlatacağı kura çekimi ile belirlenir. Kura çekimi için belirlenmiş bir kişi
tarafından oyun oynayacak oyuncu sayısı kadar kibrit çöpü ya da saman çöpü
seçilir. Seçilen çöplerden bir tanesi diğerlerinden kıza ya da uzun seçilmiş
olarak konur. Seçilen çöpler avuç içine alınır ve her çöpün görünen kısımları
birbirine eşit uzunlukta görünür bir şekilde yanyana dizilerek baş parmak ile
diğer parmaklar arasına sıkıştırır. Çöpleri tutan el veya iki el yumruk
yapılmış gibi kapatılıp sıkılır. Sıkılı el içinde kalan çöpler tamamen görünmez
bir halde bütün oyunculara uzatılır. Her oyuncu tercih ettiği bir çöpü çeker.
Çöplerin içine karıştırılmış farklı çöpü hangi oyuncu çekmiş ise o oyun
serisini ilk o oyuncu başlatacaktır.
Oyun sahasına her oyuncuya ait bir bilye yerleştirilmiş
beklerken oyunu başlatacak oyuncu seçilmiş olarak kendisine ait bilyenin
bulunduğu yere bilyenin başına geçer. Oyunun değişmez kuralı bütün oyuncular
kendi bilyelerine hareket darbesi vururlarken sadece el parmaklarında birini
kullanabilmeleridir. Bu parmaklar
genellikle parmakların en güçlüsü ve bu oyuna en uğun olan parmaklardır. İşaret
parmağımızı orta parmağın üstüne kor ve işaret parmağımızla orta parmağımıza
basınç uygular. Orta parmağımızı bilyenin dibine yavaşça yerleştirilir. Bu
şekilde yerleştirilen orta parmak işaret parmağından en seri şekilde ok
fırlatır misali kurtarılır. İşaret parmağının basıncından kurtulun orta parmak
bilye ’ye en seri şiddetle dokunmasını sağlar. Oyuncu baş parmağını yerde duran
bilyesine dokunduracaksa: baş parmağının tırnak üstünü işaret parmağının ilk
boğumuna yaslayarak işaret parmağı ile baş parmağını sıkıştırır. El ve
parmaklar bu halde iken kendi bilyesine darbeyi indirecek baş parmağını yavaşça
bilyesine yaslar. Ve darbeyi indirecek parmağını baskı yapan parmaktan, yaydan
kurtulmuş ok misali kurtararak yerdeki bilyesine dokunur. Hedef bu darbe ile
nişan aldığı diğer oyuncuların bilyesini vurmak ya da kendi bilyesinin bilye
çukuruna girmesini sağlamaktır. Kendi bilyesine vurduğu bu darbe soncu diğer
oyunculardan birisinin bilyesini hedefleyerek vurmuş olursa vurduğu bilyeyi
ütmüş olur. Ve yeni hedefler için aynı oyuncu oyuna devam eder. Yeni hedefi
başka bir bilye ’yi vurmaktır. Ama bazen tek darbeyle birden fazla bilyeyi de
vurabilme hakkı vardır. Tek darbe ile kaç tane bilyeyi vurursa o bilyeleri
ütmüş olur. Ya da doğrudan hedeflediği oyun çukuruna kendi bilyesine koymaktır.
Dokunarak kendi bilyesini hareketlendirip oyun çukuruna koymasını başarırsa
oyun sahasına dizilmiş diğer oyuncuların bilyelerinin tümünü ütmüş olur. Oyuncu
her darbe soncu bilye vurmasını başarır ya da doğrudan bilye çukuruna kendi
bilyesini yerleştirirse, oyunu o sürdürür. Ta ki kendi bilyesini bilye çukuruna
koyamamış ya da bir başka oyuncunun bilyesine dokunamadan hedeflerini es
geçmişse! bu defa sıra hedefleyip de vuramadığı bilye sahibi olan oyuncuya
geçer. Ama diyelim ki ne çukura ne de hedeflediği bilyelerden bire dokunamadı.
Bu defa sıra onun bilyesine en yakın olan bilyeye sahip oyuncuya sıra geçmiş
olur. Sıranın en yakın bilye sahibi oyuncuya geçmesinin nedeni oyunu başlatan
oyuncu en rahat kendi bilyesine yakın hedef olan bilye vurma ihtimalinin çok
yüksek olmasındandır. Oyun turu sona erebilmesi için yerde vurulmamış oyunu
sürdüren oyuncu bilyesinden başka hiçbir oyuncu bilyesinin kalmaması gerekiyor.
Ya da Oyunu ilk başlatan doğrudan kendi bilyesini bilye çukuruna koymayı
başarmış olması gerekiyor.
Oyunun bitme serisi olan sayıya erilmeden kendi bilyesi
tükenen her oyuncu ya bir başka oyuncudan ödünç bilye alır ya da oyunda
çekilmiş olur. Oyun oynanmış belirlenen oyun serisi tamamlanmış olduğundan kim
ne kadar bilye ütmüş ise artık o bilyelerin sahibi o oyuncu olur.
Gılla veya Miltaş oyununun da oynarken anne ve babamıza
yakalandığımız da fırça yeme ihtimali çok olurdu. Çünkü bilyeleri
hedeflediğimiz noktaya yönlendirmek için diz çöker eğilir el ve gözle gez-göz
-arpacık misali nişan alınır. Bu tür eğilmelerde dizimizi yere dayadığımız için
de giysilerimizin diz kısma çabuk yıpranır ya da yırtılır. Bedenin bütün
ağırlığı dizimize yüklendiği için pantolonumuzun zedelendiği gibi diz
kapaklarımız acır canımız yanardı.
DÜĞME OYUNU.
Düğme oyununda en az iki kişi olmak üzere oyuncu sayısı beş
ya da on kişiye kadar artırıla bilinir. Oyun sahası için düz bir zemin seçilir.
Oyun sahası için seçilen zeminin çapı üç dört santimetre, derinliği dört beş
santimetre ebadında bir dairesel kuyu kazınır.
Düğmeler yerde aldıkları itme darbeleriyle hedefi olan kuyuya sokulmaya
çalışılır. Oyun sahası seçilir. Düğme kuyusu istenen standartta açılır. Oyunda
kullanılacak düğmeler her oyuncuya ait bir adet düğme olmak kaydıyla bütün
düğmeler düğme kuyusuna belirli bir mesafe uzaklıkta yerleştirilir.
Oyun kurulurken oyuna ilk başlayacak oyuncu kura yöntemiyle
seçilir. Kura çekme yönteminin en kestirme yolu oyuncu sayısı kadar kibrit ya
da bir başka çöp seçilir. Bu çöplerden sadece bir tanesi diğerlerinden farkı
kısa ya da uzun seçilir. Ancak çöplerin sadece uçları eşit durumda tutularak
alt kısımları avuç içine gizlenir. Böylece uzun ya da kısa çöpler fark edilmez
olur. Sıra ile her kes bir adet çöp çeker. İçlerinden farklı çöpü kim çekmiş
ise oyunu o oyuncu başlatır.
Oyun başlatılır. Kesin kural olarak her oyuncu kendi
döğmesini ancak el parmaklarıyla hareket ettirebilir. Kullandığı el parmakları
ister sağ el ister sol el parmakları oluşun. Düğme oyununa en yatkın ve en iyi
kullanılan parmaklar baş parmağı işaret parmağıyla baskı altında tutarak işaret
parmağını baş parmağının tırnak üstüne gelecek şekilde bastırmak ve gerilmiş
bir ok yayından kurtulan ok misali baş parmağı bu baskıdan kurtarırken de baş
parmağımızı kendi düğmemize değmesini saylamak ve parmağımızdan aldığı darbe
ile nişan alınmış hedef düğmeye çapmasını sağlamaktır. Bu çarpma veya
çarpmalarla hedeflediğimiz düğmenin düğme kuyusuna girmesini sağlamaktır.
Oyunu devam ettirmek için kendi düğmesiyle diğer oyuncuların
düğmelerine vurarak açılan kuyuya sokma şartı vardır. Bir başka şart da bir
oyuncunun düğmesini hedefledi ve kendi düğmesine vurarak hedeflediği düğmeye
vurdu ama düğmeyi bir vuruşta açılmış kuyuya sokamadı. Bu durumda aynı hedefi
yeniden nişan alır ve o düğmeye vurarak kuyuya sokma görevi yine o
oyuncunundur. Ta ki hedeflediği düğmeye kendi düğmesi ile dokunamaz ve es
geçene kadar. Hiçbir düğmeye dokunamadı ve es geçti. Bu durumda oyuncu
değişikliği olur ve oynama sırası hedeflenen düğme oyuncusuna geçer. Ve bu
oyuncu dilediği düğmeyi tek tek vurarak açılmış düğme kuyusuna yerleştirir.
Oyun oynayan oyuncu sayısı kaç kişi olursak olalım. Düğmesi kuyuya sokulmuş
oyuncu ekarte olmuş ve bütün düğmelerin düğme kuyusuna girmesini bekleyecektir.
İster bir oyuncu ister birden fazla kaç oyuncu varsa onların oyunu sürdürme
kuralı dahilinden düğmeler düğme kuyusuna yerleştirdi. Açıktan en son oyun
oynayan düğme sahibi kalmış olur ve o oyuncuda ister tek darbe ister birden
fazla darbe ile kendi düğmesini düğme kuyusuna yerleştirir. Böylece oyun
sahasından açıktan kalmış düğme kalmamış olur. Artık sıra kuyudan üfleyerek
düğme çıkarmaya ve çıkan düğmeleri ütmeye gelmiştir. İlk üfleme yetkisi en son
oyuncu kim ise o oyuncu düğme kuyusuna üfleyecektir. Oyuna dahil bütün
oyuncular içi oyun düğmeleriyle dolmuş düğme kuyusunun başına toplanır. Düğme
kuyusuna üfleyecek oyuncu iki dizi üzerine yere çöker. İki kulunu yere
bastırarak eğilir ve dudakları düğme kuyusuna yaklaştırır. Ciğerlerine derin
bir nefes çeker. Ciğerlerine çektiği derin havayı tek bir hamlede düğmelere
gelecek şekilde düğme kuyusunun içine üfler. Üfleme tekniğini her oyuncu kendi
nefes ve teknik taktiğiyle yapar. Ama en etkili üfleme ve teknik olan yöntem
dudaklarını kuyunun bir kenarına yaslanacak şekilde yaklaştırmak ve var gücüyle
düğmelerin yan tarafına üfleme yöntemiyle hava basıncı uygulamaktır. Bu oyunda
öyle usta oyuncular olur ki bir üflemede nere de ise düğme kuyusunda birikmiş
ne kadar düğme varsa kuyunun dışına çırakmış olur. Her üflemede kim ne kadar
düğmeyi, düğme kuyusunun dışına çıkarmış ise o düğmeleri ütmüş ve düğmeler
artık onundur. Tek bir üflemede birkaç düğme çıkarmış olan oyuncu düğme ütme
sırasını savmış olur. Sıra ikinci sırada üfleme hakkı kazanan oyuncunun olur.
Kuyudan düğme çıkarmak için ikinci sırada hak sahibi
olabilmek için de düğme kuyusuna ilk hangi oyuncunun düğmesi girmiş ise kuyudan
ikinci sıradan düğme çıkarma sırası o oyuncunun olur. Düğme kuyusuna giren
düğmenin sahipleri kuyuya sokulan ilk düğmeden başlayarak ikinci üfleme
sırasını kazanır. Üfleme sırası böylece, Üçüncü- dördünü beşinci vesaire
sırasıyla üfleme sırası kazanılır. Düğme oyununun en şanslı oyuncusu: daima
düğme kuyusuna birinci sıradan üfleyerek düğme çıkarma ve ütme sırası elde eden
oyuncunun olur. Bu oyuncu da kuyuya en son kendi düğmesini koyan oyuncudur.
OYUN VE ÖYKÜLERİ BURAYA YAZ 25.12.2017 GÜNÜ 141 SAHİFE VE 32.991
SÖZCÜKTÜR
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX