20 Aralık 2017 Çarşamba


ARAGİTTİ BURAYA YAZ        21.12.2017

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Yaşanmışlıkları büyüklerimizden masal anlatır gibi dinleyerek büyüyorduk. Zaman dur durak bilmeden akıp gider, her nesne kendi yolunda zaman tüketirken. Abim de bende İlk okul bitmiş, hem öğretmenimiz hemde babamın çok istemesine rağmen ne abin ne ben orta okula ekonomik sıkıntılar nedeniyle başlayamamıştık. Ama yaşıtlarımız kasabadaki Gürün Orta okuluna başlamışlardı. İlk Okulu bitireli abimin üç yılı, benim ikinci yılım olmuştu. Bu durum ailemizi çok üzmüş ama son söz babamdı elbette. Bir gün babam abimi ve beni tüm aileyi yanına çağırarak olup biteni şöyle bir özetledikten sonra, bu kış İstanbul’a çalışmaya giderek para kazanacağım dedikten sonra: Haydar ağabeyim ve bana dönerek ikinizden birini okutabileceğini düşünüyorum dedi. Ama secimi bana yaptırmayın ikiniz kendi arasınız da konuşun görüşün hanginiz orta okula gidecekse kayıtlar başlamadan önce bana bildirin dedi.

Hepimiz susmuş ne ben ne de abim konuşamıyorduk. Ben başımı önüme eğmiş sonsuza kadar susma kararı almıştım kendi içimde ki! Abim “bu sene üçüncü sene olmuş, benimle, ilk okulu bitirenler orta okulu bitirmek üzereler, bugünden sonra ben onlara nasıl yetişirim, hem artık kara saban ile tarla tapan işlerine de alıştım. Ben okumuyorum. Hüseyin istiyorsa onu Orta okula gönder.” dedi. Bu diyalogdan sonra hiçbirimiz yeni bir söz söylemedik.

Okula kayıt zamanı gelmişti. Babam beni hemşerisi olan ve Orta okul da memur olarak çalışan İlyas Amca’ya gitmemi ve okuldaki velim olarak okul kaydımın o’nun yaptıracağını söyleyerek beni Gürün’e gönderdi. Okula kayıt işlemlerin yapılmış, yanıma bir adet biraz bakliyat gibi kuru yiyecek ile kışlık peynir yüklenerek geldiğimiz Gürün’de kendimize bir ev bulmuştuk. Büyüklerimizin bize söyledikleri gibi “Bu evimiz, bu da okulunuz.” Durumu gerçekleşmiş orta okulu öğrencisi olarak gurbete çıkmıştık.

1960 ihtilalinden sonra yapılan yeni Anayasa hükümlerince Türkiye de gelişen aydınlanma ve demokratik hakların daha örgütlü ve yaygın kullanılmasına başlanmıştı. Türkiye İşçi Partisinin kurulması ve TBMM ne 15 Milletvekili ile temsilinden sonra, ülkemizde oluşan İlerici -Devrimci hareketler sonucu yaygınlaşmıştır. Bu yıllar da ülkemde gelişen ve 1972 yılından Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile Mahir Çayan ve arkadaşlarının yaptıkları Devrimci eylemler nedeniyle zanlı ya da suçlu olarak aranmasına başlanmıştı. Matbaalarda siyah beyaz mürekkep kullanılarak baskıları yapılan aranan Devrimcilerin portre fotoğraflı afişleri basılmıştı.  Günün emniyet güçlerince kasabamızın meydan ve ana caddeleri ile şehirler arası otobüs terminali görevi gören lokanta ve hemen bitişiğinde 5-6 merdivenle çıkılarak kahvehanenin önünde ki açık alana bakan duvar ve kahvehanenin camlarına yapıştırılmıştı. Afişlerin kimi 30x50 santimetre kimi 50x70 santimetre ebadında basılmış büyük puntlarla kap kara yazılarla yazılmıştı. Afişlerin altına da “alınan istihbarata göre bu eşkıyalar bulundukları yerlerde Sivas’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Bunları gören geldiklerini duyan vatandaşlarımızın vatanı bir borç ve görev olarak derhal emniyet ve Jandarma merkezlerine bildirmesi beklenmektedir.” Denmişti.

Bu afişleri ilk kez gördüğümde öylesine etkilenmiş öylesine panik yapmış ve bu bilgilendirme afişlerine öylesine inanmıştım. Her an buralarda olabilirler. Her an birileri görüp bunları kolluk güçlerine ihbar ederler diye, kara kara düşünür olmuştum. Bu düşünceler beni gece uyutmamıştı. Gecenin bir saatinde ev arkadaşlarıma haber vermeden evden çıktım. Gürün’ün içinde akan Tohma çayı denilen Nehir’e bitişik Şehirler arasına açık İstanbul-Ankara ve Kayseri yönünden gelip Malatya ve doğu vilayetlerine giden yola ve aynı zamanda da şehir ana caddesi olan yere yürüyerek gelmiştim. Şehirler arası yol güzergahına yapıştırılmış afişleri toplayıp parçalayarak Tohma Çayı’na attım. Sonra ara sokaklara daldım bulabildiğim afişleri de toplayıp yırtım ve yok ettim. Ama beni zorlayan afiş ise kasabanın şehirler arası terminali görevini gören günün 24 saat açık Sabri Amca’ya ait olan Dutlu Pınar lokantası yanında ki merdivenli Kahvehane oldu. Kimseye görünmeden bu afişi bulunduğu yerden mutlaka almam gerektiğine öylesine kendimi inandırmıştım. Sanki aranan Devrimcilermiş buraya uğrayan otobüslerle geleceklerini kulağıma fısıldamışlar gibi hissetmeye başlamıştım. Teşhir edilmiş bu afişlerde ki fotoğraflara bakan hemen bunları tanıyacak ve devletin kolluk kuvvetine bildirecekler diye ödüm patlıyordu. Bir iki saat etrafın sakinleşmesi ve kahvehane bahçesinin önünün bahçede dolaşan insanların ya içeriye ya da evlerine falan gitmeli için bekledim. Bahçeyi sakin ve boş yakalama zamanını sabırsızlıkla beklerken bir ara nasıl oldu da bir an benden başka bu bahçede kimsecikler yoktu.

Kahvehanenin dış duvarına yapıştırılmış bu iki adet afişi yerinde sökerken gören oldu. Kasabanın bekçisi olan fakat yaşlı olduğu için geceleri kasabanın ana cadde ve sokaklarını semerlemiş eşeğin sırtında gezerek kontrol eden Gece Bekçisi derhal düdüğü çalmadı. Düdük öterken kahvehane ’nin bitişiğinde duvarlarla çevrili kasabayı kuzeyden güneye doğru akarken kurumuş ya da kurutulmuş Gürünü Batı ve Doğu yönünde ikiye bölmüş olan eski sel ayada dere yatağına atladım. Hem merdiven çıkamayan hem de duvarlarla örülü dere yatağına inemeyen eşek sayesinde gece bekçisi beni yakalayamadı. Kasabanın ara sokaklarına dalarak ev olarak kullandığımız Hancı İdris’e ait handa kiraladığımız odaya geldim. Üstüme düşeni hakkıyla yaptığıma kendimi inandırmış olarak, derin bir nefes alarak sessizce yatağıma uzandım. Denizler daha yakalanmadan, Mahirler hunharca katledilmeden önce ki bir zaman da Eşekli Gece bekçisi beni kasabanın Pazar yeri olan bizim öğrenci evi olarak kullandığımız hana yakın olan hayvan ve yiyecek gibi katı gıdaların satıldığı Pazar yeri olarak kullanılan bu dere ve bitişiğindeki dükkanların duvar dibinde gezindiğimi gördü. Ellerimde portakal torbası ile hana giderken bana seslenerek nereli olduğumu biliyor sorularla dedemleri ve köyün ileri gelenleri sormaya başladı. Giderek bana yaklaştı sanki beni daha önce hiç afiş yırtarken görmemiş gibi davranarak iyiden iyiye bana sokuldu ve kendisi ile duvar arasına sıkıştırmış duruma geldiğimde ise bana öyle bir tokat attı ki bugün bile aklıma geldiğinde yüzün sızladı. Bana tokat atarken ’de “senin o eşkıyaların afişlerini sökerken gördüğümü unutma.” Dedenlerin hatırı olmasaydı ben senin nerede oturduğunu biliyorum gelip seni ele verirdim. Ama ismini vermeden olup biteni raporladım haberin ola.” Demişti. Sonuçta Mahirler Kızıldere’de imha edilmiş, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan başta olmak üzere hiç de hak etmedikleri bir yargılama sonucu dönemin iktidarı tarafından idama mahkûm ettirilmesi beni can evimden vurulmuşçasına etkilemişti. Sol -Sosyalistlik Devrimcilik hakkında daha tek bir kitap dahi okumadığım halde kendimi Devrimci hissetmiş öyle davranmış öyle yaşamaya çalışmıştım. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asıldıkları gün okulda bizim sınıfa gün boyu ders yaptırmadım. Şimdi nere de ise çoğunun ismini bile hatırlayamadığım özellikle dokuz kişi olan kız öğrenci arkadaşlarıma hem şükranlarımı hem de bitmek tükenmez saygıları sunuyorum. Hiç biriminde solcu ya da devrimci olduğunu ne gördüm ne duydum. Ama ben onların sınıf başkanıydım ve onları bireysel katkılarımla ve diğer iki arkadaşımla beraber okul birincisi yapıyordum. Bani hem seviyor hemde saygı duyuyorlardı. Bu sıralarda okuduğum günlük gazete olan Cumhuriyet Gazetesinde Devrimci olarak devletin aradığı şahıslar arasında Ali Tepe ismi geçiyordu. Babamın ismi de Ali Tepe olduğu için adeta şok oldum. O güne kadar sanıyormuşum ki babamdan başka Ali Tepe yoktur. Babamın köyde olduğunu bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisine düzenli olarak oy verdiğini ve Türkiye İşçi Partisi kurulduğu ve seçime katıldığı yıllarda da Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini hatta seçim yasaklarını çiğnedi diye de 2 gün Jandarma karakolunda göz altında tutulduğundan başka bir solculuğa karışmadığını da biliyordum.  İşte gazetenin o haberinden sonra kendi kendime ben kimim diye bir soru sormuş ve bu soru beni bu konularda araştırmaya yöneltmiştir.

İlk olarak ailemden başlayıp Baba’mdan, köyümüzdeki büyüklerimizden hem köyümüz hemde geçmişe dair sülalemin geçmişi ve ailem hakkında bilgi almaya çalışmış ve ilk bilgileri babam ve annemden almaya başlayarak öyle edinmiş olurken de yaşadığımız günlerden başlayarak Güldede Köyü’ne geliş öyküleri hakkında bilgiler edinmiş ve köyümüz ve komşu köyler ile olan hem akrabalık ilişkileri hemde yaşanmışlık öyküleri dinlemiş olarak büyüyordum. Bir yandan yaş olarak büyüyüp giderken bu bilgiler sözlü anlatımın ötesine götüremiyordu beni.  Bana düşen ise yazılı kaynak bulmak için araştırmak ve okumak. Bu vazgeçilmez hislerim beni önce yaşadığımız kültürel durumun alt yapısını nerede ve ne zaman kimler tarafında kullanılmış, bize hangi veriler ve kaynaklar kullanılarak ulaşmışı tespit etmek önemli bir sorundu benim için.

Bu ön bilgiler beni hem, tarih -kültür ve dinler konusunda araştırmalar yapıp yazılı kaynaklara baş vurmamı öğretti. Mümkün oldukça, koşullarımın yarattığı durumun ne kadarına el verirse ona erişe bilmiştim. Kendime dert edindiğim Dünya ve gayet tabiidir ki ülkemin siyasal sistemi hakkında bilgi toplamak için kitaplarla buluşman oldu.

1965 yılı ile 1971 yılları arasında öğrenim gördüğüm Gürün Orta ve Lisesi okulu yıllarında o zamanın okul yöneticileri öğrenciler arasında Fen ve Tabiat Bilgisi- Türkçe ve Sosyal Bilgiler ile Fizik-Kimya ve Matematik alanlarında bilgi yarışması düzenler birinci olanlara kitap hediye edilirken veliler olarak halk da bilgilendirilmiş olurdu.

Orta okul ikinci sınıfta iken o yıl düzenlenen bilgi yarışması önce ayrı ayrı her sınıfta sınıfı oluşturan 25-40 kişi arasında öğrenciler arasında sınıf öğretmeni denetiminden sorular sorulur ve verilen doğru cevaplar hem sınıf öğretmeni hemde sınıf öğrencileri tarafından denetlenirdi. Hemde sınıf içinde oylamaya sunularak yarışı katılan Fen ve Tabiat Bilgilisi alanında, Fizik-Kimya ve Matematik alanlarında, Edebiyat ve Sosyal Bilgiler alanın da yarışmada birinci olmak üzere sınıfı temsil edecek öğrenciler seçilirdi.

Bu seçimler yapıldıktan sonra belirlenen günler de öğretmenler tarafından seçilen uzman öğretmenlerin hazırladığı sorular her sınıf temsilcilerine sorulur ve alınan puanlara göre birinci sırada başlamak üzere sıralama yapılıp elemeler yapılırdı. Sonuçta sınıflar arasında Orta 1-2-3 ve Lise 1 öğrencileri arasındaki En yüksek puan alan iki sınıf finale kalırdı. Finale kalan bu finalist sınıflar kasabanın sinema hoparlörlerinde günlerce halka anons edilerek velilerin bu bilgi yarışmaları ilan edilirdi. Bir zamanlar kilesi olun sonraları Mahpushane olarak işlev gören bizim dönemimiz de de Kale Simena’sı olarak bilenen sinema salonunda yapılacak yarışmaya öğrenci velilere ve kasaba halkı davet edilirdi.

Kasabamızdaki Öğrenciliğimiz boyunca yapılan bu bilgi yarışmasına aynı dönemlerde öğrencisi olduğumuz Gürün Orta ve Lise okulunda okuyan kuzenlerimden Devlet Su İşlerinde emekli Su teknisyeni Sevgili Kuzenin ve ağabeyim Kamber Tepe Lise birinci sınıfı Fen bilgileri öğrencisi olarak, Sevgili kuzenin ve yaşıtım, İstanbul Sarıgazi de kendisine ait “Yaşam Tıp Merkezi” sahibi Doktor Haydar Tepe Orta Okul üçüncü sınıf Fen bilimleri dalında, Ben Orta okul İkinci sınıf Fen Bilimleri dalında ve 1978 yılı olayları döneminde Dev-Yol’la başlayıp daha sonraları Dev-sol örgütlenmesi döneminde Dev-Sol gençliği için ve İstanbul Fikirtepe deki Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü öğrencisi ikin silahlı yaralanma sonucu ölen ve Işıklar içinde dinlendiğine inandığım Sevgili kuzenin ve yaşıtım hem öğrencilik hem de gurbetlik yoldaşım Mehmet Tepe Orta okul birinci sınıf Fen Bilimleri dalında okul birincisi seçilmiştik. Bu yarışmalar hemen her yıl devam etti. Ve bizler her yıl hem okulun en başarılı öğrencileri hemde bahsettiğim bu bilgi yarışmalarında hep birinci seçilir olmuştuk. Bu durum beni öylesine kamçılamıştı ki yazılarda 9 aldığım zamanlar teneffüslerde koridorların en kuytu yerine çekilir arkamı döner camda dışa bakarken sessizce ağlardım. Bir gün İngilizce de 9 almışım diye kendime dert etmiş aynı koridorda teneffüs saatinde ağlarken hemen tepemde asılı derse giriş zilini hissetmemiş sessiz ağlarken. O günün nöbetçi Öğretmeni lakap olarak adı deli İbrahim’e çıkmış Matematik öğretmeni İbrahim öğretmenim ensemden yakalayıp yüzümü kendisine çevirdiğinde beni sessiz ağlar bulmuştu. İçimde eyvah bu deli beni çok kötü döver diye geçirirken yüzüme bakmış sınıfına gir demişti. Halbuki bir başka durumda yakalasa derhal bir sınıfa sokar yazı tahtasında biriken tebeşir tozlarına tahta silecek bezini batırır yüzüme-gözüme vurmaya başlardı. Her zaman dövdüğü diğer öğrencilere yaptığı gibi bana ’da bunu yapar sanmıştım ama ne hikmetse yapmadı.

Okulda öğrenci olarak sağladığımız bu başarı hem Kasabada hem Gürünün köylerinde dilden dile söylenirken elbette köyümüz ’de de herkesi heyecanlandırmış yakınlarımızın omuzlarını kabarmasına neden olmuştu.

Kütüphanemin baş köşesinde koruduğum bir kitabım var. Kitabın kapağında Güneşin yansıttığı ışık harelerinin oluşturduğu halkalar arasında halk arasında “Ebem Kuşağı” olarak anılan “Gökkuşağı” renklerinin oluşturduğu halkalar içinde güneşin tam merkezine yerleştirilmiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk büstü olan kitap hediye edilmişti. Yadetmek için ismini anmadan geçemeyeceğim dedem Salman Bölücek kitabın yazarı tarafından kendisine İstanbul’dan hediye olarak gönderen hemşerisi ve Kitap’ın yazarı Mehmet Çoban’ın yazdığı “ORTANIN ORTASI – HERŞEYİN HAKLISI” adlı kitabı bana hediye etti. Kitabı bana uzatırken de “Al bu kitabı sana hediye ediyorum. Ders kitapların dışında kitap okumanın yararlarını görebilmeni sana aşılasın” dediğinde orta okulda 2F sınıfı 1481 numaralı öğrencesiydim.

Ne yalan söyleyeyim bireysel kimliğin elbette benim için çok önemliydi ama ülkemin toplumsal yapısı beni daha çok etkiliyordu çünkü benimde içinde yaşadığım ve yaşayacağın dönemlerdi bunlar. Doğal olarak öğrenci harçlıklarımdan faydalanarak öğle yemeği yerine bir simit alarak karın doyuruyordum. Biriktirebildiğim kadar parayla da kendime ayda bir veya iki kitap satın alabiliyordum. Bu dönemde hiç unutamadığım bir okuma aşkı olan ben; her sabah ekken kalkar daha kahvaltı etmeden kasabanın çarşına gazete bayi Fehmi beyin büfesine giderdim. Bir gün önce İstanbul’da yayınlanmış ama kasabamıza şehirler arası yolcu otobüsleri ancak bir gün sonra getirebildiği gazetelerden bir adet Cumhuriyet gazetesi alırken, yanında da o zamanlar fiyatı 35 kuruş olan Saklambaç gazetesi satın alırdım. Saklamak gazetesi beni ses ve film yıldızlarıyla tanıştırır onların yaşamlarını takip ederdim. Ev arkadaşlarımın gazetelerimi okumalarına izin verir ancak sonraları başlarına bir şey gelmesin diye de yatağımın altına katlayarak korurdum.

Cumhuriyet gazetesine gelince benim sabahları erken kalkmamın Gürün’ün o her zamanki sabah ayazını yememin nedeni de bu Büfeci Fehmi Bey sadece iki adet Cumhuriyet Gazetesi getirtiyordu. Cumhuriyet gazetesini devamlı alan ismini sonraları öğrendiğim eski bir Din görevlisi olduğuydu. Işıklar içinde uyuduğuna inandığım bizim de bir yıl komşumuz olan yatalak hasta ve lakap olarak Kör Ahmet Hoca alıyormuş. Geriye kalan ve sadece bir adet olan Cumhuriyet gazetesini de büfeye ilk kim gelirse o alabiliyordu. Aylık ödeyecek peşin parayı sağlayamadığım için mecburen her gün hemen hemen hiç aksatmadan sabahları erkende kendimi Fehmi Beyin Gazete Büfesinin önünde buluyordum.

Okudukça hem hevesim hem hırsım, hemde o günü kadar hiç düşünemediğim kadar kendimi bilgili donanımlı ve tabii ki zengin hissetmeye başlamıştım. Hala da aynı kanaatteyim. Kendimi çok şanslı ve zengin hissediyorum. Kendi kendime hep şunu söyler oldum. Birileri yıllarını ve sayısız emekler harcayarak bu kitapları yazmıştır. Ben 3-5 lira vererek bunlara sahip oluyorum. Bu yazarların harcadığı zaman verdiği emek ile kazandıkları ve kitap olarak bana sundukları bilgilere sahip oluyorum. Bundan daha karlı daha övünç duyulacak insanın koşulları ne olursa olsun asla vazgeçemeyeceği bu kadar kazançlı işten başka ne ile uğraşayım ki! Der dururken de kanıtlanmış bilimsel verilerden yana taraf, görgülerden yana tarafsız ve kim kendini ne ve nasıl hissediyorsa o olduğuna inanan biri olmuştum. Bu halim aklıma geldikçe de Ne idik ne oluyoruz? Diye sorar dururum hala.

 

ÖN SÖZ YERİNE:



Kültürel olarak aynı köklere sahip henüz soyu tükenmemiş tek alt tür olan ve düşündüğünün üstüne düşüne bilen kısaca Homo Sapiens insanı olarak isimlendirilen Homo Sapiens türünün mensupları yaşamları boyunca çeşitli bölgelere, iklimlere yayıldıkça daha önceleri birbirleriyle kurdukları bağı kaybederek farklı kültürel değişimler geçirmiş. Sonuçta her biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren, farklı davranış biçimlerine ve dünya görüşlerine sahip insan kültürleri ortaya çıkmış.

Böylece insanlar Tarihin ilk evresinde kurdukları bağlantıları feda ederek yaşam biçimlerinin sayısını ve çeşitliliğini tercih etmiş oldu.

Bundan yetmiş milyon yıl öncesiyle kıyaslandığında yirmi bin yıl önce Homo Sapiens ailesinin nüfusu daha kalabalıktı. Ve Avrupa kıtasındaki Homo Sapiens ailesine ait veriler, Asya kıtasında Çin’de ki akrabalarında çok daha farklı işliyordu. Ancak Avrupa ve Asya’da Çin’deki insanlar arasında doğrudan kurulu bir bağ bulunmadığından, tüm Homo Sapiens türünün bir gün tek bir kültürel ağına dahil olabilmesi son derece imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor.

Toplumun omurgasını oluşturan kurumsal ilişkileri sürdürenler sonuçta o toplumdaki bireylerdir. Dolayısıyla toplumsal yapı analizleri için kurumsal yapıyla birlikte bir toplumun nüfus yapısını yani nüfusun büyüklüğünü, bir ülkede yaşayan insan sayısını, nüfusun bileşimi olan nüfusun doğum ve ölüm oranları ve nüfusun dağılımını, göç hareketlerini bilmek gerekir.

İkinci aşama Tarım Devrimi’yle başlar ve beş bin yıl öncesine, paranın ve yazının icadına dek devam eder.

Tarımın demografik büyümeyi hızlandırmasının bir sonucu olarak insan eylemlerinde hızlı bir artış gösterirken buna eş zamanlı ya da paralel olarak tarım insanların yerleşik düzen diye bilinen aynı yerde yaşamasını mümkün kıldı. Bu durum ilk kez bu kadar çok insanın aynı çatı altında toplanarak bir aile bireyleri olarak birbirlerine sıkı bağlarla bağlı yerel örgütlenmeler ve ağlar oluşturmasına neden olmuştur. Tarım ayrıca birbirinden farklı ağların birbirleriyle iletişime geçerek farklı ticaretler yapmasına da ön ayak olmuş.

Yine de insanların hâkim gücü yazı ve para olmaksızın şehirler, krallıklar, imparatorluklar kurması mümkün olmamış ve insan evladı her biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren ve farklı dünya görüşlerine sahip sayısız küçük kabileye ayrılmış olarak yaşam sürdürmüştür. Bugün insan türünü siyasal sistemlerin dışında tek bir çatı altında toplamak hayal bile edilemez duruma gelmiştir.

Sapiens İnsanının gelişiminin Üçüncü evre ise, beş bin yıl kadar önce yazı ve paranın icadıyla başlayıp Bilimsel Devrim’in başlangıcına dek devam eder. Nihayet insan iş birliğinin yazı ve para sayesinde oluşturduğu çekim gücü, merkezi örgütlenmelerin oluşturduğu kuvvetlere boyun eğdirmiştir.

İnsan topluluklar bireysellikten aileye, aileden kabileye, kabileden köy-kent şehir devletlerine, şehir devletlerinde federatif yapılı şehirler ve krallıklar kurmak üzere birleşmiştir. Farklı Şehir ve Krallıklar arasındaki siyasi ve ticari bağlar giderek güçlenmiştir.

Madeni paraların, İmparatorlukların ve evrensel dinlerin ortaya çıktığı birinci bin yılla beraber, insanlar daha bilinçli olarak paylaştıkları yer küreyi kucaklayarak saracak tek bir siyasi örgütlenme ağı örmenin hayalini kurmaya başlamış olarak yaşamlarını sürdürmeye devam etmişler.

Yaşanan ve tarihin kaydettiği dördüncü ve son aşamasında yani 1492 yılı civarında kurdukları bu hayal gerçeğe dönüşmüştü bile. Erken modern dönem kâşif ve istilacıları ile beraber olan tüccarları tüm dünyayı saracak ağın düğümlerini dokumaya başlamış olarak ve giderek bu düğümleri daha da sıkılaştırıp güçlendirmişler.  1492 de Kolomb’un döneminde örülmeye başlamış örümcek ağı, 21. Yüzyılın çelik ve asfalttan mamul kafes haline gelir. Ve en önemlisi, bilginin bu küresel yapının her parçasında giderek daha da serbestçe dolaşmasına izin verilir. Şöyle ki Kolomb; Avrasya ve Amerika ağını ilk kez birbirine bağladığında çok az miktarda veri kültürel önyargıların, katı sansürün ve siyasi baskının kurduğu barikatları aşarak okyanusun öteki tarafına ulaşabilmiştir. Yıllar geçtikçe bilim, hukukun egemenliği, serbest piyasa ve demokrasinin giderek daha çok yayılması, önceleri kurulan barikatların kaldırılmasına çok yararı dokunmuş olarak yardımcı olmuştur.

Çağımızda genellikle demokrasinin ve serbest piyasanın, iyi olduğu için bu yarışı kazandığı düşünülüp, söylenir olsa da halbuki sağlanan bu ve benzeri başarılar geçmişten birikerek gelen beceri ve bilgilerin kullanılmasını sağlayan ve işlenen sistemlerinin geliştirilmesine borçluyuzdur.

Sonuç olarak insan evladının geçmişte bıraktığı yetmiş bin yıl önce yaşadığı Dünya’ya bir taraftan yeni yeni yerlere göçerek keşfedip yayıldı. Daha sonra farklı gruplara ayrıldı ve nihayeti yeniden birleşti. Fakat gel gelelim ki bu birleşme süreci bizi başladığımız noktaya geri götürmeye ne niyeti nede elde ederek kültürel olarak biriktirdiği geçmişin gücü; bu geri gidişe izin vermedi. Asla vermez de.

İnsan toplulukları bugünün yerleşim yerlerinde bir araya geldiğinde, var oluşlarından bugüne kadar kat ettikleri milyon ya da binlerce yol boyunca toplayıp geliştirdikleri araçların, düşüncelerin ve davranışların eşsiz mirası da onlara eşlik ediyor.

Günümüzde kullandığımız modern kilerlerimiz Ortadoğu’nun keşfedip bugüne getirdiği buğdayı, Ant Dağların da geliştirilip dünya ya yayılmış 262 tür patatesi, Yeni Gine’nin şekeri ve Etiyopya’nın kahvesiyle dolup taşıyor. Aynı şekilde dilimiz, dinimiz, müziğimiz ve siyasetimiz de gezegenimiz olan dünyanın her köşesinde toplanmış geçmişten bugüne birikerek elde ettiğimiz mirasla zenginleşmiş durumda.

Biriktirilmiş bilgileri şöyle sıralayabilirsek:

Yaşamı özgür kılmak gerektiği için doğruyu ve yanlışı belirleme iddiası taşıyan en yüce değer olan bilgi akışını yaşamımızın değişimi, dönüşümü olarak bizi yaşamın iyi olduğuna inandırır. Tanrı yerine bilgi her şeyi kontrol edecek, insanlarınsa yaşanan sisteme dahil olup olmadığı onunla kaynaşıp kaynaşmadığı uyarısı yapacaktır. Hindular insanların kâinatın ruhu “atman” ile kaynaşıp onun bir parçası halene gelebileceklerine ama bunun için çabalamaları gerektiğine inanır. Kâinattan, evrene evrenden dünyamızı kadar olan “Her şey” olarak seslendirdiğimiz sadece insanlar değil, akla gelebilecek tüm nesneleri kastediyorum. Yakın zamanlarda öyle bir bilgi iletişimi kurulacak ki evlerimizde kullandığımız buzdolabı elimizde kalan yumurtaların sayısını tespit ederek, kümesteki tavuğa ne zaman yeni yumurta üretilmesi gerektiğini bildirecek noktaya erişecektir. Kullandığımız araçlar birbirleriyle iletişim halinde olurken, ormandaki ağaçlar da hava durumunu ve karbondioksit seviyelerini bildirerek, evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parçası kalmayacak bir yaşam bizi bekler olacak.

Bilgi akışının engellenmesi işlenecek suçların ya da günahların en büyüğü sayılacak. Ölüm, verilere dayalı bilginin akışının durdurulması ya da kesilmesinin ötesinde başka hiçbir anlam taşımayacak. 1789 Fransız devriminden beri “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” uğruna sayısız savaş, devrim ve ayaklanmalara rağmen siyasal sistemler olarak yeni bir değer yaratamadık sayılsak da. Swartz, 2008 de “Açık Erişim Manifestosu ’nu” yayınlamıştır. Fakat Swartz bu eyleminden sonra tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Muhtemelen hüküm giyerek mahpushaneye yollanacağını fark ederek kendini astı. Bu olaydan sonra Hackerler imza kampanyaları düzenlediler. Baskılara dayanamayan JSTOR, bugün elindeki verinin hepsini değilse de bir kısmanı serbest eriş hakkı tanımak zorunda kaldı.

Bilginin özgürlüğü sayesinde yeni bir dünya yaratılıyorken Hümanist bilim bireysel araştırmacıyı yüceltir. Bu yüzden her araştırmacı isminin “Science” ya da “Nature’de” yayınlanması ister. Oysa giderek daha fazla sanatsal ve bilimsel üretim herkesin her şeyle iş birliğiyle ortaya çıkıyor. Wikipedia’ın yazarı kim? Elbette hepimiziz.

Antik Babil’de insanlar çözümsüz çıkmazlarla karşılaştıklarında gökyüzünü izlemek için gecenin karanlığında tapınağın tepesine çıkarlarmış. Babiller yıldızların kaderimizi yönlendirdiğine ve geleceği öngörebildiklerine inanıyorlardı. Yıldızları izleyerek kiminle evleneceklerine, tarlayı ekip ekmeyeceklerine, savaşa girip girmeyeceklerine karar verirlermiş. Böylelikle felsefi inançları gündelik uygulamalara dönüştürürlermiş.

Zebur-Tevrat- İncil ve Kuran gibi semavi dinler bambaşka bir hikâye anlatmaya başlamış ve Babillerin felsefesine karşı çıkarak; yıldızlar yalan söylüyor. “Yıldızları yaratan Tanrı, tüm doğruları kendi buyruğu olan Zebur-Tevrat-İncil ve Kuran’da açıklığa kavuşturmuştur. Yıldızlara bakmayı bırakın ve bu kitapları koruyun.” Bu durum insan evladının uygulamaya dönük bir tavsiyeydi. Ve insanlar bu kitapları okuyup, kiminle evleneceklerini, ne iş yapacaklarını, savaşa girip girmeyecekleri belirleyebilmek için bu kitapları okuyarak nasihatlere uydu.

İnsanlar uzun süre iman etmeye devam ederek insan evladının Tanrı tarafından bir tür ilahi amaç için yaratıldığını öne sürdüler ve bu yüzden de insan kutsaldır dediler. Uzunca bir zaman sonra insanlar, kendi varlıklarının başlı başına kutsal olmadığını ve Tanrı’nın aslında var olmadığını dile getirme cesaretini göstere bildi. Voltaire gibi düşünürlerin döneminde hümanistler, “Tanrı insanın hayal gücünün bir ürünüdür.” Diyorlardı. Görünen o ki: Fikirler dünyayı, davranışları, etkiliye bildiği ölçüde değiştirebiliyor.

Ve hümanistler yepyeni bir hikâye ile çıka gelirlerken; “İnsanlar Tanrı’yı icat etti. Dini kitapları yazdı binlerce farkı şekilde yorumladı. Diyerek insanlar tüm doğruların asıl kaynağıdır. “Dini kitapları ilham verici bir insan yaratığımı olarak okuyabilirsiniz ama buna mecbur değilsiniz. Kendinizi bir çıkmazda hissediyorsanız, kendiniz dinleyin ve içinizdeki sese kulak verin.” Böylece Hümanizm kendinizi nasıl dinleyeceğinize dair uygulanabilir yollar göstererek günbatımını izlememizi, Goethe okumamızı, okuduklarımız ile oluşturduğumuz notlar tutmamızı, en yakınımızda bulunanla başlayarak yakın arkadaşlarımızla içten sohbetler etmemizi ve demokratik secimler düzenlememizi sağlık veriyorlardı.

Yüzyıllar boyunca bilim insanları hümanizmin rehberliğini benimsedi. Fizikçiler evlenip evlenmeme kararı alırken günbatımını izleyip içsel benlikleriyle ilişki kurmaya çalıştı. Kimyagerler zorlu bir iş teklifi üzerine düşünürken bu durumu günlüklerine yazdı. Yakın dostlarıyla fikir alışverişinde bulunup, dertleşti. Biyologlar savaşa girme ya da barış anlaşması imzalama ikileminden kurtulmak için demokratik seçimlerde oy kullandı. Dolayısıyla Konfüçyüs’ün Semavi din peygamberlerinin yerine insanlar artık kendi duygu görgü ve bilgilerini dinlemeyi tercih ettiler.

Hümanizm deneyimlerimizin kendi içimizde ortaya çıktığını, olup bitenin farkına varmamız için kendimizi keşfetmemiz gerektiğini, böylece evrene bir anlam katabileceğimizi öğütlüyordular. Artık Hindistan’a gidip bir fil gördüğümüzde ne hissediyorum diye sormuyoruz bile. Alelacele telefononumuzu elimize almaya çalışıyor, filin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklüyor, sonrada kontrol edip kaç beğeni aldığımızı kontrol ediyoruz. Slogan olarak kendi kendimize “Bir şey deneyimliyorsanız, kaydedin, bir şey kaydettiyseniz yükleyin, bir şey yüklediyseniz paylaşın.” Der olduk.

Günümüze gelince “kim olduğunu mu bilmek istiyorsun?”  Artık dağ tepe dolaşmayı bırak DNA dizilimini analiz ettirdin mi? Hayır mı? Daha ne bekliyorsun? Hemen git ve yaptır. Büyükanneni, anneni, babanı ve kardeşlerini de götür, onların verileri de son derece değerli. Peki giyilebilir biyometrik cihazları duydun mu, hani tansiyonunu ve nabzını günün 24 saati ölçen şu giyilebilir biyometrik cihazları? Güzel hemen bir tane edin ve akıllı telefonuna bağla. Alışveriş yaparken yaptığın her şeyi kaydetmek için bir kamera ve mikrofon al ve çektiklerini internete yükle. Google ve Facebook’un elektronik postalarını okumasına, görüş ve mesajlarını takip etmesine, tıkladığın ve beğendiğin her şeyi kaydetmesine izin ver. Tüm bunları yaparsan, Nesnelerin İnternet’inin harikulade algoritmaları, kimle evlenmen gerektiğini, hangi kariyeri seçeceğini ve ne zaman savaş başlatabileceğini söyleyecek.”

İyi güzel de peki yaşam gerçekten bundan mı ibaret?  Yaşam bilimleri ve Sosyal bilimler alanında çalışma yürütenler, Hisler, duygular ve düşünceler tercihlerimizde şüphesiz önemli bir yere sahip ama tek işlevleri bu mu?

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“Eğer insan türü sahiden tek bir bilişim sisteminde ibaretse, bunun son çıktısı ne olabilir? Dataistler bunun, Nesnelerin interneti adı verilen, yeni ve çok daha etkin bir bilişim sistemi olduğunu öne sürüyor. Homo sapiens’in sonu bu sistem tamamlandıktan sonra gelecektir.” Diyor.

Durmaksızın yaşan denen şey sürürken, tıpkı sosyoekonomik sistemler gibi Dadaizm’de yoluna bilimsel bir teori olarak tarafsızmış gibi başlamış olsa da giderek ilahisi olmayan bir din gibi yoluna devam ediyor.

Eğer yaşam bilginin sürekli yer değiştirmesiyle oluşuyorsa ve biz bu devinimin iyi olduğuna inanıyorsak, evrendeki bu bilgi akışını arttırarak derinleşmesini sağlayarak yaymamız gerekir.

Bilimsel bilgi sistemine göre insan deneyimleri üzerine çalışarak dokunulmayacak kutsalar değildir. Düşündüğünün üstüne düşünebilen insan yaratılışın zirvesi olmadığı gibi bunun bir üstü kimliği olan Homo Deus’un yanı ne idik ne oluyouzun öncüsü ’de olamaz. İnsanlar zamanla gezegenlerimizin sınırlarını aşıp galaksiye hatta evrene yayılacak nesnelerin internetini yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibaret olabilecektir.

Bugünün ve tabidir ki geleceğin insanı her şeyden önce (yani kast ettiğim sadece insanlar değil, bununda ötesinde akla gelebilecek tüm nesnelerden) daha fazla kitle iletişim aracı kullanarak veri akışını alabildiğince arttırmalı ve bunun sonucu olarak da alabildiğine çok bilgi üretmeli ve tüketmelidir.

Bizimle beraber sokaktaki araçlar, mutfaktaki buzdolapları, çiftliklerdeki tavuklar ve ormandaki ağaçlar dahil var olabilen ne varsa hepsi Nesnelerin İnternetine bağlanmalıdır. Niçin mi? Mesala ağaçlar birbirine hava durumunu ve karbondioksit seviyesini bildire bilmeli, mutfaktaki buzdolabı tavuklara buzdolabındaki yumurtaların bittiğini iletebilmeli. Kullandığımız araçlar benim hangi saatte evden çıktığımı ve ne kadar zaman sonra işte olabileceğimi bilerek beni evden alıp işe bıraktıktan sonra, arabaya ihtiyacı olan bir başkasını an zamanda alabilmesi ve akşam iş dönüşü de aynı işi göre bilmeli ki hem yaşam yerinde fazla araç bulundurmak hemde günde yarım saat -bir saat kullandığımız özel aracımızın gereksiz yere alı konmasını önlemeli. Öyle bir ağ kurulmalı ki evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir parça kalmamalı. Veri akışının kesilmesi ölüm sayılmalı.

İfade özgürlüğü insanlara dilediklerini düşünüp söyleme ve arzu ettiklerinde susup düşüncelerini kendilerine saklama hakkı vermiştir. Bilgi edinme özgürlüğü, insanlara değil bilgiye tanınmıştır. Gayet tabiidir ki bilginin özgürlüğü sayesinde, daha iyi bir dünya yaratmak istiyorsak, verilere dayalı bilgiyi serbest kılmalıyız. Değişim ve dönüşümün evrenin sonsuz görevlerinden olduğuna inanırım. Ve hep diyor ve inanıyorum ki son yoktur. Olup biten ya da olup bitecek sonsuz dönüşümdür. Var olacak olan sonsuzluktur.





KAYDET YAŞAYI YAZ





Güldede Köyü: İsmi, Köyün Kuzey girişinde bulunan Ziyaret ’in Tepesi'nde yatan ve Moğolların 13. Yüzyılda Anadolu’yu istilası sırasında Elbistan savaşı olarak tarihin yazılı kayıtlarına geçen ve bu savaşta öldürülen üç Türk komutanlardan biri olan "Güldede” isimli bir Türk komutandan geldiği dilden dile sözlü bilgi olarak anlatılan bir savaş anlatısından geldiği söylenir.

Güldede isimli komutanın yatırını paylaşan ve komutan oldukları söylenen iki kişi daha şehit edilmiş olarak Ziyaretin İç Kalesinde diğer mezarlardan ayrılmış olarak yatmaktalar.

Günümüzdeki Güldede Köyü Ziyaret tepesinden aşağı Güneye doğru giderek biraz çukurlaşarak ovalaşan araziye sahip yerleşke merkezi olan Güldede Köyün ’de: bir adet su kuyusu ve bir adet yer altı kaynak suya sahip oluklarla akan çeşmenin etrafındaki iki elin birleştirilerek oluşturduğu ortası çukur açık bir araziye kurulmuştur.

Bu Yerleşke yeri Ziyaret tepesinin yüksekliğini arkasına alarak; deyim yerinde ise "sırtını" Ziyarete dayamıştır. 

Pek şiddetli esen Poyraz yeli ve kışın gelen kar fırtınalarından kısmen de olsa sahip olduğu bu araziye kendini gizlemiş olarak, bir nevi kötü iklim koşullarından kendini korumuştur. 

Yazılı tarihi kayıtlar taranıp, incelendiğinde, Güldede isminin köy ismi olarak anılması Moğolların Anadolu istilasına dayanır.

Bilindiği gibi yaşadıkları coğrafyada Ortadoğu ve Mısır’a oradan da Anadolu içlerine kadar saldıran Moğolları ilk yenen o günkü Suriye ve Mısırlı Kölemenler yani sonradan Mısır’a yerleştirilen Mısırlı Köle Türklerdir.

Emeviler; Kafkasya bölgesinde yaşayan Hazar İmparatorluğunu istila edip yağmalamış, yağmalama sırasında nerede ise tüm yetişkin erkekleri kılıçtan geçirmiş beş yaş ve üstü erkek çocukları da esir sayıp devşirme olarak Mısır’a getirmişler. Köle sayılan Hazar çocuklarını sıkı bir askeri eğitimde geçirip, onları savaşçı insanlar olarak yetiştiren özel eğitim almış bu savaşçı insanlar ve soy olarak da yine Emevi’ler tarafınca "esir alınmış Köle" sayıldıkları için bu eğitimli ve yiğit insanlara "Kölemen'ler" denmiştir…

Yüz yılar sonra bu Kölemenler İslam Halifesinin sarayına kadar asker ve yönetici olarak girmişler.

Halifelik makamı, Halifenin erkek soyundan devam ettiği halde, soya dayalı son halife bir erkek evladı olamadan ölmüş, ölen Halifenin kızları varmış. Bir kızı da bir Kölemen Komutanla evli imiş. Halife ölüp erkek oğlu da olmadığı için bu Kölemen soylu Komutan hem sarayda İslam Halifesi hem de İslam Ordusu başında tek yetkili Komutan olmuş ve Halifelik bu şekilde mecburen Türk soylu Kölemenlere bırakılmış, ta ki Osmanlı imparatoru Yavuz Sultan Selim 1515-1517 de Mısır’ı fethederek İslam Halifeliğini alana dek.

Tarihi zaman, kendi seyrinde akıp giderken, Kölemenlerin Mısır’ı yönettiği zamanda gelip 13.  yüzyıla dayanmış.

Moğollar pek bir karşı dirençle karşılaşmadan Anadolu'ya gelip, Anadolu Selçuklularıyla anlaşmışlar, yapılan bu antlaşma gereği İstilacı Moğol’ular Anadolu'nun Vergi ve Asayiş yönetimi Moğollara karşı sorumlu olmak üzere Anadolu Selçuklarına bırakmışlar.

Moğollar da Ak hunlar olarak bilinen İranlı ve İslami inanç olarak da Şiiliğe inanan Selçukluları dize getirmeye; yani bugünkü İran Suriye ve tabii ki Mısır’a yönelmişler.

Asıl amaçları da İslami dini inançların şekillenmesi yani Sünniliğin yayılması, o dönemler bu coğrafya Ehlibeyt sülalesine inanan ve İslam coğrafyasında ki yönetimlerin uygulaması gerektiği bir İslam anlayışını ve ehlibeyt sülalesinin İslam dünyasını yönettiği gibi ve onların yaptıklarının gerçekleşmesi gerektiğini inanarak yaşamak istiyorlarmış.

Ama giderek devlet yöneten İslamin bu anlayışı ise hak-adalet insan hakları gibi kavramlarla yönetici erke istediğini yapma fırsatı vermekte direnince buna karşı tedbir olarak İslam sayılan coğrafyada Sünni İslam egemenliği güçlenerek yaygınlaşması sağlanmaya başlamıştır.

İslam’ın giderek güçlenerek Sünni inanç biçimini bu coğrafyaya sağlam olarak yerleştirmek isteyen Moğollar İran Selçuklusu olarak anılan, Ak hunlara karşı savaş açacak ama bu Moğol-Mısır Savaşını da o günkü Mısır’ı yani Kölemen Devletini yöneten ve kendi adlarıyla da anılan devletleri de olan bu "Kölemenler" kazanmış ve bu savaş tarihe Moğolların ilk yenilgisi olarak geçmiştir.

İran-Irak-Suriye ve Mısır’da yenilen Moğollar Anadolu'ya Anadolu Selçuklusuna yönelmişler...

Zaten Anadolu Selçuklusu da daha önceleri Moğollara verdiği sözü tutamamış.

Ne adam gibi vergi ödemiş Moğollara nede Kontrolündeki bölgede asayışı sağlayabilmiş...

Kısacası, Moğolların beklediği ama sonuç olarak hiç mi hiçbir yarar sağlayamamışlar.

Gelişmelerin bu seyri üzerine, Moğol Komutanlar da Anadolu'ya saldırmış, taş taş üstünde bırakmamış her tarafı tarumar etmişler.

Tarihin değişik zaman aralıklarında değişik nedenler ile daha önceki dönemler Küçük Asya olarak adlandırılarak bilinen Anadolu’ya yerleşmiş Türk kültürlü yaşam biçimine sahip insanlar ile beraber bu sırada; başta Moğol saldırılarından kaçan değişik kültüre sahip birçok insan grup yada toplulukları olmak üzere başka zaman ve yerleşkelerden ve bölgelerde Anadolu'ya kaçıp gelmiş, ve Anadolu'ya sığınan diğer Turani yani Türk kültürlü olarak bilinen çeşitli Türk soy ve boylardan olan Türkmenler:( ki bu deyim Müslüman olmuş Türk demektir.) olmak üzere kimi Hristiyan, kimi halen eski inanç biçimi olan Şaman öncesi Türk inançları olarak bilinen kimi  göklerde olan en yüce varlık anlamını taşımakta olan “Göktengri”,  kimi “Ölmüş atalarının ruhlarına inanan” kimi ise”, tabiat olaylarına” inanan ve kimileri de Şaman olarak anılan bir nevi falcılık gibi yaşam kültüne inanan ama  kültür olarak Turani yani bugünkü deyimle Türk olan insanlar Geçmişi kendileri gibi Türk olan Mısırlı Kölemenlerden yardın alarak Anadolu'nun bu şekilde yağmalanmasına karşı koymuşlar.

Abaga Han'ın saltanatı sırasında acılı bir dönem yaşanmıştır. 1277 de Moğollardan bezmiş olan Selçuklu emirleri (Mısırlı) Kölemen’i olan Bay Bars'ı Anadolu'ya yardıma çağırırlar.

Bu çağrı üzeri Anadolu’ya Bay Bars ve askerleri ile birleşen Anadolu da yaşayan Türkler Anadolu’yu işgal eden Moğol birliklerini Elbistan'da savaşarak yenerler.

Savaş galibi Kölemen Bay Bars, Türk toplulukları tarafından coşku ile karşılanacağı inancıyla Anadolu içlerine yani Sivas, Kayseri’ye doğru kaçan Moğolları takip ederek ilerler.

Fakat Anadolu'nun bu coğrafyasında yaşayan Türk toplulukları ondan yana olmazlar. Düş kırıklığına uğrayan Memluk hükümdarı İranlı Selçuklusunun ihanetini cezalandırmak üzere bu günkü Suriye-Irak

Ve İran’a yönelerek giderken de birçok kan dökerek Mısır’a ülkelerine dönerken kendilerine karşı ayaklananları cezalandırdılar ve daha önceleri yani 1265 yılında Sinop'u Rumlardan yani Romalılardan alan II. Kılıç Aslan ve II. Kehhusrev'in baş veziri Muinüddin Pervane vatan hainliği suçuyla ölüme mahkûm etmişlerdir.

Bu ayaklanmayı bastırma hareketi çok sert ve Küçük Asya'nın bağımlılığının yanı sıra çöküşünü de hızlandırdı.

Küçük Asya XIII. yüzyılın sonlarında hem kendini toparlamaya hem de özgürlüğünü korumaya çalıştı, ama başaramadı.

Sonuç sadece kargaşa ve de tımar sahipleri ile boylarının ayaklanmalarının artması oldu ve 1303 'te son Selçuklu hükümdarı öldü. Geride tahta doğrudan varis olabilecek kimse bırakmadı ve onunla birlikte Selçuklu Hanedanlığı yok oldu.

Ülkede artık sadece birbirine karşıt birtakım beylikler ve Ülkenin batı uçunda ise o sırada en sıradan beyliklerden biri olan, ama son derece görkemli ve kısmetli bir geleceğe aday, Osmanlılar olarak adlandırılacak olan Otman (Osman) ailesi kalmıştı.

Anadolu’daki bu gelişmelerin paralelinden Selçuklunun sonu ve Güldede Köyünün kuruluşundan önce Asya-Avrupa ve Kuzey Afrika kıtalarından yaşananların kışı öyküsüne dönersek.

Bu insanların Moğollarla savaşı Tarihe Moğolların ikici yenilgisi olarak "Elbistan Savaşı" olarak yazılı kayıtlara geçmiştir. 

O dönem Elbistan da yaşayanların soyu büyük oranda Kuman ya da Kıpçak Türkü olarak bilinen Hun İmparatorluğunun bakiyesinden geliyordu.

Daha önceki dönemleri biryana bırakarak, Milattan önce ilk yüz yılın karmaşa döneminde göçebelerin uğradıkları büyük yenilgilere ve Tarım ’da süren savaşa karşın Hiong-nular güçlerini toplamaya ve Çin’i tehdit etmeye başladılar. Göçebelerin saldırılarını karşılaya bilmek için, MÖ 99’da Çinliler General Li Kuang-li komutasında, Kansu ve Sin-kiang’da Moğollara karşı yeni bir sefer başlatırlar. Çin seferi iyi sonuç vermez, ordu başındaki generalin torunu Li Lling çok genç askerlerden oluşan bir birliğin başındayken, abartılı bir alçak gönüllülük ve propaganda endişesiyle yalnızca 5000 asker ile çarpışmaya katılmış ve kendini 80.000 Hiong-nu’yla sarılmış bulmuş olarak bu kuşatmadan çok zorlanmış olarak Moğolistan’ın ıssız bölgelerine geri çekilir. Fakat burada da göçebe atlılarca çok hırpalanır. “Çin ordusu bir günde 500 bin ok atar.” Çok güçsüz bir durumdayken sınıra 50 kilometre kala dar bir boğazda sıkışıp kalır. Tepelere üslenen Hiong-nular kaya ve taş atarak Çinlileri ezerler. Daha sonraları Çinliler “ilerlemek imkansızdı” diyecekler ve yalnızca 400 Çinli asker geldikleri yurtlarına dönebileceklerdir. Savaş meydanında yaşanan bu büyük dram aynı zamanda bir efsane yaratır ve Li Ling’den Çinliler kadar kuzey halkları da uzun süre söz eder. Kırgızlar onun ataları olduğunu ileri sürer ve Tang yıllıklarında da kara gözlü tüm barbarların onun soyundan geldiği söylenir.

MÖ 87’da Vuti’nin ölümünden sonra, Hiong-nular Vuhuanların isyanına karşı durmak zorunda kalırlar. Vuhuanlar 201’de Mete tarafından yenilgiye uğratılan Tang-hu ’un soyundan gelmektedir ya da böyle olduğu iddia edilmektedir. Çinlilerden edindiğimiz bilgilere göre Vuhuanlar bu tarihten itibaren zayıf düşerler ve yalnız kalırlar, “genelde yenildikleri için kendilerini yenen fatihlerine her yıl sığır, at, koyun ve deri verirler.” Hou han shu çadırlarda yaşadıklarını, et yiyip, kımız içtiklerini, altın ve demir işlediklerini, hintdarısı ektiklerini ve genelde kafalarını kazıttıklarını anlatır. 119’da Wuti’nin kazandığı büyük zaferlerden sonra Hiong-nu’ların egemenliğinden Çin egemenliğine geçerler. Yine efendileri tarafından yerleri değiştirilerek, Hiong-nuları kollamakla görevlendirilir ve Hükümdarı yılda bir defa, Çin sarayına rapor verir.

Vuhuanlar bu barış ortamından yararlanarak, yavaş yavaş güç toplarlar ve Hiog-nulara karşı kin gütmekten vaz geçmezler. Bu nefretle, İmparator Çao döneminde, eski Şan-yu’ların mezarlarına saldırma kararı alırlar; atalarının mezarlarına saygısızlık etmek göçebelere verilecek en büyük zarardır: Eskiden İskitler aynı şeyi Ahamenidler için söylemişlerdir. Dikkatsizlikleri yenilgilerine neden olacaktır ve Hiong-nu’lar onları yok edeceklerine ant içeceklerdir. Son anda kurtuluşlarını savunmalarında destek olmak için iki yüz bin kimine göre otuz bin asker gönderen Çinlilere borçludurlar.

Göğün Oğlunun emirlerine hiç olmadıkları kadar saygılı olan Vuhuanlar bu sıralarda yönetimlerinde neredeyse tamamen bağımsızdırlar; belki Siuan-ti (Xuandi, 73-49) döneminde bunun dışında tutmak gerekir, çünkü bu dönemde hareketleri kısıtlanır. Yıllıklar, daha sonra olduğu gibi bu dönemde de Vuhuanlar sadık halklar ve sınırlarında fedakâr koruyucuları olarak söz ederler. Vuhuanlar Hiong-nular zayıfladığında eski düşmanlıklarını yeniden hatırlarlar ve onlara saldırırlar, MÖ 46’da onlara korkunç bir darbe vurarak en büyük başarılarını kazanırlar. Çin sarayına düşmanlarından edindikleri ganimetleri, kızları, sığırları, atları, kaplan, leopar ve samur kürklerini sunmaktan da büyük bir onur duyarlar.

Hiong-nu’ların tüm hayvanlarını kaybetmelerinin nedeni Çinlilerin ve Vuhuanların 80’li yıllarda onlara karşı yürüttükleri seferlerimi yoksa kötü hava koşulları mıydı? Bu soru henüz cevaplanabilmiş değildir. Ancak yapılan araştırmalarda 68’ ze doğru bu göçebe halkın giderek sefarete sürüklendiğini görebiliyoruz. 127’de, oldukça zengin oldukları dönemde kişi başına düşen hayvan sayısı üç yüz dolaylarındayken 70’te 25 ile 15 dolaylarında, 68’ de ise bunun yarısı kadar kalır. Bu onlar için büyük bir felakettir.

Vuhuanların başkaldırısı ve Çinlilerin istilası öteki halkların da Kao-kiu Tingling’lerin ve Vusunların gerek aynı dönemlerde gerek farklı zamanlarda bölünüşünü getirir. Giderek büyüyen bu anarşi Göğün Oğullarının; Tarım ‘da 70 ile 60’larda kazandıkları büyük zaferleri ve 51 de patlak veren taht krizini bize açıklamaya yeter de artar.

Ölen Şansu’nun yerini almak için İki şef olan Hu-han-ye ile Çi-çi birbirlerine karşı kıyasıya mücadeleye girişirler, Çi-çi’nin daha fazla şansı olduğunu düşünen Hu-han-ye Çinlilerin desteğini alıp saraya gider. 48 de rakibini saf dışı bırakır. 43 de ise Tola ve Orhon bölgelerine yerleşir ve böylece kendini hükümdar ilan eder.

Çi-çi ise hükümdarlığını tanıyan ve kendisine sadık kalanlarla birlikte batıya çekilir. Bu yolculukta Vusunları yenerek Çu ve Talas bölgelerine yerleşir. Bu bölgede yaşam süren krallarına karşı parlak zaferler kazanır. Sogdiana’ya girer ve batıda bir Hiong-nu imparatorluğu kuracakken 36’da Çinlilerin ellerine düşer, hapsedilir ve idam edilir. Kendisine bağlı kavimlerin tamamına ne olduğu konusunda tam bir bilgiye ulaşılamamakla beraber: Genel kanı olarak, bu kavimlerden kimisinin batıya göçe devam ettiklerini ve Hunların ataları olduklarını düşünmektedirler.

Bahse konu bu halklar arada geçen 400 yıl sonra 374 de Balamir Han komutasında tarih sahnesine çıkacaktır. Don ve Tuna Irmağını geçecekler, Gotları ve Alanları sıkıştırarak Batıda büyük Kavimler Göçüne neden olacaklardır.

Şu bir başka gerçek iki Hiong-nu adıyla Hun adının benzemesi tesadüf değildir. Ama Atilla’nın Hunlarının ve Batılı Avarların adlarını, Juan-juanlardan yani gerçek Avarlardan almaları gibi, başka bir halktan almadıklarını göstermek gerekir.

Şöyle ki, O dönemde bile çok kalabalık olan büyük Çin, kendi nüfusundan elli kat küçük olan bir halk karşısında titremişlerdir. Yazılı kayıtlara göre III. yüzyılda ve daha sonraki yüz yıllarda Moğolistan da yaklaşık bir buçuk milyon kişinin yaşadığı sanılmaktadır. Hiong-nu Uygarlığının yaptığı tüm etkinlikleri sanki bu sözcük açıklarmış gibi “Barbarlıkla” açıklanmaya çalışılmıştır. Hiç kuşkusuz yaşadıkları bu dönemde diğer halklar gibi onlarda barbar sayılırlar ama bu durum onların uygar olmadıkları anlamına gelmez. Çünkü toplumsal yapıları sağlam olup, yirmi dört kavimden oluşmuşlardır. Sağ ve Sol olmak üzere iki Kanada ayrılmışlardır.

Orduları Ahamenid’lerin örneğine göre daha karmaşık yani çeşitli dinsel düzenlemelerle örgütlenmişlerdir.

Olup biten dış politika ve uluslararası ticaret sorunlarından haberdardırlar.

Hayvancılıkla geçinmelerine karşı, küçük çaplı da olsa tarımla da uğraşmış ancak bu tarım faaliyetlerini Çinli ya da Tarım köleleri tarafından yürütüldüğü anlatılır.

Çin Yıllıklarında sözü edildiği üzere ve arkeolojik bulgulara göre bunlar darı yetiştirmekteydiler.

Tüm bozkır insanları gibi gerçek zanaatkârlardır; Ordos’ta bulunan çok sayıdaki yüksük ve levha bu konudaki üstün başarılarını kanıtlamaktadır.

Hayvan dövüş figürlerini ve temalarını yüksek kabartma tekniği, taşkın bir fantezi ve canlılıkla işledikleri, geyik ve koç figürlerini ilk kullananlar olmasalar bile bunları kendilerine göre yorumlamayı, yeniden üreterek canlandırmayı başarabilmişlerdir.

Seçkin sanatçılar olmakla kalmayıp her ne kadar Çin ekolunu takip edip özellikle de evleri, binaları için Çinli inşaat yapımcıları getirmiş olsalar da mimardırlar.

İmparatorluğun kuruluş döneminde, nehir bölgelerini Sibiryalı hakların istilasından kurtarmak ve kuzey sınırlarını korumak için yapılan savunma siperlerini Mete’nin yaptırdığı düşünülmektedir.

Bu sistemin büyük bir bölümü Selenga ırmağı üzerinde Ulan Ude’de bulunmuştur. Irmak siperlerinin büyük bir bölümünü sular altında bırakmış olsa da siperler 72 bin kilometre karelik bir alana yayılmıştır. İki büyük bina ve bir düzüne kadar küçük yapı 2,5 metre yüksekliğinde bir duvar ile çevrilmiş ve duvar önünde dört büyük çukur vardır.

Yerleşim bölgelerinin içine ve dışına açılan bu çukurlar yiyecek, içecekleri korumak için açılırlar ve en büyüklerinin boyutları 9 metreye 8 metre boyutlarındadır. 1 metreden daha kalın duvarlarla ve bugün hala Moğolistan’da gördüğümüz ahşap sütunlara benzer sütunlardan oluşan bir iskeleyle çevrilidirler.

Sistemli bir biçimde kazılarak ortaya çıkarılan ilk Hiong-nu sitesi Ulan Ude ilk bozkır göçebe imparatorluğunun tarihi, örgütlenme ve yaşam biçimi hakkında değerli kanıtlar sunmakla kalmaz.

Türkleri bozkırlara iten Sibirya halklarının ilerleyişinin daha tamamlanmadığını da gösterir. Çünkü bu ilerleyişten korunmak için göçebeler işçiliklerini geliştirmeye devam etmişlerdir.

Sanatsal açıdan öteki Hiong-nu kentleri bizim için daha önemlidir.

Orhon, Jehol, Kalgan’ın kuzeyinde ve güneyinde, iç Moğolistan ve tabii Ordos’ta çok sayıda yerleşim yeri bulunmuştur. Khiakhta’nın kuzeyinde bulunan Derestoninsk mezarlarının tarihini MÖ 118 ‘de basılan Çin paralarından çıkarıyoruz; Trans Baykal bölgesinde, Çita ’da bulunan eski mezarlar da aynı dönemlere aittir.

Büyük arkeolojik yerleşim yeri Noyin Ula, Ulan Batur yakınlarındadır. Bu kentin önemi yalnızca kral mezarlarına sahip olmasından değil, keçe ve kürk gibi dayanıksız eşyaların buz tabakası içinde bugüne kadar korunabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar MS ilk yüzyılda yazılan iki Çin yazıtıyla aynı tarihi paylaşan göz kamaştırıcı mezarlar olup burada bulunan hayvan figürleriyle süslenen yünden yerli kumaşlar gibi ithal bir dizi malzeme kuzey Moğolistan’ın hem Çin ile hem de Akdeniz bölgesiyle ilişkiye geçtiklerini kanıtlar. Burada Çin lakeleri, yeşim taşları ve İran etkisiyle dokunmuş ipekler ve Pelliot’un “Helen uygarlığı etkisi öylesine belirgindir ki, bunlar Karadeniz’in kıyısından getirilmiş olmalılar.” Dediği kumaşlar bulunur.

Tüm bu parçalardan en ünlüsü bir grifonun rengeyiğine saldırdığını gösteren bir kumaştır. Bu motifin kompozisyonu “hem kesin bir gerçekçilik hem de büyük bir biçimcilik.” Örneğidir.

Çi-çi ’nin tahta geçişi Hiong-nu İmparatorluğu’nun çöküşünün ilk habercisidir.

İlk Hun hanedanının yok oluşuyla Çin’de patlak veren iç savaşlar bu çöküşü geciktirirken diğer barbarlara da yeniden güçlenme fırsatı verir ve Serinde’ ye girer, Turfan’ı ele geçirirken Çin sınırlarına da baskınlar düzenlerler. Fakat ikinci Han hanedanının başa geçmesiyle Çin’de durum düzelmeye başlar.

Hiong-nu’ların parçalanma süreci yeniden hızlanır. MS 48 de konfederasyonun daha çok güney sınırında yerleşik sekiz kavmi şan-yu’ya karşı başkaldırır ve Çin’in egemenliğine girmekten başka çareleri kalmaz. Çin bunları federe devletler olarak Şan-si (Shanxi) ve Kansu (Gansu) sınırlarına kuzey uç beyliklerini koruma göreviyle yerleştirir. Böylece Güney Hiong-nu devleti kurulmuş oluru. Güney Hiong-nu devleti bu yaşam biçimi ile Çin güçlü olduğu sürece Çin’e bağlı ve sadık kalacak bir uydu devlet olarak varlığını sürdürecektir.

Moğolistan’daki Kuzey Hiong-nu’lar artık çok etkili değildirler.

Çin bunları yok etmek için kendi ordularını göndermeye gerek duymaz ve üstlerine eski düşmanları Vuhuanları ve henüz 49’lara doğru tanınmayan bir halkı olarak bilinen Kingan dolaylarında dolaşan Sienpileri gönderir.

Yine de Hiong-nu’lar karşı girişilen saldırının boyutlarını tam olarak bilemiyoruz. Ama saldırı ne olursa olsun bunu tekrarlamak gerekir ve bu kez bu saldırıları 88-90-91 ve 93’te pek çok kere Sienpilerin yardımıyla tekrarlayan Çinliler olur.

Fakat bütün bunlar geçici önlemler olarak kalır. Çünkü Hiong-nu’lar artık büyük bir güç değildir. Ve Kuzey göçebelerinin kimisi Yukarı Asya’nın iç taraflarındaki bölgelere geri çekilirler, ötekiler ise Çinlilerin ve Sienpilerin kurallarına uymaktansa batıya doğru kaçmayı tercih edip Çi-çi ‘nin ardıllarına katılırlar. Bu dağılmayla II. Yüzyılda yok edilirler.

İrtiş ve Aral Gölünün güneyine yerleşen kavimler Ostiakları ve Vogulları kuzey tarafına doğru iterler.

Güney bölgesinde gelen göçebeler Sarı Irmak kıvrımına ve Alaşan bölgesine yerleşerek, Güney Hiong-nu İmparatorluğu’nu güçlendirerek ve de anarşiye olan eğilimlerinden dolayı bu İmparatorluğu zayıflatarak Çin’e akın etmek için uygun zamanı beklerler ve yıl 220-265 şe gelmiş olur.

Sienpiler Hiong-nu’ların doğal ardıllarıdır., ama onların büyüklüğüne erişemezler. Onlar kadar güçlü olmadıkları için Çin İmparatorluğu’nu hiçbir zaman ciddi anlamda tehdit edemezler. Sonunda bozkırlara sürülürler ve onlardan giderek daha az söz edilmeye başlanır.

Pek çok bilim adamı Sienpilerin Tunguzların ataları olduğunu söyler, ama Barthold, sonra da Hambis Sienpilerin proto-Türkler olduklarını, diğer bazı bilim adamları da proto-Moğollar olduklarını ileri sürer. Sienpilerin tarihi konusunda çok fazla bilgiye sahip olmamakla beraber MS ilk yüzyılda

Moğolistan’a doğudan girmişler. II. Yüzyılda da ülkeyi egemenlikleri altına alarak, böylece de İli ülkeleri üzerinde baskı uygularlar. Bunların Mançurya’dan Balkaş Gölü’ne kadar tüm; Asya’ya hâkim oldukları ileri sürülür, ki bu biraz abartılıdır.

Fakat Batı Türkistan’da yaşayan Vusunları yendikleri doğrudur. Vuhuanların müttefiki olsun ya da olmasınlar Çin’e sık sık saldırarak vasat başarılarla yetinirler. Avar İmparatorluğu içinde eriyip gitmeden önce, imparatorluğu zayıflatarak kısmen hazırladıkları IV. Yüzyılın büyük istilalarına ikinci planda katılırlar…

Büyük istilalar yılı sayılan IV. Yüzyıl da Alaşan, Ordos ve Sarı Irmak kıvrımına yerleşen barbar kavimler Çin federasyonu içinde aşağı yukarı Germenlerin Roma İmparatorluğu sınırında üstlendiklerine benzer bir görev üstlenmişlerdir.

Çin federasyonu için sürekli istikrarsızlığa neden olmaktaydılar ve yönetimi bir ele geçiriyor bir kaybediyorlardı. Sienpiler, Vuhuanlar, Hiong-nu’lar ve başka kavimler sık sık bu federasyonu katılıyorlardı. Hepsi de şehirleri önce yağmalamaktan, sonra buralara yerleşmekten ve bu şehirlerde Çinli olduklarını iddia ettikleri ama genelde böyle olmayan krallıklar kurup başına geçmekten zevk alıyorlardı.

Bu korkunç dönemde kapana kısılan Çin sürekli aşağılanmakta ve bu eski uygarlık her şeye tek kelime söylemeden boyun eğmekteydi. Eskinin gururlu prensleri yeni efendilerine uşaklık etmek ve “çizmelerini parlatmak” zorunda kalıyorlardı. Milliyetçi Çinliler fırtınaya karşı gelmenin bir faydası olmayacağını anlamış ve MS 317 de güneye Nankin’e göç etmişlerdir. Grousset’nin de dikkatimizi çektiği gibi bu yıllarda batıda da aynı zamanda ve neredeyse aynı nedenlerle Bizans Roma’nın yerini alıyordu.

308 de bir Hiong-nu şefi, Şan-yu Lieno Yuan artık Çince adlar taşımaktaydı ve elli bin adamını yanına alarak Tayuan’da kendini imparator ve Han’ların varisi ilan etmişti. İlan ettiği Hanedanlığı Pei-Han (Bei Han), Kuzey Hanları ya da Çao (Zhao) adıyla tanınır. Üç yıl (310-318) sonrada oğlu Lieu Ts’ong Lo-yang’ı (Luoyang) ele geçirir.

260 tan sonra, yeni bir halk olan Tabgaçlar Çin yıllıkları ’da To-pa (Toba) adıyla anılırlar ve Şan-si’ye (Shanxi) yerleşen bu halk giderek güçlenir ve gelecekte yaşadığı yerlerin egemenliğini ele geçirecektir. Yaklaşık olarak 330-350 yıllarında öncüyken ardıl duruma düşen Çao hanedanlığındaki değişimlerden yararlanarak, gelecekte büyük bir güç olacak imparatorluğun temellerini atarlar. Güçleri Şan-si ve Ho-pei’yi (Hebei) fetheden To-pa Kuei’yle 386-409 yılları arasında doğrulanır ve To-pa Kuei’nin 432’de Lo-yang’ı ele geçiren ardılıyla durumlarını iyice sağlamlaştırırlar. Vey hanedanı olarak Göğün Oğulları ve gerçek Çin imparatorları olan Tabgaçlar tüm Çin mirası üzerinde ve tabii ki Doğu Türkistan vahalarının korunmasında hak iddia ederler. 442 de Turfan’, 445’te Lobnor’u, 448’de Kuça ve Karaşar’ı 456’da Hami’yi işgal ederler. Buna karşın Güney Çin’deki milliyetçilerinin direnişini kıramazlar.

Veyler kültürel açıdan önemli bir rol oynarlar. Pek çok barbar geleneğini sürdürdükleri uzun bir dönemin ardından Çinlileşirler ve To-pa Siun yönetimi altında 452-465 yılları arasında Budizm’i kabul ederek Lo-yang’da en az 1300 Budist tapınak kurarlar. 471-499 yılları arasında ise Jong-ti ünlü Longmen Mağaraları’nı yaptırarak az bulun bir başarı kazanır.

Hiong-nu’ların yok oluşu, kavimlerin Çin’e göçü, Sienpilerin yetersizliği sonucunda bozkırlarda kimsenin hâkim olmadığı bir dönem başladı.

Ama bu durum çok uzun sürmedi. Bozkır halklarının kurduğu federasyon ya da daha doğrusu 402 ‘den sonra Çinlilerin küçümsemeyle Juan-juanlar (Rhuanrhuan ya da Ruanruan) yani Çince “Kaynaşan böcekler” olarak adlandırdıkları halkın kurdukları imparatorluk bu boşluğu doldurmuştur.

Fakat bu imparatorluk korku salmasına ve büyük güç kazanmasına rağmen tarihte çok az iz bırakmak gibi bir ikilemi yaşadı. Bunların tarih sahnesinde kazandıkları önemin gerçekçi tespiti açısından, yapılan arkeolojik buluntular sayesinden ortaya çıkmıştır.

Onlar hakkında bildiklerimiz arasında sayılan gerçek adlarının Avarlar olduğunu, ama bu adın bu adı batıya taşıyanlarca onlardan çalındığını, çünkü bu iki halkın da aynı halk olduğu konusunda haklı kuşkular olduğunu biliyoruz.

Çünkü dillerinde kullandıkları pek çok sözcük Moğolca konuşan kavimlerden oluşmakta oldukları kanaati oluşturuyordular.

Başlarındaki hükümdar artık Şan-yu değil kağan ya da han olarak adlandırılmaktadır; Han kelimesi de Kağan sözcüğünün bir türevi olduğu ve daha küçük konumda bir hükümdarı tanımlamak için kullanıldığı bilinmektedir.

Bu halkın egemenliği, 394-409 yılları arasında Şö-luen Kobdo bölgesinde Kao-kiu Ting-ling’lere karşı kazandığı zaferle başlar, böylece bir anda Semipalatinsk ve Tarbagatay’daki bütün halkların hâkimi durumuna gelirler.

Kao-kiu Ting-ling’ler daha doğrusu Ting-ling’ler çünkü kao-kiu Çincede “yeksek araba” anlamına gelmektedir.

Bu halk oldukça önemli ve gizemli bir halk olarak daha önceleri Vuhuanlarla müttefik olduklarında karşılaşmıştık.

Ting-ling’ler Hiong-nu konfederasyonundan ayrılıp Kuzey Moğolistan’a göç ettiler ve MÖ III. Yüzyıldan beri Talas ve Hazar Denizi arasında yaşayan Türk nüfusuna katılırlar.

Türkçenin bir lehçesini konuşmaktadırlar, bu da çoktan Türkleşmiş ortama kolayca ayak uydurmalarını sağlamıştır.

Çinliler doğal olarak bu halkı tielo ya da çie-lo adıyla anmaktaydılar. Bu sözcükler Türkçede tegrek ya da Töles sözcükleriyle karşılanmaktaydı. Töles büyük olasılıkla ya da genel olarak bozkır imparatorluklarının batı kanadına verilen addır.

Juan-juanlar, Ting-ling zaferinden sonra güçlenirler ama Hiong-nu İmparatorluğu’nu yeniden bir bütün olarak kurmalarını başaramadıkları gibi etraflarına onlar kadar korku salamazlar.

Bununla birlikte, topraklarını yukarı İrtiş ve Karaşar’dan Kuzey Kore’ye kadar genişletirler. Eftalit’lere çok bağlıdırlar. Eftalit’ler 10-20 yıl arası kadar Juan-Juan’ların egemenliği altında kalırlar ve aralarında evliliklerinden doğan yakın bağlar kurulur. Avarların en ünlü kağanı olan A-na-kuei Eftalitlerin hanının yeğenidir.

Bu halkın ilerleyişini durduran iç savaşlardan çok Veylerin kararlılığı olur.

Bilindiği üzere bu Veyler kuzey göçebeleri olan Tabgaç’lardır ve Juan-juanlar gibi barbar sayılıp Çin’in etki alanına girmenin riskini ve bunun sonucunda doğan tehlikeleri çok iyi hatırlamaktadırlar. Juan-juan İmparatorluğu’nun daha kurulduğu yıl, onlara karşı güçlü bir saldırı başlatırlar.

Gerekli gördükleri her seferinde bu ülkeye ve de sık sık saldırmaktan geri durmamış olmalarına karşı imparatorluğu yıkmayı başaramasalar da sınırda tutmayı başarmışlardır.

402 yılında da bu halkı Ordos’tan uzaklaştırmayı başarır ve 425’te Gobi Çölünü ele geçirirler ve Moğolistan’ın kuzeyine doğru ilerler, kağanları burada oturmaktadır. 

429-439 yılları arasında Juan-juan’lara yeniden saldırırlar ve Kansu’yu kendilerine bağlarlar, buradaki birkaç Hiong-nu kavmini Turfana kovalarlar ve 460 yılına kadar Kansu’da kalırlar. Sununda 458 ‘de Juan-juan’lara o kadar güçlü bir darbe indirirler ki artık bu kavim onlara karşı gelemez.

VI. yüzyıl başlarında sürekli patlak veren Töles isyanlarına ve belki de öç almaya hevesli Ting-ling isyanlarına neden olanlar bunu yapabilecek güce sahip olan Veyler midir?

Adları Türkçe olmayan, ama kendileri Türk olan Töleslerin artık Moğol egemenliğinde kalmaya dayanamadıkları ve bir süre sonra her yere dal budak sarmalarına yol açacak o özsuyun damarlarında dolaşmaya başladığını duyumsadıkları da düşünenler az değildir.

İmparatorluğun iki kanadının, 519’a doğru yapılan kavganın kökeninde onlar mı vardır?

İmparatorluğu iki Kanada bölme gereğinin altını önce Hiong-nu’lar, sonra Tu-kiu’ler ve pek çok kavim çizmiştir. 534 de Veyler de ikiye bölünürler ve böylece düşmanlarının zayıflamasıyla juan-juanların önü açılır. Ama juan-juanlar bu tarihten sonra birdenbire tarih sahnesinin dışına itilirler ve 552 yılında hayal kırıklığına uğrayan kağanları intihar eder.

Öte yandan 600 yılına yaklaşırken Uzak doğuda yaşadığı şüphe götürmeyen bir topluluk dokuz boyu bir araya getirir ve adı Türkçe Tokuz Oguç olan yeni bir federasyon kurar.

Hamilton’un açıkladığına göre Tokuz Oguç adı ses uyumuna göre değişime uğrayarak Tokuz Oğuz halini alacaktır.

Bu yepyeni dokuz boyun en güçlüsü çok geçmeden, belki de VII yüzyılın ortalarında, on müttefik oymaktan oluşan On Uygurlar, yani “on akraba” “on müttefik”leri meydana getirecektir. Uygur kelimesi Türkçede hısım, akraba, yakın, müttefik anlamına gelen uya’dan türetilmiş olup, uymak anlamındaki uy’dan gelmez.

Bunlar daha sonra bu federe topluluğun yönetimini üstlenmişlerdir, çünkü sırasıyla bir Tokuz Oğuz’dan bir Sekiz Oğuz’dan söz edilmektedir. Sekiz Oğuz denilir, çünkü daha sonraki dönemlerde üstünlük kuracakları bu federasyonun ilk teşekkülünde yer almayan Uygurlar bu birliğin dışında tutulmaktadır.

Bu federasyonun varlığı aslında varsayımlara dayanmaktadır ve olaylar, çeşitli teşekküller ve kelime dağarcıkları arasındaki benzerlikler, birbirini takip eden göçler ve Uygur topluluğundaki bölünmeler kafaları oldukça karıştırmaktadır.

Aslında Jordanes ve Agathias 531 ve 552 yıllarında On Oğurların, Oğundurların, Sarı Uygurların, Utrugurların, Ak-Kızılların, Işgil ya da İşgillerin ve Kafkasların kuzeyinde Bulgarların yani başında yaşayan Kutrugurların isimlerini sayarlar.

Bu iki yazar Tokuz Oğuzların ve On Uygurların hareket alanını bunlara göre daha doğuyu, Baykal Gölünün güney bölgelerini kapsadığını belirtir ve ayrıca bu boyların hareketlenme zamanı olarak daha ileriki bir tarihe işaret ederler.

Öte yandan İslam kaynakları önce Tokuz Guzların, daha sonra sadece Guzların, yani Oğuzların doğuya gelişleriyle ilgili olarak zamanımıza çok daha yakın bir tarih verirler. Özellikle yer ve tarih saptamalarıyla ilgili olarak bütün bu iddialar açıklık kazanmamıştır.

Yaygın ve dağınık olarak kullanılan çok fazla eski adın bulunduğuna ek olarak yapabileceğimiz yegâne saptama milattan sonraki ilk 500 yılın sonlarına yakın Türklerin art arda dalgalar halinde Doğu Avrupa’ya doğru kaydıklarıdır.

Aral Göllünün bozkırlarına dair sahip olunan bilgilerin eksikliği araştırmacıları kesin yargıya ulaşmak yerine, varsayım üretmeye sevk etmiştir.

Bazılarına göre Çi-Çi’lerin halefleri ile II. yüzyılda onlarla birleşen Hiong-nular batıya doğru göçmeye devam ederek çok geçmeden bugün Ukrayna dediğimiz bölgenin güneyine Volga ile Don nehirleri arasında buluşmuş olmalıydılar. Başkalarına göre ise tam tersine Hiong-nular batıya hareketleri sırasında karşılarına çıkan ve bugün kim olduklarını maalesef bilemediğimiz bazı kitleleri oraya sürmüş olmalıydılar.

Dolayısıyla bizim orada Hun (eğer aslı değiştirilmediyse 150 yılında Ptolemaios’da “Hunai” olarak geçmektedir.) adıyla karşımıza çıkacak olanlar ya bu Hiong-nular ya da kendilerinin onlar olduğunu iddia eden bu isimleri malum olmayan kitlelerdir.

Hun ismi talihin bir rastlantısı olmayacak kadar Hiong-nu ismine benzemektedir, o kadar ki Hiong-nu sözcüğünün Soğdca’sı Hun’dan başka bir şey değildir.

Eğer Ptolemaios’un belirlemelerini doğru kabul edersek, Hunlar MS II. Yüzyılda Aşağı Volga bölgelerine yerleşirler.

Burada MÖ III. Yüzyılında sonra Karadeniz’in kuzeyindeki Volga ve Dinyester Nehirlerinin arasında kalan bozkırlara gelerek İskitlerin yerini alan Sarmatlarla ilişki kurarlar (hemen bu tarihte değilse bile daha ileride) Ayrıca II. Yüzyılda İskandinavya’dan inerek, Dinyeper’in batısına yerleşen Gotlarla da komşu olurlar.

Tüm varsayımlar bir tarafa, Hunlar MS 374-375 tarihlerinde Balamir ya da Balamber adındaki bir önderin yönetiminde Don ve Dinyeper’i aşarak Cermen kökenli Vizigotlara, Ostrogotlara ve paleo-Asyalı Alanlara saldırdıkları kesindir.

Kendilerinden daha vahşi ve daha iyi silahlanmış Asyalıların bu baskını karşısında darmadağın olan Cermenlerin her biri dehşete düşüp selameti kaçmakta bulmuştur.

Hemen hemen aynı dönemde binlerce kilometre uzaktaki Çin’e yapılmaya devam eden ve yüzyıllardır ardı arkası kesilmeyen saldırılarla büyük ölçüde benzerlik gösteren bu müthiş barbar akınları böylece Avrupa’nın kapılarına da dayanır.

Üç gruba bölünmüş olan Hunlar, Uldız ve Muncuk’un saltanat sürdüğü dönemlerde kaçmayıp bölgede kalan unsurları bir araya toplarlar. Artık onlar Ural Ovaları ile Karpatların rakipsiz efendileridirler.

Romalılar onlara saygı duyuyor olmalıydılar ki, Hunlardan korkmaktan çok onlara hayrandılar.

Hatta Romalılar çocuklarını Hunlara rehin olarak sunup, karşılığında 427 de Vizigotlara, 428 de Fransızlara ve 430 da Burgondlara karşı kendileriyle ittifak yapmalarını isterler. (Aetius, yani Attila’nın hem arkadaşı hem de gelecekte kendisini yendiğini sanmış olan düşmanı da 405-407 tarihlerinde Hunlara rehin verilmiştir)

Böylece o tarihlerde; İtalya’da Galya’da, hatta söylendiğine göre Toulouse kadar uzak bölgelerde bile Hun atlıları görülür.

Onlara Roma İmparatorluğunun en güveniler müttefiki olarak bakılmaktadır. Yoksa Romalılar da Çinliler gibi kendilerini en yakın komşularından en uzaktakiler vasıtasıyla mı korumayı tercih ediyorlardı?

Romalıların Hunlarla kurduğu ilişkilerde anlaşılan o ki; Romalılar Hunları gelecekte ülkelerine endişe ve korku verecek bir halk olarak görmüyorlardı.

448-449 yıllarında Atilla’nın sarayında elçilik yapan Priskos, şatafat tutkunu ve uygarlaşmaya yetenekli bu yabani koca adama dair yargılarını acaba tarafsız bir gözle suna bilmiş midir?

Söylediklerine bakılırsa Hunların kralı büyük bir olasılıkla Eflak’ta bir yerde, üzerinde kulelerin yükseldiği duvarlarla çevrili ahşap bir kentte ikamet etmektedir.

Sarayı tahta oyma işleriyle ve kıymetli yün halılarla süslüdür, kıyafetleri nakışlarla donanmıştır, kıymetli taş kakmalı, altın ve gümüş sofra takımlarından yemek yemektedir.

Etrafı kendine yardım eden, fikir veren tercümanlarla, katiplerle- Yunanlı Onegesios, Romalı Orestes gibi birtakım yabancılarla çevrilidir.

Daha sonraki zamanlarda Cengiz Han da benzer hizmetler alacaktır.

Atilla çift başlı İmparatorluk hakkında her şeyi bilmekte olup Yunanca ve Latinceyi de çok iyi konuştuğu iddia edilmektedir.

Büyük bir askeri uzman, yönetmeyi bilen iyi bir kılavuz ve her zaman uzlaşma yolunu savaşa tercih eden usta bir diplomattır.

Atilla iktidara 434 yılında kardeşi Bleda’yla birlikte geçmiştir.

Bu iki kardeşin ilk ve en önemli sorunu II. Theodosius’a, seleflerine vaat ettiği 350 altın-lira yıllığı ödemek, hatta miktarı arttırmak olmuştur.

Bunun gerçekleşmesi için de Atilla ‘nın birkaç şehre sefer düzenlemesi ve yakıp-yıkması gerekmiştir. Fakat sonunda uzlaşarak anlaşırlar.

445 yılında Bleda öldüğünde ya da ortadan kaldırıldığında bu görüşmeler sürmektedir.

Elçi Priskos ’un bulunduğu konuma gelmesiyle bu olayın hemen sonrasında gerçekleşir.

Derken her şey bir anda değişir. Batıda çıktığı iki sefer Attila’yı “Tanrının Gazabı” na dönüştürecek ve tüm yaşamı boyunca elde ettiğinden çok daha fazla şöhrete kavuşacaktır.

Artık kendisi, geçtiğini yerde ot bitmeyen adam, o zamana kadar hiç dikkat çekmeyen askeriler Hunlarsa, insanlıktan nasibini almamış yaratıklar olarak anılmaya başlanır.

Atilla’nın kullandığı yöntemleri Cengiz Han ya da Timurlenk gibi çok uzak haleflerinin kullanacağı yöntemlere benzemektedir:

Atom bombası kadar caydırıcı bir silah olan dehşet salma silahına dayalı bu yöntemler kayıtsız şartsız teslimiyet ile toptan imha dışında hiçbir seçenek bırakmaz.

Zaten bu yıldırım seferlerin özünde fetihten çok yağma arzusu, yayılma ve genişlemeden çok kadın ve altın tutkusu yatmaktaydı.

Bu seferler, hayvanların yeniden otlağa dönene kadar dayanabilecekleri dört beş aylık bir süreyi aşmıyordu.

451 kışının Şubat sonlarında Attila, Tuna ve Ren Nehirlerinin yukarılarına kadar çıkarak, Mayence’den, yani bölünmüş sınırın savunmasız noktasından Roma İmparatorluğuna girer.

Burası Frenklerin 440- 441 savaşında yol açtığı felaketlere rağmen Roma mülkiyetine ait tüm topraklar içindeki hala en yoğun, en etkili dolu ve en düzenli bölgeydi.

Attila burayı tıpkı bir bomba gibi ani ve şiddetli bir biçimde vurur.

Şehirler ya para ödeyecekler ya da yakılacaklardır. Sonuçta hem para öder hem yakılırlar.

Trevise (Tarvisium), Metz (Divodurum), Laon (Alaudanum, Lugdunum Clavatum), Troyes (Tricassium), Auxere (Aautricum, Autessiodurum), Lutece (Luttetia), Parisiorum (Paris), Orleans (Cenabum), da kurku içindeki halk devasa bir göç dalgası halinde tepelere, ormanlara kaçışır, yollara dökülür.

Çünkü Hunlar, Roma imparatorluğu içinde de görev yaptıklarından Roma imparatorluğunu iyi tanıyorlardı. 

444- 447 yılları arasında Attila’nın ayağını bastığı her yeri yakıp kavuruyor, ancak bu yangının külünden yeni yeni azizler doğuyordu: Troyes’de Loup (Lupus), orleans’da Aignan (Ananus), Lute’ce de Genevievea, gibi piskoposlar, bakireler, yani eli kolu bağlı kalan Galya için kendini feda etme gücüne sahip olanlar. Tanrıya yönelttikleri ama hiçbir işe yaramayan sonsuz dualarıyla barbarları nasıl durdurabilirlerdi ki?

Attila ise Ren’ Nehrine doğru ilerlemesini yavaşlatan ağır ganimetinin yükü altında iki büklümdü. Acaba Orleans’da işler yolunda gitmemiş miydi?

Kuşkusuz istenen sonucu alınamamış ama öte yandan bunun kesin bir yenilgi olduğuna dair bugüne kadar elde edilmiş hiçbir kanıt da yoktur.

Attila yeterince ganimet toplamıştır ve yurduna dönmemesi için hiçbir neden yoktur.

Tüm gücünü yitirmiş haldeki ülke ise uğradığı kıyımın boyutlarını ancak fırtına dindikten sonra fark edecektir.

İşgal ve yağmaya maruz kalan topraklar yardım çığlıkları atmaktadır.

Geç de olsa Aetius’un lejyon birlikleri ve Galyalılardan oluşan yardım kuvvetleri şanslarını bir kez daha denemek isterler. 20 Haziran 451 yılında Troyes’in yirmi kilometre dışındaki Catalaunum ovalarında ya da bugün tercih edilen adıyla Campus Mauriacus bölgesinde Hunlara yetişirler.

Bu ünlü bölgenin sınırlarını tam olarak ifade edebilmek için bu meydan muharebesinin belirli tek bir alanda değil, koskoca bir eyalette yapıldığı söylenir. Yani yüz binlerce adamın atlı ve yaya manevralarını gerçekleştirebileceği kadar geniş bir alanda!

Attila savunmada beklemektedir. Fakat bu durum pek ona göre değildir. Bozkır insanı girişimci olmalıdır. Yoksa yurdundan çok mu uzaklaşmıştır?

Bütün bu ganimetlerle, bir yığın adamını feda etmeden kurtarmak istediği bunca çalınmış malla aşırı mı yüklenmiştir?

Kendisi için korkunç alabilecek tek adamı, “arkadaşı” Aetius küçümsemiştir. Can çekişen Roma İmparatorluğunun böyle bir çıkış yapabileceğine inanmamıştır.

Kendisini sıkıştıran ordu, Galya-Romenlerden ve aralarında Loireli Alanların ve Teheodorich’in yönetimindeki Vizigotların da bulunduğu her türden barbardan oluşmuştur.

Atila yenildiği takdirde, savaşların bütün meyvelerini, itibarını ve o gün kendi tarafında olan Frenkler, Ortrogotlar ve Gepidler gibi vasallarını ve uzaklarda bozkır ormanlarında yaşayanların sadakatlerini kaybedecektir.

Attila eski bir taktiğine başvurur: yük arabalarının arkasında gizlenebileceği bir siper meydana getirmeleri için emrindeki kuvvetleri daire şeklinde dizdirir.

Ayrıca düşmanını zayıf düşürerek kurduğu bu müstahkem ordugaha ulaşmalarını engellemek için öğleden sonra üçte üzerlerine süvarileri saldırttığı söylenmektedir.

Bu taktik sayesinde Attila’nın ordugahına sadece Vizigotlar ulaşabilecektir.

Üstelik de boşu boşuna. Daha sonraysa Attila gece karanlığından yararlanarak geri çekilir ve Ren Nehri doğrultusunda yola koyulur. Aetius şafak vakti savaş alanında tek başına kaldığını fark eder ve Hunları yendiği için övünür durur.

Halbuki Hunlar yenilmemişlerdir. Belki sadece zamanın kurnaz propagandacıları kendi çağdaşlarını onların yenildiklerine ikna etmeyi başarmışlardır o kadar. İşin aslı Hunlar bu savaştan hiçbir zarar görmeden çıkarlar. Hatta ordunun gücü öylesine yerindedir ki, Attila bir yıldan az bir zaman sonra yeni bir sefere çıkar.

Bu defa artık alacağı bir şeyi kalmayan Galya ’ya değil, İtalya’ya doğru yola koyulur. Latin şehirleri birbiri ardına düşer, Papa Attila’nın karşısına çıkar ve kendisini çekilmeye ikna eder.

O da Loup gibi Aignan gibi, Paris’in (Lute’ce, Lutetia Parisiorum) koruyucusu Nanterreli güzel kız gibi Aziz Büyük Leo adıyla ermişler listesine eklenir; Troyes’da Lutece’ce de Orleans’da, Roma’da yaşanan bu dört mucize, şansın Attila’nın karşından da tir-tir titreyenler için fazlasıyla yaver gittiğini gösteriyordu…

Özellikle alması son derece kolay olan Roma’da! Zira mucizelerden söz etmek gerekiyorsa tek bir mucize vardı, o da Hristiyan dünyasına saldıran adamın, Tanrı namına konuşan herkese karşı korku ve saygı duyan gerçek bir Altaylı olmasıydı.

Belki de bu adam Hıristiyanlığın gücünü iyi kavramış, imparatorluk içindeki geleceğinin bu dine bağlı olduğunu anlamıştı.

Catalaunum ovasındaki çarpışmaların coşkulu anlatıları okunduğunda bu savaşın çok büyük, korkunç, bugüne kadar duyulmamış bir savaştı. İlkçağ bunun eşini benzerini görmemişti.

Dünyanın en yiğit ulusların bu büyük savaşında iki tarafın tam yüz altmış bin adamı telef olmuştur diye anlatılır. Açıkça görülüyor ki bu savaş Galya’yı kurtarmaya yetmez. 

Fakat bundan sonra Hunları bir daha hiç görmedikleri için Galyalıların bu savaşla kurtulduğu iddia edilecektir.

Hun hükümdarlığı altında toplanan o denemde bilinen Germen, Slav ve Asyalı olan bütün tabileri, bugün ki deyimle söylersek soy ve boylara ait insanlarda oluşuyordu. Hun imparatorluğunun bölünmüş unsurları, Atila’nın kumandanlığı altında bir araya toplanmış, Attila adete onları yumruğu içine almış sıkmıştı. Kurduğu askeri güç ile Roma’ya, Konstantiniyeye, Çin’e sıktığı o yumruğunu sallamıştır. Birbirinin düşmanı olan bu ırklar, onun azim ve şiddetiyle, bir kalıba girmiş ama bir arada eriyip kaynaşamamışlardır.

Birçok girişim bu birliğin çok yapay olduğunu Attila’ya da göstermiştir. Çin’den Yuna ’ya kadar uzanan bu imparatorluk gerçekte, halkların uç uca konmasından ibaretti. Toplulukları yöneten Reisleri saymazsak onları bağlayan bir bağ yoktu. Hatta şahsiyetlere rağmen, her an, bu duvarlarda bir gedik açılması ihtimali baş gösteriyordu…

Çünkü Hun’lar kendilerine bağlayarak tabi kıldıkları topluluklar kendi eski kuvvetlerini, bağımsızlık ruhlarını koruyorlardı. Attila, bunlara Hun adetlerini ve ahlakını kabul ettirmeyi asla düşünmemişti.

Onların kanunlarına saygı duyuyordu. Birçok kez birçok topluluğun ettiği Attila’ya sadakat yeminiyle yetinmiştir.

Hal bu olunca bu siyasi binanın narinliği, dayanıksızlığı, onun temeli olan şahsiyet baki oldukça görünmedi. Fakat Attila’nın ölümünden sonra, bina çöktü. Attila’nın kurduğu imparatorluk bir anda parçalanır, Gotlar ayaklanırlar. Daha sonra diğer Cermenler de ayrılırlar.

Hunlar doğuya çekilirler ya da kendilerinden önce Çin’de Hiong-nu’ların da başına geldiği gibi büyük düşmanlarının, yani Romalıların himayesini isterler.

Neticede vasıl Roma toprakları dahilindeki Moesia ile Dobruca ’ya yerleşirler.

Bozkır insanları güçten düştükleri gerileme devirlerinde hep geçmişin güzel günlerini yeniden yaşamayı hayal ederler: Ama bir destan yeniden yazılabilir mi?

Attila’nın oğullarından biri Bizans’a saldırır. Fakat çocuklar her zaman babalarına benzemez.

Attila’nın oğlu başarısızlığa uğrar, mızrağın ucuna geçirilmiş kellesi Hipodromda halka teşhir edilir.

Hun İmparatoru Atilla’nın soyu doğrudan Hun Hanedanlığından geliyor.

Bu atalardan da önceki dönemlerde de soyu Sam efsanesine dayanıyordu. Hatta bir başka efsane Atilla’nın soyunu astur kuşuna kadar götürüyordu.

Bazılarının sungur da dediği bu kuşun, bütün uçan yaratıkların hükümdarı olarak yaratıldığına ve başında bir taç taşıdığına dair efsaneler vardır…

Bu olaylara ve halka ayrıntıyla değinmemiz Hunları Türk olarak kabul ettiğimizi ima etmektedir: kesin konuşmak gerekirse Hunlar, ortak ana gövdeden çok önce kopmasına rağmen Türklerle aynı dil ailesi içindedir. Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu fikir birliğindedir.

Ukrayna’da yapılan kazılar ortaya pek kesin bilgiler koymamışsa da Macaristan’dakiler Hunların biraz deforme olmuş bir brakisefal ırktan olduklarını göstermektedir.

Ayrıca Hunlar ortadan temelli silindiklerinde onların yerini proto-Türk oldukları tartışmasız kabul edilen boyların aldığını görüyoruz.  Bunlar Hunların mirasçıları ya da onların vasal’larının uzak akrabalarıydı.

Sanırız bu boyların tümü Tie-lo’larla yani varlıkları efsanevi On Uygurlarla birlikte gelmiş olamazdı!

Dile konusuna gelince, o da bizim için hala pek zayıf bir kanıt kaynağı teşkil etmektedir. Hun dilinde bilinen tek kelime hem Türk hem de Got dilinde karşılıkları bulunabilen strava, “şölen”dir. Anlamı hala bir sır gibi gizli kalan ve bir yığın anlam verilmeye çalışılan bir diğer sözcük de bizzat Attila’nın adıdır. Volga’nın Türkçe adı İdil ya da Etil de bu adla ilişkilendirilir.

Acaba bu olağanüstü adamın adı bir Cermen-Türk adı mıydı? Soy ağaçça, ülke kurucu “baba” anlamına gelen ata sözcüğüne, Cermen dilindeki küçültme eki ilave eklenmiş olamaz mı? Böylece bu ad halkın “Küçük Babası”, “Babacığı” anlamına gelmiş olamaz mıydı?

Halkı için “Babacık” olan bu adam başka halklar için ise Tanrı’nın gazabının tecessümüydü? En azından bazı kültürler onu bu gözle görmüşlerdir.

Hunların zarar ve tahribatlarından başka bir şey hatırlamayan ortak Avrupa geleneğinin aksine, ülküleştirilmiş bu kahramana son derce bağlı olan gelenekler de mevcuttur.

Burada Türklerin ve Macarların görüşlerinden değil, çünkü Türkler Attila’yı XX. Yüzyılda yeniden keşfedecekler, Macarlarsa onu yüceltmekten asla vaz geçmeyeceklerdir.

Almanların ve Fransızların halk destan şarkıları Nibelungen ile Burgunya’ya V. Yüzyılda yerleşen Cermen kökenli Burgunyalıların epik şiirleri birbirlerine oldukça yakındır. Bu şarkılarda örneğin “Attila’nın sarayındaki Burgonyalı Kralların Şarkısı” ya da “Attila’nın ölümünde Attila, yani Atlı, iyi kalpli koruyucu baba olarak anılır.

Aslında Frenklerin bir kısmı Attila’ya katılmışlardı. Attila’nın doğuşuyla ilgili olmasına rağmen Alsace yöresine ait bir destan olan Aziz Odil’de, Odil’in babası Ethelrik’in ki muhtemelen Atli’nin veya İdil’in değişik söylenişi ve kuzeni Azize Hunna ile kocası Hunno’nun Hunnowihr isimli bir şehirle bağlantılı oldukları anlatılır.

Attila, Tuna ovasında ordugâh kurmuş olan Hun kabilesine ait arabalardan birinde, Milattan sonra 395 yılına doğru dünyaya gelmişti.

Ona verilen Attila adının bir anlamı “küçük baba” idi. Denir ki ona verilen isim babası Muncuk ’un İtil nehrine atfettiği kutsiyette ileri gelmektedir.

Bazı kaynaklar da onun isminin asıl anlamı “Atlıhan” yani sürekli at sırtında gezen han olarak geçmektedir. Bazı Hun kaynakları da Attila Hun dilinde “demir demek olan “Atlı” – “Etzel” kelimesinden geliyordu.

Tarihin yan yana getirdiği tesadüfün cilvesine bakın ki Tuna ovasında ki Silistria (bu günkü Silistre) da o dönem Romalılara tabi Paniyonya eyaletinin Gardantirorum kasabasında, taşra milis kıtaları kumandanı Gavdantius’un da hemen aynı tarihte bir oğlu dünyaya gelir.

Bu çocuğa da Aetius adı verilir.

Tarihin yöneticisi sayılabilecek o gizemli ruh batı da oynanacak dramın bu iki baş rol oyuncusunu, ileride karşı karşıya getirerek, Avrupa’yı istilaya hazırlayan Hun kuvvetleri kumandanı, Asyalı muzaffer süvari Attila’yı ve Sitiliko’dan sonra en son gerçek Romalı namını kazanan, Doğu istilalarına karşı Batının kalkanı unvanına erişen Germen General Aetius’u aynı zamanda dünyaya bağışlamıştır…

O dönemler Hunların başkenti arabalarla kurulan geniş bir ordugahtan ibaretti. Hun sayılan bütün soy ya da boylar bu ordugahın etrafında toplanıyorlardı…

Bu yaşam biçimiyle Hunlar yerleşik ve az ya da çok şehirleşmiş bir hayat tarzına geçmiş olmakla birlikte, göçebe hayatın özelliklerini henüz terk etmemişlerdi.

Ailelerin meskeni olan bu arabalar, Hun ordusundan uzaktan, sonu gelmez göçebelik özelikleriyle, hiçbir şekilde sabırsızlık işareti göstermeden Hun kumandanı ve oluşturduğu ordusunu takip ederek yaşam sürdürüyorlardı. Bu göçebe yaşam biçimi zamanın varlığını kavrayarak onun gereklerinin bilincine varırlar.

Göçebelerin durumu yerleşik yaşam sürdüren insanların gözünde birbiriyle çelişkili gibi görünse de göçebelerin sahip oldukları erdemler arasında: daima savaşa hazır olma hali, sabır, sürat, hareketlilik, iyimserlik, kendi öz çıkarını düşünmeme, kaderine razı olma, gibi kazanılmış meziyetler sayesinde karşılarına çıkan engeller, göçebenin cesaretini ve zekasını kuvvetlendirir…

Göçebelerin yürüyüşü mevsimlerin birbiri ardına giden akışında gösterdiği ahenge benzer. Duraklamaya karar vermesi de önüne çıkan meraların bolluğundan kaynaklanır.

Göçebeler hareketlerinde serbest davranırlar çünkü doğanın kanununa bağlı olarak yaşam sürdürürler…

Bizans hükümdarı Marcianus’tan Hun hükümdarınca istenen yıllık vergi ya da özgürlüklerinin bedeli karşılığında istenen paralar için Murcianus da Attila’ya elçi göndererek “Haraç istiyorsa gelsin kendi alsın” diye karşılık verince, Marcianus’un vermiş olduğu ret cevabı Attila’ istediği savaş ve talan bahanesini vermişti.

Attila ilkbaharda Doğu Roma İmparatorluğuna hücum edeceğini bir emirle sefer için askerlerine hazırlıklarını tamamlanmasını bildirerek, kendisine tabi Germenler arasında bir teftiş seyahati yapar.

Onlardan bazıları, Hunların Avrupa içlerinde kesin olarak uzaklaştıkları kanaati oluşmuş olarak Hun hükümdarlığından ayrılarak bağımsızlığını ilan etmişlerdi.

Attila İsyan eden bu Germen liderlerini öldürmek suretiyle onlara yeniden kudretini göstermişti.

Bu isyancılardan birinin kızı olan İldiko harika güzel genç bir kadındı. Babasını öldürmemesi için Attila’ya boşuna yalvarmıştı. Attila, bu ricaya ve gözyaşlarına önem vermedi Etzelburg’a döndü. Fakat kızın güzelliği Hakan’ı çok heyecanlandırmış, Attila onunla evlenme arzusu duymuştu.

Başkent deki konaklama alanına gelince kendisine bağlı Hun halkı bu evliliği hayra yorup sevinç içinde Hakan’ın düğününe hazırlandı. Attila’nın Germen, Slav, Asyalı bütün tabileri bu nikah merasiminde hazır bulundu. Etzelburg un büyük salonunu gelen konuklar ve Ovayı araba izdihamı doldurdu. Şenlik hazırlıkları askeri hazırlıklarıyla karıştı. Çünkü Hakan, bir an evvel kendisi tarafından düzenlenmesini istediği sefere çıkmak istiyordu. Fakat: Düğün hazırlıkları sürerken, Attila’nın oğulları, babalarının bu yaşta yeniden evlenmelerini cinnet geçirdiğine yorup, davetlileri canlandıran sevinci hoş görmüyorlardı. Düğün büyük bir şaşaa ile yapıldı.

Oymak reisleri alışılmış hediyeler, atlar, ağaç kaplardan kımızlar, altında yapılmış mücevherler, erguvani kumaşlar, halılar, işlemeli ipekli kumaşlar, değeri taşlarla bezenmiş kakmalı eğeler getirmişlerdi. Asyalı ihtiyar bir Prens, Çinlilerden alınmış ve üzerinde gizemli bir işaret bulunan tunçtan kaplar, bir diğeri de tuhaf resimler ve fildişi heykeller hediye etmişti.

Ziyafet pek uzun sürdü. Çok fazla şarap içildi. Attila, seçkin konuklarından her birinin şerefine birer bardak içki içiyordu. Hakan içtiği bunca içkiden sonra sarhoş olmuştu. Bu arada düğünde hazır bulunanları görevli soytarılar eğlendiriyor, hokkabazlar toplar ve kamalarla, bin türlü oyunlar yapıyorlardı.

Meçhul ve garip hayvanlar, herkesin hayret nidaları içinde gezdiriliyordu. Bütün gün eğlencelerle geçti. Akşam olduğunda konuklar şarkı söylemeye ve içmeye devam ederken, Attila, yeni eşinin odasına götürüldü. Güzel kadının beyaz ve kumral parlaklığı, Attila’nın gözünü kamaştırmıştı. Onu hemen ve şiddetle soydu ve yanına yattı.

Yazılı kayıtlarda yazıldığı gibi “ayni gece İmparator Marciaus, Kostantiniye’deki sarayında birden uykusundan fırladı ve şiddetle haykırdı. Etrafındaki subaylara çok garip bir rüya gördüğünü söyledi. Kendisini tehdit eden bir yay görmüştü. Yayın bir anda iki parçaya bölünüp ortadan kaybolduğunu naklediyordu”.

İmparatoru dinleyen Subaylar: “Bu İmparatorluk için büyük bir öneme sahip bir işarettir. Bu rüya, şüphesiz memleketin korkunç bir düşmanının öldüğünü haber verir. Dedi. Marcianus bir dua okudu ve uyudu.

Etzelburg’un büyük salonunda, fazla yemek-içmekten sızmış davetliler, yerlerden yatıyorlardı. Kürkler ve sıralar üzerinde yuvarlanmış uyuyan kişileri, soğuk şafak aydınlatmıştı. Edekon’un elinin altında bulunan özel muhafızlar, güvey odasının kapısında bekliyorlardı. Sarhoş Hunlar yiyip içmekten tıkanmış, oldukları yerde öğleye kadar uyumuşlardı.

Ancak öğlen güneşi onları uyandırdı. İçmeye devam etmek istediler. Yarı mahmur tekrar sarhoş oldular ve ziyafet yeniden başladı. Attila mecliste bulunmadığı için soytarılar ar ve hayayı terk ederek, türlü türlü maskaralıklar yaptılar. Misafirler, şarabın etkisiyle Hakan’ın son aşkıyla eğlenmeye kadar varıyorlardı.

Fakat Onejes, endişe içindeydi. Muhafızlar onun soruları karşısında, odada hiçbir ses çıkmadığını söylediler. Bu kadar uzun bir sessizlik, Attila’nın hizmetkarını endişeye düşürüyordu. Attila’nın aşk işlerinde bu kadar geç kaldığı o güne kadar görülmüş değildi. Hatta herhangi bir yeni eş, onu bu kadar uzun süre oyalanmamıştı. Edekon yavaşça kapıyı vurdu. Ses yok! Vuruşunu şiddetlendirdi, gene ses yok! O zaman subayı bir çığlık atar!

Attila’nın oğullarını çağırdı. Atila’nın oğulları hemen ziyafet sofrasını terk edip geldiler. Istırap ile çırpınan bir izdiham, bir anda odanın önüne yığıldı. Fakat hiç kimse Attila’nın gerdeğe girdiği odanın kapısını açmaya cesaret edemiyordu. Attila’nın Muhafızları tereddüt içinde bulunuyor, Attila’nın oğulları ise kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.

Bu arada Edekon bir baltayla odanın kapısının sürgüsünü kırarak içeri girdi. Güneş ışığı, Hakan’ın yatağı üzerine serpilmiş ve Attila’nın çıplak vücutla, karnı üzerine uzanmıştı.

Üstüne yattığı beyaz kürk kana bulanmıştı. Onejen Hakan’a doğru atıldı. Henüz soğumamış bedenine dokundu.

Subaylar birer birer cesedin etrafına sardılar. Ölüm sebebini anlamak için cesedin her tarafına dikkatle baktılar, ama cesette hiçbir yara izi yoktu. Attila’nın ağzında damla damla kan aktığı anlaşılıyordu.

Cesedi koklayan zamanın hekimleri ondan bir zehirlenme alameti göremediklerini söylediler. Odanın bir köşesinde, yüzünü ve bedenini gizleyen İldiko, titriyordu.

Hunların bütün gazabı önce ona yöneldi, fakat o, sorulan bütün sorulara anlaşılmaz cevaplar veriyordu. Çıldırmış bir insan gibi gözlerini yere dikmiş, oradan ayrılmıyordu. Büyük ziyafet salonundan masalar ve sıralar kaldırıldı. Solonun ortasına debdebeli bir yatak kuruldu ve içine Attila’nın cesedi yatırıldı.

Bu arada bütün millet haykırarak, sarayı kuşatan setlere doğru koşuyor katili istiyordu. Skotta görününce etrafı büyük bir sessizlik kapladı. Hakanın doğal bir ölümle vefat ettiğini, iftarla yenilip içilen ziyafetin sonucunda kendi kanıyla boğulduğunu halka bildirdi. Dolayısıyla insanları yöneten kadere hiç kimsenin karşı koyamayacağını da belirterek, Hakanın bu ölümünde hiç kimse mesul değildir. Dedi. Ve Attila’nın faziletlerini övdü.

Ertesi gün, hakanlara alelade yapıldığından daha muhteşem bir cenaze töreni yapılacağını söyledi. Çünkü Attila hayatı boyunca milletinin büyüklüğüne ve zaferine çalışmıştı. Bütün Hunları bu törene davet etti.

Savaş oyunlarıyla ölenin ruhunu sevindirmelerini söyleyerek konuşmasına son verdi. Attila’nın bu ölümünün sebepleri bilinmez bir sır perdesi içinde saklandı. İldiko’nun Attila’yı boğarak babasının intikamını aldığı söylendi. Bazıları Attila’nın oğullarında şüphelendi. Ölümünü bir hastalığa bağlayan rivayet de halk arasında dilden dile yayıldı.

Halk teselli olarak bununla yetindi. Hakanın defnedilmesinden sonra, reisler Etzelburg’a döndüğü zaman, Attila’dan sonra kimin tahta çıkacağı konusu ortaya atılarak pek çok zorluk yüz gösterdi. 

Attila’nın kurmaylarından olan Onejes Attila’nın saltanatından önce millette hüküm süren düzensizliği geri getirecek, milleti eski göçebe hayata geri döndürecek bir bölünmenin tehlikelerini sayarak, Attila’nın büyük oğlu Ellak tarafından başlanılan işe devam edilmesini isterken, bu görüşe katılan Attila’nın diğer kurmaylardan Onejes, Skotta ve başlıca birçok kurmaylar, bunun içinde milletin başından yalnızca bir kişinin bulunması gerektiğini söylendiler.

Fakat Hakanlık ortak bir mirastır iddiasında bulunan Attila’nın diğer oğulları, komutanların öne sürdükleri bu fikirleri asla kabul etmediler. Bu ortak mirasın Hakanın Varisleri arasında bölünmesi gerektiğini öne sürerek Hakan olarak öne sürülen İlek’in taht üzerinden diğerlerinden daha fazla hakkı yoktur diye dayattılar. Buna delil olarak da eski zamanlarda olduğu gibi Oktar’ı, Rua ile Ebar’ı gibi şahsiyetleri Hakan olarak tahta geçiren eski adetleri delil olarak ortaya koyuyorlardı. İstedikleri ya Hakanlık bölünecek ya da bütün oğullar birlikte saltanat sürdüreceklerdi.  Deneyimli kurmay olan Onejes, öne sürülen bu iki hal çaresinin eksikliklerini görerek, İlek’te babasının dehası yoktu. Yine de tahta yalnız başına İlek çıkarsa, imparatorluğun parçalanmasına, kardeşler arası ihtirasların birbiriyle çarpışmasına engel olacaktı diye düşünceleri öne sürüyordu. Ama Atila’nın pek çok çocuğu arasından seçilen beş oğlu, birlikte saltanat sürmek iddiasındaydılar. İmparatorluk böyle yönetilirse babalarının çok büyük zorluklarla Hunlar arasında sağlayabildiği bağların devam ettirilmesi sağlanmış olacağını öne sürüyorlardı.

İmparatorluğa bağlı diğer yabancı tabiler, sakince bu olup-bitecek tartışmayı izliyorlardı. Bu tartışmaları dinleyenlerden Gepid Kralı Ardarik ayağa kalkıp Attila’nın sıklıkla kendisiyle fikir alışverişinde bulunduğu ve ordunun kumandasını eline verdiği birisi olarak; Germen ve Slav tabileri tarafından Attila’ya vaat edilen sadakat gereği, halef kim olursa olsun Büyük Fatih Attila tarafından orduya verilmiş ruhu koruyacak ve onun tasarılarını gerçekleştirecek bir hakan istiyoruz dedi.

Bu hitaptan sonra diğer tabilerde hararetle onu onaylıyorlardı. Güçlü ve canlı bir millete, eskisi gibi hizmet edeceklerini söylediler. Fakat bu millet parçalanırsa, eski bağımsızlıklarına dönerek, eski bağımsızlıklarını geri alacaklarını ilan edeceklerini, çünkü zayıf düşmüş ya da sınırları küçülmüş bir krallığa itaat etmek için bir sebep göremediklerini ilan ediyorlardı.

Toplantıda bulunan genç preslerden Dengizik ile İrmek, butur davranmak isteyen tabileri şiddetle cezalandırma tehditleri savuruyorlardı. Bu durum üzerine kavga çıktıysa da deneyimli kumandan Onejes, tartışmayı ertesi güne bıraktırdı.

Diğer tarafta da Attila’nın mezarını bekleyen süvariler, artık sönmüş, büyük bir ihtirasın hatırasını saklıyorlardı.

Muncuk’un oğlu Attila tarafından meydana getirilen millet, birkaç ay içinde parça parça bölündü. İmparatorluğun parçalanması sonu gelmez mücadelelere sebep oldu.

İmparatorluğa bağlı diğer tabiler de kendi bağımsızlığını ilan etmek için bundan faydalandılar. Yeni Hakanlar boşuna onları itaat altına almak için uğraştılar.

Ellak, Panionya’da, Netat Irmağı yanında, Ardarik tarafından mağlup edildi ve öldü. Kendisiyle birlikte otuz bin Hun da mahvoldu.

Dengizik, daima Valemir, Teodomir, Didemir kardeşler tarafında komuta edilen Ostrogotlar tarafından baba yadigarı olan mülkünden çıkarıldı.

Diğer taraftan da Asya sınırında Tufan Krallığı vardı. Bu kurallığın savaşçı hükümdarı Yon Gei’nin oğlu Can Çeu, Hunları rahat bırakmadı ve onları kendi malikanelerinden kovdu.

Çin İmparatorluğu da Hun imparatorluğu bakiyesi olan Hunlara saldırdı. Raven ile Konstantiniyeye, Attila’nın ırkını mahvetmek üzere yeni yeni seferler hazırladılar.

Büyük Hakan’ın ölümü sonucu gelişen bu gelişmelerden kısa bir süre sonra, ortada Attila’nın eserinden bir şey kalmıyordu.

Parçalanmış olarak eski hallerine dönmüş olan Hunlar, artık Avrupa’ya endişe ve korku veremiyordu. Etzelburg tarafından kalan Hunlar beyaz ırkların ortasından mahvolmuş bir adacığa benziyor ve bu adacık içinde eriyip gideceklerdi. Öyle görülüyor ki, Attila bu sonsuz dramın bütün oyuncularını, kendinden sonra feci bir akıbete sürüklemişti.

Vizigotlar’ın kralı Thorismont, ondan sonra daha üç sene saltanat sürdü. Bir gün kâtibi kan alırken, sarayından saldırıya uğradı. Silahsız ve kan kaybederken, saldırıyı düzenleyen düşmanlarını ezdi, fakat kendisi de vücudu delik deşik olmuş, kuvvette düşmüş, olarak oracıktan öldü.

Aetius artık mutlu olmadı. Valentinien’in nazırları Panionyalı’yı tehlikeli bir rakip gibi gösteriyorlardı. Bunun için pek çok kez onu öldürmeye teşebbüs ettiler.

General, bütün bu teşebbüslerden kendisini kurtardı. İmparator da bir süre sonra, karısına saldırdığı Maksimius’un darbeleriyle can verdi. Attila’nın talihine kaderini bağladığı başlıca kişiler, ondan kısa süre sonra öldüler.

Hunların yarattığı korkunç gürültü, sönüp gitti. Hunlara tabi milletler tekrar eski yerlerini aldılar.

Sanki Attila hiç dünyaya gelmemiş gibi, alem yine eski haline dündü. Harap olmuş şehirler, örülmüş duvarlarını kaldırdılar. Bir daha ot bitmeyecek tarlalara, yeni mahsuller verdiler.

Atilla’nın vücudu, Avrupa ile Asya’nın hazineleri altında yavaş yavaş erirken, onun etrafını bir hikayeler halesi sarmaya başladı. Saz şairleri, onun maceralarını dile getirdi. Attila’nın Şan ve Şerefinin öyküsü, gidilen yolları takip etti.

Hun İmparatoru Atilla, arkasında Türk tarihinde olduğu kadar, dünya tarihinde de derin izler, hatıralar bırakan bir liderdi. Birçok milletin hafızasında ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Onun hakkında İtalya’da, Galya’da, Germen ülkelerinde, Britanya’da İskandinavya’da ve elbette bütün Orta Avrupa’da yüzyıllar boyu dilden dile dolaşan efsaneler türetilmiş oldu. Roman, Resim, Heykel sanatlarına konu olmuş, hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Tiyatro yazarlarına, kompozitörlere ilham kaynağı olmuş olarak adına bir düzineye yakın opera bestelenmiştir. Almanların meşhur Nibelungen Destanı gibi çağdaşı kayıtları, onun babacan, iyiliksever yüksek vasıflı bir hükümdar olarak tanıtmaktadır. Katı dini taassup içindeki Hristiyan din adamları onun hakkında acımasız, gaddar diye hikayeler uydurarak yazılı kayıtlara geçirmişlerdir.

Dünya tarihinde yaptığı kalıcı etki bakımından Atilla tarihte ender yetişen, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış şahsiyetlerden birisi olarak “Savaş Tanrısı Ares’in Kılıcına sahip olduğu ve bu sayede bütün dünyayı ele geçireceği,” sözü Atilla hakkında söylenen efsanelerin en meşhurudur.

Belki de genç Hun kabile reisi, göklerin dört köşesinde, Attila gibi mağlubiyet bilmez bir ok germek arzusunu, daha şimdiden besliyor ve süvarilerini Büyük Fetih için dörtnala koşturmak Attila’nın büyük ruhunu yaşatmak yaşattırmak hayaline kapılıyor ve bunun sonsuza kadar sürmesini istiyor.

Attila 453 yılının Mayıs’ında sarışın güzel bir kızla, Ceren İdilko’yla evlendiği günün gecesi öldü.

Belki de katledildi ya da onca seks taşkınlıklarından, oburluklarından ve içki alemlerinden sonra şiddetli aşk arzlarının kurbanı oldu.

Gerdek gecesi, yeni karısı tarafından zehirlenerek öldürülmesinden sonra Hum İmparatorluğu Hakanlığını yönetimini üstlenen Atilla’nın oğulları, gerekli beceri ve basireti gösterememiş ve Bizans’ın egemenliğine girmiştir.

Fakat geçmiş zamanlarda Hun asıllı insanlardan paralı asker olarak yararlanan Atilla zamanında da Hun asılı askerlerin istedikleri zaman savaşarak ve talan ederek neler yapabileceklerini bilen Bizans İmparatorluğu yaşananlardan korkarak önceleri Hunluları bu günkü Bulgaristan sınırları içinde kalan Dobruca ’ya bu bölgenin dağlık ve ormanlık bölgesine toplu olarak yerleştirir.

Bulgarlar: Hunlar döneminde Dobruca ‘ya “Deliorman- Akkadın veya Dılova” gibi bu isimlerle de adlandırdıklarını söyler ve bugün bile o coğrafyada yaşanan Türk asıllı insanlar Hun İmparatorluğu zamanındaki isimler ile hitap ederler yaşadıkları bölgeye.

O denemde kalma Alperenlerden Akaslanlı Baba’nın Müritlerini eğittiği tekke ve tekke içindeki türbesi halen ayakta ve ziyaretçilere açık fakat Bulgaristan da Sosyalist Sistem değişince devlet destekli bakımı kaldırılmış dolayısıyla benim gördüğüm zaman olan 1996-1997 yıllarında harap halde sayılırdı.

Eski bakıcısı külliyenin içinde yaşıyor ama devletten düzenli olarak para alamadıkları için bakım yapamıyorlarmış, gelen ziyaretçiler arada bir bağış yapıyorlarmış ama 4-5 metrelik mezarın başına dikilen demir çubuklu haçlardan anladığım kadarıyla daha çok Hristiyan olmuş Bulgaristan ile komşu olan Moldovyalı Gagavuz Türkler burayı ziyaret ediyorlarmış.

Dobruca’ ya yerleştirilen Hunluların daha sonraki yıllarda yani gelecek herhangi bir zamanda neler yapabileceklerinden korkan Bizans’ın merkezi olan Konstantin’e (İstanbul) den uzak tutmak için o zamanlar nerede ise boş sayılan Maraş-Gaziantep-Kayseri ve Malatya ve Sivas ile çevrili bölgeyi Hunlara yani Kıpçak ya da Kuman Türkleri olarak bilinen Hunlulara vererek bu topraklarda diledikleri gibi yerleşik yaşam sürmelerini öğütleyerek buraya yerleştirirler.

İsim olarak o zamanda kalma bu bölgede yerleşik olarak yaşam suren Kuman ya da Kıpçak Hunlarından “Elbistan" ismi bir Türk Komutan yöneticiler arasında ünlüdür ve yerin ismi de bu isimle anılır, "Afşin" ismi de bir diğer Türk komutan adıdır. Yarpuz, Çolluhan bunlarda her biri birer Komutan adlarıdırlar.

Mesela Aynı yerleşkede var olan biri aşağı diğeri yukarı "Tat" olan iki köy vardır bu iki köyde aynı dönemde kalma olup bugün aynı isimle Orta Asya’daki Uygur devletinde aynı isim ile varlar ve dinsiz Türk olarak anılırlar.

Yaşam biçimleri gelenek-görenekleri Elbistan -Afşına bağlı Tat köyleri ile tıpatıp aynıdırlar. Tipik özellikleri hayvancılık yaparlar güzel koyunlara bayılırlar, su ile yıkanmayı pek sevmezler. Ama çok çalışkandırlar, Vesaire işte.

Bu Elbistanlı Tatlılar 1970 lere kadar ne Alevi nede Sünni idiler. Devrimci şehitleri de var. Ama bugün epeyce sünnileştirilmişlerdir.

Yeniden Güldede Köyünün yaşanmışlık öyküsüne dönersek: Öldüğü yere ismi verilen Türk Komutan Güldede ve yoldaşları bu savaşta ölen Hun asıllı bir Kuman-Kıpçak Türk Komutandır.

Elbistan Savaşına dönersek bu savaşa Hacıbektaş'ın abisi Menteş de Komutan olarak katılmış fakat Moğollarca öldürülmüştür.

Kardeşi Hacıbektaş-ı Veli ise o yıllarda daha küçük olduğu için Kadıncık Ana tarafından himaye edilerek, Moğollardan saklayarak korumuştur.

Yoksa bugün mitolojik olarak söylendiği gibi Hacıbektaş'ı Veli Horasandan bir güvercin olarak don değiştirmiş ve Ahmet Yesevi'nin "Himmetiyle Anadolu gelmiş değildir.

Hacıbektaş-ı Veli’nin Ahmet Yesevi'nin talebesi olduğu doğru ama güvercin efsanesi sonradan ön Türk kültürü olan Anadolu Aleviliği kültürü ile yaratılıp yakıştırılmış bir güzel ruh göçü benzetmedir. 

Moğol Komutanlar ve Askerlerine karşı korunmuş saklanma adına don değişimi olmuş ve yaşatılan hem sözlü hemde yazılı yaşam öyküsü ile günümüze kadar gelebilmiştir.

Ezcümle özet olarak tespit edip söyleyeceğim odur ki! Koca Hacıbektaş'ı Veli işte bu Savaşın bakiyesidir.

Bugüne kadar araştırarak- okuyarak bildiğim kadarıyla yazılı kayıtlara geçmiş bu bölgelerde başka hiçbir savaş benim bu konuları araştırmalarımda karşıma çıkmamış ve bilgim dahilinde değildir.

Elbistan ovasında geçen bu savaş 25 Ekim 1277 tarihinden Moğolların yenilgisi ile sona ermiştir.

Sağ kalan Moğol askerleri de Elbistan'ın kuzeyine yani Kayseri'ye doğru kaçarlarken bu günkü Güldede Köyünün sınırları içindeki ziyaret çevresinde son bir çarpışma olur ve işte bu son çarpışmadan öldürülen Türk komutan ile diğer iki komutan yan-yana olmak üzere kale içinde ki ziyaret tepesine gömülmüş Güldede de kuşaktan kuşağa yaşam süren insanlara emanet edilmiş olarak yaşamaktalar.

Başta Güldede Köyündeki Mezarlıklar olmak üzere, köyün çevresinde birçok tarihi yerleşke kalıntısı Çıplak gözle bile görülmektedir.

Güldede Köyünce Ziyarttepesi her yıl haziran ayının 24 ve 25'şinde (gün dönümü olarak bilinen günlerde) ziyaret edilir ve kurbanlar kesilir.

Belki de 25 Ekim 1277 de sona eren Elbistan Savaşı daha sonlanmadan yani 24-25 Haziran 1277 de Türk Komutan Güldede savaş sırasında yaralanmış 4 ay boyunca iyileşememiş olarak ölmüştür. O günden bugüne süren gelenek olarak kurbanlar kesilerek Güldede yatırı ziyaret edilmeye başlamıştır diye içimde kuvvetli bir inanç besliyorum. Ama keşke ispatlaya bilseydim diye hayıflanmaktayım çünkü tarihin yazılı kayıtlarına geçmiş Elbistan da gerçekleşen savaşın bitim tarihi ile Güldede Köyünde her yıl gündönümü ziyareti olarak kurbanlar kesilerek kutlanan zaman arasında 4 aylık bir zaman farkı var.

Güldede Köylülerinin her yıl yaptıkları bu kurbanlı ziyaret; bir ibadet olarak bilinir ama çevre köylerdeki kimi Sünni inançlı köylerce de yağmur duası olarak kabul edilmektedir.

Geçmiş zamanlarda bazı Alevi İnançlı çevre köylüleri Ziyarete kurban kesmeye geldikleri, bazı Sünni inançlara sahip köylerinde yağmur duası için ziyarete geldikleri ata-baba gibi büyüklerimizce bize anlatılmaktaydı.

Bu gelenek asgari bir şekilde de olsa bugünkü Güldedelilerce sürdürülmektedir.

Burada ilk defa yazacağım bir yerel gerçek var ki oda bu havalide birçok alevi köyü bir zamanlar gelir kurbanları keserlermiş ama günümüzde bu tür ziyaretlere Güldede köyü hariç hiçbirinden bu yıldönümü ya da gün dönümü kutlamasının yapılmamasıdır.

Güldede Köyü Ziyaret tepesi ya da kalesi içinde bir zamanlar Elbistan'a bağlı Çolluhan 'da böyle bir höyük üstüne kurulmuş bir yığma taş kaleden bahsedilirdi.

Hatta bu iki kalenin birbirini gördüğü söylenir ve kervan ya da yolcular buralarda gözlemci bulundurur, yol güvenliğini sağlarlarmış diye duymuştum ama doğrusu bu yeni yeri ne göre bildim ne sorgulatabildim.

Yazılı kaynaklardan anlaşılan ve bende oluşturduğu kanaatim o ki bu ziyaret gerçekten bizimkilerden önce burada yaşayan insanların hem savunma amaçlı hem de gün içinde sürdürdükleri bir yaşam yerleşkesi imiş.

Çocukluğumuzda köyün kadınları fırsat yarattığı her perşembe günü yanlarına çerez ya da "Kömbe" olarak bilinen iki adet sac arasında pişirilerek hazırlanan kömbe diye bilinen sac böreğini yapar o gün birbirlerine ikram edebilecek ne varsa yanlarına alırlar, biz çocuklarda peşlerine takılırdık.

Ziyarete vardığımızda samimi inançlarımızı tazeler bazı deyişler okunur, hoş ve mutlu bir gün geçirirdik. Bu güzel geleneği şimdi iç ses olarak özlemle anıyorum olup bitene saygılarımı sunuyorum.

Ziyaret tepesine 50-100 metre kala Köyün Karapınar sapağında yol çatallaşır biri sola Ziyarete, diğeri sağa Karapınar Köyüne giderdi. İşte tam bu çatallı yoların ayrılma noktasında "Küçük Ziyaret" olarak anılan bir çakıllı topraktan oluşturulan küçük bir öbek vardı.

Kadınlar ve orada bir vesileyle geçenler, O "Küçük Ziyaret" tepeciğinde durur etrafa dağılmış o küçük-küçük taşları-çakılları elimiz ve ayağımızla o göbekçiğe toplar, Şehit ya da Ermişler anıldıktan sonra, asıl Ziyarttepesi olan bugün bile yığma taşlardan oluşmuş surların içinde yatan Türk Komutan Güldede ve iki Yoldaş komutanı ziyaret edilir, Yattığı toprağına yüz sürülür, mezarında toprak alınır ince tülbentten geçecek kadar değişik yöntemler ile elenir ve azıcık kısmı "TEBERİK" olarak anılarak yutulur böylece de ölenlerin o güzel ruhlarını içimize çekmiş o tertemiz saydığımız ruhlarla buluşmuş sayardık kendimizi.

2005 yılında Sevgili Annemin özel isteği ile Güldede Köyümüzü ve konu-komşu ile dost akrabalarımızı görmeye gittiğimde doğal olarak Ziyareti tepesinde yatan Güldede nin huzuruna varmadan önce ne göreyim anlattığım "Küçük Ziyaret" yok olmuş düzeltilmiş yola eklenerek, yolu genişletilmiş olarak gördüm...

Ziyarete beraber gittiğim Muhtar Kemal'e "Küçük Ziyareti niye dağıttınız dedim. Muhtar da abi Karayollarındaki dozerciler böyle yaptı. Taşlık ve viraj diye alttan gitmediler.

Ama yol düzeltilirken burada öyle çok insan kemiği çıktı ki hiç sorma diye hayıflandı kendince…

Geçmiş Medeniyetlerin birinde bir şekilde geçmişte var olan bu günkü Güldede Köyü ve Güldede köyünün kuzeyinde bulunan Ziyaret ve çevresindeki eski yerleşke yerleri Hititlerce kullanıldığı bu kalıntılarında o dönemde kalma olduğu tahmin edilmektedir.

Bugünkü Gürün’ün Karkamış kayıtlarında yani Sümerlerin Anadolu’ya hâkim olduğu dönemde özellikle Asur kayıtlarında TEGRAMA olarak geçen yer bugün yazılı kaydı Hükümet yetkililerince Yolgeçen olarak değiştirilen ama halk arasında halen Tekrahme olarak söylenen ve bu bahsettiğimiz bu savaş soncu bu köyde sadece bir rahibe kadın sağ kurtulmuş olduğunu ve bu nedenle de bu köye “TEK RAHİBE” kısaltılmış ismi olarak “TEKRAHME” dendiğini yine ata-babalarımızdan dinlemişliğimiz vardır. Ve bu köyün, Güldede köyünün kuzey batısına düşen köy sınırları Güldede Köyü Ziyaret tepesine kadar gelen yerleşkenin adıdır.

Velhasıl bu yerleşke Güldede ismini almadan önce de bu ismi aldıktan sonrada, eski bir yerleşim alanı olduğu bir gerçek olgu olarak bugünde var ve var olduğu yazılı kayıtlara geçmiştir.

Aynı zamanda da Güldede de yaşayan insanlarca da söylence biçiminden dilden dile anlatılarak yok olmaktan kurtulmuş olarak böyle bilinmektedir. Güldede Köy mezar taşlarındaki eski yazılar çözülürse Köyün geçmişi daha çok gün ışığına çıkacaktır...

Bugün Güldede Köyünde yaşayan insanların ataları tarafından Tarla toprak alım satımlarında Tümüklerden bahsedilirdi. Tümükler: Kayseri Sarız ilçesi Çağşağ köyündeler ki bunlar da Koçgiri isyanlarından sonra yani 1920 li yılların başında Güldede köyüne gelmiş ve daha sonraları sahibi oldukları tarla topraklarını Şimdilerde Kaşanlı köylerinde oturan Atma aşireti mensuplarına satmışlardır. Daha sonraki yıllarda Güldede köyünden göç eden Atma aşireti mensuplarından Kaşanlı köylerine yerleşen Kaşanlı Atma aşireti mensuplarından da bu toprak ve tarlaları Güldede köyünden yaşan sürdüren Güldedeliler ’den Çako Mehmet Tepe, Süleyman Bölücek, Halil(Ğallo)Tepe, Hoca Ali Bölücek, Ahmet Gür (kel Ahmet) ve Şehgmehmet Kartal’a satmış, daha sonraları da Güldede köyünden göç ederek yakın akrabaları olan Kaşanlı köylerine göç etmişlerdir.

Tümükler olarak bahsedilen bir kardeşten de Mahir Kartal (Maho), kardeşi İbrahim Kartal (Kapo), Hacolardan Allo ve kardeşleri Haco ve Ali ile Köselerden Sato (Sadık Tepe) ve Topuklar olarak bilinen İbo ve Kardeşi Ali (Niri ki bu sözcük beklenen demliktir) tarla ve toprak satın almışlardır.

Eme-lerden bahsedilir ki bunların bir kısmı Akdere ve Başören köylerinde yaşıyorlar ve kan bağı olarak bizim sülaleden olup amcazade olarak 7-8 kuşak önceki amca çocuklarıyız...

Bazı tapu kayıtları ve muhtar senetleri ile alıp satılan tarla-topraklar da ismi geçen Morik, Kazanasmaz, Durağhasan gibi mülk sahiplerinin kim oldukları bugün Güldede Köyünden yaşayan insanlar tarafından bilinmemektedir.

Bu günkü Güldede köyü ’ne göç ederek yerleşenlerden Temmır: Güldede köyüne gelen ilk kişi olarak bilinir ve bunu takiben gelip yerleşen de Atma aşiretinden “Kabalar” boyuna mensup olan Kocakartal Mustafa ve onunla beraber gelen Kalender Kefo’nun babası olan Kaba Bektaş ki bu kişi de hem Çerkez hem de Siniklioğlu Sefer’in ve Mustafa Kocakartal ile beraber amca çocuklarıdırlar.  



ATMA AŞİRETİNİ YAZ…………………………………………………

Bizim sülalenin daha Malatya Arapkir de yaşarken bugün Başören ve Akdere'de aynı çadırdan ayrılmış ama bu sınırlara göç ettiklerinden kimlik değiştirerek Koçgiri ve Dersim ile Şeyh Sait ayaklanmaları nedeniyle gizlenme hissi duymaları sebebiyle Sünni olmuş akrabalarımı biliyor ve tınıyorum. Bunlar Mustafa Koçakartal’ın amca çocuklarından Çerkez, Siniklioğlu, amcası Sefer ve Eme ki Eme Siniklinin karısıdır. Eme alevi inançlı değil genç bir kızdır. Siniklioğlu Eme ile evlenmek ister. Ancak Emi: “Sen alevi inançlısın. Ben seninle evlenmem. Ancak Sünni olursan seninle evlenirim.” Der. Ve Siniklioğlu da inancından döner ve İslamın Sünni mezhebini kabul eder. Böylelikle Başören köyü ve Akdere köyünde yaşayan amcazadelerimiz sünnü olurlar. Yine Başören köyünde yaşayan Soyadları Şahin olan Bekir, Salih ve diğer emeler tıpkı bizim gibi, Akdere de yaşayan ve Soyadları Şahin olan Sefer’in amca çocuklarıdır.

Köyümüzü saran bu yerleşke de 1900'lu yılların ilk çeyreğine kadar Bölücek Dağı ve Maşat Dağı komple Ardıç ağacı ile kaplı bir orman olduğu nesilden- nesile gecen bilgilerden öğrenilmiştir...

1960’larda Sevgili Dedem İrbom-ı Kozuktan dinlemiştim, benimde içinde doğup büyüdüğüm evin tüm ağaçlarını Bölücek dağından kendisi kesmiş. "Hezan" olarak bilinen çapı yaklaşık 50 cm ile 1 metrelik ve uzunluğu 3-5 metreyi rahat bulan bu ve benzer ağaçlar o kadar çoklar imiş ki kendisi 35 ağaçtan hiç inmeden daldan dala gezindiğini anlatmıştı...

O yıllarda bir taraftan, devlet olmak üzere Sivas-Kayseri-Maraş ve Malatya’nın bu dağlara yakın olan köylülerinde bu ormanı yakarak kireç ve katran elde etmek için, bütün ağaçları keserek dağlardaki koyaklarda yakmışlar.

Söylenenlere göre dönem zor ve kıtlık dönemleri yaşanmış yakılan bu ağaçlarda odun kömürü elde edilip kasabalara görüp satar halk deyimiyle devliklerini (Yeme-içme ve giyinme gibi ev içi aile ihtiyacı) gördükleri gibi kimi zamanda barınma ve ısınma ihtiyaçlarını kestikleri bu ağaçlarla görürlermiş ama şimdi sığındığımız canım dağlar ağaçsız ve çırılçıplaktırlar…

Hem Maşat hem Bölücek Dağlarında çokça "Kireç ocakları" yeri bugün bile o dağlarda gezinenler görür ve dağların bu çırılçıplak hallerine hayıflanırlar...

Şimdi ki Güldede 'nin bu haliyle köy oluşu 1850 ve sonraki yıllara yani Osmanlı topraklarında 1900 lu yılların iç ve dış isyanların bol olduğu yıllara dayanır...

Yazılı kayıtlardan da anlaşıldığı gibi Erzincan-Malatya- Sivas-Kayseri-Tokat- Maraş gibi yerlerden gelip günümüz Güldede Köyüne yerleşenler sıfırdan bir Köy kurmamışlar.

 Güldede Köyünde bugün yaşam sürdüren insanlar Mustafa Kocakartal ve Temmır adına Eski Tapu kayıtlarına sahipler.

Güldede Köyü'nde birçok doktor, profesör, öğretmen, avukat, mühendis ve iktisatçı, Gazeteci- TRT kökenli Yapımcı- Yönetmen Televizyoncu yetişmiştir, genel olarak 'Güldedeliler ilim ve irfanı kültür edinmişler bu günkü eğitim durumuna göre Güldede köyünden yetişen insanlar bir devlet yönetecek kadar kariyer, bilgi, beceri, görgü ve kabiliyete sahip iş ve mesleklerde yaşam sürmekteler...

Topraklarını bizimkilere satanların soy devamının bir kısmı bugün Gürün ilçesine bağlı Başören -Akdere köylerinde, bir kısmı Elbistan- Kaşanlı köylerinden yaşam sürmekteler. Kaşanlılar olarak isimlendirilen 4 ayrı köyden oluşurken yine Elbistan Afşına bağlı Koçova köyünde de atma aşireti mensupları yaşam sürmektedirler. Bu Atma aşireti mensupları da bizim gibi Malatya Arapgir ilçesinde yaşam sürdüren Atma aşiretindedirler...

Zaten eskiden ziyaret 'in çevresi büyük bir yerleşim alanıymış ve halen eski harabelerinin temelleri toprak arazide çıplak göz ile fark edilir ve varlar...

Belki de işin güzel yanı yeni Güldede bu eski yerleşkenin dışında boş bir alana kurulmuş olmasıdır. Sebebi nedir araştırmak gerek...

Eğitim:

Eğitime önem verilen köyde kız ya da erkek çocukların okutulmasında herhangi bir ayrım uygulanmaz.

Bugün var olan insanların Eğitimi Cumhuriyet dönemi olarak bilinir ve köyümüzün ilk öğretmeni Maraş iline bağlı Elbistan ilçesinin Oğlakkayası köyünde POYRAZ isimli zat-ı muhteremdir...

Kendisinin Mısır’da o ünlü Medresede (şimdilerde İslam Öğretimi veren El-Ezher üniversite) eğitim almış olduğu söylenir. Günümüzde çocukları Gaziantep'te yaşamaktalar...

Poyrazın öğrencisi ve Damadı olan Ginnıli Ali Bölücek köyümüzün ikici öğretmenidir. Harf devrimine kadar eğitim eski Türkçe ile yapılmış.

Öğretmenin maaşı buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ile köylülerce karşılanırmış. Eğitim-öğretim de Kış aylarında verilirmiş...

Ali Öğretmen Ölene kadar ve bugünde her anılmasında Hoca Ali olarak hitap edilirdi. Bugünde böyle yad ediliyor. Ali öğretmenin günümüz de yaşayan Profesör, Sosyolog ve Makine Mühendisi öğrencileri vardır. Ali Öğretmen 1980’li yıllardan İstanbul da vefat etmiştir.

Güldede köyüne İlkokul: 1956 da zamanın Sivas Valisi Kadri Erdoğan’ın sadece bir yıl süren Sivas Valiliği döneminde köylülerin emek ve malzeme katkıları ile Devlet destekli olarak yapılmıştır.

Köye resmi ilk okul yapıldıktan sonra, Hoca Ali de eğitimden çekilmiş köyün cenaze işleriyle ilgilenmiştir…

Bu düzenli sayılabilecek eğitim öğretimin sağladığı bilgi ve görgü sayesinden köyümüz büyük oranda okuma yazma bilmektedir...Hoca Ali’nin kardeşi olan Salman Çavuş Askere gidecek gençlere kışın askeri eğitim verirdi...

Özellikle kış aylarında köyün herhangi bir evinde "Hz. Ali’nin Cenk hikayeleri" ve "Dedem Korkut Masallarını Bengiboz ile Beybörek" falan gibi öyküleri şiirsel bir dille anlatırlardı...

Bu sözlü anlatı işinde, Elbistanlı Çoban Hüseyin (Alo amcanın damadı) ile Salman Çavuş çok başarı idiler...

Köy odaların evde ve elde var ise kitap okunur kitap okumayı Alfederin büyük oğlu Şiğo çok düzgün ve başarılı bir sesle okurdu. Okunan kitaplar ve bazen de sözlü anlatılar, günlerce, haftalarca aylarca süren kış boyunca devam ederdi.

Yazın bile tarlada topluca ekin biçmede ya "Aldı Kerem, Aldı Aslı" gibi öykülü türküler söylenir ya da "Köroğlu-Dadaloğlu" gibi destanlar arkası yarın gibi öykü ya da destansı masallar-anlatırlar, kimileri de “Barak usulü” bu öykülü türkü ve söyleşiler dilden dile anlatılır ve eşe dosta yayılarak unutulması önlenmiş olurdu.

Güldede Köyünden Şehirlere Yeniden Göç:

Büyük göçler 1960 lı yıllarında başlarında ilkokulu bitiren çocuklarını okutmak için başlangıçta kasabaya daha sonraları da büyük şehirlere olmak üzere başlayan giderek 1980'li yıllarda ise iş-aş ve yine çocuk okutma bahanesiyle, okutacak çocuklarıyla beraber göç doğrudan İstanbul ve Ankara’ya yapılmıştır. Okuyan gençler okuduktan sonra Şehirlerden işe başladıkları için ve Köydeki Ailesi onlara yakın olsunlar diye peşlerinde giderek, göç etmişlerdir.

Tabii ki bu köyden kente göç işine, Şehirlerdeki gecekondulaşma da en önemli etken olmuştur.

Köyden kente göçe bir neden de her Türk köylüsü gibi Güldede köylülerinin de yedi sülalesinin birikimi hiçbir zaman bir gecekondunun ederi kadar zenginlik sağlayamamıştır.

İnsanlarımızın doğdukları ve çok ama çok sevdikleri Güldedelerinden; birçok çeşitli nedenlerden dolayı başlayan göçler ile 1980'lı yıllarda yaklaşık olarak 60 haneyi bulan köy 10 haneye kadar düşürmüştür.

Köyden İstanbul'a göç edenler özellikle Dudullu, eski adıyla 1 Mayıs, yeni ismi Mustafa Kemal Mahallesi, Küçükçekmece ve Gazi Mahallesi'nde ikamet etmekteler. Ankara’ya göç edenlerde hemşeri ve hısım- akrabalarının bulunduğu Makak-Tuzlu cayır ve Noto yoluna göç ederek yerleşmişlerdir. Bu yoğunlukla, Köyden göç edenler, 2000'li yıllardan itibaren, terkedilmiş zannedilen köyü tekrar sahiplendiklerini göstermişlerdir.

Hâlen devem etmekte olan ev inşaatları ve diğer yapılanmalar köyün gelişiminde yeniden önemli rol oynamaktadır.

Mutfak ve Diğer Gelenekler:

Kendine özgü yemek çeşitleri şöyledir:

Sini kömbesi, Sac kömbesi, Sarmısaklı(kılloresire) kömbe ya da "Molğırobe" olarak bu isimlerle söylenir. Sini kömbesi hazırlanırken bol miktarda tereyağı tüketildiğinde bu kömbeye "Molğırobe" Türkçe deyişle ev yıkan da derler.

İçli köfte: Etli ya da patatesli ve benzer gıdalar kullanılarak hazırlanır ve haşlanarak servis edilirken yanına yeni eritilmiş sıcak tereyağı tabağı konur, dileyen içli köftesini bu yağlara batırır ve öyle ısırır.

Sulu börek yani manti: Mantı 3 çeşit hazırlanabilir etli, Etli patatesli, Lorlu yani Çolluklu hele de bu çöllük deri çöllüğü ise değme keyfine, kaşıkla gitsin.

Borani yani Yemlik ya da Sılmık olarak anılan yeşil bitkiler ile kaynatılmış Ayranlı, Sarmısaklı Bulgur çorbasıdır yazları çok sevilerek yenen bir yaz yemeğimizdir…

Hele daha çok kışın ya da Sonbaharda hazırlanan bir Sıcak Sütlü Yarma Çorbamız var ki adı "Teneşir” denir bu yemeğin adına. Yemeden yanında yat derler ya o misal yani...

Ekşili köfte olarak bilinen kırmızı pul biber biraz karabiber ve küçük küçük doğranmış soğan ile bulgurun hamurlaştırılıp her biri birer nohut tanesinden biraz daha büyük yuvarlak taneler haline getirilmiş malzemeyle beraber biraz küp-küp doğranmış patates biraz güneşli günlerde gölgeden kurutulmuş kuzu kaburgası eti ile biraz nohut- biraz kuru fasulye biraz taneli mercimek ile içine bol miktarda katılmış sumaklı sulu yemek müthiş bir kış yemeğidir.

Hazırlanmış bulgur taneleri tek başına kaynatılıp soğutulduktan sonra üzerine doğranmış Sılmık ya da yemlik ile karıştırılmış ayran veya yoğurt eklenerek yenen yemeğimizin ismi ise Kultu’tur.

Daha çok Doğum yapmış kadınları gözün aydın ziyareti sırasın diğer kadıların ziyarete giderken beraberinden götürdükleri "Pallür" yemeğimiz var. Kaynatılmış Un ve yağdan ibaret olup bir tepsiye konduktan sonra içi oyularak çukurlaştırılır ve içine Pekmez ya da bol tere yağı ilave edile-bilinir. Yerken haşlanmış hamur kaşık-kaşık alınır ve içindeki tere yağlı pekmeze batırılarak lezzeti artırılarak yenir...

Yine Sahanda Dut veya Kurutulmuş Kayısı Kavurmamız var. Bunlarda Doğum yapmış kadınların sütü artsın diye ve yeni doğmuş çocuğa bir hediye eşliğinden götürülür...

Güldede Köyünün yerleşke sınırları olarak, Güldede Köyünün Doğu'sunda Maşat Dağında Osmanlı Çalı, Gelin döşeği, Yılan ocağı, Maşat yolu (Caddesi), ve Karakuyu Köyü ve Kuzey Doğusunda ise Aşağı ve Yukarı Yaylacık köyleri bulunmaktadır.

Kuzey'inde Ziyaret tepesi ve arkasında Karapınar-Tekrahme Köyleri ve Galip Beyin Tarla Höyüğü, Kırmızı Çal, Toptaş ve Devlet Koyağı bulunmaktadır.

Köyün Batısında Bölücek Dağı eteklerinde Kaygana Koyağı. Halifenin Höyüğü ve Güllübücak Köyü ile Devecayir Köyü bulunmaktadır.

Güney'inde; Hatice Pınar Köyü, Oğlakkayası Köyü. Başören Köyleri bulunmakta olup aralarında Büyük Güney ve Ali Bey Kuyusu sınır kabul edilmiştir.

Sivas İline 180 kilometre, Gürün ilçe merkezine 35 kilometre uzaklıktadır.

Nüfus Özelliği: Ziyaret 'in çevresi eski uygarlıklardan kalma bir yerleşim alanı olduğu bilinmektedir.

Şimdiki Güldede Köyü ise 1850'lerden sonra 1900 lu yıların başından itibaren yeni bir yerleşim alanı olarak kurulmuş olduğu sanılmaktadır.

İklim ve Nüfus Özelliği olarak Köyün iklimi, Türkiye'deki karasal İklimin etki alanı içerisindedir...

Soylar:

Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yılları sonları ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş yıllarında başlamak üzere Malatya'nın Arguvan İlçesi Şotik Nahiyesi Bahşikan Köyü'nden göçerek Güldede Köyüne gelen; Mustafa Kocakartal ve ailesi, bugün bir kısmı Kartal, diğer bir kısmı da Tepe soyadını taşımaktadırlar. Bunlar Kardeş çocukları olup Atma aşireti Kabalar oymağındalar.

Geçmiş zamanlar içerisinden Malatya'nın çeşitli yerlerinden gelen aileler ile Sivas – Tokat-Erzincan ve Maraş’ın çeşitli yerlerinden göç ederek gelip bugünkü Güldede köyün mevcut nüfusu 'nu oluşturmuşlardır.

Kılıç'lar ve Bölücek'ler Sivas/Zara yöresinden takriben 1920 li yılların başında gelmişlerdir. Bölücek soy ismini taşıyanlar Ginnıli aşiretine mensupturlar. Kılıçlar ise Koçgiri aşiretlerinde Dılolar sülalesine mensupturlar.

Hacolar: Tokattan Zile’den Sivas Güldede köyüne gelmişlerdir.

Karagöz soy ismi taşıyanlar: Hacı Karagöz’ün babası Oruç Elbistan Daşlık köyünden göç etmiş Ğallik-ki Kır-e ki bu ailenin bir kısmının soy isimleri 1970 lı yıllarda Tepe olarak nüfusa kaydedilirken bir kısmının da soy isimleri Kara olarak devam etmektedir. Bunlar önceleri Arpaçukur köyüne yerleşirken daha sonra da bir kısmı Güldede köyü’ne gelmişlerdir.

Ğolo Yusuf (Yusuf Dayi) diye bilinen Yusuf Dayi’ nin babası ve Alo Birimi’n babası Hüseyin ile Köse İbrahim kardeştir. Bunlar Elbistan’a bağlı Afşin’in Atmalı köyünden gelmeler. Köse İbrahim’in çocukları Sato- Cemal- Hasan ve İmam Tepe’dir.

Cınnolar olarak bilinen ve soy isimleri Demir olan aile ise Elbistan Kalecikten göç etmişler ve bir kısım akrabaları yine Elbistan Koçova köyünde yaşamaktalar.

Erdal'lar: yani Kurduklar ile Ğubuklar olarak anılan Ali Cumo’nun babası Ğubuk Ali yani Boyuneğrilerin ve Kuşuklar olarak bilinen Ulu’nun babası ve Kutto Hasan olarak bilinen Çopurlar yani Hasan-i Kutto’nun babası kardeştirler, Malatya Büyük Körüklüden akrabaları vardır.

Gür soy ismi taşıyan Kel Ahmet ve diğer Gür soy ismini taşıyanlar ise Ginni aşiretinden Kandolar olarak bilinen aşiret mensubudurlar.

Ayıboğanlar olarak bilinen Hüseyin’in babası Hasan ve amcası Veli, bir diğer amcası İbrahim olup Köseler ve İbiklerle akrabadırlar.

Erdal ve Birim soy ismi taşıyanlar Malatya Arguvan İlçesinin Birim uşağı köyünden gelmişler.

Boynueğri ve Ayıboğan soy ismi taşıyanlarda Bahşikan köyünden gelmişlerdir.

Çopur soy ismi taşıyanlar Arguvan Kömürlük köyü ‘den gelmektedirler ...

(Malatya- Sivas- Tokat- Maraş gibi bölgelerden gelenlerin hemen hepsi Atma Aşiretine mensupturlar...

Bunlardan bazı aile guruplarının daha sonra ki yıllarda ismi Atma olarak kalmış olmasına karşın. Bazı sülalelerin ise:

Kimi Sine millî,

Kimi Canbeg,

Kimi Şotik olarak isimlendirilmişlerdir. Komşu köylerde yaşayan Sinemil’ler bizimkilere Şotik diye takılırlardı. Bizimkileri Atma aşiretinden kopmuş Şotik sayarlardı.

Kimi Koçkiri,

Kimi İbolar,

Kimi Ginniyan gibi soy ve boy isimleri almışlardır.



ATMA AŞİRETİ:

Hun İmparatoru Attila’nın Milattan Sonra 453 yılından öldürülmesi sonucu Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğunun egemenliği altına girişlerinden sonra bugünkü Bulgaristan Deliorman -Dılova- Akkadın veya yaygın kullanılan isim ile söylersek Dobruca ’ya toplu olarak yerleştirilen Hunlar burada yaşam sürdürmekteyken Atilla’nın İlek, Dengizik ve İrnek isimli üç oğlu vardı. Fakat hiçbiri babasının yerine tutamadı. Önce İlik Hun imparator oldu. Ama Germenlerle yaptığı savaşta öldü. Onun yerine geçen kardeşi Dengizik cesur ama Hun imparatorluğu yönetecek kadar ileri görüşlü değildi. Buna rağmen Atilla’nın ölümünden sonra dağılmaya başlayan Hun İmparatorluk birliğini yeniden kurmak için çok çalıştı ama sonunda başarısızlığa uğradığı gibi savaştığı Bizanslıların kılıcı yaralanıp 469 yılında öldü. İrnek ise büyük kardeşleri öldüğü için artık orta Avrupa da durmanın zorluğunu anlayarak ve savaşlardan yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz’in batı kıyılarına döndü.  Ve İrnek idaresindeki bu Hun kitlesi Karadeniz’in kuzeyindeki Oğur (oğuz boylarında biri olan Oğurlar) gurupları ile birleşerek 482 yılında Bulgarları meydana getirmiştir.

Arkasından Hunluların Bizans’ın egemenliğini kabul etmeleri nedeniyle ve Bizans’ın Hun Türklerinin ne yapabilecekleri pek Kestirememesi daha çok da gerçekten Huyluların her an, ne yapabileceklerinden korkmalarından dolayı Hunları kendilerinden uzaklaştırmak ister ve bunları Anadolu iç kısımlardaki Doğu Roma ya da bir diğer ismiyle Bizans egemenliği altındaki topraklara yönlendirirler. Korkularından dolayı yapılan bu yönlendirme ile Bulgaristan da yaşam süren Türk kültürlü Hun Türkleri ve daha sonraları Anadolu topraklarından yaşam sürdürdükleri bir dönemde yaşadıkları topraklarda atılan bu Hun Türkleri Atma aşireti ismini alacak olan bu kavimler göçü kalıntıları olan insanlardır.

Dobrucadaki (Deliorman-Akkadın-Dılova) yerlerinden atılarak Karadeniz kıyılarını takip ederek İstanbul boğazını arkasında bırakarak Karadeniz kıyılarını gezerek bugünkü Trabzon-Samsun havalisine yerleşirler yine belli bir zaman sonra da buradan ayrılıp Anadolu’nun içlerine doğru hareketlenir, Yozgat’a gelirler.

Yozgat'ta 2000 çadır olarak, gelmiş Çiçekdağı, Akdağmadeni ve Sorgun bölgesini kendilerine yurt edinmişler.

Atma aşiretini ayrıca uzun uzun araştırıp, yazmak lazım çünkü ortak yaşamakta idiler ve dağıldıktan sonra bugün Sivas-Kayseri-Maraş-Malatya-Elâzığ-Bingöl-Adıyaman- Tunceli- Erzincan gibi birçok yerlere göç etmişlerdir.

Bunların tamamı aynı aileye ait değildir. İçinde değişik yaşam biçimi benimsemiş Kabile soy ve boylara mensup aileler vardır. Çünkü dönem Soylar, Boylar ve Beylikler dönemi.

Yozgat'a iki bin çadır olarak yerleştikten sonra Osmanlının da Anadolu’da kök salması temelleri sağlam yere basan ve yaşanacak egemenlik alanlarını belirleme cabasının olduğu 13. Yüzyılın sonu 14. Yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu olarak hükümranlık süren Osmanlı ile Yozgat’a yerleşmiş Atma aşiretinin yaptığı toprak savaşında, Osmanlıya yenilen Atma aşireti;                                                                                                     Savaş yeniği olarak Sivas-Erzincan- Tokat-Çorum- Maraş- Malatya- Dersim bölgesi gibi Birçok yere dağılmış ve yeniden yerleşik düzene geçmeye çalışmışlar.

Atma aşireti Dersim ve civarlarında Alişan Bey'in liderliği ile yaşam sürerken;

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

sülalenin şeceresini buruya yaz.



Gerek Osmanlı gerek Osmanlı’dan önce Selçuklu yani Akkoyunluların egemenliği döneminde Eyalet beyliklerinin en yüksek şeklini korumayı başarmak kendi milli egemenliğini elde ederek korumak amacıyla Devletleşmiş hükümet yönetimlerine karşı başkaldırır ve silahlı ayaklanmalar sürekli bir hal alarak yaşam sürermiş.

Akkoyunlular’ın egemenliği döneminde, Akkoyunlu devletinin Erzincan Valisi Dersim’in başıboşluğuna veya egemenliğini kabullenmemiş olarak Dersime el atmış olduğu için Atma aşiretince öldürülmüş.

Dersimlilerin Akkoyunlulara indirdikleri bu darbe sayesinden 14. Yüzyılın sonuna kadar bölge olarak tüm Dersimliler istedikleri gibi yaşam bağımsızlıklarını sağlamış olarak yaşam sürürler.

Daha sonraki yıllarda Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerin varlığına son veren Timur (Aksak anlamına gelen, Timurleng)

Van’ı teslim alarak Karakoyunluların hükümdarı Kara Yusuf’u esir ettikten sonra, Güney Fırat vadisinden batıya doğru yürüyüşü sırasında Dersimliler tarafından kendilerine ait Saydıkları tüm yöresel geçitleri tutmuş ve Timur’un istila ordularına geçit vermek istememişler.

Timur’un Anadolu’daki egemenliği sona erdikten sonra yeniden canlanan Akkoyunlular’a ve daha sonra Osmanlılara karşı da Dersim bölgesinde yaşayan halklar, daima çatışarak yaşadıkları yörede kendi muhtariyetlerini koruyabilmişler.



AŞİRETLERİ YAZ



ATMA AŞİRETİ:

Tarih ve Kültürel yaşam araştırmacılarının yazılı kaynaklara dayanarak tespit ederek bu günlere gelen bilgilerin bize aktardıkları verilere göre aradan geçen 1600 yıl sonra dahi birbirlerine “Amcaoğlu” yada “Amcaoğulları” diye hitap eden aşiret mensupları tarihlerinin araştırılmasında ortaya çıkan bilgilerin sıralanarak birleşirken “Atma Aşireti” yada  “Atmalı Aşireti” adları ile yaşadıkları yer ve bölgelerden “Atmalı Aşireti Dernekleri Federasyonu adı altında örgütlenip derneklerin federasyon çatısı altında birleştirilmesi gerekli ve zorunlu bir hal almış gibime geliyor.

Tarihçi araştırmacılar, bin altı yüz yıllık bir tarihleri bulunan ve 12 Oymaklı Aşiret boyuna ayrılan Atmalılar Aşireti, yaşadıkları yerlerde Sünnî, Şafi ve Alevî olarak yaşıyor. Tarihçilerin Boylar topluluğundan oluşan bir konfederasyon biçiminde örgütlenmiş olduğunu söylediği bu günkü Balkanlar ile orta Avrupa içlerinde yaşam sürdürmüş Atilla döneminde de onun egemenliği altında birçok kabile yada boylardan oluşan Kavimler göçünün başlamasıyla sık sık yer değiştirerek Germenler dahil bir çok soy ve boylarla iç içe yaşamış bu kabile üyelerinin bir kısmı Balkanlar üzerinden Anadolu’ya geçmiş Karadeniz kıyılarını gezdikten sonra Yozgat’ı kendisine yaşam mekanı seçtiklerinde iki bin çadır olarak yerleşmişler. Osmanlı İmparatorluğu’nun beylikler dönemine denk gelen zamanda yaptıkları toprak kavgasında Osmanlılara yenildikten sonra Yozgat’tan silah zoruyla atıldıklarında bunlar yine Atma aşireti olarak kayıtlara almışlar.  Atmalılar yüzyıllardır Türkçe-Kürmançca-Zaza’ca-Goronice dilleriyle konuşuyor. Balkanlardan gelen ve 12 kabileden oluşmuş Konfederasyon örgütlenmesi gibi örgütlenen bu göçerlerin içerisinde yer alan 12 boyu ise 1- Tilkiler, 2- Kızırlılar, 3- Haydarlılar, 4- Ketiler, 5- Sadakalar, 6- Kızkapanlılar, 7- Karahasanlılar, 8- Karalar, 9- Ağcalar, 10- Turşulular, 11-  Makamlılar,12-Kabalar olduğu yazılı kayıtlara geçmiş durumda. Güldede köyü sakinlerin nerede ise tamamı bu oymağa mensup aile bireyleridirler.

İşte bu boylara mensup Atmalı Aşiret üyeleri, Türkiye’nin 23 Vilayetinden yaşam sürdürmekteler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde yaşam sürdüren Atma aşireti mensuplarının nüfusu milyonları aşmış durumda.  Bu büyük Atma aşiretini oluşturan mensuplarının tamamı Osmanlı İmparatorluğu da dahil 1515 yılına kadar Alevi inancını yaşamışlar. Bundan sonra bazı boylarımız Sinilirmiş olarak İslamın Dininin Sünni mezhebine geçmiş veya geçirilmiş bazı boyların Şafi mezhebini benimsemiş olmasına rağmen, 12 aile boyumuz aradan ne kadar zaman geçerse geçsin kardeştirler. Kimi araştırmacılara göre bugün dört milyonu bulmuş nüfusumuz var iddiası mubala sayılsa bile bir milyonu aşmışa olduğu kanaati taşımaktayım.

Torunları bugün Kahraman Maraş’ın Pazarcık ilçesinde yaşayan eski Belediye Başkanı Ali Bozdağ’ın bir söyleşide söylediği gibi “Kurtuluş savaşında Dedesinin Gaziantep'e ve Maraş'ı işgal eden Fransızlara karşı kurulan Direnişi bizzat örgütleyerek Fransızları püskürttüklerini” anlatarak “Atatürk'ün dedesini Milletvekili yaptığını” söyler. Atma aşiret mensupları Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken devletin yanında yer almıştır. Ve bulunduğu her bölge de de lider olmak için mücadele etmiştir. Gaziantep ve Maraş’ın kurtuluş direnişini örgütleyenlerden biri olan, Atma aşireti mensuplarında Karayılan’ın torunları Adıyaman Gölbaşında yaşamlarını sürdüren torunu Kemal Karayılan soylarının Atma aşireti mensuplarından geldiğini yazılı basına aktarmıştır.

ATMA AŞİRETİ:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde birçok vilayet sınırları içinde yaşayan ve benim araştırmalarım sonrası tespit ettiğim Atma aşireti mensuplarının yerleşme yerleri:

Kahraman Maraş: Pazarcık merkeze bağlı köylerde yaşayan soy adları Delibaltalar, Taşkınlar ve Bozdalar ile Mağıkan Köyü sakinlerinden soy adları Karalı, Kanışirin, Erdoğan ve Biniş olan ailelerin mensupları. Elbistan ilçesine bağlı dört ayrı köy olan Örenli, Haçça Pınar ve Kaşanlı ve diğer köy ile Koçova köyünde yaşayan Hançerler, Tilkiler ve diğer atma aşireti mensupları Maraş-Afşin Atmalı Köyünde yaşayan Köse ailesine mensup aşiret üyeleri.

Gaziantep: Gaziantep Şahin Bey de oturan Yapışkan soy adlı taşıyan aile mensupları. Gaziantep Merkezde oturan Gökdağ soy ismi taşıyan aile mensupları. Yavuzeli’nde yaşayan soy adları Karakaş ve Özallar, Nurdağı Yaylacık köyünden oturan Kavak soy adı taşıyan aile mensupları Atmalı köyü Karayılan ailesinden Şahin beyler, İslâhiye ilçesinde Atmalı Köyü, soy adları Atmaca olanlar, Merkez Şehitkamil Mahallesinde yaşayan Mamatlılar ve soy adları Çağlar olanlar. Nurdağı- Atmalı köyünden Yazar Mehmet Demir Atmalı aile mensupları, Nurdağı Atmalı köyünden oturan Karakuş soy ismi taşıyan aile mensupları, Gaziantep-İslâhiye Atmalı köyünden oturan Uçar soy ismi taşıyan aile mensupları, Nurdağı Atmalı köyünden Kılıç soy ismi taşıyan aile mensupları, Gaziantep merkezde oturan soy adları Karakaş olan aşiret mensupları

Şanlı Urfa: Bozova ‘da yaşayan soy adları Babacan olan aile mensupları, Suruç Atmanaki Köyünden yaşayan atma aşireti mensuplarından soy adları Aslan olan aile mensupları.

Adıyaman: Suvarlı ’da oturan soy adları Mutlu, Bozdağ olan ailelere mensup aşiret üyeleri ile Adıyaman Gölbaşı yerleşkelerinde oturan Atma aşireti mensuplarından Gaziantep’in kurtuluşunda etkin görev üstlenmiş Karayılan’ın torunları ile Besni ilçesine bağlı Karalar köyünde oturan soyadları Yıldırım olan aile üyeleri.

Malatya: Arapkir ve havalisinde yaşayan Atmalı aşiret mensupları.

Bitlis: Ahlat ilçesine bağlı Nizik Köyü Karaca soy isimli Atma aşireti mensupları,

Muş: Bulanık ilçesinde Mutlu soy ismi olan Atmanikler olarak anılan sülaleye bağlı aile mensupları.

Siirt: Baykan’da yaşayan Kaplan, Acar, Siirtli olup Gaziantep’te oturan soy adları Çeliker olan aile mensupları ve Bapir soy isimleri taşıyan aile mensupları ile Siirt Kermetik’ten yaşayan Açık soy ismi taşıyan atma aşireti mensupları. 

 Diyarbakır: Kulp ilçesinde Atmanaki ve Yeşil Köyler de yaşayan soy adları Ülger, Fidan ve Çelik olan aileler.

Sivas: Gürün ilçesine bağlı Güldede köyü, Başören ve Akdere köyün de soy adları Şahin olanlar ile Günde yaşayan soy adları Toklu olan aile mensupları.

Konya: Cihanbeyli ilçesine bağlı Sağlık köyünden Akpolat soy ismi taşıyan aile mensupları.

Mardin: Midyat’a yaşayan ve soy adları Aslan olan aile mensupları.

Erzincan: Kemah ilçesine bağlı Atma köyünde yaşayan soy adları Kutlu olan sülale mensupları ile İliç ilçesine bağlı Atma köyünde yaşayan Tavlı soy ismi taşıyan aile mensupları.

Erzurum: Pazar yolunda yaşayan ve soy adları Akpınar olan aile mensupları

Van: Çaldıranda yaşayan soy adları Kalay olan aile mensupları, Erciş ilçesine bağlı Toprak Köyünde yaşayan Dağ soy adı taşıyan aile mensupları.

Yozgat: Sorgun ilçesinde Atmalı Ganişin Köyünden Kaplan ve Atmaz soy ismi taşıyan aile mensupları Akdağmadeni ilçesine bağlı Kartal köyü de Uyanık soy ismi taşıyan aile mensupları. Yine Yozgat Çekerekten Çemaloğulları köyünde yaşayan Şahin soy ismi taşıyan aile mensupları.

Ankara: Gölbaşında yaşayan Taşkın soy ismi taşıyan aile mensupları ile Haymanada yaşayan Kurşunlu soy ismi taşıyan aile mensupları ile Karslı soy ismi taşıyan aile mensupları.

Antalya: Manavgat ilçesine bağlı Tilkiler köyünde yaşayan Yılmazlar soy ismi taşıyan aile mensupları.

Kars: Kars Ardostta yaşayan Karslı soy adı taşıyan aile mensupları

Ağrı: Ağrı Patnos’ta yaşayan soy adlardı Dadaş olan aile mensupları. Patnos merkezde yaşayan Atmanaki aşiretine bağlı Cömert soy adlarını taşıyan aile mensupları ile Patnos merkezde yerleşik yaşam sürdüren İnci soy ismi taşıyan aşiret mensupları.

Samsun: Samsun Çarşamba ilçesine bağlı Tilkilik köyünde yaşayan Öztürk soy ismi taşıyan aile mensupları.





KOÇGİRİ AŞİRETİNDE BAZI KABİLELER

Koçgiri Perhizin Aşireti:

Koçgiri kabilesine bağlı Perhizin Aşiretinin nüfusu 793 kişi, konuştukları dil Anadolu Türkçe-Kürtçesi-Kurmancı lehçesi olup Alevi inancına sahip olup aşiretin lideri Ali Uçar İmranlı Boğazören köyü otururlar. Koçgiri isyanı sırasında 136 haneden oluşan perhizin aşireti, Koçgiri isyanına bütün gücüyle katılıp, destek vermiş. İsyanlar bastırıldıktan sonra iskana tabi tutulmuş olup, Zara, İmranlı, Refahiye, Sarız, Tufanbeyli, Develi ve Göksu’na bağlı köy ve mezralarda iskân ve ikamet ettirilmişler.

Koçgiri Laçinan Aşireti:

Koçgiri kabilesine bağlı, Laçinan aşiretin köylerindeki nüfusu 600 kişi olup konuştukları dil Türkçe-Kürtçe-Kurmancı lehçesi. Alevi inancına sahip olup aşiret lideri Dursun Bey dir. Oturdukları köyler ise İmranlı’nın Demirtaş, Hasköy, Körabbasan, Toptaş (Küçük Şıhlı) köy ve mezraları, Göksu’nun Aliçlıbucak (Kömürsuyu), Sarıpınar ve Yoğunluk köyü, Refahiye ve Dersim bölgesinde bazı köy ve mezraları, Eskişehir ve Kütahya’da yerleşik Laçin adında köyleri olduğu söylenir. İddialara göre asimilasyon politikaları sonucu bazı değişimlere uğradıkları da anlatılmaktadır. Hozat’a bağlı eski isimleri Kori, Mamlis, Mezkir, Berdo ve Muğsor isimli köylerde de Laçınanların yaşadıkları bilinmektedir. 1930 tarihinde hazırlanmış Devlet raporunda aşiret reisi olarak Yusuf Kakgerli geçmektedir. 1921 yılında, Dersim’deki Laçinanlara ait nüfus 1000 kişi, koyun-keçi 2000 baş küçük baş hayvan, 200 adet Büyük baş sığır ve 40 adet At şeklinde bilgilerde veriliyor. Sovyet Sosyalist Devletler döneminde kurulan Azerbaycan, Karadağ’da ve Erivan’ın Laçin Kürt otonom bölgesindekilerle ilişkileri biliniyor. Çorum’a bağlı, Laçin beldesiyle bir zamanlar var olan ilişkileri bitme noktasına gelmiş durumda. Koçgiri isyanındaki rolleri: 6 köy ve mezralarıyla birlikte, Koçgiri isyanına katılmış ve destek vermişler. Dersim isyanında ise, 120 silahlı gücüyle direnişe katıldıkları yazılı kayıtlara geçmiş bulunmaktadır.

Koçgiri Resulan Aşireti:

 Koçgiri – Resulan Nüfusu bilinmiyor. Konuştukları dil Türkçe- Kürtçenin – Kurmancı lehçesi Alevi oyan bu aşiret; Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi, Dersim, Zara, İmranlı, Refahiye, Sarız, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyor. Koçgiri nin en kalabalık kabilelerindendir. Horasan’dan gelerek bati Dersim’e yerleşen Şıh Hasanan’ların torunlarından biri olan Resul, Erzincan’ın Refahiye ilçesinin bir köyüne yerleşir. Resul ve aşiretine bağlı yakınlarının bir süre sonra nüfusları giderek artış gösterir. Koçgiri aşiretlerinin bu kabilesine zamanla Resulan ismi verilirken, yaşadıkları köye ise, Resul köyü denir. Yavuz Sultan Selim’in Koçgiri halkını sürgün kararıyla, bu kabilede, İmranlı’ya bağlı Söğütlü’ye yerleşir. Eski adı Gönde Kelo olan (Kelo’nun Köyü) bu köy, Boğazören beldesine bağlıdır. Osmanlı-Rus savaşında burada bulunan bir kısım kabile mensubu tekrar yeni bir göç kararı alır. Miste Kose, Temur Ağa, Gülo Ağa ve diğer dokuz aile ile birlikte Maraş’a bağlı Göksun bölgesine göç ederler. Önce Keklikoluk’a, oradan Lazgi köyüne, giderler ve o bölgede uygun bir yer bulmaya çalışırlar. Dağlık ve yüksek yerlerde yaşamaya alışık olan kabile en sonunda eski bir Ermeni köyüne yerleşmeye karar verir. Göksun ve Tufanbeyli arasında dağlık bölgede bir köy olan ve bu günkü ismi ile Kırıkkilise köyüne yerleşirler.

Koçgiri Sefikan Aşireti:

 Aşiretin veya kabileye Sefan (sefolar) denir ve Nüfusu olarak 3,200 kişiden oluşur. Dil olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşan Aleviler olup lideri ya da ileri geleni olarak Mehmet Balkoçgir’i tanışlar. Koçgiri İsyana katılmış ve destek vermişler. Aşiretler raporunda bu aşirete de yer verilmemiş olan bu kabile: Zara, İmranlı, Refahiye, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyor oluşlarından başka haklarında bilgi elde edilememiştir.

Koçgiri Saran Aşireti:

Aşiretin veya Kabilenin adı Sarolar olarak bilinir. 2100 kişilik bir nüfusu olup, dil olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile Zaza’ca konuştukları da ileri sürülür ve Alevi inancına sahip olup liderleri Niyazi Balta ile İsyana katılmış ve destek vermiş olarak bilinirler. Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi de Koçgiri isyanları sırasında: Zara, İmranlı ve Refahiye ye bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlarmış.

Koçgiri Cafikan Aşireti:

 Bu aşiretin ve kabilenin adı Koçgiri nüfusu Cafikan olarak bilinmiyor. Konuştukları dili Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup Alevi inanca sahip bu aşirete de aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi Zara, İmranlı ve Göksun’a bağlı bir köy ve bazı mezralarda ikamet ediyormuş bilgisinden başka Kabilenin köy, nüfus ve ileri gelenleri hakkında kesin bilgileri edinemedik.

Koçgiri Ğalian (Halilan):

 Aşiretin ve kabilenin Koçgiri ’deki Halilan nüfusu bilinmiyor. Konuştukları dil Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olan Alevi inançlı insanlardır. Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri ’nin bu kabilesi, Zara, İmranlı ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda iskân ve ikamet ediyorlarmış. Kabilenin köy, nüfus ve ileri gelenleri hakkında kesin bilgileri edinemedik

Koçgiri Mıstıkan Aşireti:

 Aşiretin ve kabilenin Mıstıkan adı Koçgiri nüfusunca bilinmiyor. Konuştukları dili Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olan Alevi inancına sahipler ve Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi, İmranlı, Develi ve Göksun’a bağlı bazı köy ve mezralarda ikamet ediyormuş.

Koçgiri İban (İbolar) Aşireti:

 Aşiretin veya kabilenin İban (İbolar) olarak bilinen adı nüfus idaresinde bilinmiyor. Fakat 4 800 kişi oldukları ve konuştukları dil ise Türçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup Alevi inancına sahip aşiretin ileri geleni: Büyük Alişan beyin oğlu Mustafa Paşa’nın torunu Ziya Alişanoğlu dur. İkamet ettiği yerler ise İmranlı İlçesi’nin Karacaören nahiyesi, Boğazveren, Karapınar, Gökdere, Kılıçlar, Atlıca, Becek, Yakayer ve diğer bazı köyleri. Ayrıca, Göksun, Develi ve Refahiye’de oldukları da varsayılıyor. Koçgiri İsyanın örgütlenmesinde aktif görev almış bir kabiledir. Büyük Alişan Bey’le başlayan, Koçgiri aşiretinin temsilciliği, oğlu Mustafa Paşa ile devam eder. Mustafa Paşa’nın ölümünden sonra ise her iki oğlu Alişan ve Haydar Bey, aşirete önderlik ederler. Daha sonraki yıllarda Haydar Beyin oğlu Ziya, Alişanoğlu ismini alır ve aktif politikaya katılır. Demokrat Parti’nin, İmranlı ilçe başkanlığı da yapan Ziya Alişanoğlu, 1960’lı yıllarda intihar ederek yaşamına son vermiştir. Bazı kaynaklar, ailenin bir süre sonra Tanrıtürk soyadını aldığını ileri sürmektedir.

Koçgiri Zerikan Aşireti:

Zerikan (Zeriki) aşiretinin nüfusu 4 311 kişi olarak kaydedilmiş ve konuştukları dil ise Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup, dini inanç olarak Alevi olup aşiret lideri ya da ileri gelenleri olarak Gekko Dursun, Gekko Baltacı, Davut Eroğlu, Kazım Çiçek ve Hüseyin Özcan olarak anılır. Koçgiri İsyanına katılıp destek vermişler. İkamet ettiği yerlerde ki nüfus sayısından çok 596 haneden oluşan kabile olarak geçmiş bulunmakta. İmranlı İlçesi’nin Altınca, Çalıyurt, Koruköy, Kuzköy, Aydın, Ekincik, Sinek, Karacahisar, Kasaplar, Koyunkaya ve Yukarı Boğaz köylerinde ikamet ederlermiş.

Koçgiri Ballıkan Aşireti:

Aşiretin kabilenin adı olan Balikan-(Balan) nüfusu olarak 516 kişi olarak kaydedilmiş olarak konuştukları dil Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup, Alevi inancına sahip olarak yaşam sürdürmüşler. Aşiretin ileri geleni olarak İbrahim Kaya bilinir. Koçgiri isyanına kimi zamanlar katılırlar, kimi zamanlar da sadece destek verirler. İkamet ettikleri yerler olarak: Aşiretler raporunda yer verilmemiş olan Koçgiri ’nin bu kabilesi, Zara, İmranlı, Refahiye, Sarız, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar. 1877 1878 yıllarında patlak veren Osmanlı İmparatorluğu- Çarlık Rusya’sı savaşları sırasında, Alışır isimli bir aşiret ailesi göç ederek Göksun’a yerleşmiş olduğu söylenirken. Kabilenin köy, nüfus ve ileri gelenleri hakkında kesin bilgilere erişemedik. Fakat birinci dünya savaşı sırasında Çarlık Rusya ile ilişkiye geçmiş Koçgirili ünlü Alişer sülalesiyle bir ilişkisi olma ihtimal olarak çok güçlü görünmektedir.

Koçgiri Gerniyan Aşireti:

Koçgiri Aşiretin Gerniyan adlı kabilesinin 1500 kişilik bir nüfusu olduğu konuştuğu dilin ise, Türkçe-Kürtçe -Kurmancı lehçesini kullandıkları Alevi inancına sahip olup aşiretin ileri geleni olarak Mahmut Öztürk biliniyor. Koçgiri İsyanın içerisinde doğrudan yer almadıkları, ancak destek verdikleri anlatılmaktadır. İkametgâh ettiği yerler olarak Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi Zara, İmranlı ve Göksun’a bağlı bazı köy ve mezralarda ikamet ediyorlarmış.

 Koçgiri Çarekiyan Aşireti:

Koçgiri Aşiretinin Çarekiyan kabilesinin nüfusunun kaç kişi oldukları bilinmiyor. Bu aşiret mensupları da Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşur olmasıyla beraber, Zaza’ca konuşanları da vardır.  Alevi inancına sıkı bağlı olan bu aşiret mensuplarına da Aşiretler raporunda yer verilmemiştir. Koçgiri nin Çarekiyan kabilesi: Zara, İmranlı, Ovacık, Hozat ve Refahiye bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar. Koçgiri Çarekiyan aşiretinin köy, nüfus ve ileri gelenleri hakkında daha fazla ve kesin bilgi elde edemedik.

Koçgiri Kalkan Aşireti:

Koçgiri Kalkan Aşiretin nüfus olarak kaç kişi oldukları kesin olarak bilinemiyor. Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşuyorlar. Alevi inancıyla yaşayan bu aşirete de Aşiretler raporunda yer verilmiştir. Zara’nın bazı köyleri ve Kangalın Kürkçü köyünde yaşadıklarına inanılmakta ve Kangal’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlarmış denilmektedir.

Koçgiri Rıçikan Aşireti:

Rıçikan Aşiretin nüfus sayısı net olarak bilinmiyor. Bu aşiret de Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşan mensupları olduğu gibi, Zaza’ca konuşanları da vardır. Dini inanç ve yaşam biçimi olarak Alevi olan bu aşiret de Aşiretler raporunda yer verilmeyen aşiretler arasına katılmıştır. Koçgiri nin Rıçikan aşireti mensupları; Zara, İmranlı, Refahiye, Dersim’e bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar.

Koçgiri Kureyşan Aşireti:

Koçgiri Kureyşan Aşiretin nüfusu tam olarak bilinmiyor. Dil olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşuyorlar. Alevi inancına sahip olan bu kabilenin Peygamberin torunu Hüseyin soyunda gelen Seyitlik (Dedelik) ocağında geldiğine inanılmaktadır. Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu Kureyşan Aşireti; Dersim, Malatya, Erzincan, Zara, İmranlı, Refahiye ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar.

30.11.2017 AŞİRETLERİ YAZ

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX









Bugünkü Azerbaycan ve İran devletinde Safavi İmparatorluğu’nun kurulması sırasında ve bu İmparatorluğun resmi İslam mezhebi Şia, Yaşam biçimi ve kültürel ortaklıklar nedeniyle Dersim bölgesine yayılmıştır. Dersim Halkı Şah İsmail Safavi ’ye karşı yakınlık duymuş oldukları için, bir taraftan da Anadolu’da yayılmakta olan Sünni İslam anlayışını kendilerinin yaşam biçimleri ile kültürleriyle uyumlu bulmayıp, günlük yaşamlarıyla bağdaştıramadıkları için bu Sünni İslam anlayışını kabullenmemektedirler.



ÇATALÖYÜK ÖYKÜSÜ.



Konya'nın Çumra ilçesinde yer alan Çatalhöyük, İÖ 9000 yıl civarında Bereketli Hilal'de gerçekleşen Tarım Devrimi'nden yaklaşık 1500 yıl sonra kurulan ve o sıralar olasılıkla dünyadaki en büyük nüfuslu yerleşim yeri olan Neolitik bir megapol özellikler taşıyormuş. Çatışmasız ve barışçıl bir toplum olan Çatalhöyük’te yerleşik şekilde tarım yapılıyorken. Toplum kışın ekip biçmelerle meşgul olmadığında ağırlıklı olarak bahar aylarında ekinleriyle de özenerek ilgileniyormuş. Buna paralel olarak, düzenli olarak ilgilendikleri hayvancılık faaliyetleri de tespit edilmiş durumda: Sıcak aylarda geniş alanlarda güdülen ve otlayarak beslenen sürüler kışın ağıllarda tutulup samanla besleniyormuş. Avcılık ve toplayıcılık devam ediyorken de bunları depolayacak kil kaplar ve sepetler yapıyorlarmış. Ayrıca elde ettikleri bu ganimetlerini pişirecek ocaklara sahip evler kuracak kadar gelişmişlermiş.

5 bin ila 10 bin insanın yaşadığı düşünülen Çatalhöyük toplumuna bugünün yarattığı koşullarında yakından bakınca, böylesi büyük ve organize bir toplumda rastlamayı beklediğimiz bir şeyin eksikliği dikkatimizi çekerek gözümüze çarpıyor hemen. Yapılan inceleme ve araştırmalarda göremediğimiz bu toplumun “yönetici” bir sınıfı yok. Krallar ve ayrıcalıklı evleri yok. Ne güvenlik güçleri ne de silahlı başka bir sınıf mevcut değil.  Oysa ticaret yoluyla diğer birçok Neolitik yerleşimle iletişim halinde oldukları biliniyor. Ayrıcalıklı bir ruhani sınıf yok. Hatta biraz daha yakından bakınca görüleceği üzere diğerine üstün olan kadın ya da erkek bir cinsiyet bile yok. Tabii yaşam sürdüren Çatalhöyük'te etkinlikleri düzenleyen ve temel kuralları koyup denetleyen “ihtiyarlar heyeti” benzeri bir yapının var olduğunu bize Arkeologlar ve Antropologlar söylüyor. 

Bölgede devam eden kazıları yöneten Lan Hodder'ın deyimiyle "eşitlikçi köy fikrinin doruğa ulaştığı" bir yer Çatalhöyük. Peki bu belirgin bir siyasi otoriteden yoksun, eşitlikçi ve sınıfsız toplum nasıl binlerce yıl boyunca işler durumda kaldı?

Çatalhöyük evi aynı anda hem barınak hem üretim alanı hem tapınak hem de mezarlıktır.

Bu dev köyde günlük hayatın merkezinde tartışmasız bir şekilde ev vardı. Evler günlük etkinlik ve üretimin neredeyse tamamının yapıldığı yerdi. Her ev az çok kendi kendine yeter haldeydi. Haneler kendi ekmeğini kendi yapıyor, yağını kendi elde ediyor, evinde kullanacağı boncuğu büyük ölçüde kendi üretiyordu. Evde yaşanıyor, evde üretiliyor, evde ibadet ediliyor, hatta ölüler bile eve gömülüyormuş. Evler hem atölye hem mutfak hem barınak hem tapınak hem de mezarlıkmış. Bölgedeki evler birbirleriyle çok iç içe, bitişik ve sıkışık düzende yapılıyormuş. Bu durumda sıkı bağlarla örülü bir toplum yaratıyormuş. İyi güzelde: Kendi kendine yetebilen Çatalhöyük evi en nihayetinde özerk bir birim gibi görünüyor.

Herkes neredeyse her işini evinde gördüğü için üretimin uzmanlaşması yalnızca belli bir noktaya kadar ilerlemiştir. Alandaki bulgular da uzmanlaşmanın oldukça küçük ölçekli ve nicelik odaklı olduğunu destekler nitelikte oluyor. Bazı evler bazı ürünleri diğerlerinden daha fazla üretiyordu ve bu da kısmi bir takas kültürüne izin veriyormuş. Belki, fakat hiçbir hane temel yaşamsal işlevlerini yerine getirmeyi bırakacak kadar üretime ve takasa bel bağlayamıyor diye düşünüyor insan. Diyelim ki komşunuzdan daha fazla boncuk üretiyordunuz. Ürettiğiniz fazla boncuğu da komşularınızın ürettiği diğer nesnelerle takas ediyordunuz. Takas yöntemi sizi tarım, hayvancılık, avcılık veya toplayıcılık yapmayacağınız anlamına gelmiyordur.

Toplumsal oluşum böyle şekillenince: aklımıza ilk gelen fikir ise bu durum eşitlikçi bir toplum doğuruyor olmasıdır. Ve bir evin veya ailenin tüm köye egemen olmasını engelliyor olmasıdır. Üretmek, vermek ve almak belli belirsiz bir egemenliği destekleyebiliyordu yalnızca; toplum büyük ölçüde uzman sız ve sınıfsızdı. Tıpkı yakın zamanlara kadar Anadolu’nun köylerinde yaşam sürdüren Alevi kültürüne yansıdığı gibi. Çatalhöyük’te tespit edilen köy ya da kent yaşamı Irak’ın Girsu antik kentinde 1877 yılında ortaya çıkartılan milattan önce 2200 de Sümerlerce yazılmış “GUDEA SİLİNDİRİ” tabletinde anlatılanlara ne kadar da çok benzemektedir.

Çatalhöyük'te evler birbirine bitişik düzende kuruluyordu ve evlere çatıdan giriliyordu. Bitişik nizam evlerin damları özellikle sıcak mevsimlerde toplumsal faaliyetlere alan sağlıyordu.

Egemenlik olmayınca, farklı bir kavram olan “Dayanışma kültürü” çıkmış ortaya. Lan Hodder, Çatalhöyük'ü dönemin bilinen diğer yerleşimlerinden ayıran özelliğinin de bu olduğunu söylüyor. Birilerinin tüm toplumu yönetmesi yerine dayanışma olgusu öne çıkınca da höyükte nelerin yapılabileceği, nelerin yapılamayacağı da doğal olarak oluşan bir ortak kimlik tarafından belirleniyormuş. Çatalhöyük toplumunun karmaşık aile yapısı da köyün toplumsal kimliğini sağlamlaştıracak şekilde işliyormuş. Evlilikler köy içinde yapılıyor. Farklı aileler böylece birbirlerine daha sıkı bağlarla bağlanıyor. Hatta çocuklar başka ailelere dahi verilebiliyormuş. Böylece haneler birbirleriyle dolaysız bir şekilde ortak kimlik meydana getiriyormuş. Köydeki günlük gelenekler, yerleşim alanına nelerin getirilebileceği, nelerin getirilemeyeceği, köyün içinde nasıl davranılacağı bir alışkanlıklar dizisi tarafından belirleniyor olurmuş.

Akıllara şu soru geliyor: Madem Çatalhöyük'te toplum büyük ölçüde özerk bir yapıdan meydana geliyor, o zaman bir araya gelip yaşamanın, büyük bir yerleşim yeri oluşturmanın anlamı ne?

Akrabalık ve soy ekseniyle örülmüş, birbirine bağlı ve dönemin koşullarına göre oldukça yüksek nüfuslu bir kasabanın hizmet ettiği bir şey vardı elbet: O da kaynaklara erişimi denetleyecek bir ilişki ağı yaratmak. Hodder'a göre “bu tür ilişkiler sıkı örülü bir toplumda sürekli korunuyor, gözleniyor ve gözetim altında tutuluyordu”. Şanlıurfa'daki Göbeklitepe'nin İÖ 9500 yılına tarihlenmesi bir konuda devrim yarattı: Avcı-toplayıcıların bir araya gelip büyük bir toplum oluşturması ve bunu tarımın ortaya çıkmasından çok önce yapmaları. Tarım Devrimi ve büyük yerleşim yerlerinin eşzamanlı ortaya çıktığı fikrini geçersiz kıldı. Örneğin yılın belli zamanlarında törensel amaçlarla bir araya gelen Göbeklitepeliler gibi insanlar bir araya geldikçe, evlilik ve diğer ilişkileri kurma olanakları arttı. Gelişen toplumsal ilişkiler de yerleşik olmayı daha mantıklı kıldı. Büyüyen yerleşim yerleriyle birlikte toplumsal ilişkiler daha da çeşitlendi ve bir araya gelen bu insanlar uzak, değişken ve dağınık kaynakların elde edilmesi, paylaşılması ve güvence altına alınabilmesi için daha kompleks birimler oluşturdu. Bütün bunlardan Konya Ovası'nın payına düşen de akrabalık ve soy ilişkileri etrafında gelişen, evleri özerk olsa da kuralları, tabuları, gelenekleri, kısaca bu evlerin üzerinde yer alan ortak bir kimliği olan, sınıfsız ve büyük ölçüde çatışmasız Neolitik megapol Çatalhöyük oldu. Tıpkı yakın zamanlara kadar Anadolu’nun köylerinde yaşam sürdüren Alevi kültürüne yansıdığı gibi. Çatalhöyük’te tespit edilen köy ya da kent yaşa

SÜMERLERİN GUDEA SİLİNDİRİ

Yazılı kayıtlar olarak bugün elimizde bulunan Milattan önce 2.200 yıllarında yazılmış Sümerlerden kalma bugün Irak Devletinin antik kendi olan Girsu kendinde yapılan kazılarda elde edilen silindir şeklindeki “TELLO-GUDEA” mabet silindirinde anlatıldığı gibi, Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: “Cem törenleri ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o mekânda başlamıştır” derler. Bu mürşit sözünden hareketle kimileri ısrarla ilk Cem törenlerinin günümüzden bin dört yüz yıl evvel Arap Yarımadasında Hz. Ali'nin toprak damlı evinde yürütüldüğünü kimileriyse Cem törenlerinin ilkinin Hz. Muhammet’in daha peygamber olarak ilan edilmesinden evvel toplanan ve içinde Hz. Ali ile Salmanı Pak’ın da bulunduğu bir mağarada buluşan 40 kişi ki bu buluşmaya “Kırklar Cemi” denir. Kırklar ceminden bir tepsiye konan bir adet yüzüm tanesinden dolu yapılması Hz. Ali’den istenir ve Hz. Ali bu habbeyi alır mağaranın kuytu yerine gider döndüğünde götürdüğü bir üzüm tanesinden ürettiği Dolu’yu 40 erenin dudaklarına sürer ve Kırklar bu dolu ile hem hal olurlar ken İran asıllı Salma-i Pak Muhammet Mustafa’nın Peygamber olduğunu ilan eder. Bu ilandan önce cemleşerek yani tartışarak-konuşarak hem hal oldukları için, artık Peygamberliğin ilanı kararını kutlamak için sevinç ve huşuyla sema dönmeye başlarlar. Kırklar cemi toplantısı dolaysıyla Aleviliğin Hz. Ali ile başladığını öne sürüyorlar.

Elimizde Hz. Ali'nin evinde cem kurulduğuna, bağlama çalınıp, nefesler söylenip semah dönüldüğüne dair hiçbir kayıt yok. Bırakın Hz. Ali'nin bağlama çalıp, semah dönmesini, cem yürütmesini, elimizde Hz. Ali'nin Alevi erkanından, Alevi inancından haberdar olduğunu kanıtlayacak en küçük bir bilgi ya da belge kırıntısı dahi yoktur. Anlatılan mistik öyküleri bir kenara bırakıp gerçeklerin ardına düştüğümüzde; Alevi inancının temel taşı ve Aleviliğin yegâne ibadet biçimi olan Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluyoruz. Bu belge 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir.

Sümer uygarlığının son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125 yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Cem töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.  

Cem Evi’nin yapılacak tören için hazırlanması ile başlar, toplantıda hazır bulunanlara yiyecek olarak sunulacak katı yiyeceklere “lokma”, sıvı içeceklere de “dem” denir. Cem toplantısını başlatacak görevli kişiye olan çerağ(çıra-mum) hazırlar. Sonra ayini yöneten pir ya da dede törende hizmet görecek on iki hizmetliyi görevine hazır olup, olmadıklarını sorar. Hazır iseler görevlerine başına çağırır.  Cem töreni çerağ uyarılması ya da delil uyarılması adı verilen ritüelle başlar.

Sümer Lagaş şehir devleti ünlü yöneticisi Gudea uyguladığı ve her yıl periyodik olarak en az yılda bir defa şehir devleti halkını toplayarak, başkanlığı kendisinin sorumluluğunda bulunan ama halk arasında oylama yoluyla seçilen Alevilerin “Dar-ı Didar” dedikleri bir heyet ile halkın huzurunda. Şehir devletinin ve insanların sorunlarını dinlediği, kimin ne gibi ya da kimin kimle ne sorunu ya da şikâyeti varsa bunlar dinlenir varsı suç ve suçlu divan ve halk huzurunda sorgulanır, sorgu ve değerlendirme sonucu anında çözülecek bir durum varsa çöme kavuşturulur, anında çözülmeyecek gibi bir durum varsa bu konuda alınmış kararın uygulanması için belirli bir zaman verilir, bu zaman takip edilir. Böylece bu şehir devletinde çözülmemiş hiçbir sorun kalmadığı gibi kentin divandan onaylanarak kabullenemediği ne bir suç ya da suçlu bu kent devletinde barınmasına izin verilmez ve mutlaka kent devletinin dışına çıkarılır.

Sümerlerin bize bıraktığı bu silindir şeklindeki tablette de Milattan dört-beş bin yıl önce Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor

“…Gudea bir dizi ilahın yardımıyla tapınağı (cem ya da toplantı evi) temizledi...törende (Cem toplantısı yapılacak) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini (dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi) gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine geçti.”

Sümer tabletinde bu girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.

1. Kapıcı (gate keeper)

2. Kâhya / Değnekçi (butler)

3. Nezaretçi /Gözcü (bailiff)

4. Silahtar (armaurer)

5. Müzisyen /zakir (musician)

6. Kuşbaz (game keeper)

7. Keçi Çobanı/Kurbancı (goatherd)

8. Dalyan Denetçisi (fisheries inspector)

9. Ulak /Peyik (messenger)

10. Tahıl Denetçisi (grain inspector)

11. Mabeyinci (chamberlain)

12. Arabacı (coachman)

Alevi Ayin-i Cem’inde yer alan On iki Hizmetli ‘nin adları şunlar

1. Pir Mürşit

2. Rehber

3. Gözcü (Yoklamacı)

4. Çerağcı (Delilci)

5. Zakir

6. Süpürgeci

7. Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)

8. Saka

9. Peyik

10. Pervane (Semahcı)

11. Sucu-Kuyuccu

12. Kapıcı

Eski Çağda Sümer'de yapılan toplantı ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Cemleri arasındaki tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler. Bu farklılıklar da Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Cem törenlerinde’ on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen ama çok büyük bir farklılıklar göstermeyen detaylardır. 

Lokma, dem, çerağ ve on iki hizmetli dışında Alevi Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da Aleviler’in Cem Tören’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dir.

Gudea Silindiri 1877 yılında Ernest de Sarzec tarafından Irak’ın antik Girsu kentinde bulunmuş. Bulunan silindir tablet halen Paris, Louvre müzesinin Eski Çağ-Yakın Doğu bölümünde sergilenmekte olup müzenin 1512 kayıt numarasıyla sergilenen Gudea silindiri ilk kez 1905 yılında tercüme edilmiş. Sonraki yıllarda çok sayıda Sümerolog bu metin üzerinde çalışmış olup metin üzerinde en son ve kapsamlı çalışmayı Sümerolog Prof. Samuel N. Cramer / Şikago Üniversitesi yapmıştır.



30.11.2017 KONTROL ETWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWW



O güne kadar yaşadıkları coğrafyada kendi muhtariyetlerini korudukları ve bundan sonrada Devlet yöneten hükümetlere vergi- işgaliye ödemek istemedikleri gerekçelerle Safavi’ler tarafından da İnanç olarak kendilerine ve bölgesel muhtariyetlerine saygı gösterilmesi şartıyla; Osmanlıya karşı Safavilerin askeri hareketlerine kolaylık sağlamak için Kamaks, Kalesi’ni askeri bir askeri üs olarak Şah İsmail’e vermeyi kabul etmişlerdir.

1514 de Osmanlı Hükümdarı Sultan Selim orduları Şah İsmail’i Çaldıranda yenerek Safavileri Anadolu da uzaklaştırmayı başarmışlarsa da Dersimliler Osmanlı ordularına karışı yörelerindeki dağlık geçitleri ve o zanlar çok önemli bir askeri üs olan Kamaks Kalesini Osmanlının oraya girmesine mâni olmak için savunmaya koyulmuşlardır.

Osmanlı Sultanı Selim, Anadolu’yu İran’ın egemenliğinde çıkarıp Osmanlı egemenliği altına almak için ilk önceleri askeri zor kullanmayı tasarlamış ve bu amaçla Bıyıklı Mehmet Paşa’yı İran ve Kürdistan Serhatları Muhafızı unvanıyla Erzincan’a Vali olarak tayın etmiştir.

İdris Bitlisi ’yi yaz….wwwwwwwwwwwwwwwwww

Dersimliler ve bölgede yaşayan tüm Aleviler bir taraftan Sultan Selimden Himaye gören ve İslam’ın Sünni mezhebinde olan Akkoyunlu Kürtler diğer taraftan Akkoyunlularla birlikte hareket eden düzenli Osmanlı Ordularına karşı savaşırken diğer taraftan da kendi aşiretleri arasında mücadele ediyorlardı.

Sultan Selim; Kürt İdris Bitlis’inin aşiretleri örgütlemesi ve yönlendirmesiyle bu mücadeleye bir mezhep kavgası görüntüsü vermek istedi.

Sultan Selim; Gerçekte, kendisi gibi Türk olan Şah İsmail’i ve bu sayede İran’a hükümran olan Safavi Hanedanlığını ortadan kaldırmak isterken, bir başka amacı da İran coğrafyasında kök salmış Şia’yı yok etmekti. Bu vesileyle İslam’ın Sünni inancını hâkim kılarak ve bu suretle Osmanlıların resmi devlet mezhebi haline gelmiş İslam’ın Sünni mezhebinin hakimiyetini İran’a yaymak ve İran coğrafyasında yaşayan diğer kavimleri de Osmanlı egemenliğine bağlayarak İslam’ın Sünni inancını kendilerine şiar edinenler olarak Türkleştirmek istiyordu.

Osmanlı Sultanı Selim’in üstlendiği bu İslami Mezhep mücadelesi adı altında cereyan eden savaşlarda, silahlı olarak örgütlenememiş ve yaptığı mezalimler sonucu ismi tarihi kayıtlara “Kuyucu Murat Paşa” olarak geçen komutanın yönettiği katliamlar sonucu; kimine kayıtlara göre kırk bin, kimine göre seksen bin Alevi’yi öldürtmüş ve kuyulara doldurtmuştur.

Bu katliamları yaparken de yanına çekmeyi başardığı kendisi de bir Kürt dini temsilcisi olan İdris Bitlisinin örgütlemesi sayesinden Sünni İnançlı Kürtlere verdiği kimine parasal, kimine toprak -mal mülklü rüşvet ile kimilerine de verdiği Seyitlik beratı ile paşa gibi askeri Ünvanlı beratlarla sağlamıştır.

Bunları yaparken de bölgede yaşayan Kürtlere de bu savaşta Kürtlerin muhtariyetlerine hiçbir zarar gelmeyeceğini, işin aslının bu coğrafyada yaşayan insanların yalnızca İran egemenliğinden çıkıp Osmanlı egemenliğine geçmekten başka bir şey olmadığını beyan ve antlaşma yaparak taahhüt etmiştir.

Sultan Selim’in bölgede yaşayan önemli bir çoğunluk sayılabilecek bazı Kürtlerle yaptığı bu antlaşma ’ya Özellikle Dersim bölgesinde toplu olarak kısmen de silahlı sayılabilecek Aleviler asla kabullenmemiştir.

Yavuz Sultan Seli, çoğunluğunu Kürdistan bölgesinde sağladığı büyük bir orduyla Mısır seferini yapmışsa da Dersim bölgesi bu savaşa katılmayı ret etmiştir.

İdris Bitlis’in bu bölgede ki beylikler arasında yaratmayı başardığı bu mezhepsel bölünme sayesinde ve Devletin kolluk gücünü yöneten Bıyıklı Mehmet Paşa’nın Kamaks Kalesine yaptığı saldırılar Osmanlı yönetiminin başarısı ile sonuçlanmıştır. Bıyıklı Mehmet Paşa’nın emirleri sonucu kale imha edilerek savaş sırasında teslim alınan kale savunucuları savaş kurallarına aykırı olarak idam edilmişlerdir.

Geri kalan Kemah halkı Kemah’ı terk ederek Dersim’in başka yerlerine göç etmişlerdir.

Diğer yanda Yavuz Sultan Selim, bölgedeki Kürtlerle yaptığı antlaşmaya sadık kalarak Kürt beyliklerinin muhtariyetlerini tanımış, muhtar yani seçilmiş ya da seçilmiş olarak atanmış Muhtar Konfederasyonu şeklinde Osmanlı hükümetlerine bağlanmışlardır.

Dersim bölgesinin Alevi ahalisi söz konusu antlaşmayı kabul etmemiş olmasına rağmen, bilfiil kendisi Osmanlı-Kürt istilasından koruyabilmiş olduğu için ve bu sırada Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonucu İslam Halifesi olarak hilafetin Osmanlılara geçmesi üzerine Halife Yavuz Sulatan Selim Dersim bölgesine karşı olan düşmanlıktan vaz geçmiştir.

Nerede ise barış dönemi sayılabilecek gelişmeler 1540 Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar devam etmiştir.

Bu tarihten itibaren de Tanzimat dönemine kadar da Osmanlılar Dersim bölgesine girmeye çalışarak, bu bölgeyi yerli Kürt Vali, mutasarrıf ve kaymakamlarla idare etmeye çalışmışlardır.

Denebilir ki Dersim bölgesi egemenliği bu dönemde tamamlanmış sayılıp bağımsız beylikler olarak varlıklarını koruya bilmişlerdir.

1635 yılına gelindiğinde IV. Sultan Murat Muhtar Kürt beyliklerini tamamen ortadan kaldırmak üzere Erzurum’a bir askeri harekatla gelmiş fakat Dersim bölgesine kesin olarak nüfus edememiş ama Dersim bölgesinde silahsız olarak yaşam süren bazı aşiretleri yerlerinden ederek başka taraflara göç ettirmiştir. Göçler daha çok Anadolu’nun iç bölgeleri olan Dersimin batısına yapılmış ve asla Dersimin doğu ve güneyindeki Kürtlerin yaşadıkları bölgelere yönelmemişlerdir.

Bu arada Dersimliler Osmanlı hükümet güçlerini sık sık olmasa da sürekli rahatsız ederek tedirginlik yaşatmış olarak 1800’lü yıllara gelinir.

Dersimlilerin Osmanlı hükümetinden yaptıkları rahatsız edici istekler yüzünden, 1862-1866 yılları arasında Erzincan Ordu’sunun Mareşal Mehmet Derviş Paşa kendisine bağlı askerlerle Dersim üzerine yürümüş, birçok çatışma yaşanmış, Osmanlı kuvvetleri ilk yılın kış aylarında yerlerinde ya da kışlalarına dönmeye, coğrafi konum olarak mecbur kalmıştır.

İkinci ve üçüncü yıllarda yeniden önemli askeri harekatlar yapılmışsa da bunlar da Mareşal Mehmet Derviş Paşa kuvvetlerinin babasızlığıyla sonuçlanmış ve Mareşal Mehmet Derviş Paşa’nın komuta ettiği ordu kuvvetlerine karşı birlikte hareket eden bölgedeki Dersim aşiretleri Osmanlı kuvvetlerinden çok önemli miktarda savaş ganimetleri ele geçirmişlerdir.

1877-1878 yılları arasında süren Osmanlı-Rus harbinde Osmanlı ordularının yenilmeye başladıkları sırada, o zamanın hükümeti Dersim aşiretlerinden yardım isteyerek, kendilerine silah ve cephane verileceği sözü verilmiştir.

Fakat Dersim bölgesinde yaşayan Alevi aşiretleri bu taahhütleri yeterli bulmamış, kendilerine muhtariyetlerini sağlayacak istekler ileri sürmüşlerdir.

Osmanlının egemenlik hükümeti Dersimlilerin bu isteklerini kabullenmiş gibi tavır takınarak, Osmanlı orduları Baş kumandanı Mareşal Semih Paşa, Dersim Aşiretlerini Ruslarla çarpışmaya davet etmiş ama Dersimliler ilk önce kendi istekleri olan bağımsız muhtariyetlerinin Osmanlı hükümetlerince kabul edilmesini istemekte direnmişlerdir.

Bu istekleri kabul edildikten sonra Osmanlı orduları saflarından Ruslara karşı savaşa katılabileceklerini bildirmişlerdir.

Karşılıklı bu görüşmeler devam ederken Dersim merkezinde kendi hükümranlığını sürdürmekte olan Süleyman Ağa’ya bağlı durumda o zamana göre silah ve teçhizatlı tam donanımlı on iki bin kişilik bir kuvvet Osmanlı kuvvetleri üzerine aralıksız saldırılar başlatmıştır.

Yine Dersim merkeze bağlı kuvvetli beş Kale’de Dersimli aşiretlerin kontrolünde idi. Bu kalelerin birinin yönetici Beyi, aynı zamanda Kozican Kaymakamı olan Şahvsen’e, Semih Paşa bir mektup göndererek Dersimden kendisine on bir kişilik bir silahlı kuvvet göndermesini rica etmiştir.

Şahvsen Bey, Dersim aşiretlerine bağlı halkın, sınır komşuları olan Ruslara karşı, Osmanlı kuvvetleri ile iş birliği yaparak Ruslar ile ilişkilerini bozmak istemediklerini öne sürerek Semih Paşa’nın isteklerini ret eder.

Zaten bu görüşmeler sürerken Dersim aşiretleri Mazgirt ve Hozat merkezlerinde bulunan Osmanlılar tarafından terk edilen askeri kışlaları tamamen yakarak yok etmişlerdi.

Dersim bölgesinde yapıla harekatları cezalandırmak için 1878 yılında Kürt İsmail Paşa Dersim merkezine gönderilmiş ve ilk görüşme Hozat dolaylarındaki Bağtiyaran aşiretini Osmanlıya itaate davet etmek olmuştur.

Bu çağrıyı reddetmelerine rağmen Bağtıyaran’lılar Hozat’ı kuşatmış çıkan çatışmalar sonunda mağlup olacağını hisseden İsmail Paşa bazı aşiretleri ikna ederek, kendi saflarına toplaya bildiği bir tabur askerle birlik olup kuşatılan Hozat’ı kurtarmıştır.

Sağladığı bu başarıdan cesaret alan İsmail Paşa aynı kuvvetlerle Bağtiyaran aşireti üzerine yürümüş fakat başarı sağlayamamış emrindeki kuvvetlerin bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da Bağtiyaran aşiretine esir düşmüştür. İsmail Paşa’ın yenilmesinden sonra yerine Muhtar Ahmet Paşa getirilmiş fakat bu paşa da yöredeki aşiretlere karşı başarı sağlayamamıştır.

Bölgedeki Dersim Aşiretleri Kelkit-Bayburt sınırına kadar Erzincan mıntıkasını da kendi nüfusları altına almak istiyor ve aşiret güçleri silahlı akınlar düzenliyorlardı. Buna karşılık Ali Şefik Paşa’nın başkanlığında bir heyet Dersime gönderilir fakat Dersimliler Ali Şefik Paşa’yı ve ekibinin silahları ellerinden alınıp esir edilirken hükümet yetkililerince de Ali Şefik Paşa’nın görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle görevinden uzaklaştırılır.

Dersim bölgesinde hükümet güçlerinin başarısızlıkları sonucu, Osmanlı hükümeti 1893 yılında Mareşal Zeki Paşa’yı bölge halkı ile Osmanlı hükümeti arasını düzeltmek için görevlendirilir.

Görevlendirilen Mareşal Zeki Paşa, Dersim bölgesindeki birçok aşiret liderlerine özel hediyeler göndererek onların gönüllerini okşamayı ihmal etmeyerek, aşiret liderlerini Erzincan’a davet ederek gönüllerini okşuyor ve Aşiret liderlerinin çocuklarını İstanbul’da özel olarak kurulan Aşiret Mekteplerine gönderdi ve mekteplerden mezun olanları, yaver, yüzbaşı rütbeleriyle kendi emrinde bulunduruyordu.

Diğer taraftan Dersimliler bu sükûnet havasından ve hükümetin gösterdiği hoşgörüden faydalanarak, etki alanlarını genişletmek ve Mamuret-ul – Aziz ve Malatya yöresini de kendi etki alanı altına almak istiyorlardı. Dersimlilerin bu duruma yönelik çalışmaları 1907 yılı sonuna kadar Osmanlı Egemenlik Hükümeti’ni zor duruma sokmuştu.

Dersimli Kureyş’en Lideri Ali Çavuş dört bin kişilik bir kuvvetle Elaziz de bulunan Osmanlı İdari merkezine sürekli baskınlar yaparken, Koç, Reşik ve Şemkan aşiretleri de 1907 yılı ortasında, Kamaks ve Çemişgezek üzerine yürümüşlerdi.

Kumandan Neşet Paşa Harput’ta bu eylemleri önlemeye mecbur bırakılmış olarak görevlendirdiği Miralay Halis Bey, yedi tabur askerle birlikte önce Şemkan aşireti alanına girmiş fakat aşiret güçleri geri çekilme harekâtı gerçekleştirerek, önce Teğer ve Aliboğazı’nı savunma hattı olarak kullanmışlar ve bu savunma Osmanlı Hükümet kuvvetlerini Değirmen dere yöresine varınca oldukça güç duruma düşmüş olarak Aşiret güçleri bu dereye giren Hükümet askerleri yaylım ateşi ile imha etmişlerdir.

Sağ kalan askerler teslim alınmış ve askerlerin silahları alınarak, çatışmada öldürülen Kumandan Halis Bey’in cenazesiyle birlikte Hozat’a gitmek üzere serbest bırakılırlar. Bu çatışmadan sonra mevsimin kış olmasına rağmen Neşet Paşa Elaziz’e dönmek zorunda kalmıştır.

Bu aşiretlerden Kureyş aşireti içinde yakın hısım-akrabalarım var olup, kimi Kahraman Maraş’ta Göksun de yaşamakta kimi Balıkesir de kimlik değiştirmiş Sünni olarak yaşam sürmekte kimi ise Hollanda-Fransa da çağımızın göçmenleri olarak yaşamakta olduklarını biliyorum.

Osmanlı Merkezi Hükümetlerinin, Dersim bölgesi üzerine yapılan askeri harekatların en önemlisi 1907 yılında başlayan bu harekat Bölgedeki Aşiretler arasında büyük heyecan yaratmış olarak 1908 yılının Nisan ayının başlarında Koçan aşiret lideri İdareci İbrahim Ağa, aşiretler arasında genel bir ittifak sağlamak maksadıyla, ilk önce ezelden beri hasmı olan Karabal aşireti lideri Kangozade Mehmet ;Ağa’nın evine gidip barıştı ve Batı Dersim’de var olan diğer aşiretleri de oluşan bu ittifak içine alarak genel bir ayaklanma hazırlığına başladı.

Bu ittifakın oluşmasına Ferhadan aşireti lideri Alişer Ağa’nın oğlu Keko Ağa yardım etti.

Merkezi Hükümet kuvvetlerine karşı saldırı planlaması yapılırken, Hozat merkezde bulunan bir miktar asker kışlamaktayken ilk önce bunların Hozat ile Soğuksu arasındaki erzak ve cephaneleri ondan sonra da Şavak yöresinde bulunan jandarma kuvvetlerinin silah ve cephaneleri ele geçirildi.

Ve Hükümet kuvvetlerinin yetkili kişileri görevlerinden uzaklaştırılarak yerlerine kendi aşiret üyelerinde bazı kişileri bunların yerine görevlendirdiler.

Bu başarı bölgede bulunan diğer aşiretlerinde Merkezi Hükümete karşı kurulan ittifakta yer almalarını sağlarken, görevlendirilen Merkezi Hükümet kuvvetlerine bağlı görevli askerler de Kakper merkezinde bir karakol yapımını başarmış oldukları halde aşiret kuvvetlerine yenilmiş olarak Laçin aşiretinin himayesine sığınarak teslim olmuşlar ve silahları alınarak Hozat’a gönderilmişlerdir.

Bu çatışmalar sürerken Hozat- Elaziz, Hozat-ovacık telgraf hatları kesilmiş ve Fırat geçit merkezi olan Pertek geçitti ittifak halindeki aşiret kuvvetlerince zapt edilmiştir. İttifak üyeleri olan aşiret üyeleri genel ayaklanma durumuna geçmiş olarak Merkezi Hükümet’e karşı koymayan komşu aşiretlere akınlar yaparken Elaziz’e genel bir saldırı planlanmıştır. Bu saldırılar sonucu Pülümür de Kocalan aşiret lideri ünlü Bako Ağa Pülümür merkezini kendi nüfusu altına almıştır.

Bölgedeki bu durumu kendi varlık nedenine karşı yabancı ülkelerle iş birliği yapıldığını sanan merkezi hükümet yetkilileri durumu korkunç görerek verdikleri bir emir üzerin, Erzincan da bulunan sekizinci Tabur’la 26. Süvari Alayı Kamaks ve 25. Piyade Topçu Alayını da Tercan üzerinden Pülümür’e gönderilirken, Kelkit, Bayburt, Trabzon, Erzurum, Karahisar, Hamidiye ve Koçhisar yedek taburlarının silah altına alınmaları emrediliyor ve diğer yedek taburlarına da harekât emri verilmiş, bu taburlar Erzincan’da bulunan diğer taburlarla birleşerek, Ovacık ve Pülümür aşiretlerine karşı Munzur dağlarında çatışmaya başlamışlardı.

Haziran ayının başlarında Merkezi Hükümet yetkililerin verdikleri emir ile Dersim’in kuzeyinde başlatılan bu harekâtı Atıf Paşa kumanda ederken, Diyarbakır da gelen hükümet kuvvetlerine ait Tabur’da Elaziz ’de bulunan Liva kumandanı Neşet Paşa Fırkası ile birleşmiş ve 22 Tabur’dan oluşan Merkezi Hükümet ordusu Elaziz ’den yürüyüşe geçmişti.

Osmanlı Merkezi Hükümetine bağlı bu askeri harekatın, yalnız Batı Dersim aşiretlerine karşı saldırıyla sınırlı bir harekât olduğu emir ve bildirilerle bölgedeki diğer aşiretlere bildirilerek ilan ediliyordu.

Dersimin batısında Merkezi Hükümet kuvvetleri ile merkezi hükümet kuvvetlerine karşı ittifak kurmuş aşiretlere, Dersimin Doğu’sundan Keçalan aşiretinin dışındaki aşiretler bu çatışmalara katılmadılar.

Batı Dersim de bulunan Ferhat, Karabal ve Koçan aşiretleri Osmanlı Merkezi Hükümet kuvvetlerine karşı son nefeslerine kadar çarpışacaklarına karar vererek ailelerini çatışma alanlarının dışında saydıkları dağlara gönderdiler.

Çatışmaların başlangıcında Ferhat, Karabal ve Koçan aşiretleri Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı şiddetli bir direnç gösteren Bergin’i, Surpyan ve Cevizlik mıntıkalarıyla Pertek, Hozat boyunca şiddetli çatışmalar oldu.

İttifak kuvvetlerinin oluşturduğu silahlı gurupları Kahraman Ağa oğullarından Keko Ağa yönetirken emrindeki kuvvetlere hayranlık uyandıracak beceri ve hünerler göstererek Merkezi Hükümet kuvvetlerini Hozat’a sokturmamıştır.

Keko Ağa yönetiminde teslim alınan Merkezi Hükümet kuvvet mensuplarının silahları teslim alınırken, Osmanlı askerlerinden biri silahını Keko Ağa’ya doğrultarak “silahımı sen al Ağa” diye uzatırken tetiğe basmış ve Keko Ağa’yı vurarak öldürmüştür.

İttifak eden aşiretler bu hazin olaydan sonra geri çekilmeye başlamış ve bir hafta sonra Osmanlı Merkezi Hükümet kuvvetleri Hozat’ın merkezine girmiş ve Keko Ağa’yı vuran asker Çavuş rütbesi ile terfi ettirilerek ödüllendirilmiştir.

Neşet Paşa’ya bağlı Merkezi hükümet ordusu Hozat Merkezine girer girmez, ittifakla ant içmiş olan Karaballı ve Bağtiyaran aşiretleri liderleri Neşet Paşa’ya teslim olurlar.

Hatta Osmanlı ordusuna harekât nokta ve geçitlerini göstererek yardıma başladılar ve yardımların katkıları sonucu 15 Haziran’dan itibaren çarpışa-çarpışa 31 günde Batı Dersimin en önemli merkezi olan ve o güne kadar hiçbir Merkezi Hükümet kuvvetlerinin girmediği Tujik (ucu sivri) dağına varıp o civardaki köyleri zapt ederek, Seyid Rıza’nın köyü olan Ağdat merkezine ordu karargahını kurdular.

7 Temmuz 1908’dan itibaren ihtiyat ve düzenli birliklerden oluşmuş 35 Taburluk bir Merkezi Hükümetine bağlı ordu ile bu ordunun emrinde çalışan Cibranlı aşiretine bağlı süvari alayı tam teçhizatla Batı Dersim’de hükümete karşı direnen aşiret mensuplarıyla çarpışıyorlardı.

Bazı kayıtlara göre de Merkezi hükümet kuvvetleri olarak 26 Tabur asker, Cibranlı aşiretine mensup bir süvari alayı tam teçhizatı ile 2 dağ taburu ile bu çatışmaya katıldıklarını yazar.

Çatışmalar boyunca çatışma alanı içindeki köyler insanlar ve hayvanlarıyla beraber boşaltıldığı için iaşe bakımından Merkezi hükümete bağlı ordu zorluklar çekiyor bir taraftan da dağlara çekilen ittifak kurmuş aşiret üyeleri sağdan ve soldan saldırılar düzenliyorlardı.

Merkezi hükümet kuvvetlerine bölgenin dışında gönderilen cephane ve erzaklar çete baskınlarına uğrayarak el konula biliniyordu.

Çatışmaya katılan aşiretler ailelerini Doğu Dersim bölgesinde ki aşiretler içine naklederek hükümet ordusuna saldırılarına devam ediyorlardı. Çatışmaya katılan bazı aşiret ise silah ve cephaneleri kısmen yiyecek karşılığında trampa ederek, kısmen de hükümet birliklerine arkalarından gönderilen silah ve erzaklar daha hükümet kuvvetlerine ulaşmadan yolda geceleri önleri kesilip el konularak temin ediyorlardı.

Diğer yanda bölgede ve ordu içinde de Tifüs salgını baş göstermişti. Öte yanda ise Pülümür yönüne hareket eden Bako Ağa kumandasındaki Keçelan, Lolan ve Balan aşiretleri 28 Temmuz’da Danzi ve Harsi mıntıkalarında şiddetli çarpışmalara girmişlerdi.

Çarpışlar giderek Doğu Dersim Bölgesine yayılmış olduğu için Heyderan ve Demenan aşiretleri de yardıma başlamışlardı.

Eşkerek dağlarında Merkezi hükümet ordusuna hayli zarar verilmiş olduğu sırada Trabzon’da yardıma gelen Osmanlı ordusunun baskısı sonucu aşiret güçleri Heyderan dağlarına çekilmiş oldukları ve yörenin de geçilmezi çok zor olan bu dağlarda ki aşiret güçlerine erişme imkânı bulamamışlardı.

Kamaks tarafından gelen Osmanlı askerlerini Kışla denilen merkezde bulunan su bentlerini yıkan ve çarpışan aşiret mensupları hükümet kuvvetlerini teslime zorlamış olarak Hozat ve Ovacık yolunu tutarak ordunun hattını kesmişlerdi.

Zordurum da kaldıklarını hisseden Neşet Paşa aşiretlerle görüşme teklifinde bulunmuş ve isteklerinin yerine getirileceğini, görüşmeye katılan bazı seyitler ve aşiretler arasında Keçalan (Kalan) aşiret lideri Halil Ağa’nın oğlu Nuri aracılığıyla çatışmaya katılan aşiretlere, çatışmalardan vaz geçmeleri halinde kendilerine taviz verileceğini yeminle vadettiler diyerek, çatışma halindeki Şemikan ve Reşikan aşiret liderlerini, Koçan aşiret lideri İdare ibrahim’i ve Ferhadan aşiret liderlerinden Diyap’ı ikna edip Osmanlı ordusu merkezine götürür.

Kumandan Neşet Paşa görüşmeye gelen aşiret liderleri vasıtasıyla Seyid Rıza ve Ovacık aşiret liderlerinin de gelmelerini, orduya yol açmalarını ve meşrutiyet ilan edildiği için artık kan dökülmesinin uygun olmayacağını bir bildiriyle ilan eder.

Seyid Rıza ve Ovacık aşiretleri bu bildiriye ve davete karşılık olarak görüşmelere gelmeyeceklerini ve sonuna kadar bağımsızlıklarını korumaya çalışacaklarını bildirirler.

Seyid Rıza ve Ovacık aşiretlerinin bu karşı tepkisi sonucu Ferhan’dan aşireti lideri Diyap Ağa da Neşet Paşa’nın yanına dönmez.

Umduğu sonucu alamayan Neşet Paşa kendisine teslim olup, mahiyetine katılan aşiret mensuplarının yardımı ile ordu merkezini Ağdat ’tan kaldırıp Hozat yakınlarına götürürken Ali Ağa’yı kurşuna dizdirerek yanında bulunan diğer aşiret liderlerini de beraberinden götürür.

Fakat yaygınlaşan Tifüs salgını bölgeyi ve orduyu önü alınmaz bir halde perişan etmiş vaziyette Ordusuyla birlikte Elaziz’e çekilmiş ama dört gün sonra kendisi bu hastalıktan ölmüş ve yanında getirdikleri aşiret liderleri de Diyarbakır da bulunan hapishaneye gönderilirler.

Erzincan cephesinde ise Ovacık aşiretleri Erzincan’a hareket eden iaşeden yoksun, kısmen silahsız ve bir taraftan da hastalıkla mücadele ederken, hükümet askerlerini takip ediyorlar, yaşanan bu durumun yarattığı her türlü zorluğuna rağmen hükümet ordu komutanı Atıf Paşa kendisine bağlı askerlerini Pülümür yöresinde toplamak zorunda kalır.

Ayaklanma hareketleri bölgede umumi bir hal almak üzereyken hükümet kuvvetlerinden dördüncü ordu kumandanı ihtiyat askerlerinin vazifesini tamamlamış olmalarından dolayı düzenli ordunun terhisini Harbiye Nezareti’nde istemeye mecbur olur.

Harbiye Nezareti’nin kararıyla 13 Eylül’de taburlar terhis edilmeye başlamış, terhis edilmeyen askerler de Erzincan ve Elaziz’e çekilirken, diğer taraftan Merkezi Hükümet güçlerine karşı ayaklanan aşiretler arasında da “İhtiyat askerleri arasında emre itaatsizlik baş gösterir. Özellikle Pülümür çevresindeki askerlerin isyan ettiklerini, ihtiyat taburlarının terhislerini istediklerini” kendi aralarından yayıyorlardı.

Erzincan ve Elaziz’e çekilen hükümet kuvvetleri gözleyen isyancı aşiretler de bölgenin kendilerine terk edildiğini bu nedenle galip olduklarını ve her ihtimale karşı kendilerini savunacak konuma getirdiklerini güvenerek, Osmanlı merkez hükümet kumandanlığına bir ültimatom göndererek, tutuklu aşiret üyelerinin serbest bırakılmasını, aksi taktirde hükümete büyük darbeler indireceklerini bildirirler.

Bu gelişmeler sürerken İsyancı aşiret ağalarından Ferhadan aşireti lideri Diyap Ağa, tebdili kıyafetle Dersim’den Trabzon’a giderek, Dersim’e yapılan askeri hareketleri İlgili mevkilere telgraf çekerek İstanbul nezdinde protesto etmiş ve bunun üzerine İstanbul Merkezi de Diyap Ağa’nın İstanbul’a bizzat gelmesini istemiş ve Diyap Ağa’da İstanbul’a gitmiş ve Dahiliye ve Hariciye Nezaretiyle temasa geçer.

Diyap Ağa “bölgedeki hükümet kuvvetlerine bölgede yaptıklarından dolayı takibat yapılmasını” istemiş ancak İstanbul Merkezi hükümet yetkilileri de “Meşrutiyet ilan edildiğini bu nedenle zaten her yerde herkese olduğu gibi bölgede yaşayan insanlarında yasal haklarının kendilerine verileceğini” söyler ve isteklerinden ısrar eden Diyap Ağa da tutuklanarak Diyarbakır’a gönderilir.

İstanbul Merkezi Hükümeti bölgeyi ve yaşanan olayları yerinde incelemek üzere Ferik Ali Paşa’yı ve Devlet şurası üyelerinden Mustafa Bey’i Anadolu’nun doğu bölgesine gönderir,

Heyet ilk önce Hozat’a gelir yaptığı inceleme sonucu Ferik Ali Paşa “bölgede görevli ordu komutanı Neşet Paşa harekatının Osmanlı Padişahinin millete ihanetinin ürünü olduğunu merkezi hükümete bildirdiğini ve İlan edilen Meşrutiyet döneminde Dersimlilerin her türlü isteklerinin yerine getirileceklerini bildirir.” Ve Ekim 1908 de de İstanbul’a döner.

Osmanlı-Rus savaşında Osmanlının düzenli ordu kuvvetleriyle beraber Ruslara karşı savaşmak üzere 1877-1878 yıllarında bölgedeki aşiretlere Osmanlı merkezi hükümetinin verdiği 20 bin Mavzer, on iki top, üç yüz katır, beş yüz at, çok sayıda askeri malzeme ve cephane teslim edilmişti, ancak aşiret üyeleri hem savaşa katılmamış hemde teslim aldıkları silahları merkezi hükümete geri vermemişler ve bunların bir kısmı İran coğrafyasına bir kısmada bölgenin dağlık arazinde muhafaza edilmiş olarak bu isyanlar sırasında isyana katılan aşiretler bu silah ve malzemeyi Osmanlı merkezi hükümet kuvvetlerine karşı kullanırlar.

1908 yılı sonunda İstanbul’a dönen Ferik Ali Paşa Harbiye Nezaretine bölgede olup biten ile Neşet Paşa emrindeki ordunun durumunu anlatan bir rapor sunarken bu mıntıkaya yeniden ordular gönderilmesi gerektiği, bölgede ıslahat yapılması gerektiğini bildirir.

Bunun üzerine Meşrutiyet hükümeti bölgedeki Ordu kumandanları ve Elaziz valisiyle haberleşirken olup bitenden de Dersimliler haberdar olunurken, bölgedeki dördüncü Ordu kumandanlığına da 15 Mart 1909 yılında Müşir İbrahim Paşa tayin edilir.

Bölgeye uygulanacak ıslahat projeleri de uygulanmak üzere bölge hükümet yetkililerine bildirilir.

Islahat çalışmalarına uymayacaklarını ilan eden Dersimin Ovacık aşiret liderleri Kamaks ve Erzincan mıntıkasına saldırarak bu mıntıkadaki köylerin kimini göçe zorlayarak kimine silahlı saldırılar düzenleyerek ortadan kaldırmaya başlamışlarken;

Kimi kaynaklarca “Sakallı Nurettin Paşa’nın oğlu olduğu söylenen” İbrahim Paşa, Osmanlı genel kurmayı tarafından iyi eğitim ve talim görmüş ve mükemmel teçhizatlı, tam kadrolu 9 piyade taburuyla, iki batarya top, bir süvari alayı ve bir muhabere takımından oluşan kuvvetlere hazırlık ve hareket etme emri vermişti.

Erzincan’da bulunan yedinci ve sekizinci nişancı taburlarıyla diğer iki tabur ve Erzurum, Muş, Hozat ve Kızılkilise’de bulunan beş tabur da harekât için seçilmiş ve 30 Haziran 1909 da Gök’ü de bulunan taburun Pülümür’e Diyarbakır ve Harput’taki taburların da Dersim’e hareketleri emredilir.

İbrahim Paşa 20 Temmuz 1909 da Erzincan’dan hazırlanan kuvvetleri bizzat kendi kumandasına alarak, Sultan Seydi istikametinden Dersim’e doğru hareket eder. Munzur dağlarının Mercan boğazından geçip, Hozat kumandanlığı vasıtasıyla Dersim aşiretlerine bildirimde bulunarak, yapılmakta olan askeri hareketlerin yalnız merkezi hükümet yetkililerine karşı çıkan ovacık aşiretlerine yapılacağını, hükümet kuvvetlerine karşı koymadıkları müddetçe diğer aşiretlere silahlı askeri saldırı tedbirlerin alınmayacağını aşiretlere bildirir.

İbrahim Paşa komutasındaki bu ordu on iki saatlik bir yolculukla ve hiçbir engelle karşılaşmadan ilk önce Mercan vadisinde ki boğazda geçer ve 22 Temmuz 1909 da Ovacık’ın Hopik mevkiinde ordu karargahını kurar.

Karargahını kuran İbrahim Paşa daha 1877-1878 yıllarında Osmanlı hükümetlerince kendilerine teslim edilen silah ve teçhizatı ordu karargahına teslim edilmesini ister.  Fakat aşiretlerden silahları teslim alacak olan İbrahim Paşa’nın ileri karakol birlikleri bölgedeki Aslan ve Beytan aşiretleri silahlı guruplarınca tuzağa düşürülerek saldırıya uğramış bazı

askerler öldürülmüş ve aşiretlerden istenen silahlarını teslim etmeyecekleri İbrahim Paşa’ya bildirilir.

Ve Ovacık köyleri ile aşiretlere bağlı halk tarafından tamamen boşaltılarak aşiretler dağlara, ormanlara ve vadilere çekilirlerken kendilerine bağlı önemli silahlı çete birlikleri de İbrahim Paşa komutasındaki ordu birliklerinin arkasını sararlar.

Mercan boğazından başka hiçbir geçit bulunmadığından, hükümet kuvvetlerinin arkasından gelen askeri yardım malzemesi, erzak, cephane ve yardım kollarının orduya ulaşması engellenmeye başlamış olur.

Diğer taraftan Meksudan, Şemikan, Resikan ve diğer aşiretlerde Hozat ve Ovacık arasında savunma hattı oluşturmuş Diyarbakır ve Harput’tan Dersim merkezine gelen taburların İbrahim Paşa kuvvetleriyle birleşmelerini engellenmeyi başarıla bilinirken, Merkezi hükümet kuvvetlerine diğer yollarda gelebilecek yardam yolları da on beş gün süre ile kontrol altında tutabilmişlerdi.

Bölgedeki Osmanlı ordu komutanı İbrahim Paşa, Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim ve bir diğer Seyid olan Seyid Kasım’a ve bölgedeki tarafsız diğer aşiret liderlerini ordu karargahına davet ederek büyük bir ziyafet vermiş ve yemekte Dersimlilerin isteklerini yerine getirecek konuşmalar yapmış olarak, bölgedeki aşiret ve liderlerinde hükümet güçlerine karşı girişilen bu silahlı başkaldırı durumuna diğer aşiret mensuplarının müdahale etmelerini ister.

Yemekli toplantıya katılan aşiret liderleri kendilerine bağlı aşiret mensuplarının ellerinde bulan pek de işlerine gelmeyen kullanılamayacak nitelikte ki birkaç yüz silahları kendi aralarından toplayarak İbrahim Paşa’ya teslim ederlerken “Bizde yardım isteyene hep yardım etme geleneğimiz gereği ve sizin de İstanbul hükümetlerine karşı mahcup olmamanız için elimizdeki silahları sizin karargahınıza elden teslim ediyoruz” diyerek ortak vardıkları mutabakatı sağlamak üzere emrinize uymuş oluyoruz derler.

Sağlanan bu barış görüşmeleri sonucu İbrahim Paşa ordusu 15 Ağustos 1909 da Dersim’den Erzincan’a çekilmiş ve ordu karargahını Pülümür’ün güneyinde Panceras civarına kurmuş ve daha önceleri görüşmeye davet edilip fakat bu görüşmeye katılmayan ve hala savunma halinde bulunan Heyderan ve Demenan aşiretlerini de ikna etmeye çalış ve görüşmeye katılan Heyderan aşireti liderine merkezi hükümet kuvvetlerine ait 200 katır ve birçok hediyelik eşya aşiret mensuplarına dağıtılmak üzer hediye verilir.

28 Ağustos 1909 da Ordu Erzincan’a döndüğünde Kamaks ’lı Sağıroğlu Tahir Paşa Dersimliler ile özellikle Ovacık aşiretlerini ayaklanmaya teşvik etmek suçuyla yargılanmak üzere Erzincan’a getirilir fakat daha yargılama yapılmadan Tahir Sağıroğlu intihar ederek kendisini öldürür.

İbrahim Paşa’nın yardımcıları olarak Kurmay subaylardan Korgeneral Fahrettin Paşa ve Tuğgeneral Basri Paşa görev yapmışlardır.

1912 yılında Kamakslı Sağıroğlu Sabit; Hozat’ta Valilik yaparken Seyid Rıza merkezi hükümetin temsilcisi olarak gördüğü bu valiyi tanımak istemeyip yok sayıyor, İttihat ve Terakki partisinin Elaziz ve Erzincan mıntıkasında uygulamak istedikleri yapılandırma ve yeniden oluş çalışmalarını sonuçsuz bırakmak için bunlara karşı, kendisine bağlı yöresel ve silahlı bir harekât gücü oluşturur.

İttihat ve Terakki hükümet temsilcileri hazırlanan yeni projenin bölgede uygulanmasına hazırlık olarak Vali Sağıroğlu Sabit vasıtasıyla Hozat’ta jandarma ve milis alayları oluşturarak bölgede merkezi hükümetin hazırladığı yenilikçi kalkına projelerini destekleyen bölgedeki diğer aşiret mensuplarını yanlarına alarak Seyid Rıza’nın oluşturduğu silahlı gurubu etkisiz hale getirmeye çalışır.

Seyid Rıza’nın hazırladığı silahlı kalkışmaya Doğu Dersimde bulunan bazı aşiretlerde katılır ve hükümet güçleriyle çarpışmaya girişilir ve merkezi hükümet güçlerine destek veren Boynukara Hıdır Ağa’yı esir alınır.

Bu çatışmalar sürerken İstanbul’daki İttihat ve Terakki hükümet partisi iktidarda düşer ve bu hükümetin aldığı kararları uygulayan Hozat valisi Sağıroğlu Sabit Dersimin çatışma bölgesinden çekilir.

İktidarda düşen İttihat ve Terakki Partisi hükümeti yerine gelen Özgürlük ve İtilaf Partisi Vilayet ile kaza arasındaki idari bölümü yönetmek için Dersim Mutasarrıflığına Bedirhan Paşazade Mithat Bey’i görevlendirir.

Dersim bölgesi asilzadelerinden Mithat Bey gibi bir asilzadenin merkezi hükümet adına bölgede yönetimde ki varlığı ayaklanan ve ayaklanmaya katılmak üzere hazırlık yapan aşiretleri yatıştırır ve Hozat’ta Seyid Rıza güçlerince teslim alınan Boynukara Hıdır Ağa’yı serbest bıraktırır.

Birinci Dünya Savaşı1914 yılında başladığında Osmanlı Hükümeti 1877-1878 yılları arasında ki Osmanlı-Rus savaşı sırasında Anadolu’nun doğusunda yaşayan bölge insanlarının Osmanlı hükümetlerinden yeterli silah, cephane iaşe ve taşıma araçları olan Katır ve Atları teslim almalarına rağmen Ruslara karşı Osmanlı saflarında savaşa katılmadıkları ve savaş bitince de kendilerine teslim edilen silahları ve malzemeyi iade etmeyip bu silah ve cephaneleri Osmanlı Sınır komşusu İran sınırlarına kaçırdıklarını bilen hükümet yetkilileri,

Bir vatani görev veya zor kullanarak doğu bölgesindeki insanları askere almak için cesaret etmedikleri gibi savaş ilerleyip savaşa katılan Rus birlikleri Anadolu’nun Doğu bölgesinde bazı vilayetleri istilaya başlaması sonucu Osmanlı orduları ile Rus ordularının bölgedeki çatışmalardan bölge halkı büyük zararlara uğramıştır.

Dersimliler ise kendi vatanı saydıkları bölgelerini hem Osmanlı hem Rus ordularına karşı koruma savunmasına girişmiş olarak savaşın zararlarından kendilerini korumaya çalışmışlardı.

Savaş uzadıkça Osmanlı Hükümetleri Dersimlilerin bu tutumunu siyasi hesaplara uygun görmemiş ve her ne pahasına olursa olsun bölge halkını Osmanlı saflarında savaşa katmak istiyor.

Ve Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa 1915 yılının İlkbaharında Ağrı’nın dağlık bölgesine giderek, Kürt Hamidiye Alaylarından ve diğer bazı Kürt aşiret ağalarının oluşturduğu Kürt birliklerinden oluşan önemli bir askeri kuvveti Allahuekber dağlarının kar fırtınalarında seksen bin kadarını boğmuş olarak dönmüştür.

1915 yılının yaz mevsiminde Rusların büyük kuvvetlerle Erzurum cephesinden Osmanlı coğrafyasına saldırıya geçmeleri nedeniyle Enver Paşa, Dersim Aşiret liderlerini Vali Sağıroğlu Sabit Bey vasıtasıyla Elaziz’e davet eder fakat Dersim aşiret liderleri bu daveti kabul etmeyip ret ederler.

Ama Talat ve Enver Paşa’lar Elaziz’e geldiklerinde Batı Dersim aşiretlerinden Kangozade Mehmet ve Zeynzade Meco gibi bazı Aşiret liderleri bir takım siyasi hesaplar için Vali Sağıroğlu Sabit’in ısrarları üzerine Elaziz Merkezine giderek, Başkumandan Enver ve Sadrazam Talat’la Batı Dersim adına görüşme yaparlar. Bu görüşmede Dersimlilerin büyük kuvvetler oluşturarak savaşa Osmanlı hükümet orduları saflarında katılmaları teklif edilir.

Kendilerinde istenen bu isteğe karşılık Kangozade Mehmet Ağa “Paşam Dersimliler Alevi’dirler, Hacı Bektaş Veli evlatlarından Çelebi Cemalettin Efendiye saygıları vardır. Şu hâlde emir buyurup da adı geçen zatı, cihada sevk ederseniz Bütün Dersimliler onunla savaşa katılırlar ve böylece de hem biz sizlere karşı mahcup olmayız, hem de paşalarımız memnun kalmış olurlar. Savaş için biz kendi aşiretlerimize söz anlatamayacağımız gibi, diğer Dersim aşiretlerine ve özellikle de Seyid Rıza’ya hiç sözümüz geçmez. Yalınız şahsen bize emir buyuruyorsanız iradenizi yerine getirmeye hazırız.” Der.

Ve Sadrazam Talat Paşa ve Başkomutan Enver Paşa bu görüşmede memnun kalmış ve toplantıya katılan aşiret ağalarını yüklü paralar verirler.

Bu görüşmeden bir zaman sonra aldığı teklif üzerine o zamanlar Kırşehir’e bağlı bulunan Hacıbektaş’tan yola çıkan Dergâhın temsilcisi; Cemalettin Efendi büyük bir debdebeyle Kırşehir’den yola çıkmış ve Sivas vilayetine gelir.

Sivas’tan etrafına topladığı Alevilerden alaylar oluşturarak gönüllü subaylar tayın ettikten sonra Dersim’in Seyitlik bakımından Mürşit’i olup Koçhisar ilçesinin Yalıncak köyünde oturan Ağucanlı Seyit Aziz’e uğramış ve hep birlikte Koçgiri aşiretlerini ziyaret etmişlerdi.

Koçgiri’liler Alişer Efendinin Rusya’ya iltica ederek Kürt davası uğrunda çalışması yüzünden kendilerinin Osmanlı Hükümeti nazarında iyi gözle görünmediklerini ve aşiret liderlerinin ordu tarafından göz altında tutulduklarını, bu nedenle ilk önce Dersim aşiretlerinin savaşa gererlerse sonra Koçgiri’lilerin de savaşa katılabileceklerinden şüphe edilmemesinin Celalettin Efendiye açıklayıp ve onu kandırarak Erzurum’a yolcu ederler.

Bu görüşmeler sürerken Menzil Müfettişliği Kurmay Kaymakamı Ali Rıza, Erzincan merkezinde subay olan Baytar Nuri’yi Çelebi Cemalettin Efendiye müşavir tayın eder.

Celebi Cemalettin Efendinin konaklaması için hazırlanan daire Celebi Cemalettin Efendiye Müşavir olarak tayin edilen Baytar Nuri Dersimi ’nin anlatımıyla “Kumandanlara yaraşır debdebeli dairenin kapısında egemenlik hükümetine ait arabalar, özel nöbetçiler ve yaverler vardı. Ziyaretçilerin arasında Alman Kurmayından bazı kumandanların varlığı da dikkat çekiciydi. Çelebi Efendi siyasi toplantılara devam ederken, kendisiyle beraber Erzincan’a gelmiş olan Seyid Aziz de ayrıca mahalleler içinde dolaşarak Alevi çoğunluğu olan yerlerde toplantılar yapıyor ve Tarikatla ilgili vaaz vererek “Pençe-Tarik” hakkındaki Alevi düşüncelerini anlatırken halkı “Pence-i Ali Aba Yoluna” davet ediyor.

Celebi Celalettin Efendi’nin bölgedeki seyahati sürerken emrine görevlendirilmiş Baytar Nuri Dersimi ’yi çağırır ve “İşittiğime göre, Kistim denilen köyde Mar adlı bir Evliya varmış, Kürtler bu evliyaya tapıyorlarmış; bu nedenle ben askeri kumandana söyledim, yarın sizinle gelecek, siz bu birlikle Azizi, Kürtlerin saldırılarından korumakla görevlisiniz. Söz konusu “Evliya” olarak tanıtılan şeyin bir ağaç parçasından başka bir şey olmadığını duydum. İşte Aziz Efendi; “Tarik” adlı bu Evliya adlı ağaç parçasını yakacaktır.”

Kendisine verilen görev emrine karşılık, olarak Doktor Nuri Dersimi “Teklif buyurduğunuz be görevi ne yazık ki kabul etmeyeceğim.” Der ve Celebi Cemalettin Efendi de nedenini sorar. Baytar Nuri Dersim’i de “Efendim, bu mıntıkadaki Aleviler her yıl ocak ayı sonunda üç gün Hızır Orucu tutarlar. Geçen yıl aynı mevsimde Balaban Aşireti lideri Gül Ağa beni davet ederek, kendi köyü olan Hizori yakınındaki Kiştim köyüne götürdü. Çünkü her yıl binlerce Alevi bu köyde Mar dedikleri Evliyanın evinde aynı günde büyük bir toplantı yaptıkları için, Gül Ağa’yla bizde toplantı yerine gittik.

Toplantının yapıldığı içine bir iki bin kişinin sığabilecek büyük bir odanın ortasında büyük bir direk vardı. Bu direkte yeşil sargıyla sarılmış bir asa asılmış ve asanın sargıdan dışarıda kalan kısmı büyük bir yılan başı şeklinde görünüyordu.

Buna herkes “Kiştim Mar” yani “Kiştim Evliyası” diyor. Odada toplanan halk, bir taraftan inleyen seslerle” Huda’ya” yalvarıyor ve bir taraftan da “Mara” karşı aynı anda huşuyla boyun eğiyorlardı.

Genel bir ağlama baş gösterirken, ben dahi genel heyecan ve oluşmuş heybetten ağlamaktan kendimi alamamıştım.

Birikmiş cemaat’a göstermek için “Mar’ı” çıkarmağa yetkili aileden çarpık yarı kötürüm bir zat ortaya gelerek direkte asalı sargıdan “Mar’ı” “Ya Allah” diyerek çıkarmış ve yarı ayakta yarı yerde secdeye gelerek Mar’ı insanlar üzerine uzatmağa ve onların tövbe ederek günah işlememelerini istemişti. Şeyh’in elinde ki Mar bazen uzuyor bazen kısalıyor ve bazen eğri vaziyetler alıyor; cemaati heyecana getiriyor ve bazen de sahibini yerlere deviriyor ve Şeyh’in feryatları göklere çıkıyordu.

Binlerce halkın manevi kuvvetinin tam bir merkezde birleştiği bu anda, ben artık kendimden geçmiştim. Gül Ağa’nın elini tutmuş, karanlık geceden ve bu karanlık içinde nur fışkıran şiddetli ateşten, halkın coşkun çığlıklarından şiddetli bir heyecana kapılmıştım.

Böylece saat geçti yüzlerce kurban kesildikten sonra Mar tekrar yerine konurken tekrar Allaha yalvarmalar oldu ve toplantı dağıldı.

Bu toplantılara katılanlar arasında uzaklardan gelen pek çok aşiret Liderleri ve mensupları vardı ve Ertesi gün Gül Ağa’dan ayrılıp Erzincan’a geldim.

Şu açıklamam da gösteriyor ki Kiştim Mar’ı kırmak ve yakmak aşiretleri rahatsızlığa ve husumetine neden olacağı gibi büyük bir ayaklanma alevlendirmesi de söz konusu olabilir.

Aşiretler benden nefret eder, beni mazur görmenizi rica ediyorum.” Der.

Anlatılanları dinleyen Celebi Cemalettin Efendi “Derin-derin düşündükten sonra bu konuyu Aziz Efendi ile görüşeceğim ve sonucunu sana bildireceğim.” Der.

Celebi Celalettin Efendi ile Baytar Nuri Dersimli arasında geçen bu görüşmede ertesi günü aşiretler haber almış “Kistim Mar’ın” tahrip emrini Aziz efendinin verdiğini öğrenmişlerdi. Bu nedenle Celebi Celalettin Efendiye karşı beslenen saygı sarsılmış, diğer taraftan da Dersimliler Rus ordularının galip geleceklerini anlamaları nedeniyle ve Rusları tahrik etmemek için bu savaşa katılmamak için Celebi Celalettin Efendiye çeşitli mazeretler gösterme yolunu tutarlar.

Dersimlilerin Osmanlı ordu saflarında savaşa katılmalarına ve savaşın kaderini etkileyeceğine dair büyük ümitler bağlayan Osmanlı Genel Kurmayı, bu düşünceyle Celebi Celalettin Efendi’nin müdahalesinde büyük fayda doğar ümidiyle onu adete bir ordu kumandanı ihtişamıyla geniş yetkilerle görevlendirerek ve yetkilerini kullanma yetkileri vererek Doğu’ya gönderir.

Bu maksatla gerek Osmanlı ordu merkezinde gerekse Erzurum ve Elaziz vilayetlerinden Dersim’e yönelik aralıksız propagandalar yapılarak, meseleye bir din savaşı görüntüsü verilerek, Dersimliler yapılan kutsal savaşa teşvik ediliyor ve Celebi Celalettin Efendi nasihatlerine uymaları her fırsatta halka tavsiye ediliyor.

Dersimli Seyid Rıza, Çelebi Celalettin Efendi’nin Dersim aşiretleri arasına gelmesini dilemişti. Ama Çelebi Celalettin Efendiye tahsis edilen egemenlik arabası Dersim dağlarında dolaşmaya hiç uygun değil. Diğer taraftan Çelebi Celalettin Efendi’nin at sırtında yarım saat bile yolculuk yapmaya sağlık sorunları izin vermez.

Bu nedenle Dersimli Aşiretlerin Erzincan’a gelmeleri için Çelebi Celalettin Efendi adına Dersim’e haber ve Türkçe yazım dili kullanılarak bildiriler gönderilir.

Dersimli aşiret liderlerinden Osmanlı hükümetine karşı mücadele eden Bako Ağa, mahiyetinden bulunan bazı kişilerle Erzincan’ın Kesmekür köyüne gelerek Çelebi Celalettin Efendi ile görüşmek istemiş ve Çelebi Celalettin Efendiye Müşavir olarak görevlendirilen Baytar Muhammet Nuri Dersimi Çelebinin özel kâtibi Sıtkı ile beraber Bako Ağa ile görüşmek üzere Kesmekür köyüne gönderilirler.

Dersim aşiretlerinden Pülümür’ün Danziğ ve Aşksirek köylerinde oturur ve kendisine bağlı köyleri bağımsız bir derebeyi gibi yöneten Kalan aşiret lideri Munzur Ali Ağa’nın amcası Bako Ağa; Birinci Dünya savaşından önceleri yani 1902 yılında Erzurum yolu ile Osmanlı Devleti’ne görüşmeye gelmekte olan bir Rus konsolosunu, tutsak alır.

Bu durum iki ülke arasında bir savaş çıkmasına neden olacak sorunlar yaratır, Bako Aga’nın talep ettiği şartları kabul eden Osmanlı hükümeti tutsak edilen Rus konsolosunun serbest bırakılmasını sağlar ve konsolos Osmanlı hükümet yetkililerine teslim edilir.

Erzurum ve Erzincan yöresinde ün salmış Simko Ağa kadar ünlenmiş Uzun, kaba ve beyaz bıyıkları, gür kaşları, göğüs ve kollarında ki kılları ağarmış Doğu Dersim adına Celebi Celalettin Efendiyle görüşmeye gelen Bako Ağa, Celebi Celalettin ve yanındaki heyeti güçlü ve vakarlı bir sesle selamladıktan sonra;

Zaza diliyle “Doğu Dersimliler adına Çelebi Efendiye hoş geldin, demeye geldim. Erzincan merkezine kadar gelmek konusundaki arzuma şansım elvermiyor. Çelebi Efendi çok iyi bilmektedir ki, Osmanlı camilerini boşaltıp askeri sevkiyat yeri yapmışlardır. Bundan din meselesine önem vermedikleri anlaşılıyorsa da Çelebi Efendi ile beraber gelen Seyid Aziz, din ve tarikat meselesini ortaya atarak aşiretlerin maneviyatını bozmuştur. Bu hareket tarzı tabii Çelebi Efendinin izniyle yapılmıştır.

Eğer Çelebi Efendi aşiretler arasındaki din ve tarikat meselelerini hal etmek için geldiyse buna teessüf ederim. Şayet savaş için geldiyse önce bu din meselesinden vaz geçmeli, Seyid Aziz Sivas’a geri gönderilmeli ve kutsal Cihat atına binerek Dersimi kabul ettiğine dair teminat vermelidir. Yalnız bu son şart Osmanlı Hükümetine ve Osmanlı hükümetinin koruyucusu Alman hükümetine tasdik ettirmek şartıyla Dersim harbe katılır.

Bu şartlar yerine getirilir ve savaştan başarıyla çıkılırsa, o zaman Seyidler bir araya toplanmalı; Ahlak, bağımsızlık ve törelerimize uygun herhangi bir tarikatı beğenir ve ona uymaya karar verirlerse, biz aşiretler, koyun ve kuzu sürüleri gibi verilen karara boyun eğeriz.

Şayet bu dediklerimi Çelebi Efendi kabul buyurmazsa başarı elde edemeyeceğini şimdiden üzüntüyle bildiririm.” Der.

Bu hitabet sonrası Çelebi Efendi emrine Müşavir olarak verilmiş Baytar Muhammet Nuri Dersimi ’ye Dersimde hangi tarikatlar var diye sorup, gerekli cevapları aldıktan sonra:

“Yüz yıllar önce büyük dedem Hacı Bektaş Veli, Dersim yöresine vaaz ve öğüt verici bazı kimseler göndermişti. Bu zatlar büyük dedemin verdiği talimat çerçevesinde hareket etmiş ve Dersim aşiretlerini ceddim Hacı Bektaş Veli’ye bağlamaya çalışmışlardı. Fakat bu zatların ölümünden sonra bunların çocukları her nedense zamanla büyük dedemi unutarak, tamamen Kürtleşmişler, kendilerine uygun ve akıl ve mantık dışında bir din icat etmişler ve Dersimlileri de bu inançları peşine sürüklemişlerdir.

Kırşehir’deki Hacı Bektaş Tekkesinin bir bahçemiz var, ben yılda ancak bir kere bu bahçeye çıkabilirim.

En son çıktığımda bir rüya gördüm, rüyamda büyük dedem bana göründü ve dedi ki: “Sevdiklerimin ve özelliklede Dersimli müritlerimin başında bir kara bulut görünmektedir, size emrediyorum: Gidiniz kendilerini aydınlatınız. İleride hükümetin kendilerine bir kötülük yapması tehlikesi var. Savaşa katılarak bu kuşkulu durumdan kurtulsunlar!” İşte ben buraya bu emre göre konağımdan çıkıp geldim.

Şimdi, hem Dersimlileri cihada katılmalarını sağlayarak karşılaştıkları bu tehlikeden kurtarmak, hem de bazı cahil Seyid ve Dedeler vasıtasıyla adet edindikleri tarikatı ıslaha ve kendilerini doğru yola sevk etmek isterim. Bu nedenle, emrim altındaki bir iki alay mürit ve eş ve dostumla ben daha ileriye, hatta savaş cephesine kadar gidiyorum ve ceddimin batıni emirlerine göre kendilerini de davet ediyorum.

Ben kendilerine yazdım, sizde yazın ve hatta Dersim’e kadar gidin. Çelebi Efendi sözlerine ek olarak milli haklarla ilgili Kürt isteklerinin yabancılar tarafından kışkırtıldığına değinerek, Kürtlerin ne gibi istekleri varsa bunu savaşın sonunda ileri sürebileceklerini ve Seyid Aziz’in de Sivas’ geri gönderildiğini söyler. Ve bir müddet sonrada Çelebi Efendi kendisine bağlı alaylarla birlikte Erzurum’a hareket eder.

Rus orduları karşısında Osmanlı orduları gerilemeye başlamış ve Osmanlı ordularına katılması istenen Dersimliler ise savaşa katılmadan geri duruyor bir tarafta da geri çekilen Osmanlı ordularına saldırıp, silah ve cephanelerine el koyarak, Rus ordularının Dersime girmemesi için tedbirler alıyorlar.

Bu arada bazı Kürt gurupları da Elaziz vilayetini tehdide başlamışlardı.

Rus ordularından kaçan Erzurumlu subay ve aileleriyle birlikte Erzincan merkezine gelen ahali burayı bir mahşer bir kıyamet günü haline sokmuş halk perişan bir halde sokaklarda feryat ediyor, barınacakları bir tek oda bile bulamıyorlar.

Erzurum’a dönme kararı alın Celebi Efendi Müşaviri Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘ye bir telgraf çekerek konaklamak üzere bir konak kiralanmasını istemiş fakat 14 Şubat 1916 da Erzurum düşer. Bu durumda Erzurum da konak bulmak mümkün olmadığından Çelebi Efendi de mahiyetiyle birlikte Erzincan’a döner ve yerleştirilecek başka bir yer kalmadığı içen, müşaviri Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin konağına yerleştirilir.

Ordu kumandanı Mustafa Kâmil Paşa istifa etmiş ve yerine Tuğgeneral Vahip Paşa gelir, Çelebi Efendi sağlığının bozulmasından dolayı Sivas’a dönmeye mecbur olduğunu, girişimlerini orada yapacağını Müşaviri Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin ise fahri yüzbaşı rütbesiyle aşiretleri barışa davet etmesi için Dersim bölgesine gönderileceğini Vahip Paşa’ya ilettiğini bildirerek,

15 Mart 1916 da Sivas’a hareket eden Çelebi Efendiyi uğurlamak için Baytar Muhammed Nuri Dersimi Çardaklı boğazına kadar eşlik eder ve ayrılırlarken ede Çelebi Efendi Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘ye “Dersim’e gidiyorsunuz, büyük dedem Hacı Bektaş size daima yardımcı olsun, sizden çok memnunum. Dersimlilere selam söyleyiniz, Savaşa katılmadıkları ve gelmedikleri için memnun kaldım. Bu sözümü gizli tutun ve aşiret liderlerinden yalnız en güveniler olanlara söyleyin. Sizi Dersime göndermen zorunlu olduğu için gönderiyorum. Sivas’a gideceğim. Oradan da çok kalmayacağım, Tekke’ye döneceğim ve arzu ve emellerine nail olmaları için dua edeceğim.” Der.

Rus ordularının Erzurum’u işgal etmesi, Çelebi Efendinin Tekkesine geri dönmesi özellikle Doğu Dersimliler arasında bir telaş ve kaynaşmaya neden olur.

Doğu Dersim’in Demenan, Heyderan, Kreşan, Karsan, Alan, Şeğan, Şuran, Yusufan ve Pilvenk aşiretleri 30 Mart 1916 da on bin kişilik bir silahlı kuvvetle kısmen Mazgirt, Nazmiye ve kısmen de Hozat, Pertek merkezleri üzçerine hareketle bu ilçeleri tamamen istila ederek Osmanlı memurlarını ortadan kaldırırlar, Elaziz vilayetine doğru yürüyerek Kürdistan davasını emri vaki şeklinde halletmeye çalışırken bütün yöreyi hakimiyeti altına alırlar, Osmanlı hükümeti taraftarlığı yapan Çarsancak (Karaçor) köyleri yağma edilmiş ve beyleri Elaziz’e kaçmak zorunda kalırlardı.

Bu harekâtı Haydarzade’lerden Paşa ve Fındık ağalarla Kureşanlı Seyid Ali idare ederler.

Durumu korkunç gören Üçüncü Ordu Kumandanlığı, Elaziz’i On birinci Kolordu merkezi yapmış ve askeri tedbirler almıştı.

İkinci Ordu Kumandanlığına Ahmet İzzet Paşa getirilmiş ve merkez hükümeti Kürt beylerinden Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ziya’yı ivedilikle Hozat mutasarrıflığına gönderir.

Cemilpaşazade Ziya; Seyid Rıza’yı idaresindeki kuvvetle Hozat’a davet etmiş ve hücum eden aşiretleri Hozat merkeze girmekten alıkoymasını isteyerek, kendilerince istemekte oldukları milli isteklerini Osmanlı ve Rus hükümetlerine bildirmekte serbest ve haklı olduklarını da sözlerine ekler.

Bölgedeki Kürt ayaklanmasının önlenmesi için Hozat’a görevlendirilen Zıya Paşa’ya Seyid Rıza’ya güven duymuştu.

Çelebi Efendi’nin Dersim’de asayışı temini ve aşiretlerdin hükümet merkezlerine saldırmalarının ve işgallerinin önlenmesinde yardımcı olması için uygun görmesi üzerine , Ordu Kumandanı Vahip Paşa tarafından huzuruna çağrılan Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘ye savaş sonunda Dersimlilerin milli isteklerinin yerine getirilmesini ordu adına söz vererek, aşiret liderlerine örtülü ödenekten verilmesi uygun görülen paranın dağıtılması için İdari yetkili olarak Dersim’e gitmesi bildirilirken, bu durumu ikinci ordu komutanlığına bildirdiğini ve “Dersimlilerin hükümet kuvvetlerine yardımlarından vazgeçtim, bize dokunmasınlar yeter” dediğini Baytar Muhammed Nuri Dersimi anlatır. Aldığı yeni görev üzerine beraberinde askeri bir birlik olduğu halde Kamaks, Eğin ve Hosta dağları yönünden Çemişkezek yöresine giderken bir gece Tekke köyünde konakladığı haberini ve civar aşiretler de bu vesileyle harek’ten haberdar olurlar.

Ertesi gün Hozat merkezine gitmek üzere Ulukale yöresine yetiştiklerinde, Koçan aşireti tarafından ablukaya alınmış ve teslim alınırlar.

Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve beraberinde alayı teslim alan ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ile kirvelik bağları da bulunan Koçan aşiret lideri Hüseyin Ağa “Dersime ne maksatla geldiklerini ve nereye gideceğinizi biliyorum ve silahlarınızı alarak, milyonlara bedel meblağın yanınızda olmasını bildiğim halde el dokundurmayacağım” der, 65 kişilik birliğin silahlarına el koyarak onları serbest bırakır.

Yoluna devam eden Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve birliği Hozat’a yetiştiğinde Seyid Rıza olup biteni anlatır.

Koçan Aşiretince el konan Osmanlı ordusuna ait silahların geri verilmesi için Koçan aşiretinden rica edildiyse de bu rica kabul edilmez.

Baytar Muhammed Nuri Dersimi Hozat’ta Mutasarrıf Ziya ve Seyid Rıza ile gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra Elaziz merkeze döner ve Vali Sağıroğlu Sabit ile buluşup valiye Dersimliler hakkındaki düşüncelerini sorar, Vali Sağıroğlu Sabit “Zor durumdayım, eğer Dersimliler sessizliklerini korurlarsa, haklı ve akla uygun olan her çeşit milli isteklerini merkezi hükümete kabul ettirmeğe kefil olduğunu, şeref ve namusuyla vaat ve temin ederim.” Der.

Durumu idare etmek için tekrar Hozat’a hareket eden Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve ekibi, Hozat’ın doğu tarafı saldırıya geçmiş aşiretler tarafından bütünüyle abluka altına almış aşiretlere haberler göndererek, çapulculuğa meydan verilmemesini ve milli isteklerinin makul bir tarzda ileri sürülmesinin zamanının gelmiş olduğunu propaganda eder.

Fakat Hozat’ı ablukaya almış aşiretler Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve 65 kişiden oluşan yardımcı alayına haber göndererek “Hozat’ta çıkmalarını, aksi taktirde, kuşatmaya karşı Hozat’ı savunan aşiretlerle beraber katledileceklerini” söylüyorlar.

Bölgedeki hükümet temsilcili olarak görevlendirilen Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve emrindeki alayı ikna edebilmek için bizzat çatışma cephesinde bulunan Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin babası oğlunu ikna için Hozat merkeze gelir. Cemilpaşazade Ziya, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin babasını tutuklamak istiyor fakat Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin hatırı için tekrar Hozat’a çatışma cephesine gitmesine izin verir.

Mutasarrıf Ziya, Hozat’ı savunan aşiretlere ve Seyid Rıza’ya özel ödenekten çok miktarda para verir. Yaşanan bu kargaşa nedeniyle Vehip Paşa Dersim merkezine bir şifreli telgrafla dağıtılan özel ödeneğin parasının harcanmasının durdurulmasını ve Çanakkale 13. Fırka Kumandanı Miralay Galatalı Şevket kuvvetlerinin Dersim’e hareket ettiğini bildirir.

Miralay Şevket’in kuvvetleri Elaziz’ varır ve on birinci kolordu kumandan vekaletini üzerine alarak, beraberinde getirdiği kıtalar, kolordu kuvvetleri ve bunlara katılan Çerkez alaylarıyla birlikte hareket ederken kendisine öncülük eden Çarsancak beyleriyle beraber 23 Nisan 1916 da Pertek ve Çarsancak mıntıkalarına saldırır. Pilvenk aşiretleriyle şiddetli çatışmalar olur, güzergahı üzerindeki Pertek yöresinde rastladığı aşiret üyeleriyle çatışmalar sürerken içinde Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin babasının da ev i bulunan köy yıkılıp, yakılmış ve teslim alınan aşiret üyeleri bölgenin dışına sürülmüşler.

Şevket ve komutasındaki ordu birliklerinin yaptığı bu çatışmalar bölgede büyük yankı uyandırmış ve gerek merkezde Ziya ile iş birliği yapmış gerek merkezi ordu güçleriyle çatışan aşiretler bir taraftan Ordu merkezine bir taraftan Elaziz vilayetine tehdit dolu protesto telgrafları çekerek,” yapılan askerî harekât derhal durdurulmadığı taktirde, yönetime karşı silahlı saldırıya geçecekleri bildirirler.”

Şevket kuvvetlerine katılan Çerkez güçlerinin yörede yaptıkları bölgedeki aşiretler arasında Çerkezlere karşı büyük bir kin ve nefret uyandırmış ve aşiretlerle çatışmak için Mercimek Dağlarında mevzi alan Çerkez Süvari Alayı kuvvetlerinin üzerine, silahlı aşiret kuvvetlerince şiddetli saldırılar yapılır, büyük bir kısmı kumandanlarıyla birlikte imha edilirken,

Dersimde başlayan genel ayaklanma üzerine Miralay Şevket birliklerinin Dersimden çekilmesi emri telgraf emiri ile bildirilirken, sağ kalan Çerkez Süvari Alayları da Elaziz merkezine çekilmek zorunda kalırlar.

Telgraf merkezi aracılığıyla bu emir hem Seyid Rıza’ya hemde bölgedeki bütün aşiret liderlerine bildirilir.

Ve bu sefere katılan Erzurum Seyyar Jandarma Taburu da hemen Kızıl kiliseden çekilerek Miralay Şevket’in birlikleriyle birleşerek İkinci Ordu’ya katılırlar.

Bu çatışmalarda harap olan yakılıp-yıkılan köylere ve köylüleri merkezi hükümetçe zarar ve ziyanlarını karşılamak üzere tazminatların verileceği Vali Ziya vasıtasıyla aşiretlere bildirilirken, Elaziz Valisi Sabit, bölgede görevli Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi ikinci ordu emrine alınmasını ve idare bakımından Dersimde kalmasının uygun olacağını istemesine rağmen, Üçüncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa buna izin vermeyerek Sivas’ın Kangal merkezinde Üçüncü Menzil Müfettişliği emrinde görev almasına karar verir ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin Dersim’de ayrılmasını ısrarla emrederken, Baytar Muhammed Nuri Dersimi rahatsızlığını baha ederek Dersim’de ayrılmak istemiz.

İkinci Ordu Kumandanı Ahmet İzzet Paşa, Dersimlileri daha fazla okşamak ve hükümet ile bölge halkının daha kaynaşmasını sağlamak, oluşan kargaşanın yatıştırılmasını sağlamak amacıyla aşiret liderlerini ordu merkezine davet eder.

Dersimli aşiret liderleri bu daveti ret ederler, Vali Sabit ve Ziya aşiretlere yeniden çağrıda bulunurlar ve bu Israrlara dayanamayan aşiret liderlerinden bir heyet seçilerek Elaziz’e oradan da karargâh merkezi olan Gazik yöresine gelirler ve heyetle birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’de Ahmet İzzet Paşa’nın aşiret usulü verdiği ziyafette bulunurlar,

Ziyafet sırasında askeri bandolar çalınır, coşkun muhabbetler sürerken paşalar ile aşiret liderleri birbiri ağızlarına etli lokmalar sunarlarken, Ahmet İzzet Paşa söze başlar ve “Dersimlilerin milli her türlü isteklerinin savaş sonunda yerine getirileceğini, Miralay Şevket’in birlikleri tarafından yakılan köylerin yeniden imarı ve yağma edilen mal ve eşyanın bedellerinin tazmini için emirler verildiğini, İstanbul Hükümetinin bu kararları onaylamış olduğunu anlattıktan sonra Dersimlilerin ne gibi istekleri varsa bundan sonra vali ve mutasarrıflar aracılığıyla doğrudan görüşülerek bu arzularının yerine getirileceğini ve esasen Dersim’in korunmuş olduğuna her türlü vergi ve askerlikten muaf olduklarını sözlerine ekleyerek, dünyanın zarar gördüğünü bu genel savaştan ve onun doğurduğu afet belalardan Tanrı’nın Dersim’i korunmuş olduğuna şükredilmesi gerektiğini öğütledikten ve Kurmay Başkanı İsmet Bey’i de ziyaret etmelerini ”söyler.

Yemekli buluşmadan sonra heyet topluca Kurmay Başkanı İsmet Bey’i ziyaret eder ve İsmet Bey’de İzzet Paşa gibi nasihatlerde bulunduktan sonra kendisinin de Şamlı ve aşiret mensubu olduğunu söyler.

Görüşmeye katılan aşiret liderleri kendilerine verilen hediyeleri ret ederken, kendilerine silah ve cephane verilmesini isterler, bu istek üzerine İzzet Paşa ağalara mavzer tüfeklerinin verilmesini emreder ve silahlar verilerken “bunları dostlarınıza değil, düşmanlarınıza karşı kullanın” der ve heyet Dersime döner.

25 Mayıs 1916 da Ruslar Tercan (eşek meydanı) dan Mamahatun yöresine çok kuvvetli bir orduyla saldırıya başlar, Ahmet İzzet Paşa, Dersimlileri heyecanlandırarak, Kasım Paşa vasıtasıyla Geki’nin Karer ve Hormek aşiretleriyle, Pülümür’ün Çarekan ve Kureşan aşiretlerine kolordu kuvvetleriyle birleştirerek, ilerlemekte olan Rus kuvvetlerine karşı savaşa sokar.

Savaş alanına giren civardaki Alevi köyleri harap olur, Çarekan aşireti lideri Mustafa ve Hasan, Batı Dersim’e Ğormek ve Karer aşiretleri de çok perişan bir halde can ve mal kaybına uğrayarak Mazgirt, Çarsancak ve Malatya’ya göç etmeye mecbur kalırlar.

Bu çatışmalarda büyük bir cesaret ve kahramanlık gösteren ve Şemdinan mıntıkasında şehit düşen, Kureşan aşiretinden Haydar hakkında kardeşi Dursun tarafından Zazaki dilinden şu övgüyü söylediği halk arasında dilden dile aktarılır,

Şemdina, Şemdino Harbe Şemdino,

Durs vano, bra Şa Heyder, sere kxo vadare

Tic biya şyirine tifank erzina,

Xa Paşyren vaho, .na Runb, qenore, ma perodime



Ba devlet ra, mare par vecino

Durs vano, bra, pare tırki perskennay

Fincana kafadi Jao ne şimino

Pane, pane, pane Şa Heyder pana!



Milis taburan miande,

Ze zereci neri, buvane

Drebmetyan e tobi goni şonna,

Bra, deho kemer şane



Şemdino, şemdino, habe yalle!

Mar vano, mayte lace mın bere seka vialle!

Bıko dorme to yar u axyaro kano!

De hore gran, gran bınalle





Pane, panre-panre Şa Heyder pane!

Şemdino, şemdino, habe kare!

Durs vano, biramin vadare şeka fiare (piare)

Maye vano, nad ne, ne ça’e? Şarire bia, mal ü mılke

Lace mın ra bira vare,

Pane, pane… pane Şa Heydar pane!



Diye ağıt söylenmektedir.



Ahmet İzzet Paşa’nın bu çalışması bölge halkı ile Osmanlı hükümetleri arasında yakınlık ve kaynaşma sağlamış olup, Rus orduları da çok dağlık ve engebeli olan Dersim bölgesine girmekten vaz geçerek Munzur dağları sınır olmak üzere 1916 Temmuz başlarından itibaren, bir koldan Mamahatun ve Sansa deresinden Kamaks, diğer koldan da Kelkit-Bayburt istikametinden Çardaklı boğazlarına ve Trabzon çevresine hâkim olmak isterler.

İkinci Rus ordusu da Elaziz cephesinden Geği üzerinden Palandöken dağlarıyla Eşekmeydanını istila ederken, bazı Dersim aşiretleri de kendilerini ikinci ve üçüncü Rus orduları arasında kurtarmış, savaş anında ordularının aşiretlerine yapa bilecek saldırılarına karşı savunma halinde kalırlar.

25 Haziran 1916 da Rus orduları büyük kuvvetlerle Erzincan üzerinden saldırıya başladıklarını Dersimliler görür fakat yalnızca kendi yörelerini korumayı düşünüyorlar.

Çanakkale’den gelen Miralay Şevket’ e bağlı Çerkez birlikleri ile askeri kuvvetlerin daha önceleri Doğu Dersimde yaptıkları kıyım Doğu Dersimliler arasında önemli bir intikam duygusu uyandırmış, aynı intikam duygusu Batı Dersimliler arasında da yeniden yayılmış ve Osmanlı Rus savaşının yarattığı ilk fırsatta faydalanarak yeniden Osmanlı ordu kuvvetlerine saldırmaya başlarlar.

Osmanlı- Rus savaşı devam ederken Osmanlı kuvvet komutanlarından Vehip Paşa, Balaban aşireti lideri Gül Ağa’yı davet ederek Balaban aşiret kuvvetlerinin Osmanlı ordularıyla beraber Ruslara karşı savaşmasını başarır ve savaş esnasında yaralanan Gül Ağa Ruslara karşı mağlup olan Osmanlı ordu birliklerinin peşine takılmayı bırakıp Erzincan’a gelir ve 5 Temmuz 1916 günü de Dersime sığınmaya mecbur kalır.

Osmanlı ordusuna bağlı Üçüncü Ordu merkezi, Peteriç’ten Erzincan’a oradan da bozguna uğramış bir biçimde Suşehri’ne çekilirken Ruslar Erzincan’ının kuzeyinden, Çardaklı boğazına inmiş ve 11 Temmuz 1916 da Erzincan düşer kontrol Rus ordu birliklerin eline geçer.

Dersimliler Osmanlı ordu kumandanlarının kendilerine hile yaptıklarını ve aşiretleri bu savaşta felaket ve sefalete sürüklediklerini ve bunun intikamını almak üzer, Rus ordu kuvvetinin saldırıları karşısında Kamaks boğazına doğru çekilmekte olan 28 ve 36.  Osmanlı Ordu kuvvetleri fırkalarının çekilme hattı Dersim’in Ovacık ve Gülap aşiretleri tarafından kesilerek, karşı koymaya çalışan Osmanlı subayları öldürülür ve fırkalar teslim alınarak, askeri teçhizatları ellerinden alındıktan sonra serbest bırakılırlar.

Erzincan merkeze gelen gönüllü Ermeni birlik kumandanlarından Gövdinli Murat Paşa ve Rus ordu birlikleri kumandanı General Lahof, Ermenilerin Osmanlı topraklarından göçleri ve katliamları sırasında; Ermenileri “kardeşlerimizdir” diye koruyan ve onlara sığınacak yer veren Dersimlilerle iş birliği yapmasını teklif etmek için Dersimli Alevilere haber gönderip, “Osmanlı ordularına karşı hep beraber hücuma davet ederler.

Ermeni gönüllü kuvvetleri ile Rus ordu kumandanının bu davetine Elaziz vilayetinin Koruk köyünden olup, Osmanlı Ordu Alay Kumandanı göreviyle bulunan Kürt Murat Paşa emrinde bulunan taburuyla birlikte Erzincan cephesinden Ruslara katılır.

Koçgiri aşiret liderlerinden Alişer Erzincan’a gelip, Ruslarla Kürdistan üzerine görüşmeler başlatmak üzere yanında bazı Rus subaylarıyla birlikte Koçgiri yöresine döner.

Rus subaylar Koçgiri aşiret liderleri Alişer ve Haydar’la görüşmelerde takip edilecek iş birliği ve kabul edilecek stratejiyi tespit etmek üzereyken, Osmanlı Ordu Komutanlarından Üçüncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa, Alişer ve Haydar’ı ordu merkezine getirterek göz altına alır ve Ruslarla kurulan bu ittifak ilişkisi kesilmiş olur.

Koçgiri aşiret lideri Alişer efendi, Koçgiri ve Dersim aşiretlerinin birleşmesini sağlamak, Osmanlı orduları Sivas yöresinden atıldıktan sonra Kürdistan’ın bağımsızlığını düşünüyor fakat, Koçgiri aşiret liderlerinin Osmanlı ordu merkezinde gözaltına alınarak, Koçgiri-Dersim ve Rus orduları ile  Gönüllü Ermeni güçlerinin irtibatlarının kesilmesi sonucu iki yöre arasında Osmanlı ordu kıtalarının bulunması, Alişer, Efendi’nin planladığını tatbikinin ertelenmesini zorunlu kılıyor ve umulan ise Rusların Sivas cephesine yönelmiş saldırılarının sonucunu beklemek oluyor.

Bu dönemde Fırat nehrinin Doğu ve Güney mıntıkaları bütünüyle aşiretlerin nüfus etkisi altında olarak, Dersim’e bağlı bulunuyorlardı.

Rus ordu kuvvetlerinin himayesindeki 220 kişilik mevcutlu Gönüllü Ermeni ve Kazak birliğinin Erzincan’dan gelip Munzur dağlarını aşarak Ovacık merkezine ve oradan Koçgiri Aşireti yöresine geçmesine Dersimliler izin vererek yardım ederler.

Bu Ermeni-Kazak -Rus birliği kumandanının, Koçan ve Şemkan aşiretleriyle, ne görüştükleri Osmanlı hükümet yönetimi tarafından bilinmeyen esaslar üzerinde görüşmelerde bulunarak gizli kararlar aldıktan sonra Erzincan’a geri dönmeleri Osmanlı egemenlik ve ordu çevrelerini telaşa düşürmüştür.

Diğer yandan Ovacık aşiretleri Pulur’daki Osmanlı hükümet memurlarını kovarak hükümet konağını işgal ederler ve Erzincan’a bağlı yerli bir yönetim kurarlar, Erzincan yöresindeki köyleri etkisi altına alan aşiretler merkezi yönetimle tüm ilişkilerini kestirmişler. Ve bu olay Dersim’de büyük sevinç yaratmıştır.

Rus ordu birlikleri kumandanı Lahof ve Gönüllü Ermeni kuvvetleri kumandanı Murat Paşa Osmanlı birliklerine baş kaldıran bazı Dersimli aşiretleriyle yaptıkları anlaşma gereği Fırat Nehrinin Doğu ve Güney mıntıkasıyla, Doğu ve Batı Dersim de özellikle Ovacık mıntıkalarında Kürdistan hakimiyeti altında geçici bir siyasi varlık taraflarca tanındığı için Rus birlikleri bu mıntıkaya müdahaleden vaz geçmişler ve Kürt-Ermeni mıntıkasını belirlemek ve sınır çizmek üzere, Fırat’ın Güney kısmında Abbasan aşiret merkezi olan Gırlevik köyünde, Ermeni Garbis’in de katılmasıyla görüşmeler başlar.

Dersim’in bu bölgesi bugüne kadar üzerindeki Osmanlı hakimiyetini atmış olduğu sırada, Güney Dersim bölgesi ve Anadolu’nun Güneyinde varlık sürdüren ve Osmanlı hükümetlerine bağlı tamamı bölgedeki aşiret mensuplarından oluşan Hamidiye Alayları hem Gönüllü Ermeni kuvvetlerine hem Rus ordu kuvvetleri karşı intihar saldırılarına devam edeler.

Çarlık Rusya’sında 1917 yılı sonlarında yapılan Sosyalist Devrim sonrasında Rus ordularının Erzincan’da çekilme emriyle beraber cephelerde başlayan genel çekilme hareketi sonucu; Gönüllü Ermeni kuvvetlerini yeni askeri tedbirler almak zorunda bırakır.

Kumandan Lahof ve Rus ordu kuvvetleri 1918 Ocak ayı itibariyle Erzincan’ı tamamen terk ettiği için, Ermeni Kumandanlarından Murat Paşa Dersimli aşiretlerle bir antlaşma yapmak ister. Alişer Efendi’nin bu hususta yaptığı açıklamaya göre Ermeni Komutan Murat Paşa yalnız Büyük Ermenistan emelini takip eden bir proje teklif etmiş ve Kürdistan’ın özerk ve bağımsızlığı hakkında ittifaka girmeye çekindiğinden, kendisiyle uyuşarak anlaşmak mümkün olmamış ve Alişer Efendi Batı Dersime çekilmeye mecbur kalır.

Ermeni Kumandan Murat Paşa, Doğu Dersim aşiret liderlerinden Keçelen aşiret liderinin kayın biraderinin ağabeyi Abbasan kabilesi lideri Seyid Aliağazade Hüseyin’i, Lolan aşireti liderlerinden Mehmet, Ali ve Yusufağazade Keko Ağa’yı aşiretlerin temsilcisi sıfatıyla Erzincan’a davet ederek Dersimliler adına görüşmeye başlamış ve Ermeni Kumandan Murat Paşa: “Bütün savaş malzemelerinin ve erzaklarının Ermeni Komitesi tarafından temin edilmesi şartıyla Dersim’den kendi kumandası altında önemli savaş kuvvetleri oluşturulmasını ve derhal ortaklaşa Ermenistan-Kürdistan’ın bağımsızlığı ilan edilerek, oluşturulacak devletin idaresinin kendi nüfusu altında bulunmasını” gibi bir takım ağır şartlar ileri sürdüğü için toplantıya katılanlar aralarından uyuşmak mümkün olmamış ve aşiretlerin temsil edildiği heyet Erzincan’ı terk ederek Dersime dönmüş olur.

Osmanlı hükümet temsilcisi Vehip Paşa aşiret Lideri Alişer ’in Rusya ordu komutanlarıyla görüşmesini hoş görmüş olduğunu söyleyerek, Alişer’i ve Ovacık aşiret liderleriyle birlikte Suşehri ordu merkezine davet ederken Ordu merkezinde gözetim altında bulundurduğu Koçgirili Alişan ve Haydar’ı serbest bırakır.

Fakat Vehip Paşa’nın vaatlerine inanmayan Alişer Ovacık yöresine döner ve orda kalır.

Daha önce Kangal da görev yapmak üzere Menzil müfettişliği emrine  verildiği Dersim Mutasarrıflığına bildirilen Baytar Muhammed Nuri Dersimi Kangala gelir ve “ Dersimlileri bağımsızlık ve ayrılıkçı Kürt davasına yönelterek oluşturulacak bu tür çalışmalar için, Ordu kumandanlığının emrine rağmen görevliyken, izinsiz, uzun süre Dersim’de kalmak suçlamasıyla Menzil Müfettişi Abdurrahman tarafından sorgulanıp tutuklanır, ama Dersim Valisi tarafından Vehip Paşa’ya gönderilen protestolar ve  o sırada Menzil Yaveri görevini yürüten İzol aşireti mensubu Yüzbaşı Yusuf’un da yardımları üzerine serbest bırakılırdık tan sonra Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin  bu bölgede görev yapmasını sakıncalı gören Menzil Müfettişliği kumandanlığınca orduya verilen bilgi üzerine, Giresun Bölge Müfettişliği emrine görevlendirilir.

Osmanlı ordu kumandanı Vehip Paşanın Ovacık aşiretleriyle görüşmesi Erzincan’daki gönüllü Ermeni kuvvetlerini kumandanı Govdan’lı Murat Paşa’yı kuşkulandırmaya başlar ve mıntıkasındaki aşiret köylerine silahlı saldırı düzenleyerek ayrılıkçı silahlı kalkışma başlamış aşiretler aleyhine propagandaya başlar.

Fakat Erzincan bölgesindeki Alevi köylerini korumak amacıyla Dersimliler Erzincan yöresine silahlı milisler göndererek, Murat Paşa’ya bağlı Gönüllü Ermeni kuvvetlerine karşı cephe almaya başlamışlar.

Diğer taraftan Osmanlı ordu kuvvetleri bölgedeki birtakım aşiretlerle birlikte silahlı milis alayları kurduklarını ve Gönüllü Ermeni kuvvetlerine saldırı hazırlıklarını öğrenen Ermeniler Erzincan’ı boşaltmaya ve güzergahlarındaki köyleri yağmalayarak, halkı imhaya başlamışlar.

Gönüllü Ermeni kuvvetlerinin bu saldırı ve imha hareketleri bölge halkının Osmanlı merkezi yönetimine yakınlaşmalarına ortam hazırlarken, halkın ordu birliklerine destek olmaları için Palu yöresinde bulunan dokuzuncu kolordu kumandanı Ali İhsan Paşa: Hasan Lütfi adındaki bir binbaşıyı Doğu Dersime, Halit adında diğer bir subayı da Batı Dersim’e göndermiş ve birçok yerel örgütlenmeler kurmuş olurlar.

Bu çalışmalar sonuç vermiş, Erzincan ve Erzurum yörelerini kurtarmak ve Kazım Karabekir Paşa ordusuna öncülük etmek için Dersimlilerden önemli kuvvetler seferber edilmiş olur.

Daha önceleri Rus ordu kuvvetleri ve Gönüllü Ermeni kuvvetleriyle beraber Osmanlı ordularına saldıran bazı aşiret mensupları Rusların savaştan çekilmesi sonucu sadece Ermeni kuvvetleriyle beraber bağımsızlık savaşı veremeyeceklerini anlamış olarak Osmanlı hükümetinin gönlünü destekçileri almak için Kazım Karabekir Paşa kuvvetlerine silahlı milis olurlar.

Ovacık’ta ki Seyid Rıza ise bu durumu tehlikeli bularak, katiyen razı olmuyor bölgedeki kargaşadan dolayı aşiretlerin tarafsız kalmasını istiyor ve bölgedeki birçok aşiret Seyid Rıza’nın bu fikrine katılıp hazırlanan bu girişime katılmıyorlar.

Ama Erzincan mıntıkasındaki aşiretler Ovacık’a Seyid Rıza’ya temsilciler göndererek, bir hafta içerisinde Dersim’de Erzincan’a yardım yetişmediği taktirde bütün Erzincan aşiret mensupları Gönüllü Ermeni kuvvetleri tarafından imha edilme tehlikesiyle karşı-karşıya bulunacaklarını Seyid Rıza’ya bildirdikleri için, Seyid Rıza kendisine bağlı aşiret mensupları ve Ovacık’ta yaşayan bazı aşiret lider ve onlara bağlı kuvvetlerle birlikte kendisine gelen aşiret liderleriyle hareket eder ve 13 Şubat 1918 de Erzincan merkezine Gönüllü Ermeni kuvvetlerle çatışarak girerler.

Erzincan işgal edildikten sonra, Erzurum’a doğru hareket eden, Seyid Rıza ile beraber bulunan ve Deli Halit diye tanınan kumandanı, Seyid Rıza’ya: “Aman Seyidim, Kara Kazım Paşa’dan önce Erzurum’a biz girelim.” Ve gerçekten de Erzurum’a ilk olarak giren Seyid Rıza kuvvetleri olmuş ve Bayburt istikametinden Erzurum’a doğru ilerlekte olan Kazım Kara Paşa kuvvetlerine Erzurum’u terk ederek, Dersime dönerler.

Erzincan ve Erzurum mıntıkaları Rus ve Ermeni kuvvetlerinden arındırıldıktan sonra, Aldatıldıklarını iddia eden bası Ovacık aşiretleri Dersim’de yeniden bazı mahalli ayaklanmalara başlayıp bazı yöresel mıntıkalara akınlar başlatırlar.

Bu ayaklanmalar nedeniyle Osmanlı hükümeti 1919 da Cibranlı Miralay Halit Bey’e bağlı aşiret alayı kuvvetleri mahalli ayaklanmaya kalkışanların üstüne gönderir.

Dersimli aşiretler gerek Alay Kumandanı Miralay Halit Bey’in şahsına ve gerekse emrindeki yakınlarına karşı iyi niyet göstererek, Alay hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, Ovacığa ulaşır. Ve Ovacık’ta Osmanlı merkezine bağlı yeniden bir Kaymakamlık kurulur.

Bu olay Osmanlı hükümetinin dikkatinde kaçmaz ve Kumandan Halit Bey’in Alayı Merkez orduyla birleşmesi için geri çekilir.

Mondros mütareke görüşmeleri sürerken Koçgirili Mustafapaşazade ile birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi İstanbul’a gelir Kürt Teali Cemiyetine katılırlar. O zaman, Kürt Teali Cemiyeti ve Devlet Şurası Başkanı Seyid Taha’nın oğlu Seyid Abdulkadir aşiret gençleri arasındaki milli kaynaşma sağlayarak yerli ve yabancı siyasi heyetlerin dikkatini çekmeye çalışmak için milli hakları için çalışmalara başlarlar.

Yapılan bir genel toplantıda gençler “Kürdistan bağımsızlığının ilanına karar verilmesini ve Kürdistan’da bundan sonra bir tek yabancı kuvvet kalmamasını” isterler. Fakat Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdulkadir, bu gençlerin isteklerine karşı çıkarak, ülkenin bu kötü zamanında ülkeye yeni bir darbe indirmeyi doğru bulmaz ve bu konuda başarıda sağlanamaz iddiasıyla karşı çıkarken de Osmanlı hükümetlerinin Osmanlı Padişahına bağlı özerk bir Kürt yönetiminin kurulmasına rıza gösterdiklerini bildirir ve Osmanlı vaatlerinden vaz geçtikleri takdirde, Kürt ulusunun bileğinin kuvvetiyle hakkını almaya muktedir olduğunu söyleyerek toplantıya katılan gençlerin milli gururlarını okşar. 

Gençlerin Kürdistan’a giderek cemiyetimizin programı dahilinde örgütlenme yapmasını tavsiye eder ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un Prensiplerine göre Kızılırmak’a kadar uzanan ve Kürdistan Vilayetleri ’nin büyük bir kısmını  içerisine alan “Büyük Ermenistan” yaratılmasına asla razı olmayacağımızı ve Sevr Antlaşması gereğince Kürdistan’ın bağımsızlığının savunulması değil ancak bir Osmanlı vilayeti şeklinde bir fikirden yana olduğunu bu nedenle Ermenistan ile ortak bir  Kürdistan fikrine de asla taraftar olunmaması gerektiğini ileri sürer.

Meclis üyelerinden İstanbul Polis Müdürü Dersimli Miralay Halil’in katılmasıyla Seyid Abdulkadir’in başkanlığında yapılan bir başka toplantıda bazı gençlerin örgütlenme yapmak için Doğu vilayetlerine gönderilmelerine karar veriler. Dersim-Sivas-Koçgiri ilişkilerinin sağlamlaştırılması İstanbul’da bulunan Dersimli Binbaşının Eğin Kaymakamlığına ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin de Sivas aşiretleri Veterinerliğine atanmaları uygun bulunur ama Binbaşının atanması Harbiye Nezaretince kabul edilmez, Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ekim 1918 de alınan bu karar gereğince İstanbul’dan ayrılarak görevli olarak Koçgiri merkezine gelir.

Bu sırada Ümraniye Nahiyesi müdürü Koçgirili Mustafa Paşazade Alişan Bey dir ve yapılan görüşmelerden sonra ilk iş olarak Koçgirili aşiret liderlerinin Dersim’e giderek oralarda örgütleme yapmalarına karar alınırken, Sivas merkezde bazı Fransız subay ve sivil kişilerinin halk arasında dolaşmakta oldukları haber alınmış ve bu haber aşiretler arasında genel bir kaynaşma ve heyecan uyandırmış olarak bölgede bir kararsızlık havası estirmeye başlatır.

Dersim’de Alişer örgütlenme yapmaya devam ederken Baytar Muhammed Nuri Dersimi de Zara-Divriği-Kangal- Hafik ilçeleri arasında temaslara geçerek Ümraniye-Beypınar- Celalli-Sincan-Hemo-Zımara ve Domurca nahiyeleri merkezlerinde birer “Kürdistan Teali Cemiyet’i” şubesi açarak halk arasında kuvvetli bir milli dayanışma meydana getirmeyi başarmak istenirken, Halk bir taraftan yapılan bu örgütlenmeyle, diğer taraftan da Erzurum’da bulunan Kuvayı Milliye Lideri Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle ilgileniyor.

Mustafa Kemal Paşa kendisiyle iş birliği yapmak için Erzurum da bulunan Kürdistan Beyleri ve Aşiretlerinde kuvvetli bir destek almayı başarır.

Mustafa Kemal Paşa Erzurum’dan Sivas’a geçmek için Erzincan’dan geçerken Dersim ve Koçgiri aşiretlerinden bazılarının kurdukları örgütlerden haber almış, bu çalışmalardan kuşkulanan Mustafa Kemal Paşa bazı güvenlik tedbirleri almış olarak Çardaklı boğazından Zara ve Sivas’a geçmiş ve Sivas Valisi Reşit Paşa vasıtasıyla Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi ve örgüt arkadaşlarını Sivas’a gelmesini ister. Bu davete Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’den başka aşiret liderlerinden sadece Alişan Bey katılmış, Sivas Sultani Mektebi’ni kendisine merkez yapan Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkan Alişan Bey’e her ne kadar ne amaçla çalıştığınızı biliyorsam da bunu bir defa da bizzat sizden duymak istediğini belirtir.

Alişan Bey; “ Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un Prensipleri ’ne dayanarak, Doğu Vilayetleri ‘nin Sivas’ın Kızılırmak sınırına kadar Ermenistan’a verildiği ve Kürtlerin haklarının dikkate alınmadığı, ve bu nedenle Kürdistan topraklarında Kürt çoğunluğu bulunan yörelerde nüfus miktarı tespit edilmek üzere, Osmanlı egemenliğine bağlı bir Özerk Kürdistan yönetiminin kurulması için, siyasi heyetlerin görüşünü almak doğrultusunda çalışmalar yapmaktan başka bir amacımızın olmadığını” bildirir.

Mustafa Kemal Paşa bu beyanlara karşılık olarak “Wilson Prensipleri ’nin Doğu Milletinin azim ve iradesi karşısında paçavraya döndüğünü ve yırtılıp atıldığını” beyan ettikten sonra kendisiyle “derhal Dersim temsilcileri sıfatıyla iş birliği yapmalarını ve ileriye doğru hareket etmeleri gerektiğini teklif ettikten sonra, “Sizlerin İstanbul’da Devlet Şurası Başkanı Seyid Abdulkadir’den aldığınız direktif doğrultusunda örgütlenme yapmakta olduğunuzun farkında olduğunu ve ne yazık ki, Seyid Abdulkadir’in Ferit Paşa hükümetine alet olduğunu ve bir İngiliz uşağı konumuna düşmüş olduğunu” da sözlerine ekledikten sonra “ Kara Kazım Paşa’dan aldığı bir telgrafla, İngiliz casuslarından Binbaşı Noel’in Malatya’ya gelerek Ferit Paşa hükümeti tarafından gönderilen  Bedirğanaki ve Cemil Paşa ailelerinden bazı kimselerle birlikte  Elaziz Valisinin de adı geçen casuslarla işbirliği yaptıklarını ve Sivas Kongresi üzerine Kürt aşiretleri tarafından saldırı planlara yapılmakta olduğunun bildirildiğini,” Alişer Bey’e söyler. Ve “Bölgede yaşayan halkın Ferit Paşa hükümetinin bu planına oyuncak olmayacaklarından emin olduğunu, Erzurum Kongresinden bütün Kürdistan’ın Kuvayı milliye ve yardım edeceğine dair söz aldığını ve işte bu nedenle özellikle Doğu Vilayetlerini temsil etmekte olduğunu” söyledikten sonra görüşme odasından ayrılır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson tarafından yapılan açıklama üzerine Ermeniler Anadolu’da Adana Vilayet ’inde itibaren içine Kürdistan coğrafyasını da alan ve Kafkasya’ya kadar uzayan geniş topraklar üzerinde bir “Büyük Ermenistan” Devleti kurulmasını istiyorlar.

Bu nedenle Paris’te toplanan Barış Konferansı, Kürt ve Ermeni istekleri hakkında bir çözüm şekli bulmak üzere Noel adında bir İngiliz yerinde araştırma yapmaya bölgeye gönderilir.

Eylül 1919 da İngiliz görevli Binbaşı Noel Birecik istikametinden bahsi geçen bölgeye girerek bölgedeki bazı Kürt ve Ermenilerin ileri gelenleriyle temasa geçmiş ve nüfus sicillerinin tespiti için bazı yollara baş vurur.  Malatya’ya yetiştiğinde Malatya’dan daha ileriye gitmesine Mustafa Kemal Paşa’nın silahlı kuvvetlerinin engel olması üzerine, araştırma gezisini yarıda bırakarak Paris’e dönmek zorunda kalır.

Bölgede hareketlenen gelişmeler üzerine artık İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti Merkezi’yle bölgede ki ayrılıkçı hareketleri örgütlemeye çalışan aşiret ve görevli kişilerin irtibatları kesilmiş ve kendi milli menfaatlerini sağlamak için mahalli tedbirlere başvurulmaya başlanmış olur.

Bölgede yapılan faaliyetler arasından da Alişan Bey’in Sivas vilayetinden mebus adayı gösterildiği bildirilirken bölgedeki bazı ayrılıkçı aşiretler ve kişiler arasında aykırı akımlar, aşiretler arasında ikilik doğurmuş ve “bazı çıkarcı kişiler Para ve rütbeye kapılarak yeni kurulacak olan Türk hakimiyetini desteklemek için Mustafa Kemal Paşa’nın lehinde propaganda yapmaya başlar.” Diye gizliden gizliye halkın kulaklarına fısıldamalar başlamış olur.

Koparılan bu yaygara nedeni ile oluşacak tehlikeyi önlemek için Alişan Bey Sivas mebusluğu adaylığından çekilirken, Baytar Muhammed Nuri Dersimi de Mustafa Kemal’in başkanlığındaki “temsil heyeti hükümetine” katılmayacağını Sivas vilayet mektupçusu Divriğili Ayanbeyoğlu vasıtasıyla temsili heyete bildirir.

Niçin katılmadığı Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye sorulduğunda: cevaben “Dersimdeki örgütlerimizin son derece kuvvetli oluşu umutlarımızı arttırmıştı.” Der. Ve Dersime giderek babası ve Seyid Rıza’yla görüşür, “Alişer Beyle iş birliği yapmalarını sağladıktan sonra Ovacık halkından bazılarının yardımını alarak Koçgiri ’ye döner.

Örgütlenerek sağlanan bu tür çalışmalar bölgede büyük bir kaynaşma sağlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan Muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülür.

Oysa Kürdistan mebusları İtilaf Devletine bir telgraf çekerek, “Türklerden ayrılmayacaklarını” bildiriyorlardı.

Kürdistan Mebuslarının “Türklerden ayrılmayacağız” bildirimine karşı olarak, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve arkadaşları Dersimliler adına ayrıntılı bir rapor hazırlayarak “Kürdistan Mebuslarının Türklerden ayrılmayacağız” iddiasını ret ederek ve tekzip etmekle beraber bağımsız bir Kürdistan kurulmasını isteyerek” Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri Temsilcilerine gönderirler.

Dersim’den Kangal-Zara yöresine dönen Baytar Muhammed Nuri Dersimi; Ginniyan Aşiret Lideri Murat Paşa’nın Kürt Teali Cemiyeti örgütünün bölgedeki çalışmaları hakkında Zara kaymakamlığına detaylı bilgi verdiğini öğrenir.

Baytar Muhammed Nuri Dersimi bu ihanetin yapıldığına ilişkin kuşkularını “Zara Kaymakamının benden bazı açıklamalar istemesi ve Dersim’e yolculuğumun nedenini vilayete resmen bildirdiği kuşkusunu kuvvetlendirmişti. Zara Kaymakamı’nın Vilayete verdiği bildiride; örgütümüzün gizli konularına ilişkin bilgilerin bu örgütün kurucu üyelerinden Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa tarafından verildiğine de işaret olunmuştu. Bu nedenle artık Murat Paşa’ya karşı dikkatli davranmaya ve ancak idareten ilişki içinde bulunmaya karar vermiştik” diye anlatır.

1920 yılında Sivas ili Kangal ilçesinin Yellice Nahiyesindeki Hüseyin Abdal Tekkesinde önemli bir toplantı düzenleyen Baytar Muhammed Nuri Dersimi toplantıya katılan Canbegan, Kurmeşan ve diğer aşiretler ile altı yöredeki bütün aşiret liderleri katılırlar yapılan görüşmeler sırasında toplantıda bulunanların hepsi ant içerek,

10 Ağustos 1920 de İtilaf Devletlerinden İngiltere- Fransa-İtalya- Japonya-Ermenistan- Belçika-Yunanistan-Hicaz Krallığı-Polonya-Portekiz-Romanya- Sırp-Hırvat ve Sloven Krallığı-Çekoslovakya ile Mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Sevr Antlaşmasının uygulanmasını ve Diyarbakır, Van, Bitlis Elaziz-Dersim-Koçgiri mıntıkalarını içine alan bağımsız bir Kürdistan kurmayı başarmak için silaha sarılmaya ve bu uğurda sonuna kadar savaşmaya tam ittifakla karar verirler.

Alınan karar gereğince Kürtler, civar merkezlerden cephane topluyorlar, Dersim’den gelen son raporlarda muntazaman örgütlü kırk beş bin kişilik bir aşiret kuvvetinin Batı Dersimde hazır bulunduğunu ve bu harekete Doğu Dersim kuvvetlerinin de katılacağı bildirilirken, Elaziz merkezinde de Kürdistan Teali Cemiyeti Şubesi’nin oluşturulduğu bu bölgelerin her tarafından Milli heyecanın çok yüksek olduğu bildirilir.

Sivas yöresinin Doğu ve Kuzey bölgelerinde Aleviler tamamen hakimdirler ve Temmuz 1920 de Mısto’nun kumandasında oluşan birlikler Zara’nın Çulfa Ali adlı askeri karakola baskın yaparak karakola bağlı askerleri esir alırlar. Bu nedenle Merkezi hükümet Sivas ve Erzincan’dan Kangal ve Zara merkezlerine cephane sevk ediyor ama Misto komutanın emrindeki kuvvetler karakollara hücum ederek gönderilen cephanelere el koymaya devam ediyor.



Ağustos 1920 de Jandarma komutanı ve Refahiye ilçesinin Şadiyan Aşiret Lideri Paşo, emrine aldığı önemli bir kuvvetle hareket ederek, Merkezi ordu birlikleri için Kuruçay’a gönderilmekte olan silah ve cephaneye el koymuş, askerleri esir almış ve bu başarısından dolayı da Refahiye İlçe merkezini işgal etmiş, kendisini de o yörede resmen Aşiretler Milli Kuvvetleri komutanı ilan etmiştir.

Bu duru korkunç gören Sivas Valiliği, Ankara’dan aldığı talimata göre, bölgedeki durumu düzeltmek amacıyla, Koçgiri Aşiret Lideri Alişan’ı Refahiye- Kaymak vekaletine ve kardeşi Haydar’ı da Ümraniye Nahiye Müdürlüğü’ne tayin edildiği ilan edilmişti.

Genel duru yakında incelemek için yeniden Dersim’e gitmek gereği duyan ayrılıkçı güçlerin temsilcileri arasında doğrudan doğruya siyasi bir tutum içine girerek Kürdistan’ın bağımsızlığını resmen ilan etmek isterlerken Dersim’deki silahlı güçlerini istedikleri anda harekete geçecekleri konusunda kesin bir inanca sahip olup, sonuçta Alişan Bey’in Dersim’e giderek durumu tespit etmesi ve mahallinde yapılacak programa göre hareket edilmesinin daha uygun olacağı, bu nedenle Koçgiri ’den yapılacak hareketin bütün Kürdistan da destek göreceği kararlaştırılır.

Ayrılıkçı silahlı gruplar bu kararı alırlarken, 20 Ekim 1920 de Dersimden hareket eden bir silahlı grup kuvveti; Giresun’dan Eğin’e gelmekte olan Merkezi hükümet kuvvetini Kuruçay ilçesinin Kamko yöresinde kuşatmış ve cephanelerine tamamen el koyarlar.

Alişan Bey, Refahiye Kaymakam vekili olması sıfatıyla Dersim kuvvetlerini takip edilmesini bahane ederek, yüz kişilik bir birlik Kuruçay-Kaymak’tan Dersim’in Ovacık yöresine girer.

Buradaki aşiretler Alişan Beyi iyi niyetle kabul ederler. Çünkü Bağımsız Kürt Devleti kurmayı amaçlayan örgütünün merkezi Ovacık’tı ve Ovacıklılar Alişan’ın Kürt Milliyetçisi olduğu biliyorlar ve Alişan Bey’in yanlarına gelmelerinden faydalanarak, Kürdistan’ın bağımsızlığı davası uğruna canlarını fedaya hazır olduklarını bir defa daha tekrarlayarak antlarını yenilerler.

Yanına aldığı aşiret liderleriyle beraber Alişan Bey Ovacık’tan Hozat yöresine gitmiş ve oradaki aşiretlerle görüşür, Hozat, Çemişgezek aşiretleri ile genel bir toplantı yaparak, Kürt Milli Kurtuluş hareketlerinde birlik olduklarını, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilana hazır bulunduklarını, Batı Dersim’den kır beş bin kişilik muntazam bir kuvvetle örgütlendiklerini ve Doğu Devrimlilerin de aynı oranda yardımda bulunacaklarını bildirirler.

Yapılacak bu hareketi takiben bütün Kürdistan’ın elbirliği yaparak ayaklanacağından emin olduklarını söylemiş bulunan bu aşiretlerin oluşturduğu Milliyetci toplantısının üyeleri Alişan’a güven verirler.

Bu kararlarından dönmeyeceklerine dair de Dersimlilerin Seyid zümresi, adetlerine uygun olarak, Zülfikar Murtaza ve parçalayarak niyaz makamında yedikleri elma üzerine yemin ederler.

Hozat aşiretlerine güvenmeyen Seyid Rıza bu toplantıya katılmamış ve Ovacık aşiretleriyle kuvvetli bir birlik kurmakla yetinir.

Alişan Bey’in de bulunduğu Hozat’taki toplantıda yapılan bu ittifak sonucunda, Ankara Hükümet’inden aşağıda yazılı sorulara karşılık istenmesine gerek görülerek,

Kürdistan muhtar yönetimini kabul eden İstanbul Egemenlik Hükümeti’nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de resmen kabul edip etmeyeceğinin açıklanması.

Kürdistan muhtar yönetimi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüşünün ve aldıkları kararların hangi noktada ve ne olduğu konusunda Dersimlelerse acele cevap verilmesi.

Elaziz, Malatya, Sivas ve Erzincan bölgeleri hapishanelerindeki Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması;

Kürt çoğunluğun bulunan bölgelerde Türk Cumhuriyeti Devleti Hükümetine bağlı memurların çekilmesi,

Koçgiri bölgesine gönderildiği haber alınan askeri birliklerin derhal geri alınması 15 Kasım 1920 de Ankara hükümetinden iletilmesi istenen ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin babası İbrahim Efendi tarafından yazılan bu nota metni Abbasan Aşireti lideri Meço Ağa tarafından Dersim mutasarrıfı Rıza’ya verilirken; Meço Ağa mutasarrıfa hitaben “Bu isteğimize 24 saat zarfında cevap gelmediği taktirde parmaklarımla senin gözlerini çıkarırım” diyerek mutasarrıfı tehdit eder.

Mutasarrıf o gece Dersim merkezini terk ederek, Elaziz’e giderek durumu Ankara hükümetine bildirir. Ve bu amaçla Ankara hükümeti Elaziz ’den Dersim’e bir heyet göndererek bu heyetin aşiretlerin isteklerinin kabul edileceği bildirilir, fakat Dersimliler heyeti tehdit ederek Dersimden kovarlar ve Ankara hükümetine;

Elaziz vilayeti vasıtasıyla Ankara Büyük Millet Meclisi Riyasetine hitaben;

“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır-Elaziz-Van ve Bitlis vilayetlerinde Bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor, bu teşkil edilmelidir, aksi takdirde bu hakkı silah kuvvetiyle almağa mecbur kalacağımızı beyan eyleriz.”



                                                                                 25 Kasım 1920

                                                       Batı Dersim Aşiretleri Liderleri



Ankara hükümeti bu telgrafa yazılı olarak karşılık vermez ve Elaziz Vilayeti aracılığıyla bölge insanının taleplerine hak verdiklerini ifade ederken, Sivas bölgesine askeri yığınaklar yaparken Dersim dağlarına da şiddetli karlar yağmaya başlamış olduğundan dolayı ayrılıkçı grupların Ankara hükümetine karşı ayaklanma başlatmasını imkansızlaştırmakta olup, silahlı ayaklanmanın ilkbaharın sonlarında yapılması gerektiğini Dersimliler Kürt Teali Cemiyeti Merkezine bildirirlerken Malatya’nın Arapgir İlçesi yöresinde Dırejan ve Atma aşiretleriyle, Divriği dağlarındaki Parçikan aşiretleri de bu Millî harekete katılacaklarını vadettikleri bildirilir. Fakat arada geçen zaman sonucu aşiretlerin vadettikleri milli harekete katılmazlar.

Ayaklanmaya katılan silahlı gruplar Dersim’de Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan edip, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilerek oluşturdukları silahlı kuvvetleri Erzincan- Elaziz ve Malatya doğrultusunda Sivas’a doğru hareket ederek Ankara hükümetinden resmen Kürdistan’ın bağımsızlığının tanınmasını isteyecek ve Ankara hükümeti bu isteği kabul etmek zorunda kalacak inancında hem fikir olurlar, çünkü planladıkları istekleri silah kuvvetiyle desteklenmiş olarak örgütlenmişlerdi.

Kürdistan’ın bağımsızlının ilanı ilk adım olarak atıldıktan sonra bütün Kürdistan’ın kendileriyle iş birliği yapacaklarına asla şüphe etmiyorlar ve diyorlardı ki “milli gururu olan her Kürdün amacının bu olduğunu biliyoruz” kanaati oluştururlar.

Durumu dikkatle takip eden Ankara hükümeti mahalli asayışı sağlamak amacıyla Koçgiri etrafına askeri birlikler gönderir. Bu birliklerin asli görevi Ankara hükümetine karşı oluşan bu hareketi bulunduğu yerde etkisiz hale getirirken, bir yandan da Meço ve Diyab ağaların Dersim mebusu olarak tayin edildiklerini ve Kürdistan’ın her yerinde Ankara’ya temsilciler geldiğini, Kürtlerin arzularına uygun kararlar verileceğini, aşiretlerin isteğini kabul etme konusunda hiçbir sakınca bulunmadığını Elaziz Valisi Mustafa Kemal adına ilan ediyor ve bizzat Pertek ilçe merkezine gelerek Dersim ’li Meço Ağa’ya bildirir. Ve yanına aldığı Meço Ağa ile önce Elaziz’e oradan da Mustafa Kemal ile görüştürmek üzere Meço Ağa’yı Ankara’ya götürüp görüşmelerini sağlar.

Meço Ağa’nın bu ilişkisini duyan Diyab Ağa, Ankara hükümetinin kendisine gösterdiği ilgi nedeniyle daha önceleri beraber olacağı sözü verdiği Milli ayaklanma gruplarına sırtını döner.

Ankara Askerlik Şubesi Başkanı Dersimli Mustafa’yı -Sivas’ın Aziziye kazasına uzun seneler önce yerleşmiş olan Dersim’in Ğorebal aşiretinden kolağası olarak görev yaparken emekli olmuş Kangozade Ahmet Rami’si ve Binbaşı Hasan Hayri Dersim mebusu olarak seçildiklerini Dersimlilere duyurur.

Fiilen bağımsız gibi görünen Dersim’in yönetimini Seyid Rıza ele almış olarak aşiretler adına faaliyetlerine devam ederken gittiği her yerde yaptığı her toplantıda ve yaptığı kongrelerde Ankara’da oluşturulan Millet Meçlisine seçilen mebusların menfaatlerine düşkün kimseler olduklarını herkese ilan ederken Ankara’dan bulunan Dersim mebusları, Seyid Rıza’ya gönderdikleri mektuplarda, kendilerinin Mustafa Kemal Hükümetiyle işbirliği yapmakta ki gayelerinin Kürdistan haklarının barışçı yollarla sağlamak olduğunu bildiriyorlar.

Diğer yandan Mustafa Kemal Alişan Bey’e Dersim mebusları aracılığıyla haber göndererek Sivas mebusu sıfatıyla Ankara’ya gelmesini ve bunu arzu etmediği taktirde Sivas’ta yüksek bir memuriyete tayin edilmek üzere Dersim’de ayrılmasını önerirken, Dersime bir başka Dersimlinin Mutasarrıf olarak atanacağını bildirirken, Mutasarrıf Alişan Bey de mevsimin kış olması ve sağlık durumunun bu mevsimde yolculuğa el vermediğini bildirir.

Önemli bir silahlı kuvvetle Dersim Merkezini işgal eden Seyid Rıza Dersim adına seçilip Ankara’da bulunan mebusların Dersimi kesinlikle temsil etme yetkisini layık olmadıklarını, Dersim’in bağımsız bir Kürt yönetimi istediğini ve bu milli istek Ankara hükümeti tarafından kabul edilip resmen ilan edildikten sonra, Kürdistan’ın bir Konfederasyon şeklinde Ankara Hükümetiyle iş birliği yapabileceğini bir telgrafla Mustafa Kemal’e bildirilir.

Dersim’de Bir yanda bu işgal ve direnişler ile Ankara Hükümeti ile ilişkiler sürerken diğer yandan Baytar Muhammed Nuri Dersim’i babası vasıtasıyla Seyid Rıza ile ilişkilerini koruyor ve bulunduğu Zara-Kangal-Divriği ilçelerindeki aşiretlerin milli maneviyatlarını kuvvetlendirmek için gereken propagandalara devam ediyor ve bu aşiretlere ayaklanan silahlı grup liderlerinden alınan direktifler iletilir.

Bu sırada Mustafa Kemal, İstanbul’dan Baytar Muhammed Nuri Dersim’i hakkında almış olduğu bir ihbar mektubunda “Veteriner Doktor Nuri Dersimi ’nin İstanbul’da Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla Balya Maden’inde çalışan 1200 Dersimli ameleyi silahlandırmış olduğunu, Sivas-Dersim mıntıkasında Kürdistan bağımsızlığı için örgütlenme yapmakta olduğunu ve Ankara Hükümeti milli kuvvetleri aleyhine çalışan hain biri olduğunun yazıldığını” bildiren bu ihbar mektubunu dikkate alarak gerekli araştırma ve kovuşturmanın yapılmasını gerekiyorsa derhal tutuklanmasını Sivas Valisi Reşit Paşa’ya bildirmiştir. Sivas Valisi Reşit Paşa bu durumu Divriği Kaymakamlığı’na havale etmiş ve durumdan haberdar olan Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ankara Hükümetinde kendisine verilmiş resmi görevini izinsiz bir halde ve resmi görevinden istifa etmeden görevli bulunduğu yeri terk ederek, açıktan açığı yürütülen silahlı kalkışma ve bağımsızlık hareketi faaliyetlerine başlar. Dersim’deki silahlı grupların ve bu amaçla kurulu örgütlerin başarılı çalışmaları Sivas yöresi aşiretlerini galeyana getirmiş ve her tarafta milli hakimiyet faaliyetleri başlatılır.

Ankara Hükümetine karşı, bölgede oluşan fiili silahlı kalkışma hareketlerine bir şekil vermek ve dikkate değer bir hazırlık ihtiyacı baş gösterir.

Bu nedenle Sivas-Kangal-Divriği Ankara Hükümetine ait Türk postası Dumurca dağlarında Canbegan Aşireti tarafından kuşatılarak Posta Müdürü Divriğili Ayanoğlu Mustafa 20 Ağustos 1920 de öldürülürken aynı gün Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’de Divriği merkeze gelmiş bulunur.

Yaşanan bu olaydan sonra mıntıka da görevli Ankara Hükümeti temsilcileri Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi bu olayın zanlısı olarak tutuklar, ifadesi alınırken Ayanoğlularına hakaret eden Baytar Muhammed Nuri Dersimi ayağına pranga vurularak Ceza evine konur.

Kendisi gibi aynı suçlarla tutuklanan kişilerce ceza evinde kaçma planları yapan ayrılıkçı silahlı örgüt mensupları kaçma hazırlıkları yapar ve ceza evi duvarını yıkıp kaçma planları yapılırken, Divriğili bir tutuklunun ihbarı sonucu tam kaçacakları gece Divriği Savcısı Mustafa, Jandarma kumandanı ve Kaymakam Sermet tutukluların bulunduğu ceza evini basarak kaçma girişiminde bulunan tutukluları boyunlarında zincire vururlar.

Bu ruh haliyle azap ve heyecan içinde olduğunu ifade eden Baytar Muhammed Nuri Dersimi Kürdistan Milli istekleri hakkında pek çok söz söylediğini söyler ve “Savcı Mustafa yanıma yaklaştı ve içten gelen bir sevgiyle beni kucaklayarak, yüzümü öptü ve kulağıma: “Bende Kürdüm diye fısıldadı” Der. “Ben de Kürdüm!” Bu sesin Kürtleri yok etmeye karar vermiş olan zorba yönetime hala hizmet eden Kürtlerin vicdanında yankılanmasını diliyorum.” Diye yazar.

Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin tutuklanmasını Dersim bölgesi haber almış Seyid Rıza: Mustafa Kemal’den “tutuklunun tahliyesini istemiş ve aksi taktirde kışın şiddetine rağmen büyük silahlı kuvvetlerle Sivas’a hücum edeceğini bildirdiğini bunun üzerine Mustafa Kemal Şifreli bir telgraf çekerek Sivas Valisi Reşit Paşa’ya derhal tahliye emri vermiş ve işe resmi bir şekil vermek için Sivas Daimî Encümeni’nin acele idari bir kararıyla serbest bırakıldım. Diye anlatırken Sivas Valisinin ısrarlı davetine uyarak Sivas merkezine gittim.

Fakat Sivas’ta yayınlanan Yerli Gazetesi çeşitli yazılarında beni Kürt Cihangir Çetesi önderliğini yapmak ve cinayet işlemekle suçluyordu.

Vali Reşit, beni Mustafa Kemal adına çağırdığı ve hakkımda İstanbul’dan aldıkları haberlerin mahiyetini bildirdikten sonra, kurduğumuz örgütün artık gereğinin kalmadığını ve bu hususta Dersimlilere tavsiyede bulunarak Ankara Hükümeti’ne sadık kalmalarını sağlamaya çalışmamı rica etti. Beni kandırmak amacıyla Vali, bir harita çıkardı ve bu harita üzerinde Osmanlı İmparatorluğunu işaret ederek: “İngiliz Hariciye Nazırı Loyd Corc, Türkiye Dünya haritasında siyah bir lekedir, bu siyah lekeyi bıçakla kazıyıp çıkarmak gerektir” dedi ve umutsuzca başını sallayarak; Böyle nazik bir zamanda Türklerle işbirliği yapmamız gerektiğini ve memleketimiz hakkındaki yabancı ihtirasları yok ettikten sonra Türkiye Hükümeti’nin aşiretlerin haklarını kabul edeceğinden kesinlikle emin olmamızı, Türkler ’in darda kaldıkları zaman yapmasını pek iyi bildikleri riyakar ve nazikane bir edayla sözlerine ekledi. Beni şahsen tatmin ve milli heyecanımı rüşvetle köreltmek maksadıyla, hilebaz bir oyunla şu planı hazırlamıştı: Mustafa Kemal’in emriyle ve aşiretleri İskân Kanunu’na uygun olarak, bana bir çiftlik tahsis edilmiş, çiftliğin adına tapuyu tescil için İskân Müdürü vasıtasıyla tapu dairesine emir gönderilmişti.

Bu çiftlik, Sivas’ın Koçhisar ilçesinde bulunan ve Fertallizadeler’den hazineye intikal etmiş olan Süleymaniye adındaki çiftlikti.

Vali Reşit, Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek tahliyem adına bir çiftlik teşkil edilmiş olmasından dolayı teşekkür etmen konusunda ısrar ediyordu. Vali ayrıca her iki olayı Dersimlilere bildirmemi eklemeyi unutmuyordu.

Tapu dairesince, Süleymaniye çiftliğinin adıma tesciline başlanmıştı, fakat bu rüşvet güttüğümüz amaca yetişmek için takip ettiğimiz yolda bir saniye bile durmamızı sağlamamıştı. Çünkü vatanı olmayan bir millete mensup birinin malikânesinin de düşmanını istediği zaman geri alınacağını aldatıcı bir varlık olduğunu çok iyi bilen biriydim. Bu nedenle milli ideal uğrunda çarpışmak sevkini, dünya malikâneleriyle değişemezdim.” Dedikten sonra “Kişi Secatını arz ederken sırkatını söyler” misali:

Çiftlik, Kurmeşan aşiretimin sınırları dahilinde bulunuyordu ve bu durum hareketimiz için bize başkaca kolaylıklar sağlıyordu. Bu sayede o yöredeki Kürtleri yüreklendirme ve milli emellerimizi anlatma imkanına sahip olmuştuk.” Diye ilave eder.

Sivas Vilayeti ’nin Doğu ve Kuzey mıntıkalarının bütünüyle Kürtçe konuşan Alevi nüfusundan oluştuğunu ve “Kürt Fedai Kuvvetleri” ismi altında oluşturdukları silahlı gruplar bulundukları “her tarafa hâkim bir durumda olduklarını gördükçe, gözlerimizden sevinç gözyaşları akıyordu.” diye sevinerek anlatır.

Burada kolaylıkla şubeler kuruyor ve örgütlerini genişletiyor, “hatta bu havalide uzun zamandan beri yerleşmiş ve Kürt olduklarını unutmaya başlamış olan Türkleşmiş Kürtler istisnasız hareketimizi onaylıyor ve Kürt fedai birliklerine silahlarıyla ve malzemeleriyle birlikte katılıyorlardı.” Diye ifade eder.

Kurdukları Kürt Fedai Birlikleri kuvvetlerini ise Ankara Hükümetine bağlı Türk ordusundan, Koçgiri örgütüne katılan Yüzbaşı Sadık’ın yönetimine teslim edilmişti. Askeri hazırlıkları ve harekâtı Sadık tanzim ediyor, aşiretlere ve Dersim’le ilişkiyi ve haberleşmeyi de Baytar Muhammed Nuri Dersimi temin ediyordu.

Durum bu şekli almış ve genel ayaklanmaya geçmek için ilkbaharın gelmesini, Dersim dağlarının geçit vermesini ve Büyük Kürt Davası’nı silahla halledecek günün kutsal şafağının doğmasını sabırsızlıkla beklerken, Silahlı gruba mensup “Fedailerin söyledikleri Kürt Milli Marşı ve Kürt kahramanlık şarkıları her köyde, her evde, Kürt erkek ve kız çocuklarının dudaklarından Kürt’ün asırlardan beri sönmeyen özgürlük aşkının bir zemzeme ’si gibi akıyor, adeta Kürdistan’ın efsanevi ruhunun bütün Kürt bölgesine kanatlarını germiş olduğu hissediliyor, Hükümet kuvvetlerine karşı yapılan saldırı ve baskınlarda Kürt Milli Marşı’nın nağmeleri, Kürdistan’ın yüce dağlarının yalçın ve azametli yamaçlarında sönmez büyük Kürt imanının bir tekbiri gibi inlerken, milli bir gururla Kürt göğsünün kabarmaması mümkün değildi.” Diye anlatır Baytar Muhammed Nuri Dersimi.

Bu sıralarda Sivas Jandarma Taburu, Zara’ya hareket emri almış, Sivaslılar arasında Zalim Çavuş lakabıyla anılan Şadiyan aşireti yiğitlerinden Hüseyin Ağa kuvvetleri, bu taburla çarpışmaya başlar ve Karacaören Nahiyesi ’nin Kaya bölgesinde adı geçen birliğe indirdiği bir darbeyle teslime mecbur eder. Bu seyyar jandarma birliğinin silahı ve erzakına el konulduktan sonra askerler serbest bırakılırken, bu haber Sivas merkezinde korku ve heyecana yol açar. Ve Sivas’ta ki piyade birliği kumandanı bir kısım kuvvetini Zara’ya gönderir.

Vilayet Başmühendisi Emin ve adı gizli tutulan Baytar Muhammed Nuri Dersimi tarafından aydın bir Aşiret mensubu olarak anlatılan kişi Kürtlük davasına yardım maksadıyla Sivas dışında Baytar Muhammed Nuri Dersimi ile buluşurlar.

Bu sayede Mustafa Kemal’in Baytar Muhammed Nuri Dersimi hakkında Vali Reşit’e yazdığı gizli şifreleri öğrenirken, gençleri örgütümüzün hedeflerine bağlı saymağa hakları olduğuna inanan bölgedeki Kürt Fedai birlikleri yöneticileri olarak “bu sıralarda Güney Kürdistan’da amaçları doğrultusunda çalışmalar yapan örgütten yine bu gençler vasıtasıyla gereken bilgileri alıyorduk.” Der.

Ayaklanmak üzere örgütlenen hareketin sorumlu kişisi Baytar Muhammed Nuri Dersimi, “artık Sivas merkezine gitmeme ne zemin ve ne de zaman müsaitti. Şu hâlde Kangal, Koçhisar ve kısmen Divriği bölgelerinde bilfiil hareketin başına geçmen zorunlu hale gelmişti.” Diye anılarını anlatmaya devam eder.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Sivas’a göçmen olarak gelip bu mıntıkaya yerleşen Bitlisli Kürt Aziz, hükümette aldığı özel talimat gereğince Celali mıntıkasına gelmiş ve Aşiretler arasında, oluşmak istenen milli hareketleri sonuçsuz bıraktıracak gelişmeler yaratmaya çalıştığı ayrılıkçı silahlı grup olan “Kürt Fedaileri Kuvvetleri’nce” anlaşılır. Hain saydıkları bu kişinin susturulması için kuvvet gönderilmiş ve yapılan çatışmada yenilgiye uğrayan Bitlisli Kürt Aziz, kaçıp Sivas’a döner.

“Aziz haininin bu son teşebbüsü, yönetimin, birliğimizi bozmak için hileli yollara başvurmaktan geri kalmadığını ispatlamak için hileli yollara başvurmaktan geri kalmadığını ispatladığı için Kürt kuvvetleri, Türk askeri birliklerine karşı saldırıya başladı.” Diye devam eder Baytar Muhammed Nuri Dersimi.

Sivas Merkezi yönetimi durumu tehlikeli bulduğundan Ankara’dan yardım ister. Bunun üzerine 18 Ocak 1921 de birlik kumandanı Malatyalı Miralay Halis, Sivas’ta bıraktığı Altıncı Süvari Alayı’yla ve bu alay kuvvetine bir kısım makineli tüfek ve birkaç top ilavesiyle Erzincan’a geçmek üzere Zara’ya gönderilmiş ve Zara Kaymakamı vasıtasıyla, Ümraniye Nahiye Müdürü Haydar’dan, imha edilen Seyyar Jandarma Taburunun askeri araçlarının geri verilmesini ister.

Bu teklif ret edilir, bunun üzerine Ankara Hükümeti, Haydar’ın Ümraniye Nahiye Müdürlüğü görevinden alındığını Zara Kaymakamlığı’na tebliğ eder.

Miralay Halis’in alayı da 15 Şubat 1921 de Ümraniye üzerine yürüme emri alır.

Halis, Ümraniye merkezine yerleştikten sonra, bir müddet istirahat edeceğini, istirahatini bitirdikten sonra, Erzincan’a gideceğini ilanla duyurur.

Halis’in bu ilanında bir hile olduğu sezen bölgedeki “Kürt Fedai Birlikleri” yöneticileri, bu nedenle durumu Dersim’e bildirilerek direktif ister. Alınan cevapta, “genel hareketin ancak ilkbahar sonlarında yapılması mümkün olduğu, o zamana kadar sessizliği korumaya gayret etmeniz, yolların kış yüzünden kapalı olduğu bildirilir.”

Koçgiri aşiretine gelince: bunları sessizlik içinde tutmak oldukça zor bir işti, çünkü bu aşiretler yalnız başlarına Kürt Milli emellerini gerçekleştirmeyi başaracakları inancıyla, vakit geçirmekten harekete geçmek için ısrar ediyorlar.

Kumandan Halis ise Ümraniye’de görev yapmak için Baş kumandanlıktan yeni bir emir aldığını ve hatta Mustafa Kemal’in aşiretlerin isteklerine dair gizli emirleri hakkında aşiretlere açıklama yapmaları için Haydar, İzzet, Mahmut, Azamet, Mehmet ve Naki Beylere ve diğer kabile liderlerini bir araya toplayarak onlara bilgi vereceğini ilan ederken,

“Bu sözlerin yalan ve bizi avutmak için tertiplenmiş bir komedi olduğunu anlamak güç değildi. Böyle olmakla beraber, ilkbahar sonlarını beklemek zorunda olduğumuz göz önünde bulundurarak, bizim de vakit kazanmaya ihtiyacımız vardı.” Diye anılarına anlatmaya devam eder Baytar Muhammed Nuri Dersimi.

Ankara Hükümeti ise, kış geçmeden ve Dersim’in yolları açılmadan, Koçgiri yöresindeki Aşiretleri bir şekilde ikna ederek örgütlerini dağıtmak ve silah patlamaksızın bunları kısmen tutuklamak ve kısmen de uzaklaştırarak yapılacak Dersim genel harekâtında Sivas ve Koçgiri mıntıkalarının katılmalarına engel olmayı planlamakla uğraşır.

Ankara Hükümetine bağlı Asker alayı, bahar yaklaştıkça projesini çabuklaştırırken,

İlk önce oluşturulmuş “Kürt Fedai birliklerinin” kayıtsız şartsız teslim olmaları ilan ediliyor, aksi takdirde köylerinden imha edilecekleri bildirilirken. Aşiretler arasında genel heyecan ve kaynaşma son haddine ulaşır duruma gelir. Ayrılıkçı hareketlere katılmak isteyen Aşiretler artık arkası kesilmeyen toplantılarda, derhal harekete geçmek istekleri ileri sürülür.

4 Mart 1921 de Miralay Halis, Ümraniye merkezinde bazı “Kürt Fedai Kuvvetleri” mensuplarını yakalayarak bir bölük asker himayesinde Zara’ya Sevk eder.

Bunu haber alan “Kürt Fedai Kuvvetleri” Zara’ya hareket eden birliğin önünü Yazıhacı mevkiinde keserek teslim olmaya mecbur edip ellerindeki tutsak “Kürt Fedai kuvvetlerine” mensup tutukluların serbest bırakılmasını sağlamışlar; başardıkları bu girişimden sonra Miralay Halis’e ihtar çekilerek, “Alayıyla birlikte kayıtsız şartsız olarak teslim olması, aksi takdirde doğacak durumun sorumluluğunun kendisine ait olacağı” bildirilir.

Bu bildirimi ret eden Halis Paşa Ankara Hükümeti emrindeki Türk Ordu kuvvetlerine bağlı alayının Zara ve Sivas’a dönmesi kararlaştırıldığından geri çekilme hareketine yol verilmesini bildirirken; Kürt Fedai birlik kuvvetleri 6 Mart 1921 de Ümraniye Merkezini her taraftan kuşatarak çember altına alırlar. 24 saat süren şiddetli çatışmalardan sonra Ankara Merkezi Hükümetine bağlı asker alayı teslime mecbur olurken, Ordu kumandanı Halis özel olarak kurulan “Kürt Askeri Divanı Harbi” tarafından yargılanır ve ölümü mahkûm edilir, ölüm kararı Ümraniye Merkezinde Halis kurşuna dizilerek infaz edilir ve Ankara Hükümeti kuvvetlerine ait top, makinalı tüfek ve askeri teçhizat gibi binden fazla at ve çok miktarda nakliye katırı elde ettikleri bu başarı üzerine, Ümraniye Merkezinde Kürdistan bayrağı göndere çekilir.

Tutsak alınan Ankara Hükümeti emrindeki ordu alayında görevliler arasında Kürt saydıkları Subay ve askerlere terhis vesikası verilerek serbest bırakırlarken adı geçen bu askerler arasında bulunan Kürt subay ve neferlerine hatta Çerkez subay ve erlere oluşturulan Kürdistan Silahlı Fedai kuvvetlerine katılma izni verirler.

Ankara Hükümeti bu durumun pek korkunç olduğunu tespit ederek,” Koçgiri Kürt Olayı” diye adlandırdığı bu duruma, özel bir önem verirken;

Oluşturulan Kürt Fedai Birlik kuvvetleri Ümraniye’den Koçhisar mıntıkasına geçilerek Kurmeşan aşireti harekâtını Seyid Aziz ve Kürt Fedai Birlik subayları arasında seçilen Zalim Çavuş ve kardeşi Hasan üzerine alır.

Kangal mıntıkasında ise, Çarekan- Ginniyan- Zaza- Çebekan ve Şadiyan aşiretleri seferber edilmiş olarak bir savunma hattı oluşturulmuş olur.

Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa, kardeşinin oğlu Efendi’yi bir heyetle Ümraniye’ye göndererek hakkındaki kötü düşüncenin unutulmasını istemiş ve Milli davaya sadık olduğunu yeminle temin etmiş olarak Sivas-Kangal cephesinin savunmasını da kendi emir ve komutası altına alarak kendisine bağlı grupların yönetimine alır.

“Kürt Fedai Birlikleri” kuvvetlerinde bulundukları bölge sınırları savaşa hazır hale getirilirken Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa’nın da aldığı görevlere sadık kaldığı gözlemlenerek kendisine güven oluşturmuş olduğu görülürken,

Alişan Beyin oğlu İzzet’in kuvvetleri, 12 Mart 1921 de Divriği’nin Hamo Nahiyesi ’ne gelen Divriği Jandarma Bölüğünü tamamen esir alır.

Ümraniye’deki çatışma, durumunun ciddi tedbirler alınmasının gerektirdiği, Dersim, Erzincan ve Malatya aşiretlerine bildirilir ve bunlardan yardım istenir. Oysa mevsim kış olduğu için acil bir yardımın yetişmesinin imkânı olmadığı bilindiği için Urfa ve Antep’e kadar gelmiş olan Fransız kuvvetlerinden yardım istemek düşünülür, ancak bazı milli inançlı gençler bu yabancı güçlerden yardım istemeyi kendi gururlarına hakaret sayarak bu teklife ret ederek yalnız başlarını çarpışma karar verirler.

Ve Alişan Bey oğlu Mahmut, Divriği Cephesi Kumandanlığını üzerine alır, Azamet ve Aşkı ise Kuzey Cephesini koruyorlar, kadınlar ve çocuklar cephedeki çatışmalara erzak ve cephane taşıyorlarken bazı kadınlar da cephelerde süren çatışmalara ellerinde silah ve teçhizatlar la katılırlar.

Kangal-Koçhisar-Divriği- Zara-Refahiye-Kuruçay ve Kamaks kazaları Dersim sınırına kadar ayrılıkçı kuvvetlerin işgali altındayken. Bu sırada Ankara Hükümeti Temiz Mahkemesi Başkanı Bitlisli Şefik’in başkanlığında Koçgiri ’ye bir nasihat heyeti gönderilir.

8 Mart 1921 de Ovacık aşiretlerinden ancak 2500 mevcutlu bir kuvvet ayrılıkçı grubun durumunu iyileştirme amacıyla hareket etmek zorunda kalır ve silahlı grup kuvvetleri karda ayaklarına taktıkları hedikler ve lakan denilen ayaklıklar takılı olarak yoğun karla kaplı Munzur dağlarını aşarak, Kaymak’sa gelirler.

Dersim kuvvetlerini kumanda eden Pezgevan Aşireti Lideri Bira İbrahim, Maksudan Aşiret Lideri Polis Munzur, Çırpasın Nahiyesi sabık müdürü Mustafa, Aslanan Aşiret Lideri Mahmut Ağa ile Alişer ve bu silahlı ayrılıkçı grup kuvvetleri Kamaks merkezinde bulunan askerlerin direncini kırarak, hükümet konağını ve Kamaks derebeylerinin konaklarını yakmış ve Kaymakamla Jandarma Kumandanını esir alırlarken elde ettikleri bu başarı sonucu Fırat Nehri üzerindeki Şeytan Köprüsünü tamir ederek, Kuruçay ilçesine girerler ve buradaki askeri direnci etkisiz hale getirdikten sonra hükümet konağını işgal eder Kaymakam ile beraber buradaki Dere beylerden Şehsuvaroğlu Mahmut ve arkadaşlarını tutuklayarak muhakemeleri görülmek üzere Ümraniye merkeze gönderirler. Bu ayrılıkçı silahlı grup kuvvetleri Refahiye ilçesini, Divriği mıntıkası nahiye merkezini ve Koçhisar ilçesinin Celalli Nahiyesini de işgal ettikten sonra, Ankara Merkezi Hükümetine telgraf ile;



Ankara Büyük Millet Meclisi Riyasetine



Nefsi Zara hariç olmak üzere ekseriyet azamisi Kürtlerle meskûn olan Koçgiri Kazasıyla Divriği, Refahiye, Kuruçay ve Kamaks kazalarının mümtaz bir vilayet haline ifrağ ve teşkiliyle yerli Kürtlerden bir valisinin tayininin, memurin adliye ve mülkiyenin yine vazifeleri başında bulunmasını dileriz.

11 Mart 1921 H



Koçgiri Aşiret Lideri                                                           Sadtattan Muhammet ve Taki                                                            Alişer

                          Dersim Aşiret Liderlerinden

               Mustafa, Seyidhan, Muhammet, Munzur



Bu gelişmeler sürürken ayrılıkçı gruplar ile Ankara Hükümetince görevlendirilen Bitlisli Kürt Şefik Doğuya doğru hareket ederken Sivas Beylerinden bazılarını yanına alarak Boğazviran köyündeki Haydar Beyin konağına gider.

Bitlisli Şefik yaptığı görüşmelerde kendisinin de Kürt olduğunu, Kürtlerin bağımsızlığından yana olduğunu, bunun temini için hükümetten her çeşit yetkiyi aldığını bu konuda Kürt önderleriyle görüşmeye geldiğini, bütün şartları hükümet adına kabule yetkili olduğunu ancak görüşmeler süresince çatışmalı ayaklanmaların tamamen durdurulmasını ister ve bu durum başta Haydar Bey olmak üzere görüşmeye katılan Aşiret liderlerince benimsenirken diğer taraftan Merkezi Ordu Kumandanı Nurettin Paşa kendisine bağlı orduyu toparladığı yerel gazetelerin yayınladığı haberlerden okunur hatta 12 Mart 1921 de Yozgat’taki haberler Süvari Alayı’nın Sivas’a hareket ettiği ve 14 Mart 1921 de Amasya’daki 5. Fırka ’ya bağlı  hücum taburu, kuvvetli dağ ve grup toplarıyla donatılmış olarak Sivas’a geldikleri Silahlı kalkışmaya kalkan ayrılıkçı gruplarca öğrenilir.

Bu grupların 11 Mart 1921 tarihinden Türkiye Büyük Millet Riyasetine gönderdikleri telgraf üzerine, Ankara Hükümetine bağlı Merkezi Ordu 13 Mart 1921 de İcra Vekilleri Heyeti tarafından aldığı geniş yetkiye yanarak 14 Mart 1921 tarihinden itibaren Silahlı ayrılık hareketi başlatan Dersimli ayrılıkçı kuvvetlere karşı seferberlik ilan etmiş ve 1906 doğumlular silah altına alınmış olarak bu tedbirlerle beraber Genel Jandarma Kuvvetleri de Sivas Askerlik Şubesi emrine verilmiş ve 54 Süvari Alayı Sivas’tan Koçhisar’a 32. Süvari Alay’da Tokat’tan Sivas’a Erzincan Jandarma ve milis kuvvetleri Refahiye’ye  gönderilir, ve 15 Mart 1921 ‘den itibaren Sivas, Elaziz, ve Erzincan vilayetlerinde sıkıyönetim ilan edilir.

Gelişmelerin seyri bu mühmelden devam ederken Bitlisli Şefik ile görüşenler arasında bulunan Baytar Muhammed Nuri Dersimi “Ankara Hükümeti’ni temsilen müzekkere ve Kürdistan haklarını kabul ve şartları tetkike geldiğinizi iddia eylediğiniz halde, diğer taraftan Merkez Ordusu’nun Koçgiri ‘ye karşı tedhiş hareketi devam etmektedir. Şu hâlde hükümetin her türlü salahiyetine malik iseniz, evvel emirde askeri hareketin durdurulmasını temin ediniz, çünkü ciddi samimiyet ancak bu suretle ispat edilmiş olabilir. Aksi taktirde, vazifeniz bizi aldatmaktan başka bir şey olmadığı, vaat ve sözlerinizce güvenilemeyeceği malumunuz olsun.”

Bu konuşma; görüşmeye katılan Haydar Bey ve konuklarınca pek hoş karşılanmaz ve Ankara Merkezi Hükümeti ayrılıkçı silahlı grupların her türlü planını öğrenmiş olarak kendi hazırlıklarını tamamlamış olarak Sivas Valisi Elaziz Vilayeti vasıtasıyla Dersim aşiret liderlerine bir telgraf çekerek silahlı mücadeleye devam edip etmeyecekleri hakkında bilgi vermelerini ister.

Bu telgrafa cevap olarak, Dersim aşiret liderlerinden bazıları yine aynı yolla ve telgrafla gerek Sivas Vilayetine ve gerek Ankara Hükümetine “Türk Hükümeti’nin, Kürtleri ’de, Ermeniler gibi tehcir ettirmek emelinde olduğunu bildikleri için, milli istekleri uğrunda ve meşru müdafaa durumunda savaşa devam edeceklerini.” Bildirirler.

Alişan Bey’in Dersim’de kalarak ayrılıkçı örgütlenme çalışmalarına devam etmesi Ankara Hükümeti’ni zor durumda bırakacağı çünkü Dersimde yapılacak muhtemel bir müdahaleye karşı, ülkenin batısında Yunan işgaline karşı savaşmakta olan Ankara Hükümetine bağlı Türk kuvvetlerinden bir kısmını bu cepheden çekerek Dersim bölgesinde gerekli tedbirleri almak üzere burada alıkoymak zorunda bırakır.

Ayrılıkçı silahlı kalkışmaya katılan ve bu örgütlenme ile meşgul gruplar ise Kürt hareketi başarı ile sona erdiği taktirde, Ankara Hükümetinin mevcut konumunu koruyamayacağını ve dağılacağı inançları hakimdir.

Diğer cepheden ise Ankara Hükümetinin Koçgiri ’ye gönderdiği Nasihat heyetleri vasıtasıyla bir silahsız barış yollarını ararken, bir yandan da Sivas ve Ankara üzerine yapılacak olası saldırıları önlemek için de Ankara Merkezi Hükümeti Kurmay Heyeti, 14. Süvari Fırkasıyla 13. Süvari Livası’nı acele olarak Sivas’a göndermiş ve harekâtın doğu ve kuzeye yayılmamasını sağlamak için Elaziz ve Erzincan merkezlerine önemli sayıda askeri kuvvet sevk etmiş olur.

Bir yandan gelişmeler böyle seyrederken bir yandan da Aşiret Lideri Haydar’ın Nasihat Heyetine katılması sonucu Sivas Vilayeti ayrılıkçı hareketler tarafından işgali imkânsız hale gelmiş olarak Ankara Hükümeti üzerine silahlı kalkışma ile yürüyüşlerine engel olunmuş olur. Bu sırada Ankara’da Büyük Millet Meclis’inde Merkez Ordusunun Koçgiri üzerine hareketi görüşülür ve Kürdistan Mebusu adını taşıyan millet vekilleri başlatılan bu hareketi uygun bularak yapılan oylamadan hareketi onaylıyorlarken, Erzurum mebusu Hüseyin Avni bu hareketin Kürtleri yok etme planı sayarak hareketin yapılmasına onay vermezken Mustafa Kemal’in Hüseyin Avni’nin bu itirazına cevaben “Ordunun Koçgiri ‘ye hareketi tenkil (katliam) maksadıyla olmayıp ileride düşünülen tedip (benimseme-sakinleştirme-uslandırma) hareketi olduğunu” açıklayacak ve Büyük Millet Meçlisinde istediği kararı aldırırken Nurettin Paşa acele olarak Sivas’a hareket etmiş olur.

Koçgiri de Aşiret lideri Haydar’ın konağında Nasihat Heyeti ile Aşiretlerin görüşmeleri devam ederken Merkez Ordunun Sivas’a yetiştiği haberi üzerine Nasihat Heyeti Ankara Hükümetine bağlı ordunun Koçgiri üzerine yürümesini önlemek üzer görüşmek üzere konaktan ayrılırken Sivas-Kangal-Malatya-Elaziz ve Sivas-Zara yolları Merkezi Ordu Kuvvetlerinin kontrolü altına alınarak, seyahat etmek yasaklanır.

Dersim’le Elaziz, Arapkir, Malatya, Eğin ve Kamaks arasındaki köprüler kapatılmış ve geçit noktalarına askeri birlikler konmuş, nehirlerde çalışan deniz araçları bu askeri kuvvetlere teslim edilerek, ulaşım tamamen askeri kontrol altına alınır.

Dersim bölgesinde ise bu bölgedeki karlı ve başı dumanlı Munzur dağlarından geçmek gerçekte çok zordur ve vadilerde ise sular, nehirler, çaylar coşkun bir halde akar olup, yağmurlar sürekli yağmaya devam ediyor ve tabiatın tüm engelleri çatışan kuvvetleri engellerken ayrılıkçı silahlı gruplar ise artık durumun bir ölüm-kalım noktasında olduğu kanaatiyle eli silah tutan erkek, kadın, kız hatta çocuklar dahi güçleri yettiğince ellerinden geldiği kadar çatışmalara katılarak yakınlarına destek verirler.

Biryandan Dersimli Baytar Muhammed Nuri ise Koçgirili Alişer ‘e inanmamaları için halka tavsiyelerde bulunurken Nasihat Heyetiyle hareket eden Aşiret lideri Haydar ise ayrılıkçı gruplardan yana dönerek kendisine bağlı bütün silahlı kuvvetleriyle  çatışmalara destek vermeye başlamış ve Sivas-Koçhisar-Zara ve Sivas-Kangal hatları üzerinde şiddetli çatışmalar devam etmekte olup Sivas istikametinden, Hafik cephesinde, Kurmasan aşiretiyle çatışan Ankara Hükümetine bağlı orduya, Seyid Aziz Bey kuvvetleri öncülük ediyor, savaşın ağırlık merkezi önce Sivas ve Kızılırmak hattıyla sınırlandırılmışken kuzeydoğudan Giresunlu Topal Osman Çete Alayı ile Ankara Merkezi hükümete bağlı Seyyar jandarma kuvvetiyle beraber 20 Mart 1921 de Refahiye üzerinden Koçgiri’ye hücum cephesi açarlar.

“Laz Alayı” adını taşıyan bu kuvvetler zapt ettikleri köylerde her çeşit zülüm ve kötülüğü yapıyor, Masun çocuklar ateşlere atılarak yakarlarken tüller ürperten bu manzara karşında zevk ve cümbüş yaptıkları ve bu durumun da halkı çileden çıkarıyor olmasına giderek çatışmaların şiddetlenmesine neden olur ve 25 Mart 1921 de Koçgiri ’li Beko kumandasındaki kuvvetler bu canavarların üzerine şiddetli saldırılar düzenler ve Topal Osman’ın kuvvetlerini bozguna uğratır ve Refahiye’nin Taş dibi mevkiinde kuşatmış olan Laz birlikleri; ve bunlara yardıma gönderilen Erzincan’dan gelen 11. Alay’ın iki taburu ve kuvvetli dağ bataryaları, Lazların yardımına yetişerek bunları mutlak bir ölümden kurtarırlar.

Birçok aşiretlerin ayrılıkçı silahlı gruplardan ayrılması ve Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerinin kontrolü ellerine almaları nedeniyle Koçgiri aşiretleri artık yalnız kalmış olarak silahlı kalkışmalarına devam ederken Topal Osman’a bağlı kuvvetlerden birçok kişi Koçgirili silahlı grupların eline düşüyor ve kurşuna diziliyorlar.

Dersimden yardıma gelen aşiretlerin İliç ve Şeytan köprülerinde geri çekilme hatlarını savunma amacıyla bırakılmış silahlı ayrılıkçı gurup kuvvetleri Eğin ve Erzincan’dan gelen Ankara Hükümetine bağlı ordu kuvvetlerine büyük zararlar vermeye devam ediyorlarken Erzincan Merkezi yönetimi Dersimlilerden kuşkulanarak kısmı seferberlik ilan etmiş ve bütün subay ve erlerini silah altına alırlar.

Kamaks halkı Ovacık aşiretlerine teslim olduğu için silahlı ayrılıkçı grupların dönüşü kendileri açısından daha güveniler bir hale gelmiş Divriği’nin Zimara Nahiyesi Mahmut Bey’e bağlı kuvvetlerce işgal edilirken, Dosttan ve Lordin geçidinde Divriği Jandarma taburu tamamen mağlup edilir.

30 Mart 1921 de Divriği’nin Sincan Nahiyesi ’ne silahlı ayrılıkçı güçlerince hücum edilmiş ve Nahiyede görevli Ankara merkezi hükümetine bağlı mevcut askeri birlik teslim alınır ancak Hükümetin aldığı tedbirler nedeniyle Divriği Merkezine bu ayrılıkçı gruplar giremezler.

Bu arada Drajen ve Atma aşiretleriyle bağlantı kurularak yardım isteyen ayrılıkçı silahlı guruplara hiçbir yardım gelmez ve Arapkir Jandarma Bölüğü, Divriği’ne hareket ederken ayrılıkçı silahlı güçlerce çembere alınarak teslime mecbur edilirler ve Bayburt’tan 11. Alay’la Dağ bataryaları da Erzincan’da toplanmak üzere hareket ederken Kuzeyden ise Filik Ali Paşa ve Beyler aralarında çetin çatışmalar yapılarak devam eder.

Bölgede durum buyken İttihat ve Terakki Partisi üyesi Kangal Ağası Hacı Ağa Ankara Merkezi Hükümetten aldığı talimat üzerine Ginniyan Aşiret Lideri Murat Paşayla gizli bir görüşme yapar ve çatışma cephesinden süren ayrılıkçı silahlı kalkışmaların durdurulmasını Murat Paşa’dan ister. Bu görüşme sonucu her iki liderin yaptığı plana göre Murat Paşa Beypınar nahiyesine dönerek, Celali mıntıkasında bulunan cephe kumandanlarından Seyid Azizi ile Zalim Çavuş ve kardeşi Hüseyin Çavuş silah ve erzak dağıtım bahanesiyle konağına davet eder. Daveti kabul edip Murat Paşa’nın konağına gelen silahlı kuvvet liderleri ve yanlarındaki kolluk kuvvetleri ile Murat Paşa’nın konağına gelirler ve yanlarında bulundurdukları silahları misafir odasına bırakarak oturma salonuna geçerlerken konaktan içeri 40-50 kişilik Murat Paşa’dan talimat alan bir silahlı grup girer ve Seyid Azizi ile Zalim Çavuş ve Kardeşi Hüseyin ile beraber gelen fedai gurubunu derdest ederek elleri ve kolları bağlanarak teslim alıp tutuklamış olan Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa Ankara merkez hükümeti emrindeki Ordu komutanına mektup yazarak “Öteden beri Ankara Hükümetine bağlı sadakat’ından dolayı ordu ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu ve bunun ispatı içinde yaptıklarından bahseder.”

Bu olayı haber alan Silahlı kalkışma gruplarının bu bölgedeki sorumlusu ve planlayıcısı Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ginniyan aşireti lideri Murat Paşa’nın konağına görüşmeye gider ve tutukladığı ayrılıkçı silahlı güç liderleri ve emrinde görevli isyancıları serbest bırakmasını ister.

Murat Paşa kendisini ziyarete gelen Baytar Muhammed Nuri Dersimi ile beraberindeki ricacı heyeti yemek ikramı için yemek odasına davet ederken, bulundukları yerden bu odaya hareket eden misafirlere yaklaşan Murat Paşa’nın kardeşinin oğlu Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye yaklaşarak gayet sessizce bir ses tonuyla kulağına seslenerek “Aman Nuri Bey, ellerini öperim, şimdi bu cani herif seni de Zalim Çavuş gibi tutuklayacaktır. Rica ederim hiç durmadan burada gidiniz.” Der. “Bu diyalog üzere Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa’nın benim içinde plan kurduğunu anladım ve belki Murat Paşa’yı sabaha kadar kandırır ve tutukluları serbest bıraktırabilirim ümidiyle konakta kalacağımı söylediğim için, Murat hakkımızdaki ihaneti sabaha bırakarak harem dairesine çekilmiş ve hizmetçilerine bizi misafir odasında bekletmeyi tembih etmişti. Biz bu odadan Zalim Çavuş’un sesini işitiyorduk. Bu Kürt kahramanı sürekli, “Yaşasın Kürdistan, kahrolsun hainler.” Diye bağırıyorlarken aşiretlere mensup bazı kimseler ede Murat’ın bu ihanetini lanetliyorlardı” der.

Ve kendi aralarından şifreli işaretlerle geldikleri binekler hazırlanır ve kimseye görünmeden o gece Murat Paşa’nın bölgesinden uzaklaşırlarken yaptıkları yeni plana göre de Beypınar Nahiyesi ’ne saldırarak silah zoru ile Murat Paşa’nın elinde tutsak olarak bulunan ayrılıkçı silahlı gurubu kurtarmaktı, Fakat Murat Paşa aynı gece 200 kişilik silahlı bir kuvvetle ile tutsakları Kangal Merkezine götürüp Ankara Hükümeti emrinde görevli hükümet görevlilerine kendi eliyle teslim eder ve bu tutsaklar hiç bekletilmeden derhal Sivas merkeze gönderilir ve 24 saat içinde de Divanı Harp tarafından ölüme mahkum edilmiş olup, dar ağacına giden her birey “Yaşasın Kürdistan, Yaşasın Kürdistan Teali Cemiyeti, Kahrolsun Nurettin Paşa” diye haykırmışlardır.

Aynı silahlı ayrılıkçı grubun mensuplarından aynı aşiret fedaileri Çığız Mehmet Ali’nin kumandasında oluşturulan yeni kuvvetler Koçgiri ve daha sonrada Dersime katılmışlarken ayrılıkçı gruplardan Ateş Kuvvetleri olarak isimlendirilen silahlı gurup Erzincan Kamaks arasını keserek geri çekilme hattını kuvvetlendirmeyi başarırlar.

Diğer yandan, silahlı ayrılıkçı harekete katılan Kureşan aşireti Lideri Eymerli Güzel Ağa ve kendisine bağlı silahlı grupla Ankara Merkezi Hükümetine bağlı Nurettin Paşa Ordusuna saldırırken öldürülür ve bu silahlı güce destek vererek silahlı grubu yöneten Zalim Çavuş ve Seyit Aziz’in de hükümet kuvvetlerince yakalanışı ve Kangal Ağası Hancı’nın Konağına görülüp teslim edilmesi ve oradan da Sivas’a götürülüp Sıkıyönetim Divanı Harbi’ne verilişi, ve idam cezaları ile yargılanmaları, gerek Sivas gerek Dersim silahlı ayrılıkçı aşiretlerin tepkilerine neden olmuş ve Ankara’ya protesto telgrafları çekerek Büyük Millet Meçlisinde bulunan Kürt Mebusların dikkatlerini çekmiş ve idamlar anında uygulanılmamış o mıntıkadaki aşiretlerin dağılması ve yenilmesine neden olur, sağ olarak kurtulanlarda Koçhisar yönünden Doğu’ya doğru çekilirken, Yalıncak ve Karabet dağları, merkez hükümete bağlı ordu tarafından tamamen kontrol altına alınarak silahlı ayrılıkçı gruplardan arındırılır ve Kurmeşan aşireti kısmen Koçgiri - Zara yönüne ve kısmen de Kangal ve Divriği yönünden Şadiyan ve Canbegan aşiretlerinin bulunduğu bölgelerine çekilirken, Çatışmalar bütün şiddetiyle Koçgiri ve Ümraniye yöreleriyle sınırlı kalır.

Bir kısım ayrılıkçı aşiretlere bağlı kuvvetleri Zara civarında çatışırken ayrılıkçı grubun Ümraniye cephesi kumandanı Azamet Bey öldürülür ve Topal Osman çeteleriyle Şebinkarahisar Jandarma Kuvvetleri tarafından, Haydar’ın konağı yakılırken, Dersim’den Kasımoğlu Munzur kuvvetleri, Beytin aşiretleriyle Kamaks mıntıkasına gelerek, Kamarik Nahiyesi aşiretleri de kedilerine katılır ve Erzincan’da toplanan Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerinin Koçgiri üzerine hareketini geciktirirler.

Erzincan’ın güney mıntıkasında bulunan Aşuran Aşireti, Dersimli Seyid Rıza’dan aldıkları ilham üzerine, Erzincan’ı sıkça tehdit ettiği için, doğu cephesinde bulunan ayrılıkçı silahlı gruplar bir dereceye kadar üstünlük sağlıyor ve bu tür çatışmalar sürerken Günel ve Batı cephesinde yardımsız kalan Ankara Merkezine bağlı hükümet kuvvetlerini dört- beş parçaya bölmeyi başarırlarken Aşiret cephe kumandanlarından Sabit ve Bahri Beylerde öldürülürler.

Çatışma alanında bulunan kadın ve çocukların Dersime nakli kararlaştırılır ve Haydar bey yönetiminde ki  ikibin kişilik silahlı bir kuvvetle 24 Nisan 1921 de Erzincan ve Pülümür yönlerinden Dersim’e katılmak üzere kuzey doğuya doğru yola çıkar ve Ankara Merkezi hükümetine bağlı ordu kuvvetleri de bunları takip ederken Haydar Bey ve yanındaki silahlı kuvvet ile kadın ve  çocuklardan oluşan kafile Erzincan’ın Kuzeyinden geçerek Kureşan aşireti mıntıkasına erişirlerken varmak istedikleri yer ise Kureşan ve Balaban aşiretleri içerisinden, Pülümür, Mamahatun geçitlerinden geçerek Dersim’e yetişmektir.

Haydar Bey’in hedefi aile ferleri ve aşiret mensuplarını Dersime bıraktıktan sonra yanına alacağı silahlı grup ile yeniden Koçgiri ’ye dönmekti, fakat Haydar’ın aşireti Kureşan sınırına yetiştiğinden, yardım umarlarken Kurmeşan aşireti Lideri Kör Paşo Erzincan’ın yönetimini ele geçirilmesi sebebiyle birkaç bin kişilik silahlı kuvvetle Haydar Bey’e karşı çıkar Dersime geçmesine engel olur ve kendisine karşı çıkılması halinde çatışmaya gireceğini bildirir. Haydar Bey buna cevaben “Ben ırkdaşlarımla savaşmak ve onlara kurşun atmak istemem, geri döner giderim, mıntıkamda ölürüm ve ölünceye kadar da ancak milli haklarım uğrunda çarpışırım.” Yanındaki kafilesiyle geriye dönerken, Dersimli Seyid Abbas kuvvetleri, Kamaks’ın Hoks geçidinde ve Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Zeynel’in kuvvetleri de, Erzincan’ın Arkagan geçitlerinde mevzilenmiş olarak Haydar’ın kuvvetlerine geçiş yolu açmış olmalarına rağmen Haydar Bey ve kafilesindekiler, kendilerini takip eden Merkezi hükümet kuvvetlerine bağlı silahlı gruplarla çatışarak Koçgiri dağlarına geri çekilirlerken Koçgiri ’nin her tarafından cehennemi bir çatışma sürerken, yağan şiddetli yağmur fırtınaları geriye dönüşü daha da zorlaştırır.

Haydar Bey ve kafilesini takip eden Topal Osman Çetelerinin vahşeti son haddini bulurken ormanlar yakılır evler yıkılır teslim olan gençler öldürülür, ihtiyarlar ise batıya zorla gönderilirken kaçabilen insanlar dağlara vadilere ve mağaralara saklanmaya çalışırlarken Baytar Muhammed Nuri Dersim’in oğlu Ali de bu çatışmalarda öldürülenler arasına katılır.

Olayların seyrini takip eden Kureşan Aşireti Lideri Erzincan Merkeze gelerek yaptığı hizmetlere karşılık, Ankara Merkezi Hükümeti yetkililerinden ödül isterken diğer taraftan da Dersim Mebusu sıfatıyla Türkiye Büyük Millet Meçlisi üyesi ayrılıkçı harekatlara karşı aşiretlerin mensupları Ankara’ya telgraflar çekerek ayrılıkçı silahlı Koçgiri’lilerin “eşkıya” diye nitelendirir olurlar.

Daha önceleri bu ayrılıkçı harekatlara katkı verecekleri tahmin edilen Arapgir ve Malatya aşiretlerinden de beklenen yardım artık beklenemez olmuş ve Şair Alişer ’in bugünlerde yazdığı şiirde de meramları şöyle anlatılıyor:

Koçgiri başladı harbe

Sesi gitti, şarka garba

Bir ordu asker geldi

Dayanamadılar bu darba



Dılo yaman, yaman, yaman

Çıyan gırto berf ü duman

Mera bışın şahe merdan

Ev dermana he mi derdan



Ovacığın aşireti

Zapt eyledi memleketi

Geride imdat gelmedi

Hozat çekmedi gayreti



Dılo yaman, yaman, yaman

Çiyon girto barf ü duman

Mera bışın şahı merdan

Ev dermene ha mü derdan





Yemin edenler elmaya

Zülfükarı Mürteza’ya

Geriden teller çekilir

Biz uymayız eşkıyaya





Dılo yaman, yaman, yaman,

Çıyon gırto berf ü duman

Mera bışın şahe merdan

Ev dermene hem-ü derman

                                      ALİŞER



Çatışmaların böyle sürdürülmesi Dersim’den Seyid Rıza ve Doğu Dersim aşiretleri, telgraflar çekerek Ankara Merkezi Hükümetini devamlı uyarırlarken olay Büyük Millet Meclisi’ne yansıtılmış ve Koçgiri olayı nedeniyle mebuslar arasında tartışmalar olurken Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş , Hasan Hayrı ve birkaç şark mebusu, Merkezi Hükümete bağlı ordunun Koçgiri üzerindeki hareketini ve Topal Osman çetelerinin  kanlı vahşetini belirterek, Büyük Millet Meclisi üyeleri olan Kürt mebuslarını uyandıracak açıklamalar yaparken diğer yandan asırlardır Osmanlı sultanlarına hizmet eden birçok Kürt Aşiretleri mensubu Büyük Millet Meclisi üyesi mebuslar Meclis kürsüsünü işgal ederek insafsızca sürdürülen acılara hizmet edercesine Kürt ayrılıkçı silahlı gurupların acılarına ilgisiz kalınmasını sağlarlar.

Ve Büyük Millet Meclisinde yapılan tartışmalar sonunda, “Seçilecek bazı mebuslardan bir komisyon kurulmasına ve askeri bir heyetle birlikte Sivas’a gönderilmesine, bu heyetçe olaylar yerinde incelenerek sonucun Büyük Millet Meclisi’ne bildirilmesini, ordunun da adil ıslahat yapmakla yetinmesine ve alınacak raporlara göre son kararın verileceğine” karar verilir.

Fakat çatışmaların devam etmesi sonucu Haydar Bey’in aşiret üyelerinden bazıları ile aile üyeleri Ankara Hükümeti Merkezine bağlı ordu kuvvetlerince yakalanır ve Sivas merkezine gönderilirler.

Bir yandan da Ginniyan Aşiret Lideri Murat Paşa’nın kuvvetleri ile Merkezi hükümete bağlı ordu kuvvetlerine teslim olmak zorunda kalan Kurmeşan, Canbegan, ve Şadiyan aşiretlerinden teslim olmak mecburiyetinde kalanlar imha edilmiş ve teslim olmayanlar ise Koçgiri silahlı ayrılıkçı gruplarla birleşerek ordu kuvvetleriyle çatışmaya devam ediyorlarken Nurettin Paşa Haydar Beyi elde etmek için Sivas yöresi beylerinden bazılarını yanına alarak Zara’ya getirip çatışma alanında Haydar Bey ile görüşür ve Sivas Beyleri Haydar Beyi ikna ederek mahiyetinde  bulunan bin kişilik silahlı kuvvetiyle birlikte Ordu Merkezine götürülür ve Ordu kumandanına teslim olan Haydar Bey’in arkadaşlarından 400 kişi Sivas hapishanesine gönderilirken kalan 600 kişilik aşiret mensubu batı Vilayetlerine götürülmek üzere sevk edilirler fakat yolda çıkan tartışma ve yeni başkaldırı sonucu öldürülürler.

Olayların beyle seyretmesi üzerine Koçgiri de bulunan Dersim kuvvetleri yeni bir cephe tutarak geldikleri Dersim’e geri dönmeye karar verir ve ayrılıkçı gurubun silahlı kuvvetlerini Haydar Bey’in yerine Koçgiri aşiretlerini amcası Mahmut idareyi ele alarak, Dersim’e katılmak üzere dönmeye başlarlar.

Bir başka cepheden de ayrılıkçı silahlı grup aşiret fedaileri liderlerinden Alişer, Nuri, Sabri, Çığız Mehmet Ali, Tarbaslı Meme, Kımıl Aziz, Dılo, Paşo ve Abbas gibi aşiret kuvvetleri komutanları ada komutasındaki silahlı güçlerle Divriği-Kuruçay-Arapgir dağlarında çatışa-çatışa Dersime dönmeye mecbur kalırlar.

Doğu’dan Dersime dönüş hattında ilerleyen silahlı ayrılıkçı gurupların önlerini kesen 27. Süvari Lirası’na bağlı 53. Alay’ın Erzurum, Bayburt, Kelkit ve Kamaks Jandarma kuvvetleriyle çatışmak zorunda kalarak, çatışmalarda sağ kalan bazı silahlı gurup üyeleri Fırat nehrinin geçit mahallerinden ve İliç köprüsünden geçmiş olarak Dersim’e ulaşmayı başarırlar.

Dersime gelen bu önderle, ovacık aşiretlerinin desteğini alarak geri dönüp Kamaks kazasını kuşatırlarken, çatışmalar sırasında Topal Osman’ın yaralandığı ve Giresun’a gittiği haberi duyulurken ayrılıkçı silahlı kalkışmaya katılan aşiretler arasında da Nurettin Paşa’nın “Türkiye’de Zo diyenleri imha ettik, lo diyenleri de kökünden temizleyeceğim.” Dediği propagandası yaygın bir şekilde yayılır.

Ve Koçgiri mıntıkası askeri denetime tabi olmak şartıyla mülkiye idaresine verilirken Ordu Kurmayı “Koçgiri liderlerinden Azamet ve biraderleri Bahri ve Sabit beylerle Filik Ali ile Hamo ve Zara’nın Çevirme Han’ından Aziz, Taki ve Haydar Bey müteallikatından Pehlivan’la Hüseyin ve Aşur ile beraber 159 kişi ve ayrıca 113 kişi ölü olarak ve 113 kişi yaralı olarak ele geçirilmiş olarak, aynı zamanda 2 000 tüfekle 218 beygir ve 207 asker kaçağı yakalanmıştır.” Şeklinde bir açıklama yaparak Ankara Merkez Hükümetine bağlı Merkez ordusu karargâhı Sivas’a döner.

Ayrılıkçı silahlı aşiretleri “Giresun Jandarma Kumandanlığından atılan yüzbaşı Kürt Sadık ayaklanmayı idare ederken 180 kilometre boyunda 80 kilometre eninde ve 14.400 yani takriben 15.000 kilometre alandaki yöre ayrılıkçı güçlerin işgali altında devam etmiş olarak sona ererken.”  Türk Tarih Savaş Encümeninin bu notlarıyla yazılı kayıtlara not edilerek sonuçlanır.

14 Mart 1921’den itibaren Koçgiri ayaklanmasına katılan ayrılıkçı silahlı grupları ve komutanları ise kayıtlara şöyle geçmiş olur.

“Dersim Kuvvetleri: Nuri, Alişer, Munzur, İbrahim kumandasındaki Ümraniye silahlı grubu 500 kişi,

Divriği deki Dersim Kuvvetleri: Nuri, Alişer, Munzur, Kumandasında 300 kişi

Koçgiri Terkioğlu Dağlarındaki deki Dersim Kuvvetler 200 kişi Dersimli Ateş kumandasında Koçgiri Dersim kuvvetleri Kamaks’ın Erkiloğ geçidinde 300 kişi

Kasımoğlu Munzur kumandasında Dersim kuvvetleri Fırat Nehri üzerinde İliç ve Şeytan Köprüsünde 400 kişi

Seyit Abbas kumandasında Hogos dağlarında Dersim kuvveti 300 kişi.

Zeynel kumandasında Kamaks cephesinde 150 kişi ve toplamda 2.150 kişilik Dersim cephesinde silahlı kalkışmaya katılan ayrılıkçı silahlı gurup üyeleri ve,

Koçgiri cephesinde ise

Koçgiri kuvvetleri: Alişanbeyzade, Mahmut ve Nuri kumandasında Tuzla köyü ve Çamözü dağlarında 300 kişi

Koçgiri kuvvetleri: Alişan, Mahmut ve Nuri kumandasında Karaibo Köyü ve cıvarında 150 kişi.

Koçgiri kuvvetleri: Bağlama dağlarında Filik Ali kumandasında 85 kişi.

Koçgiri kuvvetleri: Haydar Bey, Azamet, Taki beyleri kumandasında Boğazviran ve Karataş mıntıkasında 1500 kişi.

Koçgiri Kurmeşan kuvvetleri: Koçhisar cephesinde Güzel Ağa kumandasında 500 kişi.

Koçgiri Kangal aşiretleri kuvvetleri: Zalim Çavuş kumandasında Kangal – Divriği dağlarında 1500 kişi

Olmak üzere Koçgiri de silahlı çatışmaya katılan aşiret mensupları toplamda 6.185 kişi” olmak üzere,

Toplam ’da 8.335 kişi Ankara Merkezi Hükümetine karşı kendi milli kültürlerini öne sürerek ayrılıkçı silahlı bir ayaklanmaya katılmış olarak kayıtlara geçmişken,

Sivas’ta kurulan Sıkıyönetim Divanı Harpı yakalanan 400 mevcutlu suçluyu sorguya çekerken, Ankara’dan görevli gönderilen Büyük Millet Meclisi üyelerinden oluşan Tetik heyeti ve yardımcıları bölgedeki incelemelerini sürdürüyorlardı.

Tutuklananlardan Haydar Bey ve arkadaşları verdikleri ifadelerinde, silahlı kalkışmayı bağımsız bir Kürdistan mücadelesi olarak gösterirken bu kalkışmanın önder ve neden olanların başından Dersimli Baytar Muhammed Nuri ve Koçgiri ’li Alişer olduğunu söyler ve Merkezi Hükümetin gönderdiği “Nasihat Heyeti’nin vaatlerinin yerine getirilmediğini ileri sürerek bu çatışmaya sürüklenmek zorunda kaldıklarını ama Dersimli Baytar Muhammed Nuri ile Alişer ’in şimdi Dersimde serbest bulundukları söyler.

Yargılamayı da takip eden Nasihat heyeti de yazdıkları raporda Aşiret lideri Haydar Bey savunulurken olaylara neden olan liderler olarak Koçgiri ‘li Alişer ile Dersimli Baytar Muhammed Nuri gösterilir.

Kurulan Sıkıyönetim Savaş Divanı Haydar Bey ile Aziz ve diğer 15 silah arkadaşını yüzüne okuyarak Koçgirili Alişer, Dersimli Baytar Muhammed Nuri, Mustafa, Paşazade Mahmut, Tarbazlı Meme, Dılo, Sabri ve diğer 95 kişinin de gıyabı idamlarına, kalan sanıkların suç işleme derecelerine göre muhabbet, on beş ve beş yıl olmak üzere muhtelif hapis cezalarına çarptırılmalarına karar verilirken bu 400 kişilik sorgulamada ancak 110 kişinin doğrudan sorumsuzluğuna ve onlarında bölge dışına sürülmelerine karar verilerek onaylanarak bu karar Tetik Heyeti’nin hazırladığı raporu ile birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderilir.

Diğer taraftan bu yargılamalara tepki olarak Dersim’de Türkiye Büyük Millet Meclisine sürekli protesto telgrafları çekilerek Sivas’taki tutukluların serbest bırakılması istenirken bu başvuruları fiili desteklemek maksadıyla var olan Dersim ve Koçgiri kuvvetleriyle Erzincan-Kamaks-Eğin yönlerinden Zara ve Divriği yönlerine önemli silahlı saldırılar yaptırmaya başlarlar. Bir yandan Zara- Erzurum ve Sivas-Kangal-Divriği hatlarında ulaşım çok tehlikeli bir hal alır. Domurca-Yılanlı dağlarında Beypınar ve Zara kapılarında Jandarma kuvvetleri aralıksız olarak ayaklanan kendilerini “Kürt Fedai Birlikleri” diye isimlendiren gruplarla çatışmaya girerlerken Türkiye Büyük Millet Meclisi Dersimdeki bu durumu, oluşturulan Türkiye’nin genel siyasetine aykırı bulurken Mustafa Kemal Hükümeti Koçgirili Alişer ile Dersimli Baytar Muhammed Nuri istisna olmak üzere bütün mahkumların affını ve Sivas’taki Sıkıyönetim Divanı Harbin dağıtılmasını Türkiye Büyük Millet Meçlisinde ister. Meclis hükümetin bu isteğini kabul eder. Ve kabul edelin bu karar sonucu Sivas ve Koçgiri yörelerinden ilan edilerek, ölüme mahkûm tutuktular ile diğer bütün tutuklular serbest bırakılırken Haydar Beyin Koçgiri ’ye gitmesi yasaklanarak Sivas’ta ikamete ve Seyid Aziz ise Celalli Nahiyesine göz hapsine tabi tutulurlar. Tahliye edilen tutukluların büyük bir kısmı, hürriyetlerini sınırlayan bazı şartlarla Koçgiri ‘ye dönerlerken, Dersim’de bulunan Koçgirililer “Kürt Fedai Birlikleri” ayrılıkçı hareketlerinden vaz geçmedikleri için söz konusu bu af kapsamamıştır.

Aksdat denilen Seyid Rıza’ya bağlı yörede, kendilerine seçtikleri Kürdistan Bayrağı dalgalanır, Ankara merkezi hükümetine bağlı merkezlere ve ordu kuvvetlerine taciz ve saldırı akınları düzenlenirken Ankara Hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisinin Dersim mebusu üyelerinden bir kısmını Erzincan Mebusu Hacı Fevzi ile birlikte “Nasihat Heyeti” olarak Dersim’e gönderir.

Nasihat Heyetindeki Dersim mebusu Diyap Ağa, Mustafa Kemal’le oldukça samimi olduğunu ve Mustafa Kemal ile beraber çektirdiği fotoğrafları gösterir ve bu sırada da Yunanlılar Ankara’ya yaklaşmışken; Mustafa Kemal’in kendisine “Eğer bir gün Ankara’dan çıkarak Dersim’e gelirsem, mücadelemizin başarıya ulaşması için yüksek dağlarınız ve büyük mağaralarınız var mı?” diye kendisine sorduğunu anlatır.

Ankara hükümeti bir taraftan Yunanlıların ileri harekatları diğer taraftan Dersimlilerin bağımsızlık uğruna başlattıkları silahlı ayaklanmalar Türkiye Büyük Millet Meclisini ikinci bir af çıkarılmasına karar vermek zorunda bırakır.

Bu af kararı; Dersimli Baytar Nuri ile Alişer’i af kapsamına almadan Alişan ve arkadaşlarını da af kapsamı içine alır.  Bu aftan sonra Mustafa Kemal Hükümeti, Dersim aşiretleri adına Seyid Rıza ile telgraflarla haberleşmeye başlayarak sessizliğin sürmesini ve bu durum korunmasını rica ederken, Erzincan Mebusu Hacı Fevzi, Erzincan’a gelmiş, Seyid Rıza ve Alişan’ı görüşmeye davet eder.

Bu davete katılmak üzere yanına aldığı Ovacık aşiret üyelerinden oluşturduğu bin kişilik silahlı bir kuvvet ve yanına aldığı Alişan Bey ile birlikte Erzincan’ın Kismikor köyüne giderler burada Erzincan Valisi Ali Rıza ve bir kısım Erzincan eşrafı görüşmeler başlarken söze başlayan Erzincan Valisi Ali Rıza Bey, bu konunun nazik bir mesele olduğunu, Dersim’in Ankara hükümetine bağlı bir bölge olarak kabul edilmesi şartıyla görüşmelerin süreceğini belirtirken , görüşmeye katılan bazı aşiret  liderleri ise “Ankara merkezi hükümetin oluşturdukları Kürdistan’ın haklarının itiraf edilmesi, Koçgiri’ye çatışmalar sonucu oluşan kayıplara karşılık savaş tazminatı verilmesini, yerli aşiretlerden bir kişinin Vali olarak Koçgiri’ye atanmasını Kürtçe öğrenim için konuştukları dille eğitimin başlatılması için Kürt mekteplerinin açılmasını Kürtler adına ısrarla istemeleri, bu isteklerinin sağlanmaması durumunda, artık biz Türk hükümetiyle anlaşamayız” diye itiraz ederler.

Fakat toplantıya katılan Alişan Bey ise bu talepleri yersiz bulur. Ankara merkez hükümeti adına katılan heyet ise Alişan Bey’in Dersimden ayrılmasını, bu çatışmalar sonucu Koçgiri ’nin çok zarar görmüş yörelerine zararlarının giderilmesi için gerekli tazminatın verileceğini sözünü vererek, nüfusun çoğunluğun bu aşiretlerden oluştuğu yörelerde Kaymakam ve diğer memurların bu aşiret mensubu kişilerin atanacağını kabul ve taahhüt eder.

Ve Vali Ali Rıza toplantıda istedikleri isteklerin birçoğunu Ankara Hükümeti’ne yazarak bunları kabul ettireceği sözünü verir ve bu görüşmelere katılan Erzincan’da ki bazı aşiretler ve Eşrafı, Erzincan halkı adına onaylarken Toplantıya katılan Hacı Fevzi ise Mustafa Kemal’den aldığı yetkiye dayanarak bu isteklerin Ankara Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edileceğine yemin ettikten sonra, Alişan Bey’in Erzincan Merkezinden ikamet etme şartıyla Dersim’den çıkmasını ısrarla rica ederken görüşme ertesi güne bırakılır.

Seyid Rıza civar köylere giderken, Alişan ve Müftü Hacı Fevzi Kismikor köyünde kalırlar.

Ertesi günü görüşmeye katılmak üzere Kismikor köyüne geldiğinde, Alişan Bey ile Müftü Hacı Fevzi’nin o gece Erzincan’a gitmiş olduklarını öğrenirken Seyid Rıza 15 Haziran 1921 de beraberindeki kolluk güçleriyle üzgün bir halde Dersim’e döner.

Alişan Bey’in Erzincan merkeze gelmesi Ankara Hükümetince olumlu bulunur ve ailesi Sivas’tan Alişan Bey’in yeni ikameti olan Erzincan Merkeze gönderiler fakat bir süre sonra Alişan ve Haydar Beyler Koçgiri’ye gönderilirler.

Müftü Hacı Fevzi Ankara’dan Seyid Rıza’ya bir mektup göndererek ve bu mektupta isteklerinizin Ankara hükümetince prensip olarak kabul edildiğini, Alişan ve Haydar Beylerin Koçgiri’ye gitmelerine ve Kuruçay ve Refahiye Kaymakamlıklarına tayinlerine karar verildiğini ve bu durumun Ankara hükümetine bağlı Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa’ya bildirildiği yazar.

Müftü Hacı Fevzi, Erzincan beylerine yazdığı mektupta ise: “İsteklerinizin tamamen kabul edilebilmesi için, yörenizin asayışı ve selameti adına Erzincan Valisi Ali Rıza Bey’in Ankara Hükümeti’ne yaptığı teklif;  Koçgiri olaylarının sonlandırılması için görevlendirilen Nurettin Paşa tarafından reddedildiğini ve  aralarından çıkan bu görüş ayrılığı ve tartışma sonucu Erzincan Valisi Ali Rıza Bey’in Heyeti Vekilliye ye verdiği istifa dilekçesinin taktimi kabul edilmez ama Vali’nin dilekçede, istifa konusundaki ısrarı üzerine Vali olarak tayini Oltu’ya atanması sonucu Erzincan’dan ayrılmıştır.” Diye yazar.

Daha sonraları Vali Ali Rıza Bey Diyarbakır ve Elaziz Valiliklerinden bulunduktan sonra memurluk hayatından ayrılır.

Ankara hükümeti Yunan ordularını tamamen yendikten sonra Alişan ve Haydar Beyleri İstanbul’da ikamete mecbur eder ve 1931 yılında ilan edilen genel aftan yararlanarak Koçgiri ’ye dönmelerine izin verilir ama Zara Kaymakamı Şükrü’nün planlamasıyla hazırlandığı söylenen ve her iki aşiret liderinin Ümraniye’deki evlerine bomba atılarak bir suikasta hedef olurken Alişan Bey paramparça olurken Haydar Ağa ise yaralı olarak kurtulur.

Bölgede yaşanan olaylardan sonra Ginniyan aşireti lideri Murat Paşa Sivas-Zara-Divriği ve Kangal mıntıkalarında büyük bir şöhret kazanır Ormanlık mesire alanlarında konaklar evler yaptırır bölgede görevli tüm devlet memurları bu konak ve evlere misafir olarak gelirken hoşuna gitmeyen bölge insanlarını ya öldürür yada hükümete teslim ederek zindanlara attırdığı söylentileri yayılmaya başlarken 1926 da Dersim’den Cığız Mehmet Ali komutasında Sivas’a gönderilen “Kürdistan Teali Cemiyeti ”ne bağlı silahlı “Kürt Fedai Kuvveti”  üyelerinden oluşan yüz kişilik bir güç ile Ginniyan aşireti lideri Murat Paşa’nın oturduğu Merkez köyü çevresinde siper almış olarak Murat Paşa’nın o gece konağında bulunduğunu tespit ederek Haydar isminde bir genç ile yanına aldığı dört “Kürt Fedai’si” Merkezi Hükümet Ordu mensuplarının giydikleri askeri kıyafetler giyerek sabahın ilk saatlerinde Merkez köyü ’ne girerek kendilerini karşılayan Murat Paşa’nın muhafızlarına tam bir soğuk kanlılıkla; Zara’dan geldiklerini ve  yanında getirdikleri bir mektubu da göstererek, bu mektubu paşadan getirdiklerini ve  bizzat Murat Paşa’nın kendisine teslim edecekleri talimatı aldıklarını söyleyerek izin alıp süratle merdivenlerden çıkarak Murat Paşa’nın bulunduğu odaya girer ve Murat Paşa’ya hitaben “Kürt düşmanı hain, senden hesap sormaya geldik” diyerek Murat Paşa’nın kafasına bir çok kez silahla yaylım ateşi ederek beynini parçalayarak öldürürlerken duyulan silah sesleri üzerine daha önce siperlere yerleşmiş “Kürt Fedai Birlikleri”  yerlerinden çıkarak konağı işgale başlarlar.

Üstlendikleri bu katliamı gerçekleştirdikten sonra, Fedailerin Dersim’e dönüşleri sırasında Sivas-Zara-Divriği -Hafik ve Erzincan-Kamaks- Kuruçay merkezlerinden bölgeye gönderilen Ankara hükümetine ait kuvvetler ile çatışarak dört gün sonra sağ kurtulabilen “Kürt Fedai Birlik” üyeleri Dersim’e dönerlerken 1920 de başlayan ve Ginniyan Aşiret lideri Murat Paşa’nın 1926 yılında öldürülmesi ile Ayrılıkçı Koçgiri ayaklanması sona erer.

1924 yılında Mustafa Kemal: Dersimli ve milletlerarası üne sahip hukukçu Lütfi’nin amca zadelerinden Feridun Fikri’yi mebus adayı göstererek Halk Fırkası adına Hozat merkezine gönderir ve onun mebus seçilmesini sağlamak için yörede propagandalar başlar,

Fakat Milletler arası bir üne sahip ve Mustafa Kemal ile iş birliği yapan bu adayın Dersim mebusu adaylığını Seyid Rıza kabul etmezken, bu arada Kürt Terakki Perver Partisine geçmiş olan Dersim Mebusu Hasan Hayri; Mustafa Kemal aleyhinde çalışmak üzere Seyid Rıza’ya sığınır.

Seyid Rıza, Mustafa Kemal’e telgrafların birinde Feridun Fikri’nin ileride Mustafa Sağır gibi kendisine suikastta bulunacağını bildirmesi üzerine, Mustafa Kemal; Seyid Rıza’ya cevabında, Feridun Fikri’nin sadık ve vatanperver bir şahıs olduğunu bildirerek, Baytar Muhammed Nuri’yle Hasan Hayrının ihanetleri dolayısıyla Dersim’den çıkartılmalarını tavsiye eder.

Dersimlilerin Hasan Hayrının Dersim mebusu olarak Dersimlileri temsil etmekte olduğu konusunda ısrarlı davranmaları ve Seyid Rıza’nın bir iki bin silahlı aşiret mensubunu yanına alarak Hozat Merkezini kuşatarak Merkezi Ankara hükümetini zora sokmak için baskı yaparken Hasan Hayri’nin yabancı ülke temsilcileriyle görüşüp bağımsız Kürdistan konularında bazı görüşmeler yaptığı ve vatana karşı işlediği  bu suçtan dolayı da kanunca sakıncalı oluşunu dikkate almayan Dersimliler kendi istediklerini mebus seçmek isterler ve mebus seçilmekten çok tayinen Hasan Hayri’nin mebusluğunda ısrar ederek, Hozat Valisi basit bir mazbata tanzim ederek, “Secimde kazanmıştır.” Diye mazbata düzenlenmesini isterler.

Fakat Feridun Fikri’nin mebus seçileceği haberini alan aşiretler Hozat’ın kuşatmasında Jandarma ile şiddetli çatışmalar olurken Feridun Fikri yaralanır ve bu sırada Elaziz ’de gelen askeri taburların himayesinde Feridun Fikri Elaziz’e nakledilirken Hozat’ın zaptı Seyid Rıza’nın hedefi olmasına rağmen kendisi de aşiret mensubu olan Hozat Jandarma Kumandanı Yahyaefendizade Ali Avni, Mezra köyünde Seyid Rıza’yla bir görüşme yaparak Hozat’ı kuşatmadan kurtarmayı başarır.



ŞEHY SAİT İSYANI



1922 yılında Cıbranlı Albay Halit Bey başkanlığında ve Bitlis mebusu Yusuf Ziya birlikte birçok Kürt asıllı subayın katılımıyla Kürt İstiklal Cemiyeti adlı bir parti Erzurum’da kurulur ve bu partiyle iş birliği yapan, Bitlis, Darahane, Diyarbakır, Urfa, Siirt ve daha birçok yerde parti şubeleri kurulurken, Kürt kökenli subay ve aydınlarının amacı, bütün Kürdistan’ı kapsayan bir örgütlü kuruluş yaratmak çalışmaları sürerken:

Bu havalide süren” Nesturî Hareketi’ni” önlemek için Şemdinli’de bulunan Ankara hükümetine bağlı bir askeri fırkasının Kumandanı Kürt asıllı İhsan Nuri ile fırkada görevli Vanlı Rasim, Hurşit, Tevfik Cemal ve Rıza isimli Kürk kökenli subaylar ile beraber; kurulan “Kürt İstiklal Cemiyeti” adlı partiden aldıkları talimat ile bulundukları bölgede aşiretler arasında ayaklanma hazırlıklarını yaparak Kürtleri kendi töreleri gereği birleşmeye davet çalışmaları sürdürürler ve Kürdistan saydıkları yerlerin hemen her tarafında, bütün Kürtler ve özellikle Kürt kadınları, özgür ve bağımsız bir Kürdistan yaratmak amacıyla çatışma hazırlıkları sürdürürler.

Komutan Albay Halit Bey; Bölgede: Zeki, tedbirli ve vatansever bir aydını olarak tanmış olduğu ve yaptığı propaganda ve uyarılar başarılı sonuçlar verirken bu örgüte bölgedeki başta Şeyh Said olmak üzere Melekanlı Şeyh Abdullah, Çabakçur’un Çan Şeyhler, Palulu Şeyh Şerif ve daha birçok Şeyh bu örgütte çalışmak üzere örgüte katılırlar.

1924 yılın sonlarında Bitlisli Yusuf Ziya Ankara’dan İstanbul’a gitmiş ve orada Mustafa Kemal’in muhalifi olan Terakkiperver mensupları ve diğer muhalif partilerle görüştükten sonra Erzurum’a döner.

Buradan yaptığı çalışmalar sırasında, Hizan ilçesi yakınlarında askeri hareket yapan fırkada bulunan kardeşi Teğmen Rıza’ya verdiği şifreli bir telgraf Rıza ve diğer subay arkadaşları tarafından yanlış yorumlandığı söylenen ve ne yazık ki bir genel ayaklanma işareti sanılmasına neden olmuş ve Kürt asıllı subaylar emirlerinde bulunan çoğunluğu Kürt olan askeri taburlarını yanlarına alarak İhsan Nuri kumandasında ayaklanma bayrağını çekmiş olarak dağa çıkarlar, ancak hiçbir başarı sağlayamazlar.

Yusuf Ziya’nın Erzurum’dan kardeşi Rıza’ya çektiği bu şifreli telgraf delil kabul edilerek tutuklanarak, Askeri Savaş Divanında duruşması yapılmak üzere 10 Ekim 1924 de Bitlis’e gönderilir.

20 Aralık 1924 de Motkanlı Hacı Musa ile Bitlisli bazı kimseler tutuklanarak Miralay Halit Bey’le birlikte Bitlis askeri mahkemesine gönderilmişler.

Bitlis Vali Vekili ve fırka kumandanı Kazım Paşa, ilk önce Hacı Musa Bey’i serbest bıraktırmış ve diğer bazı şahıslarla görüşerek bunlara da birtakım güvenceler vererek Muş-Bitlis-Hizan bölgelerini sakinleştirmeyi başarırken Bitlis askeri mahkemesinde yapılan yargılamada Şeyh Said ve Hasananlı Halit Bey’in ifadelerinin alınmasına gerek görülmüş fakat gönderilen celpnamelere rağmen bunlar mahkemeye gelip ifade vermeyi kabul etmezler.

Hasananlı Halit Bey; İlk fırsatta Kendisine bağlı büyük kuvvetler hazırlayarak, Bitlis üzerine yürümek ve tutukluları kurtarmak amacı güderken, Zırkanlı Kerem, Cıbranlı Kâmil ve Albay Halit Bey’den alacakları talimatı beklemek istemişler. Fakat Halit Bey bu kuvvetlerin Bitlis’e saldırmasını uygun görmez.

Şeyh Said ise Hınıs’ın Solğan Köyünde oturmayı uygun bulmadığından, tarikat ve şeyhliğinin en çok yayılmış bulunduğu Genç Darahane’nin Zaza aşiretleri arasına gitmek ister ve 30.12.1924 te Hınıs’tan çıkıp Şuşar bölgesine 12.01.1925 Çapakçur’a ve 15.1.1925 Darahini vilayeti merkezine gelir ve bu bölgedeki Zaza aşiretleri pek fazla bir itiraz etmeden Şeyh Said’in emrine girerler. Şeyh Said taraftar toplama gezisini Lice ilçesine ve Hene nahiyesinden Diyarbakır Merkezine 30 kilometre mesafede Piran köyüne kadar uzatır.

Şeyh Said’i adım adım izleyen Ankara Hükümetine bağlı yöneticiler Şeyh Said’in daha fazla kuvvet toplamasını önlemek amacıyla, ilk önce Piran Köyünde Şeyh Said emrinde bulunan bazı Kürtleri yakalarken Şeyh Said genel ayaklanmanın tamamlanmaması nedeniyle Jandarmaya karşı bir hareketin yapılmasını istemez ve sonucun korkunç alacağını söyleyerek, Jandarma Birlik Kumandanlarından yakaladıkları bu Kürtleri serbest bırakılmasını rica eder.

Ancak Jandarma Kumandanı Şeyh Said’in bölgedeki nüfusunu ve konumunu sarsmak ve mahiyetindeki kuvvetleri dağıtmak için talimat almış olduğundan tutukluları serbest bırakmadığı gibi yeni tutuklamalar yapar.

İşte bu nedenle Şeyh Said’in Jandarmaya karşı bir silahlı ayaklanmanın yapılmaması iradesine rağmen 8.2.1925 de Şeyh Said’in yanında bulunan kardeşi Abdürrahim, Jandarma Birlik Kumandı subayı ve emrinde askerleri Piran merkezinde öldürür.

Şeyh Said olayın genele yayılmaması ve yerel bir olay olarak kalmasını sağlamak için derhal olay yerinden ayrılır ve Hani yoluyla tekrar Genç ve Darahini taraflarına gitmek ister ve Hadiseyi Hani’de haber alan Kürtler, Şeyh Said Haniye varmadan önce ayaklanma bayrağını kaldırmış ve Hükümet memurları ile Jandarma’yı esir alırlar ve ayaklanmanın başladığını gören Şeyh Said “Kader böyleymiş.” Diyerek ayaklanmanın yönetimini eline alır.

14.2.1925 te Darahini vilayeti ayaklanan Kürt aşiretlerince işgal edilir Vali ile beraber görevli hükümet memurları tutsak edilerek Modan aşiret lideri Fakı Hasan Darahini valisi olarak Kürt işgal kuvvetince vali olarak görevlendirilir ve acele bir kanun çıkarılarak bu kanun hükmüne göre Darahini: Kürdistan’ın geçici hükümet merkezi olarak tespit edilmekte ve her Kürdün bir mücahit sayılarak, Şeyh Said : Maddi ve manevi bütün Kürt kuvvetlerin temsilcisi kabul edilerek “Emir – el mücahidin el Nakış bendi “ unvanı verilerek, sözü edilen kanuna göre bütün vergiler ve Türklerden alınmış ve alınacak askeri esirler Darahini ’ye gönderilecektir diye Kanun Şeyh Said tarafından imzalanır.

Kürt İstiklal Cemiyeti Partisine bağlı hareket eden silahlı Kürt gurupları Mistan ve Botan Zaza aşiretleri Lice merkezini işgal ederek orada bulunan Ankara hükümetine bağlı askeri taburu kuşatarak Şeyh Abdülrahim kumandasındaki silahlı grup ile 29.2.1925 te Ergani, Maden ve Siverek kazalarını işgal ederlerken diğer bir silahlı Kürt Grup’ta Diyarbakır’ kuşatarak, Diyarbakır Ordu Müfettişi Kazım ve  Kolordu Kumandanı Mürsel Paşalardan şehrin kendilerine  teslimini istemiş ve beş gün süren kuşatmadan sonra 2.3.1925 te silahlı Kürt grupları şehri kuşatan  surlardan içeri girerek hükümet  kuvvetleri arasında şiddetli çatışmalar sürerken Mardin ve Siverek üzerinden Ankara Merkezi hükümetine bağlı Ordu birlikleri harekete geçerek 27.3.1925 te Diyarbakır’ı kuşatmak isteyen silahlı Kürt grupları geri çekilmek zorunda kalırlar. Çan şeyhlerinden Mustafa ve İbrahim 17.2.1925 te Çapakçur’u işgal ederek, Çanlı Şeyh Hasan ‘ı Kaymakam olarak şehre atamasını yaparak aynı kuvvet Varto’yu da işgal ederek varlık sahalarını genişletmeye çalışlarken Ankara Merkezi hükümetine bağlı 8. Kolordu bunlara karşı hücuma geçer, çetin ve engebeli mıntıkalarda geçerlerken silahlı Kürt guruplarının kurdukları pusulara düşerler ancak Karer ve Varto havalisinde bulunan Kormek ve Lolan Kürt aşiret liderleri silahlı Kürt gruplarına arkadan saldırarak merkezi hükümet kuvvetlerinin galibiyetini sağlarlar.

Hizanlı Halit Bey’in silahlı Kürt gurupları Solğan, Varto, Malazgirt ve Muş havalisini tamamen işgal etmiş ve Erzurum’a doğru yürümeye başlamış, bir koldan da Ağrı ve Bitlis üzerine saldırıya geçilmiş 19.2.1925 te Şerafettin dağları aşılarak Karlıova’ya inilir ve Halit Bey topladığı çok sayıda silahlı Kürt grubuyla 19.3.1925 te Muş’a saldırıya başlar ve tam bu sırada Cıbranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın Bitlis’te idam edildikleri haberini alırlar ve 23.3.1925 te Arpa Deresi’nde Ankara Merkezi hükümetine bağlı 9. Ve 12 Fırka ile şiddetli çatışmalara girer her iki taraftan da ölümlü kayıplar olurken Merkezi hükümete bağlı 8. Kolordu’dan alınan takviye kuvvetle Fırka Kumandanı Osman Paşa’nın Merkezi hükümet kuvvetlerine destek veren Kormek aşiret lideri ve mensuplarının da verdiği takviyeli silahlı destekle ayaklanan silahlı Kürt gruplarına karşı çok önemli başalar sağlanır.

Silahlı ayaklanmaya kalkışmış ayrılıkçı-dinci Kürt gruplarına karşı 8.1.1925 Erzurum’dan çatışma alanına hareket eden Erzurum 8. Kolordu Bitlis havalisinde bulunan Kürt aşiretleri ve Varto yöresindeki Kormek ve Lolan aşiret Liderlerinin oluşturdukları silahlı gruplarda; öteden beri aralarındaki düşmanlıklar nedeniyle Cıbran ve Hasanan aşiretlerine vurdukları darbe ile Merkezi hükümete karşı silahlı kalkışmaya katılan silahlı Kürt gruplarını geri çekilmeye mecbur ederler.

Kormek aşiretinin kılavuzluğunda Osman Paşa’ya bağlı 34. Alay Kumandanı Talat kumandasındaki Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerini Malazgirt’e sevk etmiş olarak Şirvan mıntıkasındaki birçok Kürt aşiretleri Lolan ve Bitlisli Motkan aşiretlerinin de Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerine verdikleri destekle çatışmaya katılan Hasananlı aşireti lideri Halit Bey ve Ali Rıza kuvvetleri bulundukları yerden doğuya doğru çekilmek zorunda kalırlarken, tam bu sıralarda, Karaköse’deki Ankara hükümetine bağlı ordu birlikleri Van bölgesindeki Haydaran ve Ademan Kürt aşiretlerinden aldıkları yardım kuvvetleri ve özellikle Muradiyeli Yusuf’un takip ve tertibiyle meydana gelen kanlı çatışmalar sonucu Hasananlı Halit Bey İran’a çekilerek, arkadaşlarıyla beraber Kato kasabasına sığınmaya mecbur kalır.

Fakat İran hükümeti bu sığınmayı kabul etmez ve askeri kuvvetle buna engel olurken mülteci Kürtler ile İranlı askerler arasında çatışmalar başlar ve Mako Kaymakamıyla Halit Beyin oğlu Şemsettin, Şeyh Said’in oğlu Abbasetin, Zergan aşiret lideri Kerem ve birçok arkadaşları bu çatışmalarda ölürlerken, Hasananlı Halit Bey ve Ali Rıza, Mako çarpışmalarında sonra kuvvetlerini çekmeye ve Kürt derebeylerinden Sımko’ya sığınmaya mecbur olurlar.

Hasanan aşiret lideri Halit Bey 1926 yılının ilk baharında yeniden ayaklanma çıkarmak üzere Malazgirt’e dönmüş olarak Ankara Merkezi hükümetine bağlı ordu birlikleriyle birçok kere çatışmalara girmiş bir gece Şirvanşeyh Köyünde dinlenmeye çekildiği sırada bazı Kürt aşiretleri liderlerinin kılavuzluğuyla Ankara hükümetine bağlı ordu birliklerince tutuklanarak 31.7.1926 tarihinde Diyarbakır’da İdam edilir.

Gökdereli Şeyh Şerif ve Yado liderliğinde bir araya gelen silahlı bir grup Palu’yu işgal ederek, buradaki aşiretlerinde katılımıyla 5.3.1925 te Elaziz Vilayetini ele geçirirler ve Elaziz ahalisinin nerede ise tamamı bu silahlı Kürt grubuna katılırken, Şeyh Şerif Huseynik merkezinde Dersimli Hasan Hayrının evine misafir olur ve 6.3.1925 te Elaziz Merkezine gelen Şeyh Şerif; Müftü Mehmet efendiyi Elaziz Valiliğine atarken Hasan Hayri ile birlikte Dersim’e şu telgrafı çekerler:

“Hozat’ta Celalzade Mehmet Efendi vasıtasıyla bilumumu Dersim aşiretleri rüesasına:

Sükûneti muhafaza ediniz. Yakında bir heyet ile Dersime geleceğiz. Muvaffakiyetler.



Elaziz Cephesi Kumandanı                 Dersim Mebusu Sabıkı

6 Mart 1925                                          Hasan Hayri

Şeyh Şerif



Çatışmalar devam ederken ayaklanan silahlı Kürt gruplarına ait Hüseynik’te ki cephane depolarından çok büyük bir  patlama soncu halktan pek çok kimsenin ölümüne neden olur ve silahlı Kürt gruplarını yöneten liderler arasında önlenemez bir  anlaşmazlığa neden olur ve anlaşmazlık git gide bir anarşiye dönüşerek Şeyh Şerif ile Yado arasındaki çatışma bir türlü engellenemezken, bu olaylardan yararlanan Ankara Hükümetine bağlı Kazım Paşa yönetimindeki ordu  kuvvetleri Malatya’dan Elaziz’e doğru silahlı Kürt gruplarına karşı saldırıya geçerek bu grupların Diyarbakır ile olan irtibatını keser ve Palu istikametine doğru geri çekilmelerine mecbur bırakırken daha önce silahlı Kürt grupları ile iş birliği yapan Elaziz eşrafı ve halkı bu defa Ankara hükümeti emrinde ilerleyen Kazım Paşa kuvvetleriyle iş birliği yaparak onları izler ve Palu ovasında çetin çatışmalar olur 2 Nisan 1925 te Mendo boğazında Kazım Paşa ordu kuvvetleri silahlı Kürt gruplarınca kuşatılır esir alınmak istenirken arkadan gelen Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerinin baskısı sonucu 8.4.1925 silahlı Kürt grupları liderlerinden Şeyh Şerif Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerince yakalanır, silahlı Kürt gruplarında Zaza Yado ’ya bağlı grupta  Çabukçur dağlarına çekilmeyi başararak buralarda zaman zaman bazı çatışmalara katılırlarken silahlı Kürt guruplarına destek veren Palu ve Çabakcurlu  Elaziz Beyleri ve aşiret mensubu 400 kişi İstiklal mahkemelerine sevk edilerek yargılanır ve idam cezası verilirken, Elaziz halkında bir çok insanda Batı vilayetlerine sürgün cezasına çarptırılırlar.

Çabakcur Dağlarına sığınan zaman zaman bazı çatışmalara katılan Zaza Yado liderliğindeki silahlı grup bu gelişmeler sonucu 1927 yılının başlarında Suriye’ye sığınırlar.

Diğer yandan Şeyh Said ve Melekanlı Şeyh Abdullah’a bağlı silahlı Kürt grup 3.1.1925 te Solhan İlçesinde Ankara hükümetine bağlı Sekizinci Kolordu kuvvetleriyle şiddetli çatışmalarla, Eşek Meydanı’na doğru ilerlemişken, Ankara hükümetine bağlı 12. Fırka ’nın 35. Alay kumandanı Kaymakam Galip, emrinde olan Komeks ve Lolan aşiret liderlerine bağlı silahlı kuvvetler Şerafettin Dağlarında çatışmalara girerken, 12. Fırka ’da Bağdan gediğini kuşatmaya almış ve Güneyde ilerleyen Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetleri de  6.4.1925 te Darahane’yi kuşatırlar.

21.1.1925 te Şeyh Said liderliğinde hareket eden silahlı Kürt grupları Eşek Meydanından ilerleyerek Boğlana gediğini aşarak Muş ovasının Murat köprüsüne gelmiş ve Ankara hükümetine bağlı 34. Alay kuvvetleriyle kanlı çatışmalar yaparak Varto yönünden geriye dönmek zorunda kalırlar.

Şeyh Said, Derik mıntıkasından, Varto’nun Abdurrahman köprüsünden ve Bulanık üzerinden İran’a geçmek isterken, Arkadaşı Cıbranlı Binbaşı Kasım, Ankara hükümetine bağlı askeri birliklerle iş birliği yaparak Şeyh Said’i tuzağa düşürür ve kendisi de bu ordu birliklerine hemen teslim olur.

Şeyh Said ve arkadaşlarından İsmail, Melekanlı Şeyh Abdullah, İbrahim, Hüseyin, Boğan’ lı Hacı Halit, Cıbran’ lı Hunozade’ lerden Mehmet, Reşit ve diğerleri ile Ankara hükümetine bağlı askerler tarafından köprü üzerinden çıkan çatışmalar sunucu 27.4.1925 te tutuklanırlarken, az sayıda da olsa kurtulabilen silahlı Kürt grubunun bazı üyeleri geri çekilmek zorunda kalırlar.

Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetinde görevli Osman Paşa; Tutsak edilerek Varto’ya getirilen silahlı Kürt gruplarını bir Fırka asker himayesinde Çabakçur’a ve oradan da Diyarbakır İstiklal Mahkemesine gönderir.

Garzan’daki Fencinarak ve Reşkotan aşiretleri ayaklanarak Batman köprüsü üzerinde, Ankara hükümetine bağlı ordu birliğinden iki alay askeri kuvvetleri tuzağa düşürerek imha etmişler, fakat Kazım Paşa kumandasındaki 2. Fırka, Cemil Cahit kumandasında 12. Ve 18. Fırkalar bu ayaklanma bölgesine gelerek çatışmalar olur sağ kurtulan silahlı Kürt grup üyeleri Suriye ve Irak’a sığınmak zorunda kalırlarken Fransız hükümetinin de izniyle Suriye ilçelerine kadar silahlı Kürt gruplarının takipleri yapılmış tutuklananlar da Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemelerinin faaliyete geçirilmesine neden olur.

Bu mahkemelerin faaliyete geçmesi üzerine Şeyh Sait ayaklanmasını planlayıp örgütleyenler arasında sayılan Kürdistan Teali Cemiyetinin başkanı Seyid Abdulkadir ve oğlu Seyid Muhammet, Palulu Said, Bitlisli Avukat Kemal Fevzi, Diyarbakırlı Doktor Fuat, Avukat Muhammet ve daha başkaları istiklal mahkemeleri tarafından idama mahkûm edilerek Diyarbakır’da bu idam kararları infaz edilir.

Şeyh Said ve beraberinde 17 tutsak aşiret lideri de Diyarbakır’da 4 Eylül 1925 idame edilirken yalnız Cıbranlı Binbaşı Kasım serbest bırakılarak Anadolu da kendisine yer ve toprak verilerek bölgede uzaklaştırılır.

Şeyh Said isyanına katılıp çatışmalardan tutuklanan Diyarbakırlı Cemilpaşazadelerden Kadri, Ekrem, Memduh, Muhittin, Ahmet ve diğer birçok kişi yargılanarak bunlardan bazıları ağırlıklarınca altın karşılığında kefalet kararıyla serbest bırakılırken yalnız Ekrem on beş yıl hapse mahkûm edilerek Kastamonu hapishanesine gönderilir.

Hınıs’ta açılan Askeri Savaş Divanı mahkemesince sürdürülen yargılamalarda silahlı Kürt ayaklanmasına katılmış yüzlerce kişi idama mahkûm edilirler.

Şeyh Said’in idamından sonra isyana katılan aşiretler batı illerine sürgüne gönderilirken ellerinden silahlar ile Muş dağlarına sığınan Ğuveyt aşiret lideri Hacı Musa’nı kardeşi Nuh, Çevakcur dağlarından Mıstan aşiret lideri Ömer Mahi, Sason dağlarından Mehmet Ali Yunus, Ağrı dağlarında Celali aşiret liderinden Berko adlı aşiret lideri ellerinde Kürtdistan bayrağı ile Ankara hükümet kuvvetlerine karşı silahlı çatışmalara girmeye devam ediyorlarken;

Dersimde; Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne mensup, Mustafa Kemal’in partisine muhalif ve 1924 yılında Dersimli Seyid Rıza’ya sığınmış olan, Dersim Mebusu Hasan Hayri; Elaziz Fırka kumandanı Nurettin Paşa’nın aracılığıyla Elaziz’e gidip Hüseynik köyüne yerleşirken 1925 yılında Elaziz’i  işgal eden silahlı Kürt gruplarıyla iş birliği yapar ama Ankara hükümetine bağlı hükümet güçlerince Dersimlilerin tepkisine neden olmamak için sürdürülen bu tevkifatlar sırasında hükümet kuvvetlerince  tutuklanmazken Seyid Rıza; Hasan Hayriye haber göndererek Dersime katılmasını önerir fakat Hasan Hayri bu öneriyi de ret ederek Ordu kumandanı Nurettin Paşa’nın kendisine verdiği söze dayanarak Dersimlilere de daima sükûnette kalmalarını önererek kendisi  Elaziz ’de kalır.

Hasan Hayrının Dersim aşiretlerinden Karabal aşireti liderlerinden Ganko ailesine mensup oluşu nedeniyle hem kendi aşireti hemde cıvar aşiretler üzerinde önemli etki yaparken buna paralel nitelikte Şeyh Şerif’te aynı nitelikteki tavsiyeleri yörede bulunan diğer aşiretlerin sükûnet içinde kalmasını sağlarken, diğer taraftan da Ankara hükümetine bağlı Erzincan- Elaziz cephelerinden ayaklanacak herhangi bir Dersimlilere karşı önemli tedbirler alınmış olur.

Dersimli Seyid Rıza: Elaziz’i işgal eden Şeyh Şerif kuvvetlerinin Malatya üzerine hücum edebileceğini ümit ederken, Malatya -Siverek cephesinden 5. Fırka Kumandanı Kazım Paşa’ya bağlı askeri birlikler Elaziz’e doğru saldırıya başlamış ve bu askeri kuvvetlere destek veren Elaziz beylerinden Şadiyan aşiret lideri Oğki’li Necip Ağa bağlı silahlı grupları, o sırada  Elaziz ‘de bulunan Doğandedezade Hayri’nin de tahrikiyle Doğu Dersim aşiretlerinden Palu mıntıkasına sınır olan Kıran, Lolan ve Suran aşiretleri  1.4.1925 te Şeyh Şerif’e bağlı silahlı gruplarına arkadan saldırırlar ve silahlı Kürt silahlı guruplarını Palu istikametine doğru çekilmeye mecbur bırakırlar.

Gelişen bu durum karşısında Dersim’in güçlü aşiretleri sükûnetle kendi varlıklarını tamamen koruyabilmiş ve Ankara merkezi hükümetine bağlı askeri ordu birliklerinin Dersim mıntıkasını etkilemesine engel olabilmişlerdir.

Dersim mebusu Hasan Hayri ve amcasının oğlu Celal Mehmet bölgede yaptıkları ayrılıkçı Kürt faaliyetlerine yeniden başlamaları sonucu hükümet yetkililerinin bölgede yaptıkları inceleme ve tahkikatlar sonucu tutuklanıp yargılanırken İstiklal Mahkemesi başkanı Ali Saip, Hasan Hayriye hitaben “Ankara Büyük Millet Meclisinden Kürt Milli kıyafetleriyle hazır bulunduğunda Kürtçülük amacıyla hareket edip, etmediğini” sorması üzerine,  Hasan Hayri; Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Kürt Milli Elbisesini giyerek Lozan Konferansına telgraf çektiğini ve Türk camiasından ayrılmayacağını, söyleyerek kendisini savunmuş olmasına rağmen savunması yeterli görülmemiş ve bir Dersim mebusu olmasına rağmen, ayrılıkçı Kürt Terakkiperver partisine mensup olarak, ayrılıkçı Kürt faaliyetlerine katılması nedeniyle idam cezası ile cezalandırılır ve idam infazı gerçekleştirilirken Hasan Hayri “Yaşasın Kürt Milleti, ey Kürdistan şehitleri, işte Hasan Hayrı size kavuşuyor.” Diye seslenerek dar ağacından asalı bir vaziyette son nefesini verir.

1926 yılında da gelişen Şeyh Said olayları nedeniyle yapılan yargılamalar ve verilen cezaları durdurmak için Seyid Rıza tarafından Ankara merkezi Hükümet’ine yapılan başvurular alının cezaların infazını durduramaz, fakat Diyarbakır Valisi Ali Cemal Seyid Rıza ile görüşmek üzere Dersime gelir, görüşmelerin yapılacağı Karaca Köy ’üne,  Baytar Muhammed Nuri ile beraber birçok seyitlerinde bulunduğu bir içkili yemek masasında Vali Ali Cemal söze başlayarak; Yaşadığınız Elaziz mıntıkalarında terk edilmiş Ermeni arazilerini Dersimlilere verileceğini, Dersim’de okullar açarak Alevi törelerine uygun öğrenim yapılacağını ve Koçgirililer hakkında ilan edilmek üzere genel af çıkarılacağını bildirir.

Ertesi gün, Diyarbakır’ dan Umumi Müfettiş İzzettin ve Elaziz Valisi Rıza da Hozat’a gelirler ve Diyarbakır Valisi Ali Cemal bu görüşmede toplantıya katılan aşiret mensubu temsilcileri Umumi Müfettiş İzzettin Paşa’yla görüştürmek için ısrar ederken Umumi Müfettiş İzzettin Paşa’nın aniden Hozat’a gelişi Seyid Rıza’nın şüphelenmesine neden olur.

Teklif edilen bu görüşmelere katılmayı kabul edip etmemekte tereddütte düşen Seyid Rıza’yı anlayan Ali Cemal, cebinden tabancasını çıkararak şunları söyler: “Tabancamı alın ve arkamda gelin, size en ufak bir yan bakan olursa, beni tabancamla imha edin, size şerefimle söz veriyorum, beni mahcup etmeyin.”

Bu diyaloglardan sonra yanında Baytar Nuri olmak üzere Seyit Rıza’yla birlikte Hozat Merkezine İzzettin Paşa’yla görüşmeye gitmeye söz verilerek, Vali Ali Cemal ile beraber Hozat’a ulaştıklarında Hozat hükümet konağı önünde askeri bir kıta tarafından resmi bir selamlamayla karşılanıp, doğruca İzzettin Paşa’nın huzuruna çıkarlar.

Ve Seyid Rıza ile Baytar Muhammed Nuri üzerlerinde kendi milli kıyafetleri giymiş olmaları Umumi müfettiş İzzettin Paşa’nın dikkatini çekerken “Seyid Rıza ve Baytar Muhammed Nuri siz mi siniz?” der. Ve Baytar Muhammed Nuri; evet biziz dedikten sonra, Seyid Rıza “Ben Dersim ’li Rizo’yum. Dersim’de her meşe altında ve her dağ başında pek çok Rıza var. Hangi Seyid Rıza’yı soruyorsunuz?” der.

İzzetin Paşa da “Mademki Ağdad Köyünde oturuyorsunuz, Seyid Rıza’da siz siniz.” Dedikten sonra uzun öğütler verirken Ali Cemal’in Elaziz’e vali olarak geleceğini, Dersimlilerin her türlü isteğini yerine getirileceğini, Mustafa Kemal’in bütün aşiretleri selamlamak için kendisine görev verdiğini” bildirirken, “Baytar Muhammed Nuri’nin de Dersimden çıkarak Elaziz ’de oturması merkezi yönetim tarafından gerekli görüldüğünü ve hiçbir sorgu ve sorumluluğa maruz kalmayacağını ve yakın zamanda bu konuya dair özel bir karar çıkacağını” sözlerine ekler.

Bu görüşmeden sonra Seyid Rıza, Alişer ve Baytar Muhammed Nuri: Baytar Muhammed Nuri’nin Dersim’den çıkması konusundaki teklifi aralarında tartışırlar ve sonuçta Seyid Rıza’nın Elaziz’e gelmeyerek, daimî surette Dersim’de kalacağını ve Baytar Muhammed Nuri’nin hayatının Elaziz ‘de güvencede olacağını düşünerek Elaziz’e gitmesine karar verilir ve bu karardan 20 gün sonra ailesini Dersim’de bırakarak Elaziz’e gelir ve Vali Ali Rıza’ya misafir olur.

Aradan geçen üç gün sonra ise Ali Cemal Elaziz’e gelir, Ali Rıza da Diyarbakır’a giderken;

Doğu Dersimli İbiş Zeki: Ali Cemal’e samimi görünerek Ankara Hükümeti dostu olduğunu göstermek için Doğu Dersimli bazı aşiret liderlerini Ali Cemal’in ziyaretine getirir ve Ali Cemal iş olarak Elaziz Vilayeti Daimî Encümen üyeliklerine bu aşiret liderlerini ve İbiş Zeki’yi seçtirirken, Baytar Muhammed Nuri de Elaziz ‘de olup biteni ve bu olayları günü gününe Seyid Rıza’ya bildirir.

Bu arada Ankara Merkezi hükümetince yeni çıkartılan İskân Kanunu gereğince Elaziz’e yerleştirilen Dersimli 2.000 aileye Elaziz ovasında arazi verilirken, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’ye de muhasebeden hususi satışı yapılmış gibi Holvenk manastırı verilir.

Elaziz Valisi Ali Cemal: “Seyid Rıza’nın da Elaziz’e gelip yerleşmesi için Baytar Muhammed Nuri aracılığıyla haberler gönderip ricalarda bulunsa da her defasından Baytar Muhammed Nuri bu isteğin karşılanmasının mümkün olmadığını valiye söylediğini” yazar.

Yine Baytar Muhammed Nuri: “Doğu Dersimliler Elaziz Valisi Ali Cemal’in kesin Alevi olduğuna inananmışlar ve Ali Cemal, Dersimlileri kendine bağlamak için Ankara merkezi hükümetince kullanmasına izin verdiği örtülü ödenekten yüklü harcamalarda bulunuyor, hatta arada sırada: “Hükümet Dersim’i ıslah için ordular gönderse milyonlarca para sarf etmek zorunda kalacak. Dersim bu masrafların yarısıyla ve idari olarak ıslah edilirse daha başarılı olur ve ben de Dersim’i korumuş ve esirgemiş olurum.” Dediğini yazarken, Dersimde parasız yatılı okulun açılması: Kürt öğretmenlerin yetiştirilmesi bazı gençlerin İstanbul’da, Ankara’da ve Avrupa’ya öğrenim için gönderilmesi, yollar, köprüler yaptırılarak, tarım ve ekonomi alanından yatırım yapılması ileri sürülüyorsa da Ali Cemal’in güttüğü siyaset, bu isteklerin gerçekleştirilmesinden uzaktı.

Vali’nin tek amacı sükûneti sağlamak, ayaklanmaları önlemek ve özellikle Seyid Rıza ile bazı önemli şahsiyetleri bir yolunu bulup Dersim’de çıkartarak onları ilk önceleri Elaziz’e ve daha sonra batı vilayetlerine sevk etmeye ve böylece Dersim’i önderlerinden yoksun bırakmaya çalışıyordu.” Der.

Elaziz Valisi Ali Cemal: Ankara merkezi hükümet ile görüşmek üzere Dersim aşiretlerinden oluşan bir iyi niyet heyeti göndermek için Elaziz Holvenk manastırında ikamet eden Dersimli Baytar Muhammed Nuri’yi Elaziz Vilayet konağına çağırır ve kendisiyle birlikte Dersim’e gitmesini ister ve Dersimli Muhammed Nuri de arkadaşlarımla görüşürüm düşüncesiyle kendisine gelen teklifi kabul ederek beraberce Hozat’a giderler.

Dersim Hozat’taki görüşmelerde Seyid Rıza: kendisinin bahsi geçen iyi niyet heyetiyle Ankara’ya gitmesinin mümkün olmadığı nedenlerini anlatarak Baytar Muhammed Nuri’nin oluşturulacak bu iyi niyet heyetiyle Ankara’ya gitmesi gerektiğini söyler ve Baytar Muhammed Nuru, Seyid Rıza ile yaptığı bu görüşmeden sonra Seyid Rızanın ikamet ettiği Ağdat köyünden ayrılır.

Amcası, Seyid Rıza ile aralarında bazı köylerin kime ait olduğuna dair bazı ihtilafları bulunan Seyit Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber amcası Seyid Rıza’nın aleyhine hareket etme fırsatını kaçırmaz ve amcası gelmediği için kendisi aşiret liderlerinden İbiş Zeki vasıtasıyla Bakstırıyan aşiret lideri Yusuf, Arsalanan ve Maksudan aşiretlerinden Keko ağalarla Vali Ali Cemal’in düzenleyeceği toplantıya katılmak üzere Hozat’ta gelir.

Hozat Mutasarrıflık Konağında Aşiret liderleri ile sürdürülen toplantılardan birinde bir içki alemi düzenlenir, Vali Ali Cemal keman, Baytar Muhammed Nuri bağlama ile birlikte koşma çalıyor, “Hu Alim Hu” diye sürekli deyişler söylerken, bir aralık Vali Ali Cemal : Baytar Muhammed Nuri’ye “Sana bir sır söyleyeceğim diyerek, sözü Seyid Rıza’nın bu İyi niyet toplantısına niye gelmediğini sorar ve Güney sınırlarından Kürt, Ermeni ve Fransız casuslarının Seyid Rıza’nın yanına geldiklerini hatta son zamanlarda Cemil paşazade Ekrem’in de tebdili kıyafetle geldiğini, bu konuda bilgisi olup olmadığını” sordu der ve “İki cambaz bir ipte oynamaya başlamıştık, sorduğu şeylerin Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rahber’in iftirası olduğunu kendisine söylemem, yüz ifadesi değişti, benden gücendiği anlaşılıyordu.” Diye anlatır ve ertesi günün sabahı hep beraber Elaziz’e hareket ederler, Elaziz Belediyesi, gelen “iyi niyet heyeti” şerefine bir balo tertip eder, bu baloya Fırka Kumandanı Mustafa Haydar da hazır katılırken düzenlenen baloda Alevi inancına mahsus sema yapılmakta ve Gazi Mustafa Kemal’in yarenlerinden Diyap ve Meço ağalarda ortaya atılarak “Şah, şah” nidalarıyla el çırparak dönmeye başlamışlardı. Bunlar Gazi Mustafa Kemal’in Alevi olduğuna inanıyorlardı.” Der.

İbiş Zeki vasıtasıyla çoğunluğu Doğu Dersim’den gelen heyet ile Vali Ali Cemal’in ısrarıyla Baytar Muhammed Nuri de oluşturulacak” iyi niyet heyetine” katılmak üzere, Karabal aşiret lideri Kangozade  Mehmet Ali, Koç Mustafa, Abbasan aşiret lideri Meço, oğlu Hüseyin ve kardeşi Beko, Ferhadan aşiret lideri Cemşid, Diyab oğlu Veli, Pilvenkan aşiret lideri Süleyman ve Hıdır ,Kırğan aşireti lideri Ağa, Bektiyaran aşiret lideri Yusuf, Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rahber, Arslanan ve Maksudan aşireti lideri Keko, Yusufan  aşiret lideri Kanber, Alan aşiret lideri Ali, Kıran aşiret lideri Mustafa, Şadiyan aşiret lideri Veli Kake, Gexi aşireti adına Mehmet ve Süleyman, Elaziz Belediye Başkanı emekli Miralay Halil, Özel İdare başkanı Sabri, Encümen üyelerinden İbiş Zeki ve Vali Ali Cemal’den oluşan “iyi niyet heyeti” Diyarbakır yoluyla Ankara’ya gitmek için yola çıkarlar.

“Böyle uzun bir yol güzergâhının seçilmesini bu iyi niyet heyetinin Kürdistan üzerinde etki bırakmak olduğunun farkındayım” diye kendi kanaatini ifade eden Baytar Nuri, heyetin uğradığı Diyarbakır da ordu kumandanı İzzettin Paşa ve Urfa’da Vali Fuat Paturay tarafından yine iyi niyetle iyi niyet heyetine geldikleri için şereflerine hoş geldiniz balo düzenlenerek yine aynı amaç güdülmekte olduğunun farkında olduğunu” ifade ederek, yolculuklarının devamında Gaziantep ve Maraş mıntıkalarından geçerlerken yanlarına bir kamyon dolusu muhafız asker verilir, bu askerlerin niye yanlarında yolculuk ettikleri sorulduğunda: “Güneyde bulunan Kürtlerden ve özellikle Hoyboncuların iyi niyet heyetine karşı olası bir silahlı saldırıya karşı alınmış bir ihtiyati tedbirdir” diye cevap verilirken Adana’ya yetiştiğimizde Vali Ali Cemal Dersimli Baytar Muhammed Nuri’ye yaklaşarak “Dersimlilerin memnun kalıp kalmadıkları konusundaki fikrini sorarken Baytar Muhammed Nuri de “Beyefendi Dersimlileri tamamen memnun etmek için bir dileğimiz vardır. Seyid Rıza’nın da ricası budur: Seyid Rıza: Şeyh Sait ayaklanmasından sonra batı vilayetlerine sürgün edilen Kürtler af edilir ve memleketlerine dönerlerse, ben de istenilen yere giderim.” Diyordu. Heyetimizi oluşturan aşiret liderlerinin de dilekleri bu dur. Bütün Dersim halkı bunu arzu ediyor. Bu arzular yerine getirilir de Batı’da bulunan Kürtler yerlerine dönerlerse, bu sizin kadir kıymetiniz, son derece arttıracaktır.” Der ve buna cevaben Vali Ali Cemal de: “Dersimliler Alevidirler, diğer Kürtlerle ne gibi bir ilişkisi var?”

Dersimlilerin dini ve mezhebi adetlerinden çok milli ve soy adetlerine bağlılıkları vardır, bu nedenle Batı’daki sürgün halkın durumuna üzülüyorlar. Sürgünler arasında Şadiyan aşiret lideri Necip Ağa ve Çamsancak Beyleri de vardır.

Vali Ali Cemal de: “Oğkili Necip Ağa’nın Hoybuncularla ilişkisi olduğundan eminim. Bununla beraber Ankara’da bu fikrinizin kabulü için çalışacağım.” Der.

İyi niyet heyeti Konya’ya yetiştiklerinde Dersimli Baytar Muhammed Nuri Konya da sürgün bulunan Dersim’in Çarsancak Beylerinden Yumni ve kardeşi Paşa ve İzol aşireti liderlerinden Harputlu Hacı Kaya ile görüşür ve memleketlerine dönmeleri için Ankara’da teşebbüste bulunacağına dair Vali Ali Cemal’den söz alır.

“İyi Niyet Heyet’i “Ankara’da Mustafa Kemal’e vekaleten Meclis Başkanı Kazım Paşa’yla Büyük Millet Meclisinde görüşürken heyeti Kazım Paşa’ya Vali Ali Cemal tanıtırken, Kazım Paşa “Baytar Muhammed Nuri’yi tanıyabilir miyim? “Der ve Vali Ali Cemal: Baytar Muhammed Nuri’yi taktim eder. Kazım Paşa: heyete dönerek “Ziyaretinizden Gazi’ Mustafa Kemal’in ve kendisinin memnun olduğunu, Seyid Rıza ve diğer aşiret liderlerinin gelmemesinden üzüntü duyduğunu; Dersimin pek yakında yol, okul ve ulaşım araçlarına kavuşacağını. Vali Ali Cemal’in talebi üzerine Doğudan Batıya sürgün edilmiş olan bütün Kürtlerin memleketlerine döndürüleceklerini, bu hususta pek yakında Meclis’e bir af kanunu tasarısı sunulacağını, Gazi Mustafa Kemal’in de bu hususu kesin olarak vaat ettiğini ve Dersimlilere Erzincan- Elaziz ve Malatya’nın yaylalarında ve ovalarında toprak dağıtılacağını, Dersimlilerden sükûnetlerini korumalarını beklediğini” söylerken” bu sözleri tarihi nutkunu yazmakla meşgul olduğu için Gazi Mustafa Kemal’in kendileriyle bizzat görüşemeyen Gazi Mustafa Kemal’in emriyle söylediğini” heyete bildirir.

İyi Niyet Heyeti üyeleri İsmet Paşa ile görüşürlerken de “aynı sözleri dinlemiştik der” Baytar Muhammed Nuri.

Ankara’dan ayrılmadan önce Dahiliye Vekili ile görüşen Vali Ali Cemal “Kürt sürgünlerinin affedileceğine ilişkin kesin söz aldığını heyete anlattıktan sonra, iyi niyet heyeti Ankara’dan Dersim’e dönerlerken heyet üyesi Baytar Muhammed Nuri ve bazı arkadaşları ve Vali Ali Cemal İstanbul’a giderler.

İzmir’e sürgün olup bu sırada İstanbul ‘da bulunan Diyarbakırlı Cemilpaşazade Kadri’yle Reşadiye otelinde gizli olarak buluşan Baytar Muhammed Nuri İyi niyet heyetinin Ankara Hükümeti yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerin amacını açıklar ve Milli haklarımızın kazanılması için ilelebet çalışacağımıza dair Dersimliler adına Genel Merkez’e bildirilmek üzere bir taahhütname imzalayarak kendisine verdim.” Diye yazar.

Baytar Muhammed Nuri İstanbul’dan Elaziz’e dönüşünden az bir zaman sonra Büyük Millet Meclisince onaylanan af kanunu ilan edilir ve Batı vilayetlerine sürülen bütün Kürdistan sürgünleri memleketlerine dönerlerken Dersim, Elaziz ve Erzincan merkezlerindeki bütün tutukluların cezaları tecil edilerek serbest bırakılırlar.

Dersimlilere karşı gösterilen bütün bu hoşgörülere rağmen Seyid Rıza ihtiyatlı davranır ve Merkezi Ankara hükümetine güvenemez ve devamlı olarak Ankara Merkezi hükümetlerine “Kürt Milli haklarının nelerden ibaret olduğu hakkında ısrarlı isteklerde bulunarak, Dersimde Kürtçe öğrenim yapan okullar açmak olduğunu bu isteği Batı Dersim’in Koçgiri aşiretlerinde ısrarla desteklediklerini söylerken, Vali Ali Cemal :bu isteğe son derece sinirleniyor ve Dersimlilerin bu dağlarda yaşayan Alevi olduklarını, aslında bütün Türkler ’in ilk önceleri Alevi oldukları halde sonraları Sünni mezhebe girdiklerini söyleyerek bütün gayret ve cabalarına rağmen Vali Ali Cemal: Seyid Rıza’yı ikna edemeyeceğini anlarken; benim de Seyid Rıza’nın görüşlerini desteklediğini ve bu nedenle şüphelenmesine rağmen görüşmelerini sürdürdüğünü anlıyordum” Der.

Bazı Dersimli aşiret liderleri ile beraber Dersimli İbiş Zeki ‘nin kılavuzluğuyla, Vali Ali Cemal: Seyid Rıza’nın itibarını kırmak ve mümkün olursa vücudunu ortadan kaldırmak amacıyla Dersimliler arasında Seyid Rıza’ya karşı güç yaratmaya koyulur ve Doğu Dersim aşiret liderleriyle beraber Batı Dersim aşiret liderlerinden birkaçı Hozat merkeze gelerek Vali Ali Cemal’in başkanlığında bir toplantı yaparlar.

Bu toplantıda yapılan tartışmalar sonunda hükümete karşı yapılacak bütün ayaklanmaların, tek sorumlusunun Dersim’in Koçgiri aşireti olduğu ileri sürülerek imhasına karar verildiğini” söylerken “toplanan bu kongreden alınan bu karar Vali Ali Cemal için önemliydi, çünkü Koçgiri aşiretlerinin imhası Seyid Rıza’yı önemli bir kuvvetinden mahrum bırakacak ve bu aşiretin imhasından sonra sıra Seyid Rıza’ya gelecekti.” Der Dersimli Baytar Muhammed Nuri.

Vali Ali Cemal’in Dersimli İbiş Zeki aracılığıyla Dersim aşiret liderlerinden oluşturulan heyet ile düzenlenen kongre niteliğindeki toplantıya bir çok Dersimli birçok aşiret lideri katılmak istememiş ve Kongreye katılmak istemeyen Ovacık aşiretleriyle Kalan aşiretlerinden de faydalanmak için Baytar Muhammed Nuri’nin bu aşiretler üzerindeki etkisinden faydalanmak için Baytar Muhammed Nuri’yi yanına çağırarak Baytar Muhammed Nuri’ye Ovacık mıntıkasına bir seyahat yapacağını ve Munzur suyu kaynağında bütün Ovacık aşiretlerinin toplanmasının sağlamasını ve Vali olarak toplanan aşiret liderlerine bazı açıklamalar yapacağını söyler;

“Valinin tekliflerine karşı gelmemek planlarımızın gereğiydi” der Baytar Nuri.

Toplantıyı hazırlamak için Ovacık’a ulaştıklarından Baytar Muhammed Nuri ve Vali Ali Cemal: Aşiret liderlerini Jane köyünde toplantıya katılmalarını isterler ve bu toplantıya Aslanan Aşireti, Beytan aşireti, Pezgevran aşireti ve Maksudan aşiret liderleri ile bazı aşiret liderlerileri katılırlar.

Toplantı başladığından Vali Ali Cemal: Aşiret liderlerinin, aşiret usullerine göre ant içmelerini teklif eder, bu teklife uyarak aşiret mensupları, Munzur suyuna ilerler ve Munzur suyundan avuçlarıyla aldıkları birer avuç su içen liderler her koşula uyacaklarına dair geleneksel usule göre ant içerler.

Dersim de halk arasında uyulan bu geleneklere dayalı ant içme: Bölgedeki mitolojiye göre Munzur Dağı kutsal bir dağdır ve su Tanrıçası Anahit, bütün Ari kavimlerin mitolojik Anası olup, su içmek sayılır ve Zerdüşt geleneğine göre de “avuçla su içmek: bir şeye söz vermek sayıldığı ve aksine hareket edersem Tanrıca annemin sütü bana haram olsun” demek olduğuna dair söz vermiş sayılıyor.

Seçilen bu aşiret liderleri avuçlarıyla su içtikten sonra Vali Ali Cemal ayağa kalkarak Munzur suyunun kaynağına yaklaşarak hazır bulunan halka hitaben “Ağalar, ben de sizinle sadakatle konuşup, sadakatle hareket edeceğime dair bu kutsal Munzur suyundan bir bardak su içmek suretiyle yemin ediyorum.” Diyerek yanında bulundurduğu bir bardakla Munzur’dan su alıp içer ve “Ağalarım, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sizlere selamı var. Beni size o gönderdi. İçtiğim suya yemin ederim ki, O Alevidir ve dünyadaki bütün Aleviliği canlandıracaktır. Ben Aleviyim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan’da ve Elaziz ’de toprak verilecek, ancak sizden bir hizmet bekliyorum: oda yakında hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim’in adını lekeleyen Koçan aşiretini biraz ıslah edecek, siz bütün aşiretiniz mensuplarıyla bu harekete katılacağınıza dair şimdi söz vereceksiniz. Bu suretle Koçan aşireti ıslah edildikten sonra, Dersim’de her şey yoluna girmiş olacak, hükümet Dersim’de emin olacak ve Dersimlilerin her türlü isteği yerine getirilecektir.” Der ve aşiret liderlerinden Kazımzade Munzur Ağa: aşiret liderleri olarak kendi aralarından özel bir toplantı yaparak, ertesi günü son sözlerini bildireceklerini söyler ve Munzur’daki toplantıya o gün son verilir.

Ancak toplantıya katılan Dersimli aşiret liderleri istenen bu yirmi dört saatlik zaman içinde kendi değerlendirmelerini yaparlar ve varılan kanat sonucu olarak Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin gelip Koçan aşiretini bulundukları yerden sürüldükten sonra, diğer aşiretlerinde birer bahaneyle aynı akıbete uğrayacaklarını anlamış olarak bu yirmi dört saat içerisinden Vali Ali Cemal’e ret cevabı vermeden önce Koçan Aşiretine yardım için gereken araç gereçleri sağlamak ve Koçan aşiretinin bu mıntıkadan uzaklaştırdıktan sonra, Merkezi hükümet kuvvetlerince bulundukları bölgede Koçan aşiretinin uzaklaştırılması ve ıslah edilmesi için yapılacak çalışmalara katılacaklarına dair Vali Ali Cemal’e  söz verilirken ileri sürdükleri bazı şartları da iletirler.

Bu şartlar arasında Koçan aşiretine karşı, Ovacık aşiretlerinin tutacakları cepheye Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin gönderilmemesi, buna neden olarak da Silahlı Aşiret mensuplarının, silahlı Merkezi Ankara hükümetine bağlı askeri kuvvetlerle uyum sağlanamayacağı ileri sürülerek, Aşiretlerin oluşturduğu silahlı cephe kumandanlığını da Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye verilmesi istemleri olarak öne sürerler.

Vali Ali Cemal Dersim aşiretlerinin bu isteklerini kabul ederken, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’nin kayınpederi olan Ali Ağa’ya bağlı bulunan Kalan aşireti; Koçan aşiretine karşı yapılacak Ankara Merkezi hükümeti kuvvetlerinin harekâtına katılmayacaklarını ilan eder.

Bu sırada Vali Ali Cemal, Elaziz’e gitmiş ve Haydar Paşa’nın kumandasında iyi donanımlı bir Fırka asker Elaziz ’den hareketle Çemişgezek- Hozat mıntıkalarında bulunan aşiretlerinde katılımıyla Koçan aşiretini kuşatırlar.

Koçan aşireti, Resik ve Şemken aşiretleriyle ittifak kurduğu için, bu aşiretler ayrılmaz bir kitle halindeyken, Ankara Merkezi hükümetine bağlı askeri birlik kumandanı Haydar Paşa bir bildiri yayınlayarak adı geçen aşiretleri kayıtsız-şartsız teslim olmaya davet ederek, Teslim olanların Elaziz vilayetinde iskân edileceklerini vadederken, aksi taktirde hiç kimseye merhamet edilmeyeceğini bildiriyor.

Ovacık aşiretleri, Koçanlar’la mükemmel bir ilişki kurmuş “Koçan aşireti mensupları, kendileriyle iyi ilişkiler kuran ve Vali Ali Cemal’e kutsal saydıkları “ant içerek” söz veren Ovacık aşiret mensuplarına “Cephanemiz olursa Türkiye Cumhuriyeti Hükümete bağlı askeri birlikler ’in bütün orduları üzerimize gelse bile hiçbir şey yapamazlar.” Diye bol miktarda cephane isterlerken Vali Ali Cemal 150 katır yüklü cephaneyi Yüzbaşı Faik ile beraber Ankara Hükümeti Kuvvetleriyle birlikte hareket edeceklerine söz veren Ovacık aşiretlerine göndermiş ve Yüzbaşı sürekli olarak cephane dağıtma bahanesiyle cephede kalmak isterken Baytar Muhammed Nuri ve komutasındaki ovacık aşiretleri kuvvetlerinin Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerince faaliyetlerinin kontrol altında olduğu inancının oluşmasına neden olur.

Diğer yandan silahlı Koçan aşireti gurupları bir gece baskını yaparak Amutka mevkiinde bir bölük hükümet kuvveti bağlı askeri tamamen imha ederek çok sayıda savaş malzemesi ele geçirir ve bu olay sonun da var olan çatışmalar çok daha fazla alevlenir. Ovacık Aşiretler güçlerinin oluşturduğu Cephe’de cephane az verdiniz, çok verdiniz dedikodusu çıkartılarak Cephane dağıtımında sorumlu Yüzbaşı Faik’in Cepheden kalması Ovacık aşiretlerinin hükümet kuvvetlerine destek vermeden dağılacaklarına neden olacağı Vali Ali Cemal’e bildirilerek Yüzbaşı Faik’in cepheden geri çağrılması sağlanır ve Baytar Muhammed Nuri komutasında oluşan ovacık aşiretlerinin oluşturdukları silahlı gruplara teslim edilen Ankara Merkezi Hükümeti kuvvetlerine ait silah ve cephanelerin büyük bir kısmı Koçan Aşiret liderlerinden Seyithan Ağa’ya teslim edilmek üzere gönderilir. Koçan aşiretine mensup ihtiyar, kadın ve çocukların büyük bir çoğunluğu Ovacık aşiretlerinden Pejgar ve Maksudan aşiretlerinin sınırları içine yerleştirilmiş olarak Koçan aşireti bütün gücüyle bulundukları mıntıkanın Güney ve Batı cephelerine yükleniyor ve gece baskınlarıyla Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin dağılmalarını gören Ordu Fırka kumandanı Haydar Paşa: yanında bulunan Kozat aşiret liderine “Benim bu silahlı aşiretlerden bir Fırka düzenli askerim olsa, billahi dünyanın Fatihi olurum.” Dedirtir.

Bu kuşatmalı çatışmalarda Ankara Merkezi hükümeti kuvvetlerine önemli zayiatlar verilmiş ve orduya ait bir adet Uçak’ta düşürülmüş olarak, arada geçen bir ay gibi zamanla istenen sonuca varılmamış olması Vali Ali Cemal ile Fırka Kumandanı Haydar Paşa arasında ciddi bir anlaşmazlık baş gösterirken, Koçan aşiretine karşı sürdürülen çatışmalara destek verecekleri sözü ile Ovacık aşiretlerince oluşturulan cephe göçlerine güvenmediğini bildiren Fırka Kumandanı Haydar Paşa, Erzincan’dan gönderilen üç piyade alayını Ovacık’a getirerek, onları Baytar Muhammed Nuri komutasında bulunan Ovacık aşiretlerinin bulunduğu yere çekilmelerini emreder ve aşiret bulundukları yerden kendi yerlerine dönerler.

Fakat Fırka Kumandanı Haydar Paşa’nın aldığı bu tedbir yine Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı gelişen olaylara neden olur. Çünkü kendi yerlerine çekilen aşiretler geceleri Ankara Merkezi hükümetine bağlı askerleri kuvvetlere karşı sağdan ve Soldan şiddetli saldırılar yaparak kanlı çatışmalara girerlerken engebeli arazide geceli- gündüzlü yol alan askeri kuvvetleri büsbütün sarsılırken arkadan gelen cephane ve erzakları da çoğu kez zamanında yetiştirilememesi bu kıtaları büsbütün perişan bir duruma düşürmeye başlar, ve askerler cepheden çatışmaktan çok karınlarını doyurma yollarını aramaya çalışmak zorunda bırakılırlar ve  silahları karşılığında aşiretlerden koyun-kuzu ekmek ve un satın alıyorlardı.

Ovacık aşiret mensupları hem kendi ellerinde bulunan hem askerlerde yiyecek karşılığı satın aldıkları silah ve cephaneleri hemde gece baskınlarıyla elde ettikleri silahlar ve malzemeleri Ankara Merkezi hükümetine karşı silahlı olarak ayaklanan Kocan aşiretlerine gönderiyorlar.

Çatışmaların sona erdirilememesi Vali Ali Cemal ile Fırka Kumandanı Haydar Paşa arasındaki anlaşamamazlık sonucu Vali Ali Cemal cepheden ayrılarak Elaziz’e döner ve her ikisi de birbiri aleyhine İç İşleri Bakanlığına şikâyette bulunurken mevsim son bahara döner ve başlayan soğuklar nedeniyle bölgede geceleri dışarıda barınma imkânsız hale gelir ve Ankara Merkez Hükümetine bağlı Ordu Fırkası Elaziz’e çekilmek zorunda kalır.

Aradan çok zaman geçmeden, Dersim’de Koçan aşiretine karşı düzenlenen askeri harekatta tamamen başarısız sayılarak, Fırka kumandanı Haydar Paşa, Elaziz ‘den ve İzzettin Paşa’da Diyarbakır’dan Erzincan’a tayinleri yapılarak, neden oldukları başarısızlığın cezasını çekmiş sayılırken, Koçan aşiret lideri Seyid Rıza’nın Vali Ali Cemal ile iş birliği yapmak istememesi Dersimde bulunan aşiretlerin büyük çoğunluğu üzerinde önemli etkiler bırakır ve bu aşiretler de Ankara Merkezi Hükümetine karşı daima uzak kalmak istemiş olurlar.

Gelişmelerin böyle seyretmesine rağmen Vali Ali Cemal: Dersim aşiret mensubu İbiş Zeki’nin tavsiyesiyle, “Karşılıklı kefalet” konusundaki talimatname uyarınca, Ziraat Bankasından alınan yüz bin lirayı Dersim aşiretlerinden birçok kişiye dağıtıp, bunların eski borçlarını ertelemeye çalışırken, Ankara Hükümeti’ni tatmin edecek bir başarı sağlayamadığı için buradaki durumu giderek zorlaşıyor ve Bölge Umumi Müfettişliği adlı bir plan hazırlanarak yeni bir idari girişim hazırlanır ve plan sonucu oluşturulan üç umumi müfettişlik ise Birinci Umumi Müfettişlik Merkezi Diyarbakır’da, ikinci Umumi Müfettişlik Merkezi Trakya’da ve Üçüncü Umumi Müfettişlik Merkezi de Erzurum olmak üzere sonradan da dördüncü Umumi Müfettişlik Merkezi olarak da Elaziz de kurulur.

Anadolu’nun doğu vilayetlerinden 1920 de başlayan Dersim ayaklanmasından  sonra 1925 den silahlı ayaklanmaya başlayan Şeyh Sait isyanları nedeniyle Ankara Merkezi Hükümetince 1928 de Merkezi Diyarbakır olmak üzere kurulan Birinci Umumi Müfettişlik kurumunun başına Arap asıllı İbrahim Tali atanmış ve kendisine verilen görev ise bu isyanlara katılan ve işledikleri suçları mahkeme kararlarıyla tespit edilen fakat sürgün ve yeni ikamet yeri cezası almış aşiret üyelerini bulundukları yerlerden alıp batı Anadolu’ya göç ettirilerek nakillerini sağlamaktır.

Erzurum vilayeti dışında Elaziz-Van- Bitlis-Diyarbakır-Muş-Hakkâri-Mardin ve Sivas mıntıkalarında Batı’ya sevk edilen aşiret mensupları olan çocuk-kadın ve yaşlılar kafile, kafile Birinci Umumi Müfettişlik mıntıkasından çıkartılıp Batı Anadolu’ya göç ettirilirken Dersim bölgesinden yeni bir ayaklanmaya sebep olmamak için bu göçler Dersim mıntıkasından uzak yollardan Batıya gönderilir.

Van vilayetine bağlı köylerden göç ettirmesine karar verilen 1400 hanelik bir kafile yaya olarak Erzurum vilayetinden, Bayburt, oradan Trabzon’a ve oradan da deniz yoluyla Trakya’ya sevk edilirken bu kafileden 1000 kişi bu yolculuk sırasında çektikleri yorgunluk ve yakalandıkları hastalıklar sonucu perişan olmuş bu sebeple yollarda bazı ölümler dışında sağ kalanlar gayet perişan bir vaziyette Trakya’ya yerleştirilirler.

Hazro ve Sason Kürtler ’inden on yedi tutuklu 1928 yılının mayıs ayı sonlarında Elaziz mahpushanesine getirilirken, bu mahkumlardan bir genç Mazgirt’i Zekeriya adında bir Jandarma onbaşısı tarafından tutuklu bulunan kafileden ayırarak bilinmeyen bir yöne götürülürken Sarini nahiyesine bağlı bir köyünden geçerlerken gencin durumu köylülerin dikkatini çeker ve Zekeriya onbaşıya bu gencin kim olduğunu ve bu akşam vakti nereye götürüldüğünü sorarlar. Tutuklu genç de “Beni nerede öldüreceklerine karar veremedikleri için dolaştırıyorlar. Ben ölsem de Kürt Milleti ölmez.” Diyerek Zekeriya Onbaşının yüzüne bakar ve kelepçe takılı elleriyle sigarasını içmeye devam eder ve Zekeriya Onbaşı da köylülere bu gencin yargılanması için Pertek’e götüreceğini söyler ve birlikte yollarına devam ederler. Ertesi günü bu gencin cesedi Fırat suyu kıyılarında çobanlar tarafından bulunur ve Hazık köyü yörede görevli hükümet birimlerine haber vermeden gizlice cesedi alarak kendi törelerine uygun bir halede cesedi köy mezarlığına gömerler.

Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali, Dersim merkezine kadar gelerek aşiret liderlerinden sükuneti korumalarını ve hükümetin emirlerine itaat ederek bölgede sürdürülen “Silahlı Kürt Fedai” akınlarının durdurulmasını ister.

Ancak İbrahim Tali Dersim merkezden Diyarbakır’a döndükten sonra olup biteni kabullenmeyen Dersimliler “Kürt Fedai” akınlarına devam eder ve aradan geçen iki ay sonra Vali Ali Cemal Dersime gelerek Seyid Rıza’ya giderek Dersimlileri ilgilendiren meseleleri dostane bir hava içinde çözmek için, Seyid Rıza’nın Diyarbakır’a giderek İbrahim Tali ile görüşmeye davet eder. Bu teklif Seyid Rıza tarafından kabul edilerek “Kürt Fedai” faaliyetlerinin saldırıları geçici olarak sona erdirilirken, Seyid Rıza yanına Baytar Muhammed Nuri’yi de alarak Diyarbakır’a gider ve İbrahim Tali’yle görüşürler.

İbrahim Tali: Dersimde silahlı çatışmaları durdurmak için bölgeye askerî harekâtı kendisinin durdurduğunu ve bu nedenle de ayaklanan Dersim aşiretlerinin oluşturulan asayışı ve sükuneti muhafaza etmeleri bildirirken Seyid Rıza ve Baytar Muhammed Nuri’nin iki aydır sağlanan bu sükûnet ve asayışı sürmesine karşı isteklerinin hiçbirini kabul etmez.

Seyid Rıza, Dersim’e döndükten sonra yeniden karışıklık başlarken yapılan çalışmalardan istenen sonucu alamayan Vali Ali Cemal ile Birinci Bölge Umum Müfettişi İbrahim Tali’nin araları açılır ve birbirleri aleyhine Ankara’ya şikâyet dilekçeleri verdikleri haberi Dersim bölgesinde duyulmaya başlar.

Tekrar Dersim’e gelen Vali Ali Cemal, Sivaslı Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa’nın öldürülmesinde parmağı olan çetelerin hükümete teslimini Seyid Rıza’dan rica eder. Fakat bu ricası Seyid Rıza tarafından kabul edilmeyince Vali Ali Cemal hayal kırıklığına uğramış olarak Dersim’den geri dönmek zorunda kalırken; Umumi Müfettiş İbrahim Tali ile aralarının açılması ve Dersim olayları sırasında hükümeti yanılttığı gerekçesiyle suçlu bulunarak Elaziz ’den uzaklaştırılır.

Vali Ali Cemal yeni görev yeri olan Çorum’a giderken Dersimli Baytar Muhammed Nuri ile baş başa bir görüşme yapar ve Baytar Muhammed Nuri’ye kendisinin “Dersimlilerin ve Alevilerin samimi bir dostu olduğunu, kendisinin bu muhitten ayrılmasının Dersimlilere büyük zararlar doğuracağını, Dersimlileri kurtarmak için çalıştığını, hatta Seyid Rıza’nın imhası için düzenlenen planları ret ettiğini.” Anlatırken ne yazık ki Dersimlilerin bunu anlayamamış, kendisini mahcup düşürmüşlerdi ve bu yaptıklarından bir gün mutlaka pişmanlık duyacaklar.” diye söyler.

1929 Temmuz ayı başlarında Vilayet hükümet konağı koridorların da bir iş takibi için bulunan Dersimli Muhammed Nuri’ye yaklaşan vilayet mektupçusu Nurettin, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’yi görür yanına yaklaşır ve “ben de senin gibi şüpheli kişiler gibi polis takibindeyim,” dedikten sonra” Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali seni Diyarbakır’a istiyor, müthiş planı var, güzel idare et, ben Vali muavininin yanına gidiyorum seni isteriz.” Dedikten sonra Vali muavini Mithat’ın odasına girer. Az sonra Baytar Muhammed Nuri odaya çağrılır ve kendisinin acilen Diyarbakır’a istediklerini ve acilen hemen yola çıkması gerektiği söylenir ama Baytar Muhammed Nuri de özel idarede 570 lira alacağı olduğunu bu parayı tahsil edemediği taktirde yola çıkamayacağını söyler. Bunun üzerine Vali Muavini telefon ile İdare Müdürü Sabri’yi çağırır ve elden 570 liralık bir çek tanzim edilerek Baytar Muhammed Nuri’ye verilir.

Ve Baytar Muhammed Nuri Diyarbakır’a gitmek üzere yola çıkar, Diyarbakır’a vardığında İbrahim Tali’ Baytar Muhammed Nuri’yi misafir olarak ağırlar ve Baytar Muhammed Nuri’den Vali Ali Cemal hakkında ne düşündüğünü ve neler bildiklerini sorduktan sonra: “Kendisinin Sünni olduğunu bu konuda dürüst hareket ettiğini ve Dersimlilere doğru yolu gösterdiğini, Güneyden Kürt çetelerinden aldığı mektup üzerine sınıra gittiğini ve burada çete liderleriyle görüştükten sonra onları serbest bırakarak geri döndüğünü ve on beş gün sonra teftiş için Van ve Muş vilayetlerine gittiğinde, Güney’de görüştüğü Kürt çetelerinin oralara kadar gelerek kendisine sığındıklarını, buna rağmen onları silahlarıyla serbest bıraktığını” söylerken “Yaptığı bu davranışlardan dolayı Kürtlere karşı müşfik olduğunu ispat ettiğini ve tabip olduğu için mesleki açıdan da hastayı tedavi ettiğini” söyledikten sonra Vali Ali Cemal’in “Ben Aleviyim diye yalan söylediğini, kızını Kürtlere göndererek hediye toplamak suretiyle de vazifesini kötüye kullandığını” ve bundan başka “ İyi niyet heyetini” Ankara’ya götürürken yol masrafı olarak Elaziz Özel Muhasebe İdaresi’nden aldığı 75.000 lirayı şahsi işlerine harcadığını.” Sözlerine eklerken, Vali Ali Cemal’in siyasi faaliyetlerine değinerek, “Koçan aşiretine karşı yapılan askeri harekete onun neden olduğunu ve bu yüzden orduya çok zarar verdirildiğini.” Söylerken “Aşiretlerin hükümet tarafından düşman görülmesinin bütün sorumluluğunun Vali Ali Cemal’in omuzlarında olduğunu.” Söylerken arkasında oturduğu masanın çekmecesinde bir dosya çıkartarak Baytar Muhammed Nuriye uzatarak “Buyurun okuyun “diye uzatır.

Uzatılan dosya ’da Birinci Umumi Müfettişlik İstihbarat Dairesi başlığıyla Latin harfleriyle yazılı olan:

“1-Cemilpaşazade Ekrem’in bir İngiliz kadını kimliğiyle Yado çetesiyle iş birliği yaparak, Dersimli Baytar Muhammed Nuri aracılığıyla Seyid Rıza’yla görüşmesi.

2- Sultan Hamit’in oğlunun padişahlığına dair gelen mektubun Malatya’dan yakalandığı.

3- Batı’dan kaçan Aziz’den Dersim’e gelen mektubun Hozat’ta yakalandığı.

4-Hoybun Cemiyetinden gönderilen bildirinin Koçgiri Alişer tarafından Dersim aşiretlerine okutulması ve dağıtılması.

5-Seyid Rıza’nın oğlu Seyid Hasan’ın Batı Dersim mıntıkasında aşiretler arasında dolaştığı.

6-Gevvi aşiretinin silahlandığı.

7-Dersimliler’in özerk yönetimin sağlanması için Avrupa hükümetleriyle teşebbüste bulunmak üzere Alişer’in delege olarak gönderilmesi için Para toplanmakta olduğu.

8-Güney’den gelen Mektubun Hozat’ta Doktor Cafer Sadık tarafından yakalandığı.”  Bu notları Baytar Muhammed Nuri’ye okuduktan sonra Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali “Görüyorsunuz ya haberler çok önemli. Ancak Hükümet Dersimliler hakkındaki bu ihbara inanmıyor. İnanacak olsa Dersimlileri İmha eder. Siz Dersim’in aydın kişilerinden biri olduğunuz için Sizi Dersim’e göndereceğim. Orada halkınızla görüşerek bu meseleler hakkında fikir ve amaçlarının ne olduğunu bana bildirmelerine aracılık etmenizi, memleketimizin selameti için, sizden istirham ediyorum.” Der.

Dersimli Baytar Muhammed Nuri kendisine yapılan bu teklifi olumlu karşılar ve görüşmeden ayrılır  ve  doğruca Seyid Rıza’nın yanına gider, Seyid Rıza ile birlikte Hozat civarında Ferhadan aşireti lideri Cemşit Ağanın evine giderler ve Karabalan aşiret lideri Kangozade Mehmet Ali’yle beraber diğer aşiret liderlerini de oraya davet ederler toplandıklarında durumu kendi aralarında tartışırlar ve Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin birtakım bahaneler ileri sürerek, Dersim’e ordu göndermek ve ayaklanan aşiretleri imha etmek istediğine kanaat getirerek şu kararları alırlar:

1-Bu istihbaratları yalanlamak üzere, Dersim aşiretleri adına bir heyet oluşturarak Müfettişliğe gönderilmesi.

2- Ankara Merkezi Hükümeti’nin Dersime yapılması muhtemel askeri harekata karşı savunma tedbiri alınması.

3-Hükümet’in Dersim’e karşı birtakım bahanelerle askerî harekât yapmasına gerekçe yaratmamak için Dersim aşiretlerinin geçici olarak sükuneti korumaları.

4-Genel bir çatışma durumunda Kürt Milli haklarını, siyasi ve askeri alanda korumak için, Dersim’de aşiretlerin birliğini sağlamak için Alişer ve arkadaşlarının aşiretlere arasında çalışmalara devam etmeleri.

5-Bu çalışmaların sürekli olarak Seyid Rıza’nın oğlu Baba İbrahim tarafından kontrol edilmesi ve yapılan hazırlıklar sırasında aşiretler arasında anlaşmazlık halinde Seyid Rıza’ya bilgi verilmesi.

Erzincan ve çevresinde silah ve cephane tedariki gibi meseleler kararlaştırıldıktan sonra, Diyarbakır’a şu telgraf çekilir.



Diyarbakır Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey’e,

Dersim hakkındaki vaki ihbarların ret ve yalanlanması maksadıyla teşekkül eden Heyet huzur devletinize yönelik son hareket olduğunu Dersim aşiretleri namına arz eylerim efendim.



6 Mayıs 1929 Hozat                                  Baytar Nuri



Bu telgraftan sonra Diyarbakır’a gidecek heyet tespiti yapılır ve Seyid Rıza’nın Büyük oğlu Şıh Hasan, Karabalan aşiret lideri Kangozade Mehmet Ali, Ferhadan aşiret lideri Cemşit, Abansana aşiret lideri Zeynozade Ahmet’ten oluşan heyet ile beraber Baytar Muhammed Nuri Diyarbakır’a İbrahim Tali ile görüşmeye giderler.

Yapılan görüşmede heyet adına söz alan Seyid Rıza’nın oğlu Şıh Hasan söze başlarken “Dersim aşiretleri hakkında yapılan ihbarlar tamamen uydurmadır. Abdülhamit’in oğlunu tanımadığımız gibi, zaten onun Türk olduğu bilindiği için, biz Dersimliler bir Türk egemenliği davasına karışmak istemeyiz.

Şayet bu gibi bahanelerle hükümet emeli, biz Dersimlileri vurmak ve imha etmekse, buna da bir diyeceğimiz yoktur. Der ve buna cevaben Umumi Müfettiş İbrahim Tali: “Babanız Seyid Rıza niçin gelmedi? Sorusuna Seyid Rıza’nın oğlu Şıh Hasan’da “Yaşlılığı yolculuğa engel olduğunu” söyler.

Görüşmenin yapıldığı akşam Umumi Müfettiş İbrahim Tali yalnız görüşmek üzere, Baytar Muhammed Nuri’yi yanına ister ve Baytar Muhammed Nuriye hitaben “Seyid Rıza: Karga Bülbül olmaz” demiş bu sözdeki amaç nedir? Diye sorduğunda Baytar Muhammed Nuri de “bu sözdeki amacının birtakım türedilerin iktidar mevkiine geçmiş olduklarını işaret etmektedir.” Deyi açıklama yapar.

Ertesi günü Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin yanında ayrılırken görüşmeye gelen aşiret liderlerine her birine ayrı ayrı biner lira para ve hediyeler verir ve Seyid Rıza’ya da iletilmek üzere iki bin lira para ile bir sandık içerisinde de bazı şekerlemeler, İpekli kumaşlar gibi hediyeler olmak üzer Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye teslim eder.

Fakat durum bu iken ve verilen hediyeler daha Seyid Rıza’ya teslim edilmemişken, aşiretler arasında Seyid Rıza’ya bir teneke dolusu altın gönderildiği dedikodusu yayılmaya başlar.

Bu hediyeler Seyid Rıza’ya yetiştirilir ve Dersim’in sükunetini sağlamak için gereken tedbirler alınır, ama bölgede bulunan mahalli memurlar kimden emir aldıkları belli olmayan nedenlerle Seyid Rıza’nın damadı olan Abasane Jerin aşireti liderlerinden İbrahim Ağa’yı öldürtürler.

Bu cinayet Hozat Kaymakamı Kazım tarafından verilen bin lira para karşılığında Maço Ağa’nın oğlu Hüseyin tarafından işlenmiş olduğu söylenirken, İbrahim Ağa’nın öldürülmesi Seyid Rıza’yı son derece üzmüş ve yanına aldığı silahlı adamlarıyla beraber katilin bulunduğu köye inmiş ve bütün köyü kuşatmış diğer taraftan da “Silahlı Kürt Fedai Kuvvetleri” de diğer mıntıkalara silahlı saldırılar yapmaya başlarken Hakkari’den görevli bulunan Fahri, Elaziz’e Vali olarak gelir.

Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin yeni Elaziz Valisi “Deli Fahri” adıyla ün salmış bu Valiye Dersimliler’in bütün elebaşlarını bir yolu bulunarak imha edilmesi için gereken tüm tedbirlere başvurmasını gizlice emrettiği hükümet dairelerinden çalışan ayrılıkçı Kürt gençliğince oluşturulan “Kürt istihbarat şebekesi” tarafından Dersimli Aşiret liderleri ile “Kürt Fedai Birlikleri” komuta kademesine haberler verilir.

Silahlı ayrılıkçı aşiret liderleri ve bunlara bağlı hem aşiret mensupları hem de silahlı “Kürt Fedai Birliği” nin oluşturduğu ve bu hükümet dairelerinde resmi görevli olarak çalışan ama inandıkları kendi Kürt milli hedefler için Ankara hükümetine bağlı kişi ve kurumların aldıkları ve planlanarak alacakları tüm hükümet tedbirlerini günü gününe ayrılıkçı silahlı gruplar halinde örgütlenmiş birim örgütlerine biliyorlar.

9 Mayıs 1930  günü Elaziz Belediyesinde Umumi Müfettiş Deli Fahri başkanlığında Ordu Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ve bölgenin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet toplanmış, konuşma sırası Vali Muavini Mithat Doğu’ya geldiğinde bulundukları bölgenin orta kısımlarında bulunan Dersimli’lerin “Halis Türk” oldukları, Osmanlının egemenlik döneminde bu Türk unsurların ihmal edildiğini, kanuni yollarla ve olumlu yönde alınacak tedbirlerle bunların Türkiye Cumhuriyeti devletinin oluşturduğu topluluklar içinde refah içinde, mutlu bir hayat geçirmelerinin mümkün olduğunu” belirtirken, Fırka Kumandanı  Hüseyin Hüsnü Paşa ve Belediye Başkanı Halil Bey ile Ticaret Odası Başkanı Ahmet Bey’de aynı görüşü paylaştıklarını ifade ederek bu görüşün savunularak uygulanmasını söylerler.

Fakat Birinci Bölge Umumi Müfettişi Deli Ferit “Dersimlilerin Türk olmadıkları, Türk köylüsündeki özelliklerin hiç birisinin Dersimlilerden bulunmadığını ileri sürdükten sonra, Dersim Bölgesinin yabancılara, “Kürt Hoybun Cemiyeti” emellerine hizmet ettiklerini ve bu nedenle bunların bir an evvel etkinliğinin sonlandırılması ve bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması gerektiğini” ifade ederken, Sözlerine de Kanunlara uygun olarak davranılması gerektiğini ileri süren Vali Muavini Mithat Paşa’ya hitap ederek, “Kanun-kanun, kanunun içerisine tükürürüm. İki dudağımın arasında çıkan her söz kanundur. Dersimlilerden maddi, manevi hiçbir hizmet beklemiyorum, hadiseler bu kanaatimi doğrulamıştır.” Dedikten sonra: “Beş yıldan beri Dersimliler “Kürt Fedai Çetelerine” yardım ve sığınak sağlamaktadır. Koçgiri ’li bu asilerin hükümete teslim edilmesi kendilerine birçok defa bildirilmesine rağmen hükümetin bu teklifini kabul etmedikleri gibi, adı geçen çetelere yardıma devam etmektedirler.” Diyerek konuşmasını tamamladıktan sonra toplanan heyet sıkıntılı bir hava içerisinde dağılırlar.

1931 yılı İlk Baharın sonlarına doğru hükümete bağlı jandarmalar Baytar Muhammed Nuri’nin evine gelerek Baytar Muhammed Nuri’yi alıp bir zanlar hastalan ve tedavi için “Tımarhane” de tedavi edilen ve bu nedenle de halk arasında lakap olarak adına “Deli Fahri” denilen Birinci Bölge Umumi Müfettişi Deli Fahri’nin huzuruna götürürler.

Oda da ayakta bekletilen Baytar Nuri “Beni bir süre ayakta beklettikten sonra, adeta çıldırmış bir biçimde masasından kalkarak, kin ve intikam dolu gözlerini gözlerime dikti ve dişlerini gıcırdatarak, bana doğru ilerleyerek önüme dikildi ve sağ elini başına götürerek sert ve haşin bir kuvvetle bir tek kıl çektikten sonra bana gösterdi ve vahşi bir tavırla: Bu nedir? Diye sordu. Beyefendi başınızın bir kılıdır diye cevapladım. Bilmedin, bilemedin! Diye odanın içerisinde bir tur yaptıktan sonra, korkunç ve vahşi bir tavırla önümde dikilip başından bir kıl daha çekerek yeniden:

Bu nedir? Diye sordu.

Beyefendi zannedersem başınızın bir kılıdır diye cevaplamam üzerine Fahri çılgın bir kahkaha atarak:

Bilemedin. Bilemedin!” dedi ve bir çocuk tavrıyla ziyaretçi koltuklarından birinin üzerine oturarak ayaklarını yerden keserek sallamaya ve aynı, “Bilemedin. Bilemedin!” nakaratını tekrarlamaya başlamıştı. Bir müddet bu deli eğlencesini yaptıktan sonra yine başından bir kıl çekerek, gözümü sokarcasına bana uzattı ve yeniden:

Bu nedir? Gözünü patlatırım bu nedir? Diye sordu. Vali Bey şu hâlde bunu bilmek, bilgimin dışındadır. Yapılan bütün melanetleri ve fesatları biliyorsun da bunu neden bilmiyorsun? diye sordu. Ve söz söylememe meydan bırakmadan yine başında hırçınca bir kıl daha çekerek yeniden bana gösterdi. İşte bu Dersim’dir. Dersim. Şu gözlerinle gördüğün başım ’da Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Bu kılı başımdan çekip attığımda bileğimle bir kuvvet sarfetim demesi üzerine: “Hiç olmazsa, bir sarsıntı oldu, bir şey duyuldu.” Diyecektim. Kendimi geri aldım, tuttum, derin bir sükûn ve hüzünle: “Hayır beyefendi.” Diye bildim. O sözüne devam ederek “Bu bir kılın başımdan çıkmasıyla başımın vaziyetine bir zarar geldi mi, başımdan bir noksanlık olduğu mu? Hayır efendim! Şu hâlde? Size emrediyorum, şimdi gidiniz, emrettiğim şekil kendilerinin kalın kafalarına sokmak üzere, Seyid Rıza’ya bir mektup yazınız. Benim hiçbir Valiye benzemediğimi, Yozgat’ta Millî Mücadele sırasında ayaklanan Çapanoğullarını mahveden Deli Fahri’nin ben olduğumu, emirlerime itaat etmedikleri taktirde kendilerini de Çapanoğluları gibi mahvedeceğimi, boyunlarına ip takarak gezdireceğimi bildiriniz! Yanlarında barındırdıkları “Koçgiri Kürt Fedailerini “ve takip müfrezesi kumandanı Münir Beyin katillerini hemen teslim etmelerini, aksi taktirde sonlarının fena olacağını kendilerine anlatınız! Derken içeriye kısa boylu centilmen tavırlı elinde bir dosya ile Vali Muavini Mithat Bey girer hürmetkar bir tavırla bu konuşulanları dinlerken Baytar Muhammed Nuri bu emirlere cevaben beyefendi bu emirlerinizi Kaymakamlık vasıtasıyla Seyid Rıza’ya bildiriniz, çünkü Seyid Rızayla hiçbir alakam kalmamıştır. Der. Fahri Bey de sana emrediyorum, yazacaksın! Baytar Muhammed Nuri, Beyefendi beni affediniz, mazur görünüz. Fahri Bey: Sana yaz dediğim halde, sen hala ısrar ediyorsun be ayı! Baytar Muhammed Nuri: Beyefendi affedersiniz, benim ayıya benzer hiçbir yanım yok, ben ufacık bir adamım dediğimde, Fahri vahşi bir canavar gibi üzerime hücum etti ve Vali Muavini Mithat aramıza girdi.

Bunun üzerine Baytar Muhammed Nuri: “Ben şimdi hakkınızda savcılığa şikâyete gidiyorum, sözlerinizi de aynen size iade ediyorum” diyerek dışarı çakar.

Doğruca aynı koridorda bulunan aynı zamanda kendisiyle kadeh arkadaşı olan Savcının odasına girer ve Savcı “Doktor gene ne var üzgün ve incinmiş görünüyorsun.?” Diye sorduğunda Baytar Muhammed Nuri: Umumi Müfettiş Fahri Bey’i şikâyet edeceğim, emir veriniz odacı bir pul ve beyaz kâğıt getirsin, elden makamınıza bir dilekçe veriyim. Fahri Bey hakkında Kanuni Takibat yapılmasını sizden rica ediyorum.” Der ve meseleyi bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra “Umutsuz bir ruh haliyle çiftliğime döndüm.” Der.

Durumun vahameti karşısında, bir fırsatını bulup yurt dışına çıkmak orada Avrupa Devletlerinden birine sığınmak ister, fakat bundan vaz geçip yurt içinde kalarak aşiretler arasında Milli davasının gerçekleşmesi için çalışmak, tehlikeleri göze alarak gerekirse bu uğurda ölmek konusunda karar verir ve “kararımda direnmeye vicdanım önünde yemin ettim.” diye anlatırken “kendimi kanuni gerekçelere uydurmak için de Sivas’a giderek hakkımda gıyaben “Vatana hıyanet Kürtçülük maddelerinden verilmiş olan 23 numaralı idam kararına” itiraz etmeyi uygun görür. Bu bahaneyle de diğer aşiretlerle de temas edebilecektim. Planından Seyid Rıza’yı haberdar ederek Sivas’a gitmek için yanına bir atlı süvari alarak resmi dairelerden hiçbirine haber vermeden zorunlu ikameti olan Elaziz ’deki çiftliğinden yola çıkar. Birinci gün Geben Maden’ine bağlı Denizli Köyünde bir Kürt Milliyetçisinin evinde konaklar ve ertesi günü Yama Dağları eteklerinde Atma aşireti merkezi olan Şotik Köyüne gider ve aşiret lideri Hulusi Bey ile görüştükten sonra, Sarıçiçek dağları üzerinde bulunan Parçikan aşiretiyle görüşür, Divriği ve Domurca dağları eteklerindeki aşiretleri ziyaret ederken Çamşıhı yöresinden beş gün kalıp istediği propagandayı yaptıktan sonra Sivas’a ulaşır.

Baytar Muhammed Nuri’nin Elaziz ’den Sivas’a hareketinden dört gün sonra Dersim silahlı çetelerin faaliyete geçmesi ve Seyid Rıza’nın hükümet yetkililerine bir takım can sıkıcı haberler göndermesi Fahri Bey’i telaşa düşürür ve ilk önce Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi aratır. Sivas’a gittiğini öğrenir ve Malatya ve Sivas vilayetlerine şu şifreli telgrafı çeker.

Malatya Vilayeti ’ne-Sureti Sivas Vilayeti ‘ne

Dersimli Baytar Muhammed Nuri esasen Koçgiri hadisesinin amili olduğu malumdur, sözü edilen kişi ani surette vilayetimizde kayıplara karışmıştır. Tahkikatımıza göre Sivas mıntıkasına geçtiği anlaşılmıştır. Elaziz, Malatya ve Sivas aşiretleriyle temasta bulunarak memleket aleyhinde propaganda yapmak tasavvurunda bulunan hakkında tarassudat ve incelemenin yapılmasıyla neticeden acilen malumat itası mercudur. (Umulan-beklenen bilgiyi vermek)



Elaziz 1 Eylül 1931                                            Elaziz Valisi

                                                                             Fahri



Baytar Muhammed Nuri: Sivas merkezinde arkadaşlarıyla görüştükten sonra hakkında gıyaben verilmiş karara itiraz ederek muhakemenin tekraren yeniden yapılmasını ister. Baş vurduğunu mahkemenin incelemesi sonucu çıkarılmış af kanunu gereğince daha önceleri gıyabından verilen cezanın “Zaman Aşımına uğramış” olduğundan, tekrar yargılanmasına lüzum görülmediği için mahkemeden buna dair bir karar örneğini alır.

21 gün süren Sivas seyahatinden Elaziz’e dönerken Karabal’ın Yellice Nahiyesinin Çapulu boğazından geçerken önemsediği bazı kişilerle birtakım görüşmeler yapar ve bu yolla Malatya’ya inmek niyetiyle Yellice Nahiyesinin Yalnız söğüt istikametinde yola devam ederken, Zara-Divriği-Kangal Dağlarının batı yönünde, Kangal askeri birlikleriyle Koçhisar’ın Celalli Nahiyesi Müdürünün kendilerini takip ettiğinin farkına varır. Biraz sonra başında bir Çerkez başlığı ve sırtında bir Çerkez yamçısı bulunmasına rağmen yakasında takılı yaka işaretiyle apoletlerden, bu kişinin bir Jandarma Yüzbaşısı olduğunu anlar.

Hava hem soğuk hemde ortalığı bir sis kaplamış durumda Jandarma Kumandanı Kimsin? diye sorarken karşılık olarak da aldığı Baytar Muhammed Nuri cevabına rağmen “Dersimli Baytar Muhammed Nuri sen misin? Evet benim. O halede buyurunuz diye yol gösterirken arkalarında gelen birliğe seslenerek evet- evet budur! Diye seslenir.

Birkaç dakika yürüdükten sonra birlik kumandanın emri üzerine Jandarmaca gerekli çevrim işlemleri yapılırken Dersimli Baytar Muhammed Nuri “Kumandan Bey burada bize ne yapacaksınız? Eğer hakkımızda verilmiş bir karar infaz edilecekse, bu infazın bir vilayet, bir kaza, bir nahiye, hiç olmazsa bir köy merkezinde yapılmasını istiyorum. Böyle yolda, ormanlar ve dağlar arasında bize ceza infazı muamelesi yapılmak isteniliyorsa, bunu büyük bir şerefle karşılarız. Fakat bir çete idaresine yakışır şekilde ceza infazı, Türklük namına bir küçüklüktür, kanaatindeyim.” Der.

Jandarma kumandanı da Baytar Muhammed Nuri Bey yanılıyorsunuz. Sakin olmanızı rica ederim. Bana verilen emir, Jandarma Kumandanı olarak sizi yakalamak ve üstünüzü aramaktır. Şimdi bu görevi yerine getireceğim.” Der.

Baytar Muhammed Nuri de: “O halde buyurunuz” der ve Jandarmalar tepeden tırnağa üstelerini ararlar ve bir miktar para ile 173 adet yazılı evrak ve üzerlerinde bulunan iki adet tabanca teslim alınır. O akşam Yellice Nahiye Merkezinde tutulur ve ertesi günü Kangal merkeze götürülerek ceza evine konurken burada Baş Kâtip, Kaymamak ve Jandarma Kumandanında oluşan bir heyet üzerlerinde çıkan evrakları incelerken, Baytar Muhammed Nuri’ye de sorulan sorulara Vali Süleyman Sami Beyi tatmin edici cevaplar verdiği taktirde telefon başında beklemekte olan Süleyman Sami Beyin tahliyelerini emredeceğini söylerler. Baytar Muhammed Nuri de “rahatsızım ifade veremeyeceğim” der.

Karlı ve fırtınalı bir gün olan ertesi günü Sivas’a varırlar ve Jandarma Alay Kumandanının huzuruna çıkarırlar. Kumandan Sıtkı Bey hükümeti haberdar etmeksizin Elaziz ‘den ayrılmanızın hata olduğunu söylerken Baytar Muhammed Nuri’nin oturması için yer gösterirken kahve ısmarlar. Ve yanlarında bulunan evraklarıyla beraber tutukluları Savcılığa gönderir.

Savcı Gani Bey ifadeleri alınıncaya kadar kimseyle görüştürmemeleri için ayrı bir yere konmalarını emreder.

Ertesi günü Polis Müdürü, bir Baş Kâtip ve Savcı Gani Bey Polis Müdürünün odasında “artık onların gelmesine gerek kalmadı” diyerek odadan ayrılır Savcı Gani Bey.

Savcı Gani Beyin odadan ayrılır, ayrılmaz Polis Müdürü Baytar Muhammed Nuri’ye “Karga Bülbül Olmaz” cümlesinin ne anlama geldiğini sorar ve “Rica ederim Baytar Muhammed Nuri Bey kendinizi bu kadar saf göstermeyiniz, siz bir komitacısınız 1920 yılında Sivas’ta çıkan yerli (…) gazeteden Dersimli Baytar Muhammed Nuri aşiretler arasında” Cihangir Çetesi” adlı bir girişim kurmaktadır, diyen yayınlar o zamanlar hakkınızdan sürdürülen soruşturmaları doğrulamaktadır.” Der ve Baytar Muhammed Nuri de “Sizin benim hakkımdaki düşüncelerinizi değiştiremem ne gerekiyorsa onu yapınız.” Diye cevap verirken, Polis Müdür sözlerine devamla “Dersimlilerde asalete, familyaya, şahsiyete aşırı derecede bağlılık var, bu nedenle Cumhuriyet Rejiminin aleyhindedirler, Egemenlik hanedanına bağlı oldukları için Cumhuriyet rejimini imhaya çalışıyorlar, derken söze Baytar Muhammed Nuri karışır ve “hayır Dersimliler egemenlik hanedanına hiç de bağlı değiller, çünkü bu hanedanların kötü yönetimi yüzünden pek çok haksızlıklara uğradılar.” Der. Polis Müdürü yeniden sorar: “Siz geldiğiniz yol üzerinde bir gence el yazınızla Dersimlilere ait bir şiir verdiniz mi?” Baytar Muhammed Nuri de “evet ben bunu iyi niyetle yazdım ve gence verdim.” Der.

Sözleri Alişer’i ait olduğu bilinen şiir.



Gönül gel gezelim Dersim dağını.

Ne hoş memlekettir Eli Dersim’in.

Seyran eyleyelim Sultan Bağını.

Ne hoş çiçekler var gülü Dersim’in.



Nice padişahlar geldi cihana

Bunu almak için düştü gümana

Her biri bir çeşit attı bir yana

Kesilmedi kolu kılı Dersim’in



Aslanlar yurdudur tilkiler girmez

Gerçekler sırrıdır akıllar ermez

Kürdistan gülüdür zalimler dermez

Onlara bağlıdır yolu Dersim’in



Kürdistan eline kim ki bulaşır

İmdada kavuşur hemen ulaşır

Coşa gelip şimşek gibi sataşır

Etrafları yıkar seli Dersim’in



Kahramanı çoktur kılıç takınır

Bütün Kürdistan’a yardım dokunur

Havariçler yedi devlet sakınır

Allah’tandır kavi deli Dersim’in



Aşayiri cömert hakkın rahna

Munzur dağı durmuş kıblegahına

Tujuk dağı derler onun şahına

Atılır topları beli Dersim’in



Takinin Türk Ahmet cedidi alası

Seldan Şıh Hasan ondan binası

Şükür, hakka geçmiş onun duası

Cümleye üstündür eli Dersim’in

                                             ALİŞER

Bu arada ceza evinde tutuklu bulunan Baytar Muhammed Nuri’yi yeniden sorgulamak üzere Savcı Gani Bey çağırtır. Ceza evi Müdürü Fehmi Bey’in nezaretinden sorguya giderken havaların çok soğuduğunu söyleyen Baytar Muhammed Nuri’ye cevaben söylenen Fehmi Bey “Yürü- yürü! Artık hiçbir şey bırakmadın da Allah’ın işine de karışmaya başladın.” Der.

Baytar Muhammed Nuri’nin Sorgusunu yapan Savcı Gani Bey bundan sonra sorguya getirilirken ellerinin kelepçelenmemesi hapishane müdürüne emrederken, Jandarmalar odadan dışarı çıkartılır ve Gani Bey samimi bir şekilde Elaziz ‘deki çiftliğinizden araştırma yapıldığını ve bazı silah ve önemli kağıtlar elde edildiğini, Sivas’ta yapılan aramada üstünüzde çıkan kağıtlar incelendikten sonra Elaziz’e gönderileceğini ve İç İşleri Bakanlığı’ndan acele bilgi istendiğini Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye söyler.

Sivas’taki incelemeden sonra Elaziz’e gönderilen Baytar Muhammed Nuri Dersimi Elaziz Vali Muavinin huzurunda Savcılıkta soruşturma başlar ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin Çiftliğinden elde edilen bazı kağıtlar ve hatta öğrenciliği zamanında babasının İstanbul’a gönderdiği mektuplarda gecen bazı sözler hakkında sorguya çekilirken, “Hoybun Cemiyeti” mensuplarıyla, Oğki Ağası Necip hakkında sorulan birçok sorulara muhatap olduktan sonra tutulan tutanak Dahiliye Vekaletine ve Savcılığa gönderilir.

Bu arada Umumi Müfettişlik, Seyid Rıza’yı yatıştırmak amacıyla yapıldığı söylenen Savcılığı bildirdiği gizli bir talimatla işe kanuni bir işlem ve tören yapılmış görüntüsü verilerek, verilen Berat kararıyla birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin serbest bırakılmasını emretmiş ve bu durum şu telgrafla Dersimlilere bildirilir.

Elaziz-Sivas-Kangal arasında aşiretlerle görüşerek memleket aleyhinde propaganda yapmak keyfiyetinden maznun (zan altında) Dersimli Baytar Muhammed Nuri hakkında yapılan tahkikat neticesinde bir güne delail (kanıt) elde edilemeyecek takibata mahal olmadığına karar verildi.

30 Kasım 1931                                                      ELAZİZ SAVCIS



1932 yılı ortalarına doğru Dersim’de yeniden ayaklanma faaliyetleri başlamış olduğundan Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ankara’ya gider, orada Ziraat Vekaletine başvurur hakkında kaldırılan idam kararının bir suretini ekleyerek, mesleğiyle ilgili bir göreve tayinen atanmasını isterken, Devlet şurasına da aynı şekilde başvurur. Fakat Elaziz ’den bazı gençler:

İsmet Paşa Hazretleri’ne

                             Ankara



1-Ben asıl Dersimli olup Kürtlük ve Kürtçülük gaye ve maksatlarını yükselmek, kısır Kürtlük fikrini desteklemek emeliyle, Kürt karıştırıcılarından Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin milli kuvvetlerimizin ilk teşekkül ve faaliyeti devrelerinde sahip olduğu Türk üniformasını yerlere atarak kalbinde saklı olan Kürtlük hissiyatını ortaya koyduğu, Koçgiri’yi ayaklanmaya teşvike muvaffak olduktan sonra ayaklanmanın da başına geçtiği ve o sırada Türklere yaptığı hakaret malumu devletleridir. Milli kuvvetlerimizin cihana izhar eylediği kuvvet, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bütün amalini kırmış ve mahvetmiş bulunduğundan, firar etmeyi başaran adı geçen kişi, Dersim’de gizlenerek Kürtlere Türklük aleyhinde telkinat ve teşvikatta bulunmakta asla vaz geçmemiştir.

2-Büyük Savaş’ta Sivas havalisinde mıntıka baytarı bulunduğu sırada, intikam maksadıyla Türkler ’in birçok hastalıksız hayvanını katletmek suçundan da Ağır Ceza mahkemesince beş sene müddetle hapse mahkûm olmuş ve işbu kararın infazından kurtulabilmiştir.

3- Birinci maddede arz olunan ihaneti vataniye cürmünden dahi devletten hizmetinden ebediyen ihraç ve sureti katiyede idama mahkûm edilen adı geçen kişi, genç cumhuriyetimizin cömert imkanlarından istifade ederek, affa mazhar olmuş ve Elaziz ’in Holvenk köyüne iskân edilmiştir. Fakat kısır fikirlerini terk etmemiş ve Türklüğe asla bağlı kalmamıştır.

Resmi sıfatla Türklere daha fazla hakaret ve ihanet yolunu temine muvaffak olan adı geçen kişi kesinleşmiş birkaç türlü ağır suçun sahibi bulunduğu halde, yine vazife ve baytarlık almak üzere tarihten bir hafta önce Ankara’ya gelmiştir. İhanetinden başka Türklüğe ve Türklere hiçbir menfaat ve yakınlığı olmayan böylesi bir şahsın genç devletimizin hizmetinde kullanılamayacağına kesin olarak bildiğimiz için durumu muhterem paşamıza arz eyleriz efendim.

                                                                                          Elaziz ‘den 

                                       Müdür ve Kömürcü kariyerlerinden çiftçi                                                                                                                                                                                

                                                               Ve öz Türk Gençler namına

                                                                                         Nafi ve Avni



İsmet Paşa’ya gönderdikleri ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi hakkında şikayet dilekçesi ile Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bölgede bazı ailelerin hayvanlarına tedavi maksadıyla zararlar verdiğine dair ihbarda bulunmuşlar ve İsmet Paşa’da kendisine yapılan bu ihbarı şikayet konusu ile ilgili gördüğü ve gerekli araştırma ve incelemelerin yapılabilmesi için Ziraat Vekaletine verilmek üzere Devlet Şurasına göndermiş ve

T.C. Şurayı Devlet Deavi D.H.H.

No: 32.504

Karar 872

                                        TÜRK MİLLETİ NAMINA

Kazaya memur Şurayı Devlet Deavi Dairesi H. Tarafından icabı müzekkere olundu. Biltetkik: Hakkındaki ilam münderecatına nazaran, gıyaben verilen kararın her nasılsa uzun müddet kendine tebliğ edilmeyerek bilahare vaki olan müracaatında yapılan tebligat üzerine söz konusu karara itirazı üzerine mahkemece kanunen tetkikine gidildiği ve kadar ki, aradan geçen müddet müruru zaman süresini doldurmasına neden olduğundan hukuku amme davasının sukutu kararıyla neticelendiği anlaşılan anlaşılmış ve mahkemece meselenin vicahen tetkikine girişilmesi, kararı gıyabinin ortadan kaldırılması demek olduğu cihetle mahkûmiyet kararının mevcudiyetini iddia kabil olmayacağı tabii bulunmuş ise de, hakkındaki ihbarı ahire nazaran memuriyette istihdamını mani ahvali, sairesi bulunup bulunmadığının tetkikiyle ona göre kanun dairesinde muamele ifası Ziraat Vekâlet’inin cümlei salahiyetinden bulunduğuna 26.7.1932 tarihinde ittifakla karar verildi.

Diye verdikleri kararlarını ilgili kişi ve kurumlara gönderirler.

Bir aralar Seyid Rıza’nın oğlu Şıh Hasan Elaziz’e getirilir bir süre burada tutuklu kaldıktan sonra Diyarbakır’a nakledilir, Seyid Rıza’nın bu olaya kayıtsız kalması soncu oğlu Şıh Hasan serbest bırakılırken Vali Fahri bölgeyi Jandarma kuvvetleriyle takviye ederek, Mutasarrıf ve Kaymakamlıklar da önemli tedbirler alıp Dersimlileri hükümete itaat etmeye, silahlarını ve Koçkiri “Kürt Fedailerini” devletin kolluk kuvvetlerine teslim etmeye aşiretleri zorlamaya başlar ve Elaziz Belediye ve Halk evleri salonlarında bu konuları anlatan nutuklar verirken, Dersim halkı bu nutuklara hiç aldırış etmeden yapılan çalışmaları karşılarken Vali Fahri bizzat Çemişgezek, Hozat ve Mazgirt merkezlerine giderek aşiret liderleriyle birer birer görüşürken; Dersimde bulunan “Kürt Fedai Birlikleri” hükümet kuvvetlerinin bulunduğu bazı yerleşkelere ve karakollara, nahiye merkezlerine sık sık saldırılar düzenleyerek zararlar vermeye başlamış olurlar.

Seyid Rıza bölgede gelişen bu olayların bütün sorumluluğu Deli Fahri’ye ait olduğuna dair şikâyet telgrafları yağdırır ve İsmet İnönü bizzat Elaziz’e gelip incelemeler yapmış Çemişgezek eşrafını hükümet sarayına toplayarak Vali Fahri ve Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin yaptıklarından memnun olmadığını bunları Elaziz ve Çemişgezek eşrafına bildirdikten sonra, İsmet İnönü Elaziz Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü’nün de Vali Fahri’den memnun olmadığını da fark etmiş olarak Ankara’ya döner.

Elaziz Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü’nün Vali Fahri ile arasının iyi olmaması sebebiyle Vali Fahri, Elaziz Merkezi terk ederek Mazgirt Kaymakamlığını kendisine karargâh yapar ve buradan Dersimi yönetmeye başlar, bu arada Yusufan Aşiret lideri Kanber Ağa’yı yakalayarak Mazgirt’e getirmek için 120 süvari Jandarmadan oluşan bir kuvvetle aşireti abluka ederek silahlarının alınması ve bu birliğin kumandanı vasıtasıyla Deli Fahri’ye alaylı bir selam göndermesi Vali Fahri’ye iyiden iyiye çileden çıkarma ve bu nedenle aşiret lideri Kamber Ağa’yı bizzat kendisinin yakalayacağını elindeki tabancamla öldüreceğim diye yemin etmesine ve yanında bulunan şehrin ileri gelenlerin yanında haykırmasına yeterken, derhal Elaziz deki Jandarma alay kuvvetlerini Mazgirt’e getirtir.

Vali Fahri’nin bizzat kumanda ettiği bu kuvvetle Mazgirt’ten hareketle Paksuyu önüne geldiklerinde, Yusufan aşiretinin burada toplanmış ve mevzi almış olduğunu görünce, aşiret lideri Kanber ve Yusuf Ağalara barışçı yollarla görüşme yapmayı teklif eder.

Bu teklife karşılık aşiret liderleri Vali Fahri’ye mahiyetindeki bütün kuvvetleriyle birlikte kayıtsız şartsız aşirete teslim olmasını ilk önce silahların ve alay teçhizatını aşirete bıraktıktan sonra görüşmenin yapılabileceğini, aksi takdirde kendinin ve komuta ettiği askeri alayının mahvedileceğini bildirirler.

Aşiret liderlerinin Vali Fahri’ye gönderdikleri bu habere çok üzülerek sinirlenen Fahri Bey “beyin kanaması” geçirerek felç olmuş Elaziz ‘den istenen sağlık heyeti yanlarına vardıklarında valiyi ölmüş bulurlar ve mahiyetindeki askeri alayı Mazgirt’e çekilmek zorunda kalır.

Fahri Beyin ölümünden sonra Elaziz’e Van Valisi Mithat getirilirken Fırka Kumandanlığını Hüseyin Hüsnü’de bir başka tarafa nakledilirken Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali de Dersimdeki çalışmalarından ve istenen sonuçları alamaması nedeniyle Umumi Müfettişlikten çekilerek, Ankara’ya mebus olarak dönmek zorunda kalır.

Dersim’deki bu çatışmaların bir türlü durdurulamaması ve bu Dersim işinin bir “iç bağımsızlık savaşı “niteliğinde önemli bir sorun olduğu ve Birinci Umumi Müfettişliğe bazı önemli askere şahsiyetlerin getirilmesi de istenen başarının sağlanmasına yetmediği için Ankara merkezi hükümetince ciddiyetiyle tanınan Sivas valisi Vehbi Birinci Umumi Müfettişlik görevine atanır.

Dersime karşı alınan tüm önlemler hükümetçe istenen sonuca ulaşamaması soncu 1935 te Gazi Mustafa Kemal’in önerisi üzerine Dersim meselesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin özel olarak gündemine alınmış gizli ve açık olmak üzere tartışmaların yapıldığı basından yayınlanmaya başlamış, Dersim hakkında yapılan hemen hemen her  tartışma ’ya Gazi Mustafa Kemal’in de katıldığı Dersimlilerce konuşulur olmuşken nihayet Dersim tartışmalarının sona erdiğini, mahkemelerce verilen  “ölüm cezalarının başka cezalara dönüştürüldüğünü aldıkları diğer cezaların genellikle ertelendiğini ve Türkiye Büyük Millet Meclisi kararlarının Dersim’de uygulanması en geniş yetkilerle donatılmış bir Kumandanın tayinine” dair resmi bir bildiri yayınlıyor. Bu olağanüstü Kumandanlık’a Abdullah Alpdoğan tayin edilmiş olarak eski görevlilerin tümü bölgeden uzaklaştırılmış olurlar.

Ankara Merkezi hükümetine karşı 1925 yılında Şeyh Sait’in yönettiği Şeriatçı Bağımsız Kürdistan talepli silahlı ayaklanmalı ve ayrılıkçı isyanları, Ankara merkezi hükümet emrindeki ordu kuvvetleriyle bastırılması, bunların liderlerinin idam edilmesi ve bu olaya karışan diğer liderler ile aşiret mensuplarının bulundukları yerlerde alınarak Batı vilayetlerine sürülmesine başlanılması üzerine Ağrı Dağına sığınan Celali, Hasanan, Cibran ve Heydaran aşiretlerriyle, bu aşiretlerin başında bulunan önderler, Celali Berko’nun liderliğinde 1926 yılında önemli bir ayaklanma merkezi kurulurken bu ayaklanmaya daha önceki ayaklanmalara katılmış ve sıkışınca Irak’a kaçarak oraya sığınarak iltica etmiş İhsan Nuri Hoybun Kürt Cemiyeti’nin Askeri Delegesi sıfatıyla Iraktan gelerek yeni kurulan bu ayaklanma merkezinden temsilci olarak katılır.

İyi bir örgütleyici olan İhsan Nuri, Ağrı bölgesinde Celali aşiret lideri İbrahim-e Hasik-e Telli adıyla ünlü İbrahim Paşa’nın silahlı guruplarını düzenleyip, eğiterek ve Ağrı (Ağırı: Kürtçe ağrılı- ağrıyor demektir) isimli birde haftalık Kürtçe gazete ’yi 1927 yılından itibaren çıkararak, Askeri ve İdari bakımdan düzenli bir Kürt yönetiminin esaslarını oluşturarak yayınlamaktadır.

Ağrıda oluşturulan bu yeni ayrılıkçı Kürt grupları Ankara merkezi hükümeti kontrolünde bulunan mıntıkalara silahlı saldırılar yaparak kendi egemenlik alanlarını biraz daha genişletmeye çalışırlarken Ankara Merkezi hükümetine bağlı bölgedeki yetkililer silahlı Kürt gruplarını yöneten İhsan Nuri’yle barışçı yollarla görüşerek anlaşma girişimlerinde bulunurlar.

Barışçı yollarla anlaşma teklifi yapılan İhsan Nuri anlaşma için ilk şart olarak, Anadolu’ya sürgün edilmiş olan Kürtlerin yerlerine iade edilmesini, mal varlıklarının kendilerine geri verilmesini ister bu istekleri Dersim, Sason ve Çavakçur’daki Kürt ayaklanmalarına katılan aşiretlerde destekleyip istedikleri için de Ankara Merkezi Hükümeti Türkiye Büyük Millet Meçlisinde geçirerek 1928 yılında yerine getirir.

Fakat Ankara Merkezi Hükümetinin çıkardığı bu kanunla silahlı ayaklanmaya katılan aşiretleri oyalayacağı ve Başlayan Kürt Bağımsızlık hareketini yok etmek için öldürücü son darbeyi hazırlamak için hazırlanmış bir ateşkes olduğu fikriyle ve Kürtleri yok etmek için zaman kazanmaya yönelik bir faaliyet olarak yorumlayan Hoybun Cemiyeti yeni ayaklanma ve çatışmalar çıkarmak üzere var gücüyle çalışmalarına devam eder.

1928 de çıkartılan bu yasa ile Batı vilayetlerinden aşiret liderlerinden Diyarbakırlı Cemil paşazadelerden Kadri, Ekrem, Mehmet Bedri; Argın (Ergani) Madenin’de Doktor Ahmet Nazif ve kardeşi Nurettin Zaza, Elaziz vilayetinden Arif Abbas ve daha birçok Kürt aşiret lider ve mensupları daha aktif çalışabilmek için Anadolu’da Ankara Hükümet merkezine bağlı topraklardan ayrılarak 29 Mart 1929 da Suriye’ye geçmiş ve silahlı Kürt ayaklanması için örgütleme yapan Hoybun Cemiyetine katılırlar.

Ağrıda başlatılan silahlı Kürt ayaklanmasını yurt içerisinden kontrol altına almaya çalışan Ankara merkezi hükümetine bağlı kuvvetler Suriye topraklarından örgütlü silahlı gruplar halinde Türkiye Cumhuriyeti’ne ait topraklarda Ankara hükümetine karşı faaliyet gösteren silahlı “Kürt Hoybun Cemiyeti” mensuplarını arkadan çevirip bulundukları yerlerde etkisiz kılmak için İran hükümetiyle bir sınır anlaşması düzenleyerek Ağrı Dağlarının Doğu ve Kuzey bölgelerini bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti egemenliğine alır.

Anadolu’da silahlı Kürt ayrılıkçı ve Şeriatçı ayaklanmalara katılan Kürt aşiretlerini İngilizlerin yönlendirdiğine inan Anadolu’nun Kuzey Doğusu ve Doğusunda bulunan komşu devletlerin bu tur isyanlarla ayaklanan silahlı guruplara olan desteğini kesmeyi başarırlar.

Ve böylece 1930 yılında Ağrı Kürt ayaklanma bölgesine, Askeri araç ve gereçlerle donatılmış kuvvetlerle saldırıya başlarken Suriye-Türkiye sınırında bulunan Hoybun Cemiyeti merkezi silahlı örgüt mensuplarını Türkiye sınırı boyunca harekete geçirir ve bu silahlı Kürt gruplarının bir kısmı Türkiye sınırları içlerine girer Mardin ve Midyat Dağlarında, bir kısmı da Suruç ovasında Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu kuvvetlerini üzerlerine çekerlerse de başarılı olamazlar ve büyük bir kısmı çatışma alanında öldürülürlerken, sağ kurtulanların komşu ülkelere sığınma talepleri de ret edilerek sonuç vermez ve sağ kalanlar da çatışma alanında bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı ordu kuvvetleri komutanlıklarına teslim olurlar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Ankara Merkezi Hükümeti tanımayıp bağımsızlık talepleriyle ayaklanan ve çatışmalar sonucu yenilerek Irak-Suriye-Mısır’a kaçarak sığınan Kürt aşiret liderleri ile Kürtler arasında liderlik yapan aşiret mensubu ve ileri gelenleri daha önceleri gizli örgüt şeklinde faaliyet gösterdikleri İstiklal ve Özgürlük çalışmalarına: 1927 yılında “HOYBUN”(Hoybun: Kürtçe: İstiklal-Özgürlük denektir) adında bir cemiyet kurup ilk kongresini de Ağustos 1927 de Lübnan’da Bihamdun merkezinde toplar ve bu kongreye Ermeni Taşnak Cemiyeti lideri Vanlı Vahan Papazyan (Goms) da katılır.

Hoybun Cemiyeti: Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürdistan olarak bilinen bazı yerlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde kaldığını ve Kürdistan olarak bildikleri yerleri kurtarmayı hedeflerken daha önceleri yaratılan Ermeni- Kürt ayrımının yok edilmesi için, Ermeni Taşnak Cemiyeti’yle iş birliği yapmayı gerekli görür fakat bu zorunlu ittifak Sovyetler Birliği Hükümetlerinde ters tepkiye neden olur.

Çünkü Ermeni Taşnak Partisi, Sovyet rejimine karşı olup, Batılı devletler lehine çalışmaktaydı. Bu nedenle bu partinin birçok önderi Erivan’dan kovulurken, Ermeni Taşnak Partisiyle ittifak kurmuş olan “Kürt Hoybun Cemiyeti’nin” etkisiyle gelişen Kürdistan olayının bir İngiliz teşviki olduğuna dair çıkartılan Türkiye Cumhuriyeti Devleti iddiasına Sovyetler Birliği tarafından doğru tespit edilmiş bir durum olduğu kabul edilerek gelişmekte olan Kürdistan olayların hiç birinde Kürtlere ilgi gösterilmemiş olup, zaten Yedi düvele karşı verilen Bağımsızlık Savaşı sırasında Türkleri ve Ankara Merkezi Hükümetini Batı Emperyalizminin etkisinde kurtarmak için o sıralarda Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında dostluk antlaşmaları da yapılarak karşılıklı çıkarlar gözetilmeye başlanmış olur.

Hatta 1928 yılında Ermeni Taşnak Cemiyeti’nin Ağrı Kürt harekâtına yardım amacıyla Tebriz’den temsilci olarak gönderilmiş olduğu Elaşgirt’li Ardeşes, Ağrının Iğdır yöresinde askeri malzeme sağlanacağı vadiyle Sovyet askeri kumandanı tarafından yakalanmış Erivan’a ve oradan da Tiflis’e gönderilir, fakat daha sonraları öldürülmüş olduğu haberi alınır.

Diğer taraftan İngiliz ve Fransız hükümetleri; bir taraftan Musul Petrolleri, diğer taraftan Fransızlar ile Türkiye Cumhuriyeti arasında henüz çözümlenememiş Suriye sınırları anlaşmazlıkların kendi çıkarları doğrultusunda sonuçlanması için Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı “Kürt Hoybun Cemiyeti’nin” faaliyetlerini kullanmışlarsa da Kürtlere fiili bir yardım yapmaktan çekinmişler ve Türkiye Cumhuriyetiyle olan sorunlarını kendi çıkarlarına uygun olarak çözdüklerinde ise “Kürt Hoybun” hareketlerine de engel olmuşlardı.

Özet olarak anlatılan bu nedenlerle 1939 yılına kadar faal bir halde bulunan “Hoybun” hareketi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kürtlere karşı yaptıkları faaliyetleri medeni dünyaya bildirecek birçok yayında bulunduktan sonra, kendileri de gelişen dünya siyasetine uyarak ayrılıkçı faaliyetlerine son vermek zorunda kalmış olurlar.

AĞRI ÇATIŞMALARI VE 1930 DERSİM

Fakat: 1925-1926 dan beri Ağrı’da toplanmış olan ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin faaliyetleri 1930 yılı başlarından daha fazla şiddetlenmiş olarak bütün Kürdistanı içine alacak şekilde yayıldığını Dersimli Seyid Rıza’ya bildiren Baytar Muhammed Nuri Dersimi bu hareketin desteklenmesi gerektiğinin zorunlu olduğunu bildirir ve bunun üzerine Seyid Rıza ve Kecalan aşiretleri 1930 yılı İlk baharında silahlı olarak ayaklanır Erzincan ve Erzurum mıntıkalarında bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devletine bağlı Ordu kuvvetlerine şiddetli saldırıya başlar. Seyid Rıza’nın başlattığı bu ayaklanma günden güne yayılarak genişlemeye başlar ve ordu birliklerini zorlamaya başlamış ve korkunç sonuçlara neden olmuşlar.

Bu gelişmeler nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümet yetkilileri Mareşal Fevzi Paşa’yı bu çatışmalı bölgeye gönderirken Mareşal Fevzi Paşa’ya bağlı ordu birliklerinin asıl görevinin gizli tutulduğu halk arasında yayılırken, gelen ordu birliğinin asıl görevinin yıllardan beri asker ve vergi vermekten kaçınan Pülümür İlçesinin Danziğ, Aşkirek ve Harsi köyleri ve civarı halkını yasalara boyun eğmeğe zorlamak amacıyla geldikleri ileri sürülür ve bu gelişmeler sürerken de üçüncü Ordu’nun da hareket emri almış olması, Kurmay Başkanı Albay Rüştü’nün harekatı yönetmekte görevlendirildiği aşiretlerin bulundukları bölgede yaptıkları araştırma ve gözlemlerini aşiretler arasındaki istihbarat faaliyetlerince birbirlerine iletilerek durum değerlendirilmesi yapılarak konuşuluyor.

Albay Rüştü: on piyade taburuyla on beş top, beş-on uçak ve civar vilayetlerin genel Jandarma kuvvetlerini harekete geçirmiş olarak maddi olarak da birçok fedakarlıklara katlanarak, Erzincan ve Erzurum çevrelerinde Dersimin coğrafi yapısını bilen Kürtlerden kurulu silahlı milis taburları da oluştururmuş ve bunların öncülüğünden Dersim’e saldırı başlatılır.

20.10.1930 tarihinde Dersim’in Doğu yamaçları üzerine hücum uçuşu yapan bir uçak filosu üzerine ayaklananmış silahlı Dersim gruplarınca yapılan savunma ateşi sonunda uçaklardan birisi düşürülmüş ve diğerleri bölgede sürdürülen bu uçuşlardan çekilirlerken Seyid Rıza; Batı Dersim’den Pülümür aşiretlerine yüklü miktarda silah cephane, araç-gereç göndermiş ve Briman, Heyderan, Demenan aşiretleri de çatışan aşiretlerin yardımına yetişerek Hükümet kuvvetleriyle işbirliği yapmış silahlı Kürt guruplarına saldırarak önemli zararlar verirler ve Hükümet kuvvetleriyle işbirliği yapan bu silahlı Kürt kuvvetler Dersime giremezken, Silahlı Dersim gruplarıysa Erzincan üzerinde yaptıkları saldırılarda Hükümete bağlı Ordu birliklerini kuşatır ve imha ederek cıvar köylerden de bulunan silah ve benzer teçhizatlar ile ihtiyaçları olan iaşeleri de yanlarına alarak Dersim’e dönerler. Başardıkları bu iş nedeniyle Balan, Lolan ve Karsan aşiretleri de hücuma geçmiş olarak Erzincan’ı tehdide başlamışlar. Dersimliler

Merk gediği dedikleri yerde çok fazla silahlı grupları ve gerekli miktarda silah ve cephane yığınağı bıraktıktan sonra, Esir aldıkları Pülümür Kaymakamı vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine Bağlı ordu komutanlarına bir ültimatom göndererek teslim olmalarını isterlerken, Ordu kumandanı Rüştü aldığı yeni takviye kuvvetleriyle harekete geçer ve Erzincan’a komşu olan Abbasan Aşireti’ne bağlı köyleri çembere alıp kuşatır.

27.10.1930 da Silahlı Dersim gurupları Hükümet kuvvetlerine karşı saldırıya geçmiş önemli zayiatlar vererek on birinci tabur kumandanı Sırrı komutan teçhizatıyla teslim alınmış olduğu andan itibaren Albay Rüştü de emrindeki ordusunu dinlendirmek için çatışma mıntıkasının dışına çeker.

Ağrı çatışmalarından geri dönenmekte olan Üçüncü Fırka Kumandanı Ömer Halis Paşa 7.11.1930 da Albay Rüştü komutasındaki kuvvetlerle birleşerek, Dersime karşı saldırı başlatır ancak istenen sonuç alınamadan geri çekilirler.

1930 lu yılların ortalarına doğru Dünya’nın gidişi ikinci bir Dünya Savaşı’nın çıkacağını hissettirirken. Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Devletini yöneten Hükümetlerin devlet yönetirken en önemeli sorunları iç problemler yaratan “Kürdistan Meselesi” olarak sürekli çıkarılan iç çatışmalar ve iç isyanlarla uğraşmaktır. Devletin bu çatışmalara zaman-zaman askeri müdahale, zaman zaman konuşarak, görüşerek yatıştırılan ayrılıkçı silahlanmış aşiret yada silahlı grupların bulunduğu mıntıkaları yatıştırsa da, asırlardır ülkeyi yöneten hükümetlere boyun eğmemiş olan Dersim bölgesi nüfus yoğunluğunu korudukça, yeni bir dünya savaşının çıkması halinde, ülkeye karşı büyük bir tehlike oluşturacağı, genel bir dünya kargaşası ve bunun sonucu yeniden bağımsızlık isteğinden bulunabilir, yahut yabancı ülkelerin kışkırtmalarına alet olabilir ve Türkiye Devletinin sınırları dışında kurulan Kürtlerin Bağımsızlığını isteyen Kürt Siyasi Partilerine us olabilirdi.

Bu nedenle 1936 yılında Türkiye Büyük Millet Meçlisinin ilk yasama döneminde bir konuşma yapan Gazi Mustafa Kemal: “İç işlerimizden en önemli bir şey varsa, oda Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu husustan en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” Der ve bu konuda önerilen kanun teklifi nerede ise Millet Vekillerinin tamamına yakın oylarıyla onaylanarak kabul edilir.

Onaylanarak yayınlanan bu kanunda Dersim Bölgesi Valiliği adıyla idari bir oluşum yaratılarak bu oluşumun başına geçecek kişiye orduyu gerekli gördüğü zamanda harekete geçirme, mahkeme kararlarını uygulama veya yeni yasalar hazırlayıp yürürlüğe girmesini ve yürürlükten kaldırma veya değiştirme ve uygulamasını erteleme yetkisinin sağlanmasını veriyor olarak yapılacak çalışmalar yasallaştırılır.

Türkiye Büyük Millet Meçlisinde çıkarılan bu geniş yasa yetkilerini uygulama işi, daha önceleri Dersimde görev yapmış ve sonraları geri çağrılan Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı olan General Abdullah Aldoğan Dersim’e Vali ve Kumandan olarak atanır.

Bu konuda gerekli araştırma-soruşturma yapılarak Dersimde bir Merkez kurmak sakıncalı görülür ve Elaziz Merkezinde Dersim Valiliği adıyla bir girişim merkezi şebekesi kurulur ve bölgedeki mezralarda birçok özel bina devlet tarafından kullanılmak üzere kiralanır. Ve oluşturulan bu girişimlerin şubeleri olarak: Askeri Müşavirlik, Özel Kurmay, Mektupçuluk, Bir reis ve iki üyeden oluşan Askeri Mahkeme, Adliye Müşavirliği, Maliye Müşavirliği, İstihbarat Müşavirliği.

Bunların dışında General Abdullah Aldoğan’a ikinci bir görev olarak da Mıntıkası Elaziz vilayeti, Dersim Vilayeti, Çamakscür (bu günkü Bingöl) vilayeti olan Üçüncü Umumi Müfettişliği diye bir başka görev daha verilmiş olur.

Böylece General Abdullah Alpdoğan: Hem üçüncü umumi müfettişi hem Dersim umumi kumandanı hem de Dersim valisi olarak çıkartılan bu yeni yasayla üç vilayeti idare etme yönetme ve kumanda etme yetkisiyle görevlendirilmiş olur.

General Abdullah Alpdoğan görev yeri olan Elaziz’e ilk defa girerken, kendisini karşılamak için istasyona kadar giden kişiler arasında Baytar Muhammed Nuri Dersimi de bulunur ve O mahiyetiyle birlikte özel vagonunda inerken, askeri üniformasını giymiş vaziyette, kendisini alkışlayan halka Güleryüz göstermeden sert bir selam vererek otomobiline bindiği halk arasında konuşulur. “Kendisinde bir düşman memleketine giren bir fatih azameti ve gururu vardı.” Diye anlatır.

General Alpdoğan göreve başlar başlamaz bir bildiriyle Dersim, Elaziz ve Bingöl vilayetlerinin sınırları içinde bulunan mıntıkaların Sıkıyönetim bölgesi olduğu ’nu ve bütün halka alınan ve kendilerine duyurulun tedbirlere uymayı ilanen duyururken, alınan tedbirlerle içerisinden de Dersim adının, Tunceli olarak değiştirildiğini bildirir.

Bir başka bildiride de Çemişgezek’in isminin Amutka, Ovacık’ın isminin Burnak ve Hozat isminin Karaoğlu ve Mazgirt ilçesinin Mamıkan merkezinde birer askeri kışla ve bu kışlaları biri birine bağlayacak birçok askeri binanın Karakol yapılacağı halka açıklamış oluyor.

Akabinde bu karakol binalarının müteahhitliğini alan Dersimli askeri kaymakam emeklisi Hıdır ve Palulu Abdurrahman isimli müteahhitlere civarda oturan halktan ters bir tepki olmuyor, yapılan bu binaları ciddiye bile almıyorlardı.

Fakat Dersimli aşiret liderleri toplantılar yapmalarına rağmen ortak bir çalışma planı üzerinde karar alamadıkları için de ortak bir anlaşma sağlanamıyor, bu duruma daha çok aşiretler arasında eskiden beri var olan anlaşmazlıklar neden olurken ancak geçmişte birbirileriyle dost olan aşiretler arasında ittifaklar kurulabiliyor.

Başta Seyit Rıza olduğu halde, Abasane Jorin aşireti, Ferhadan aşireti, Karabalyan aşiretleriyle, Bahtiyar, Yusufan, Demenan, Heyderan ve kısmen ’de Kalan aşiretleri kuvvetli ve sıkı bir ittifak kurabilmişler.

Ovacık, Ğoçan, Şemkan, Mazgirt, Plümer ve Nazmiye mıntıkaları aşiretleri tamamen tarafsız ve yalnız kendilerini savunmaya, Hozat aşiretleriyse hükümete teslim olmaya karar vermiş olarak Elaziz’e gelerek General Abdullah Alpdoğan’a görüşür ve hükümetin bu teklifini kabul ettiklerini bildirirlerken, General Abdullah Alpdoğan da kendisi için önemli olan Seyid Rıza’nın Elaziz’e gelmesi olduğunu ve bu konuda da Müteahhit Hıdır’a bir taraftan kışla binalarının inşaatının yapılması görevi verilirken diğer taraftan da Seyid Rıza’yı Elaziz’e getirme görevi verdiğini anlatır.

Müteahhit Hıdır aldığı görev gereği tekrar Dersim’e gelir ve Seyid Rıza’yı ikna ederek Elaziz’e getirir ve Elaziz ’de geçirdiği yirmi dört saat içerisinden sadece Seyid Rıza tek başına olmak üzere, General Abdullah Alpdoğan ile görüştürür.

Bu görüşmeden ayrıldıktan sonra Baytar Muhammet Nuri Dersimi ile bir görüşme yapan Seyid Rıza: Baytar Muhammet Nuri Dersimi ‘ye “General Abdullah Aldoğan’ın Dersim hakkındaki düşüncelerini hiç beğenmediğini, bu yüzden de direnmek gerektiğini, bundan başka hiçbir çare kalmadığını, Ankara Merkez Hükümetine bağlı ordularının Dersimlilerle başa çıkamayacaklarını, fakat her ihtimale karşı, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bir an önce ülke dışına çıkarak Dersimlilerin durumunu büyük ve adil devletlere bildirmesini” ister.

Aradan geçen bir süre sonra, General Abdullah Alpdoğan, Kurmay Binbaşısı ve İstihbarat Başkanı olan Şevket’i Dersim mıntıkasına görevli olarak gönderir ve Kurmay Binbaşı Şevket  önce Hozat ve daha sonra Ovacık merkezine giderek, oradan yanına aldığı bir iki aşiret liderleriyle birlikte Seyid Rıza’nın mıntıkasına gitmek istemişse de, bu ziyareti Seyid Rıza uygun bulmamış ve Kurmay Binbaşı Şevket de daha önceleri kendisine verilen istihbarata göre, Seyid Rıza’nın öteden beri hasmı olan ve arazı meşalesinden aralarında ciddi anlaşmazlıklar bulunan kardeşi Rehber’e misafir olmak üzere Haçili köyüne gideceğini bildirmiş ve Rehber’in gönderdiği muhafızla beraber Haçili’ye gitmek üzere yola çıkar.

Fakat, Rehber ile amcası Seyid Rıza’nın aralarının bozuk olduğunu bilen ve bu görüşme sonrasında amca yeğenin aralarının daha da bozulmasının mümkün olduğunu ön gören Alişer: bu görüşmeyi engellemek için Kurmay Binbaşı Şevket’in yolunu keserek karşısına çıkar. Bu görüşmeyi engellemek ister ama başaramaz ve Kurmay Binbaşı Şevket Rehber’in evinde bir gece misafir kalır ve ertesi günü Seyid Rızanın kardeşinin oğlu Rehber’i Elaziz’e getirir ve General Abdullah Alpdoğan ile görüştürür.

Bu çalışmalardan sonra General Abdullah Alpdoğan bir bildiri yayınlayarak, bütün Dersim aşiretlerinden 200 bin martin tüfeğinin Ankara Merkezi Hükümeti yetkili kıldığı ordu birliklerine teslim edilmesini ve bu sayıya her aşiretin kendi nüfusu oranında katılacağını bildirir.

Kurmay Binbaşı Şevket düzenli olarak Dersimli aşiretler arasında dolaşıyor, hükümetin aldığı bütün tedbirleri Dersim’in iyileştirilmesine yönelik bulunduğunu, Dersimde ıslah edileceklerin, Seyid Rıza ve tarafları olan aşiretler olduğu, diğer aşiretlerde silahsızlaştırıldıktan sonra bulundukları yerlerinde serbest bırakılacaklarını söylüyor.

Bu sıralarda Demenan ve kısmen de Nazmiye aşiretleri, sınırlarında yapılması planlanan askeri karakollara saldırarak henüz tam olarak yerleştirilmeyen binaları tahrip ediyor ve muhafızların silahlarını alıyorlar.

Seyid Rıza ise, General Abdullah Alpdoğan’a; Dersim hakkındaki kanunun yürürlükten kaldırılmasını ve Dersim için özel ve Milli hakları içeren seçkin bir idarenin oluşturulmasını istiyor. Bu teklife karşı General Abdullah Alpdoğan Jandarma Alayını ve 9. Fırkayı Dersim’in sınırlarına yığıyor ve Diyarbakır’dan her sabah onar tayyare getirterek Dersim üzerinden uçuruyorken artık bu bölgede huzur kalmamış ortalık karışmış olduğundan her taraftan çatışmalar başlamış fakat başlayan kış ile beraber de çatışmalar uzun sürmemiş ve Dersim mahsur durumda kaldığından çatışmalara son vermek zorunda kalınır.

1937 yılı İlk baharında Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerince Dersim Merkezi ve civarında Dersimliler, toplanılarak askeri kıtalara askerlik görevlerini yapmak üzere sevk edilirlerken hükümetçe yaptırılan kışlaların yaptırılmasına yeniden başlanmış olarak bina yapım çalışmaları süratle devam eder.

Elinde bulundurduğu silahları Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerine teslim etmeyen Yusufan aşireti üzerine askeri birlikler gönderilmiş ve bu birliğe bağlı bir manga askeri müfreze de görevli bir asker fakir bir kıza tecavüz etmiş ve bu tecavüzün haberini alan aşiret liderinin oğlu Fındık, aşiret mensubu silahlı kişilerle birlikte içlerinde kıza tecavüz etmiş olan askerinde bulunduğu Ankara Hükümetine bağlı bir manga askeri birliğe saldırarak içlerinde tecavüzcü bir onbaşının da bulunduğu bir manga müfrezeyi bölgenin dışına püskürtmüş olur.

Bu olayla Mazgirt bölgesinde çatışmalar başlamış ve Seyid Rıza’nın oğlu Bira İbrahim Hozat’a gelerek, General Abdullah Alpdoğan idaresindeki hükümet memurlarıyla temasa geçmiş ve yapılmakta olan askerî harekâtın, adil bir şekilde yapılmasını babası Seyid Rıza adına istemiş olan, Bira İbrahim geri dönerken, Kırkan aşiretine bağlı Deşt köyünde misafir bulunduğu evde gece uyurken Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber tarafından Kurmay Binbaşı Şevket’e bildirilmiş olduğu ve yapılan plan sonucu öldürüldü şüphesi Seyid Rıza’nın canını sıkar. Oğlu İbrahim’in öldürülmesini Rehberin ihbarıyla Kurmay Binbaşı Şevket’in planladığına inanan Seyid Rıza: Kırkan aşiretinin merkezi olan Sin köyünü kuşatarak oğlunu öldüren katillerin kendisine teslim edilmesini Ankara Merkezine bağlı Hükümet temsilcileri olan yerel askeri kolluk kuvvetlerinden ister, fakat bölgede sorumlu Kurmay Binbaşı Şevket: Seyid Rıza’nın oğlunun katillerini teslim alır ama cinayet sanıklarını Seyid Rıza’ya teslim etmezken, durum Seyid Rıza tarafından bu cinayetin planlayıcısı ve katillerin kendisine teslim edilmemesi nedeniyle tek sorumlusun Kurmay Binbaşı Şevket olduğu kanaatini oluşturur ve katillerin değil ceza verilmesi bunların böylece ödüllendirildiğini düşünür.

Bu sıralarda Suriye’ye iltica eden Hasanan aşiret liderlerinden Mehmet Emin Bey’in oğlu Fasih bir “Kürt Fedai Birliği” ile Diyarbakır’a 12 kilometre mesafede Kara köprü mevkiinde Hükümet Karakol görevlilerine tesadüfen baskın yapar ve Ankara o baskını Dersim ile ilgili olduğunu düşünerek Dahiliye Vekilini Diyarbakır’a kadar gönderirken, Diyarbakır Kolordusunu da Yusuf’an aşiretinin üzerine gönderir, diğer taraftan da Elaziz Fırka Kumandanı İsmail Hakkı’ya bağlı ordu kuvvetleri, Seyid Rıza’nın bulunduğu mıntıkaya hücuma başlamışlar ve General Abdullah Alpdoğan ile işbirliği yapan Kırkan aşiret mensupları da yer göstermede ordu birliklerine öncülük ederlerken Seyid Rıza’yla birlikte Bağtiyaran aşireti de hükümet kuvvetlerine karşı çatışmaya girmeye mecbur kalmış olarak böylece de çatışma alanı giderek daha çok genişlemiş ve Hozat’ın Bağtıyari aşireti, Abbasane Jorin aşireti, Karabalan ve Ferhadan aşiretleriyle Nazmiye ilçesinin’ Heydaran aşireti Margirt ilçesinin Demenan ve Yusuf’an aşiretlerinden oluşan yedi aşiret üzerinde şiddetli çatışmalar olmuş, diğer aşiretler ise tarafsız kalmış olarak bölgelerinde olup-biteni izler olmuş vaziyete beklemek gerektiğine inanmışlar.

Çatışmalar bazı bölgelerde şiddetlenirken İsmail Hakkı’ya bağlı kuvvetler geri çekilmeye mecbur kalırlarken, bu durum üzerine Erzurum-Erzincan Kolorduları da bölgeye hareket etmiş ve Diyarbakır’da bulunan 7. Kolorduya bağlı uçak karargâhı da Elaziz’e getirilmiş çatışma alanına bombalar yağdırmaya başlamış ve çatışan Dersimliler hükümet kuvvetlerine bağlı bir adet ordu tankını tahrip etmişler olurlar.

Ankara Merkezi Hükümeti ülkenin batı vilayetlerinde kısmı seferberlik ilan ederek 1926-1927-1928 yıllarda doğan erkekleri silah altına almış ve General İsmet İnönü Dersim’deki teftişe gitmişken Seyid Rıza General Abdullah Alpdoğan’ a doğrudan başvurarak Aşiretlerin Milli Kürt haklarına saygı gösterebilmek ve oğlunun katilleriyle onları teşvik edenin kanun pençesine kendisine teslim edilmesi şartıyla, kendisine bağlı silahlı grupların Ankara Merkezi Hükümetine bağlı askeri kuvvetlerden alınan savaş teçhizatını ve ellerinde tutuklu olarak tutulan subay ve erlerin hükümet güçlerine teslim etmeye razı olacağını bildirir.

Kendisine yapılan bu teklife karşılık olarak General Abdullah Alpdoğan ise Seyid Rıza’nın yaptığı bu teklife karşılık Seyid Rıza’ya bağlı aşiret mensupları ve bunlarla iş birliği yaptığı diğer aşiret lider ve mensuplarının ellerinde bulunan 80.000 mavzeri ile beraber kayıtsız şartsız olarak hükümet kuvvetlerine teslim olmaktan başka çare olmadığını bildirir.

Fakat çatışmalar yeni bir şiddet safhasına girmiş, çatışan taraflar birbirlerine çok büyük zararlar vermeye başlamışken, Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber, Hozat civarında Peyami Köyünde bu çatışmalarda kendisi ve kendisine bağlı grupların tarafsızlığını ilan eder ve Ankara Merkezi Hükümet güçleriyle ilişkisini düzenli olarak sürdürürken, bölgede görevli hükümet kuvvetleri bir bildiri yayınlayarak Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber’in bulunduğu mıntıka olan Hozat’tan kaçarak Ankara Merkezi Hükümetine karşı ayrılıkçı milli bir çatışma içinde bulunan aşiretlerle işbirliği yapmakta olduğunu resmen ilan eder.

Ve Rehber kendisine bağlı bazı kimselerle birlikte ilk önce Beğtiyar aşiret mensuplarıyla birleşmiş, bir hükümet casusu olarak silahlı ayrılıkça Kürtler arasına girmiş olarak elde ettiği istihbaratı bilgileri günü gününe General Abdullah Aldoğan’ın sorumluluğu altında bulunan ordu kuvvetlerine ulaştıra bildirirken, diğer yandan amcası Seyid Rıza’ya haber göndererek, elini öpüp af dilemek istediğini Ankara Merkezi Hükümetin planlarını ve ne yapmak istediklerini öğrenmiş bulunduğunu ve bunlardan nefret ettiğini, hükümet kuvvetlerine karşı çarpışmak istediğini bildirir, Seyid Rıza ise bu teklife ve yalanlara inanmadığını kendisine bildirir.

Seyid Rıza’nın bütün bu karşı koymasına ve ısrarına rağmen çatışmakta olan diğer silahlı aşiret liderleri Rehber’e inanmış ve hükümet kuvvetlerine karşı batı cephesinden çatışmalara katılmak üzere Rehber ve kendisine bağlı silahlı grupların gelmesine razı olmuşlar.

Rehber’in yaptığı plana gereğince, Alişer’in yönetimindeki çatışmalı bölgede amcazadelerinden olup, ikna etmeyi başardığı Misto-yu Sure’nin torunu Vanklı Efendi’yi yanına alarak General Abdullah Alpdoğan’a bağlı hükümet kuvvetleriyle çatışmalara başlamış olan Rehberin cesareti, silahşörlüğü ve cesur kudreti bölgedeki tüm aşiretler tarafından bilenir.

Çatışmaların ağırlık merkezi Seyid Rıza’nın bulunduğu bölgede ve onun omuzlarında olup hükümet güçlerine karşı yapılacak çatışmaların ve saldırıların planlarını da Alişer üstlenmiş Seyid Rıza adına yapar ve uygular olmuş.

 Bu nedenle de General Abdullah Aldoğan’ın da tüm hesapları ve öncelik planı Alişer’i imha etmek üstüne olur.

General Abdullah Alpdoğan’a bağlı hükümet kuvvetlerine karşı giriştiği on beş günlük çatışmalarda aşiretlerin yanına emrindeki silahlı güçleriyle beraber katılmış bulunan Rehber: Amcası Seyid Rıza dışında başka diğer aşiret liderleri ve hatta Alişer’in güvenini kazanmış olur.

Çatışmalar sürerken Seyid Rıza kendisine karargâh merkezi olarak Halvori Vank’ı mevkiinde; ailesiyle birlikte sığındığı bir mağara ve Alişer’in ise Bağdat’ın Tujik Dağı eteklerinde ailesiyle birlikte sığındığı birçok insanın sığınabileceği mağaralar dahi var. Ve Rehber sık sık Alişer ile görüştüğü için Seyid Rıza’nın bütün planlarının haberlerini alabiliyor.

Seyid Rıza: daha fazla kan dökülmesini önlemek için Alişer’in İran veya Irak’a iltica ederek İngiltere ve Fransa hükümetlerinin bu çatışmaların durdurulması ve istenilen taleplerin yerine getirilmesini Ankara hükümet yetkililerini nezdinde bazı girişimlerde bulunmaları için aracılık etmelerinin sağlanmasına karar verir ve bu girişimlerin yerine getirmesi için Alişer’i görevlendirir.

Bu konuda alınmış olunan kararı öğrenen Rehber: Alişer’in çatışma bölgesinden uzaklaşması kararlaştırılan günden bir gün önce sekiz silahlı arkadaşıyla birlikte Alişer’in ziyaretine gitmiş ve bu ani ziyaretin sebebini soran Alişer’e aç ve yorgun olduğunu ve birkaç saat istirahat edeceğini söylemiş olduğu için Alişer ’de ani misafirine yiyecek hazırlamakla meşgulken Rehber ansızın Alişer’in üzerine ateş ederek orada öldürür. Koçasının Saldırısına şahit olan Alişer’in karısı kendisini vurulan kocasının üzerine atarak “Eman hevale’mın mekujın” (aman arkadaşımı öldürmeyin) diye feryat etmiş ve Alişer’in öldüğünü görünce de tabancasını çekerek Rehbere ateş etmiş fakat sıkılan mermi Vanklı Efendi’nin başına isabet ederek cansız yere düşerken, Rehber de Alişer’in eşine ateş ederek onu da kocasının cesedi üzerine cansız düşürmüş olarak öldürmüş olur.

Öldürdüğü Alişer ve Eşinin başlarını kestirerek torbalara koydurmuş ve aynı gün bulunduğu mıntıkadan kaçarak daha önceleri kararlaştırılan parolayı söyleyerek silahlı ayaklanmaya katılmış aşiretlerin arasında geçerek Ankara Merkezi Hükümetlerinin kontrolünde bulunan mıntıkaya geçmesini başarır.

Rehberin öldürdüğü Alişer ve Eşinin başlarının tam teşhisi yapılarak torbalar içinde muhafaza edilen bu kesik başları Rehber bizzat Elaziz’e gelerek kendi eliyle General Abdullah Alpdoğan’a teslim eder.

Alişer ve eşinin öldürülmesi Seyid Rıza ve çatışmaya katılan aşiretler üzerinde büyük üzüntü ve öfke uyandırırken Rehber artık açıktan açığa Merkezi Hükümet kuvvetleri istihbaratı ile çalışmaya başlar.

Diğer taraftan çatışmaların ağırlık merkezi Bağtiyaran aşireti üzerine yoğunlaşmış ve Seyid Rıza bizzat çatışmaların bulunduğu alandadır. Çatışmalar sırasında bölgedeki ormanlar ateşe verildiğinde yangınlar Dersim’in pek çok yerini sardığı için yangınlar geceleri dehşetli yanardağ görüntüsü verir olmuşlardı diye anlatılır.

Çatışmalar devam ederken Kureşan aşireti’de Seyid Rıza’nın yardımına koşarak çatışmalara katılırken Bağtiyaran aşireti lideri Şahin, çatışmalara katılan silahlı ayrılıkçı grupları yönetir.

Rehberin çatışan aşiretlerden Bağtiyaran aşireti saflarına katıldığı zaman Rehbere inanan ve onunla işbirliği yapan Pırço’nun (Kıllı) oğlu Hıdır’ın da hainler safına geçtiğini ispatlar:  Çünkü bir iki gündür uykusuz ve yorgun kalan Şahin Ağa bir iki saat uyumak zorunda olduğunu Pırço’nun oğlu Hıdır’a söyler, uyanıncaya kadar nöbet tutmasını ister ve uykuya dalar dalmaz Pırço’nun oğlu Hıdır; Uyuyan Şahin’ Ağa’nın başına sıkarak onu yatağında öldürür ve öldürdüğü Şahin’in başını keserek gece karanlığından da yararlanarak aşiretlerin bulunduğu mıntıkanın dışına çıkmış ve doğruca Hozat’a giderek Hıdır’ın kesik başını ordu kumandanına teslim ederken bu hizmete karşılık da kendisinin affedilmesini ister.

Fakat Ankara hükümeti kuvvetleriyle iş birliği yapmış Hıdır’ın Hozat’tan dönüşünde önlerini pusu kurarak kesen Şahin’in kardeşi ve amcazadeleri tarafından mitralyöz ateşiyle pusuya yakalandığı yerde imha edilir.

Ancak liderleri Hıdır’ı kaybeden Bağtiyaran aşireti çatıştığı ordu kuvvetlerine karşı bir süre direndikten sonra direnci kırık olarak kısmen yenilgiye uğramış kısmen ’de çatışmalarda imha edilmiş olarak sağ kurtulanlar Seyid Rıza’nın silahlı gruplarına katılarak bulundukları bölge tamamen Merkezi hükümet kuvvetlerinin kontrolüne girer.

Çatışmalar sürerken Seyid Rıza’nın küçük oğlu Hüseyin Resik, çatışmalar sırasında tayyare ’nin yarattığı şarampollerden yaralanır, bunun haberi alan ordu kuvvetlerine bağlı istihbarat Başkanı Şevket Paşa; Seyid Rıza’nın büyük karısına haber göndererek kendisiyle görüşmek istediğini bildirir. Seyid Rıza’nın küçük karısına küskün olan Elif Hatun, Şevket Paşa’nın görüşme teklifini kabul etmiş ve görüşme sonunda Şevket Paşa, Elif Hatunu ikna ederek, yarılı olan küçük oğlu Hüseyin’i tedavi ettirmek üzere annesi Elif Hatundan emanetten teslim alır.

İstihbarat başkanı Şevket Paşa; teslim aldığı yaralı Hüseyin’den babası Seyid Rıza’nın Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı ne gibi planları olduğunu öğrenmek için hayli baskı yapar ancak yaralı Hüseyin’den bu konuda hiçbir istihbaratı bilgi elde edemez ve Hüseyni’nin hükümet kuvvetlerine karşı yaptığı ayrılıkçı silahlı eylemlerinden dolayı idam ettirir.

Olayların seyri giderek kanlı çatışmalara sahne olurken Elaziz merkezi ordu birliklerinin oluşturduğu askerlerle dolmuş, her mıntıkadan hummalı hazırlıklar gece-gündüz devam ederken Dersim’e doğru hareketlenen asker, savaş malzemeleri ve tankların akınları görülür olmuşken Seyid Rıza bulunduğu ve çatışarak koruduğu bölgeyi terk etmek mecburiyetinde kalarak çatışmalar sırasında tarafsız kalan aşiretleri kendi yanına çekmeyi düşünerek bu aşiretlerin bulunduğu bölgeye geçerek, çatışma alanını genişletmeye çalışır.

Merkezi hükümete bağlı silahlı kuvvetler Tujik dağı eteklerini tamamen kuşatmış çatışmalarda nerde ise sağ çıkan kalmamış Çatışmalarda kurtulan silahlı guruba bağlı aşiret mensupları İksor vadisindeki büyük mağaralara sığınmış ancak çatışma anında hükümet kuvvetlerince bunlar öldürülmüşler ve 1 numar,2 numara ve 3 numara ile işaretlenen mağalar bir daha kullanılmamak için taş ve çimento ile örülerek kapatılırken, bir takım Magaların girişlerine odun ve ağaçlar yığılarak ateşe verilir ve çıkan dumanlar yada tütsüler bu mağaraların içlerine yayılarak içeride kalanlar dumandan boğularak ölmüş, dışarı çıkabilenlerden bazıları hükümet kuvvetlerine ateş ederken çıkan çatışmadan öldürülmüş çatışmaya girişmeden dışarı çıkanlar da derdest edilip tutuklanmışlar.

Çatışmalara katılmayan ancak hükümet kuvvetlerine de teslim olmayan bazı kadın ve kızlarda hükümet kuvvetlerine teslim olmamak için kendilerini Munzur ve Parçık sularının kurtarıcı derinliklerine atlayarak kimi kurtulabilmiş kimi de boğularak ölmüşlerdir.

Diğer taraftan Seyid Rıza ve Bağtiyaran aşiret kuvvetlerinin bulunduğu bölgede çekilmesinden sonra daha önceleri hükümet kuvvetleriyle iş birliği yaparken Seyid Rıza’nın oğlu Bire İbrahim’i tuzağa düşürerek öldüren Kırkan aşireti liderlerinden Şatzade Salman ile karısı Hatice hükümet kuvvetlerini dinlemeyip çatışma bölgesinde kaldıkları ve hükümet kuvvetlerine  silahlı olarak karşı koydukları için ordu güçlerince yakalanır ve hem Seyid Rıza’nın oğlu Bire İbrahim’i öldürdükleri için işledikleri planlayarak işledikleri cinayet, nedeniyle Divanı Harp Mahkemesinin haklarında gıyaben verdiği İdam cezasının yerine getirilmesi işlemleri, Sin köyünde idam edilirler.

Yakalanmamak için ahır ve samanlıklara gizlenenler de çıkan çatışmalar ve çıkan yangından ölürler.

Çatışma bölgesi isyancı aşiret ve mensuplarından arındırılarak onların bulundukları yerlere Ankara Merkezi Hükümetine bağlı askeri karargahlar kurulmuş, sahipsiz kalan ve meydanda bulunan malları ordu tarafından envanterine kaydedilmiş olarak teslim alınmış olur.

Seyid Rıza’nın Koçan aşireti mıntıkasının Uzun Meşe bölgesinde bulunduğunu öğrenen Ankara Merkezi Hükümet kuvvetleri, bu bölge üzerine uçaklarla bombardıman ve topçu atışlarıyla şiddetli hücumlar yaparak bu mıntıkayı kuşatma altına alırken, durumun ciddiyetini gören Seyid Rıza ani bir yarma hareketiyle kuşatma çemberini kırmaya ve Ovacık istikametine doğru çekilirken çıkan çatışmalarda Seyid Rıza’nın küçük karısı Bese ve büyük oğlu Şıh Hasan ile üç torunu ve bin kişiye yakın bir silahlı grup öldürülmüş olarak bu çekilmeyi ağır kayıplar vererek de olsa başarabilirler.

Bölgedeki kış mevsiminde gerekli çatışmaları sürdürmek, hükümet kuvvetlerine karışı yapılacak saldırılara karşılık verip başarı sağlamak, bölgenin sap ve erişilmesi güç olduğundan hükümet kuvvetlerince çatışmalara ara verilmiş olup: ordu kumandanı tarafından uygun görülen Erzincan valisi vasıtasıyla Munzur dağlarından mevzilenmiş Seyid Rıza’ya haber göndererek, Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya ateş kes emri verilmiş olduğunu bildirerek Seyid Rıza’yı Erzincan merkezine getirmeyi sağlayabilmiş ve yanında bulunan mahiyetiyle birlikte 5 Eylül 1937 de tevkif edilmiş olur.

Seyid Rıza, tutuklu olarak Erzincan vilayet konağından çıkartılırken etrafından bulunan ahaliye hitaben “şerefsiz ve yalancı hükümet” sözlerinden başka hiçbir söz sarf etmemiş olarak, Askeri Divanı Harp de yargılanmak üzere Erzincan’dan Elaziz’e sevk emri ile gönderilir.

Seyid Rıza; Askeri Divanı Harp ’de verdiği ifadede: Kendisinin ve aşiretinin milli amaçları uğrunda çalıştığını, yaptığı her işte vicdanının sesine uyduğunu, milletinin ve vatanının yüksek menfaatlerinden ve hürriyetinden başka bir amaç gütmediğini, yetmiş yaşını geçmiş bir ömürden sonra da inandığı Milli borç uğurunda ölümü yüce bir sonuç bildiğini, mensup olduğu ailenin hiçbir zaman kötü emellere, dış propagandalara kulak asmadığını ve asırlardan beri yalnız vatani duygular uğurunda çalıştıklarını ama başarılı olamadıklarını, cesaret ve vakarla söylerken, sorgu mahkemesi başkanı ise Seyid Rıza’nın aşireti olan Koçan aşiretinin İngiliz-Fransız ve bir zamanlar da Çarlık Rusya’dan yabancı kurmay subaylarının bulunduğu iddiası ve sorgulama işlemlerinin ve yargılama mahkemesinin  uzun sürmemiş olup: Seyid Rıza’ya verilen idam kararı mahkemece yüzüne okunarak kendisine tebliğ edilmiş olarak sonuçlanırken.

Seyid Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin ve Seyid Rıza’nın diğer kardeşleriyle birlikte, aynı gece Yusufan aşiret lideri Kanber, Kureşan aşiret lideri Seyid Hüseyin ve Ali ağalarla diğer üç kişi ve toplam on bir kişiye 10 Kasım 1937 tarihinden verilen idam kararı: 18 Kasım 1937 tarihinden Elaziz Buğday Meydanında şafak vakti idamları infaz edilerek mahkemece verilen idam kararı yerine getirilerek sonuçlanmıştır.

Seyid Rıza idam edilirken son söz olarak “75 yaşındayım, şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine kavuşuyorum, Dersim mağlup oluyor, fakat Kürtlük ve Kürdistan yaşayacaktır. Kürt genci intikam alacaktır. Kahrolsun zalimler! Kahrolsun kahpe yalancılar!” sözlerini ana dili olan Zaza diliyle söylemiş ve gözünü kırpmadan ölümünü bu sözlerle karşılarken, Seyid Rızanın küçük oğlu Reşik Hüseyin’de babasına seslenerek “Baba, Kürt Milleti sağ olsun.” diye seslenir.

ALİŞER:

Alişer, Dersim’in Şeyh Hasanan aşiretine mensup, Koçgiri ’nin Ümraniye Nahiyesindeki çiftliklerinde dünyaya gelmiş. Öğrenimini Sivas’ta yapmış çalışkan, zeki ve edibi yanı güçlü bir şairdir.

Mustafa Bey parlak zekâsı ve kıvrak iş bitirici özelliklere sahip bir kişilik olduğu için Dedesi olan Alişan Bey Koçgiri Aşiret liderliğini torunu Mustafa Bey’e bırakır ve bütün aşiret mensuplarının da Mustafa Bey’e itaat etmesini ister.

Sultan Abdülhamit Osmanlı imparatorluğunun yönettiği dönemde Koçgiri aşiretlerinin kökeni olan İbolar kabilesinden olan ve Koçgiri aşiret liderlerinden Mustafa Bey’e fahri Paşalık rütbesi vermiş olduğundan artık o havalide Alişanbeyzade Mustafa Paşa en büyük nüfusa sahip bir emir olmuş ve Alişer de Mustafa Paşa’ya katiplik yapmıştır.

Mustafa Paşa’ın havalide fazla nüfus ve hakimiyet kazanması Sultan Abdülhamid’in hoşuna gitmez ve 1902 de Sivas’ta Doğu Seraskeri ve Valisi sıfatıyla görev yapmakta olan sabık Sadrazam Gürcü Deli Reşit Paşa’ya verilen bir emir gereğince Mustafa Paşa, Sivas’a davet edilmiş ve yolda zehirlenerek öldürtmüş. Öldürtülmüş olan Mustafa Paşa’nın yerine oğulları Alişan Bey ve Haydar Bey geçer.

Mustafa Paşa’nın ölümünden sonra, Şair Alişer: Merhum Mustafa Paşa’nın büyük oğlu Alişan Bey’e vasi tayin edilmiş ve bu nedenle de, bütün Koçgiri aşiretleri üzerinde vasi tayını yapılan Alişer büyük bir etki ve yetki sahibi olur.

Alişer kazandığı bu ün ve itimat ile Kürtlük ve bağımsız bir Kürdistan davasına ömrünü adamış ve bu amaçla Dersim aşiretleri arasında kuvvetli bir birlik yaratmayı yaşadığı dönemde başarmış olacak.

Alişer: Zarife isimli bir kızla evlenir ve Zarife’de koçası gibi kendi milli davasına bağlı örgütlü bir birey olarak kendilerine bağlı aşiret kadınları arasında milli uyanış için çalışkan bir propagandacı olmuş ve kocası Alişer’in sağ kolu olmuş bir vaziyette kocasına hep “Hevelo” (Arkadaş) diye hitap edermiş, inandıkları bu milli davaları için çalışan Alişer ve karısı Zarife’nin bu evlilikten olma çocukları olmamış. Zarife Uzun boylu iriyarı ve her bakımda yüzünde bir erkek cesaret ve yiğitliği okunan bir kadın olarak bilinir olmuş.

Zarife düzenli olarak her yılın belirli ayı belirli gününde Dersim’e gider milli propagandalar yapar ve Alevi inanışına göre aşiret mensuplarını cem törenlerinde bir araya toplar aşiretler arasındaki sorunlara Sümerler dönemindeki kent devletleri yönetiminde olduğu gibi yetkili bir hâkim gibi bakar olumsuzlukları gidermiş olarak gittiği yerlerdeki halkın sorunlarını birebir yerinde toplanan yerel halk ile beraber araştırır karşılıklı sorunları olanları dinler ve cem törenlerine katılan halk ile beraber oy birliği  ile bir karara bağlayarak bunun sonucu görüp uygulayarak halledermiş.

Alişer :1914 yılı birinci Dünya savaşında Kürdistan’ın bağımsızlığı için Çarlık Rusya’nın ordusuna katılarak, Kürt temsilcisi olarak; Koçgiri, Sivas, Malatya ve Dersim bölgelerini Rus himayesi altında Özerk Kürdistan yönetiminin kurulması için çalışmış, Rusların Erzurum’u işgali sırasında, Alişer kendisine bağlı bir askeri birlikle Ovacık ilçe merkezine gelmiş ve orada Osmanlı hükümeti yönetimindeki idare merkezini dağıtarak, yönetime yeni bir Kürt idaresi kurmuş ve elde ettiği bu başarı sonucu Çarlık Rusya ordularının Dersim’le irtibat noktalarını güven altına almış olarak Dersim’de tamamen bağımsız bir yönetim kurabilmiş ve 1917 de Çarlık Rusya’sında gerçekleşen Devrim sonrasında Rus orduları işgal ettikleri Osmanlı topraklarında çekilmiş ve Alişer’ de Rus odlarından ayrılarak Dersimde kalmaya devam etmiştir. 

Bu dönemde bölgede Osmanlı Hükümetini temsilen sorumlu bulunan Vehip Paşa, siyasi bakımından Dersim’in durumunu önemli gördüğünden, buradaki aşiretleri kazanmak için Alişer’in ve onunla birlikte Çarlık Rus ordularına katılan Koçgiri ve Dersim gençlerinin affedilmesini sağlayarak, Alişer ve bu gençlerin tekrar Koçgiri’ye dönmelerine olanak sağlamış olarak. Koçgiri’ye yeniden dönen Alişer 1917 de İstanbul’da ki “Kürdistan Teali Cemiyeti’ne” Koçgiri ve Dersim aşiretleri arasında konuşulup karara bağlanan bir mazbata göndererek, Koçgiri ve Dersimlilerin “Kürdistan Teali Cemiyeti’ne” bağlılıklarını bildirirken diğer taraftan da aynı zamanda her yerde “Kürdistan Teali Cemiyeti Şubeleri kurmayı sürdürür. 1918 yılının ilk baharında, Dersim’e gelen Alişer, Sevr Antlaşması gereğince Kürdistan’ın bağımsızlığının onaylanması için Dersimdeki bazı aşiret liderleri ile birlikte yönetimdeki hükümetlere telgraflar çekerken, bir taraftan da Dersim’de bulunmasından yararlanarak aşiret mensuplarına Kürtçe konferanslar veriyor ve nere de ise tek başına mücadeleler veriyor olarak, Koçgiri çatışmaları sırasında bölgedeki Divanı harp mahkemesince gıyabından yargılanıp idama mahkum edildiğinden doya da, artık Ovacık mıntıkasını kendisine ikametgah olarak seçmiş olarak Dersimde yıllarca kalmış hükümetçe alınmış önlemlere rağmen bu bölgedeki aşiretleri ve aşiretlere mensup gençleri milli duygular etrafından uyandırmak ve örgütlemek işine devam etmiştir.

1919 yılında Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu kuvvetlerine bağlı görevli askeri güçlerine karşı silahlı çatışmalara ve ayaklanmaya başlamış bulunan Seyid Rıza’yla iş birliği yapmış kimi zaman sözle kimi zaman yazarak fiilen Dersimlilerin maneviyatını takviyeye ve umumi milli birliklerini perçinlemeye çalışmıştır.

Alişer 75 yıl süren hayatında yaşlılığa bağlı beli eğilmeyen, yorgunluk duymayan bu korkusuz ve bir o kadarda pervasız adam ile yoldaşı ve karısı Zarife kendi aşiret mensuplarının tuzağına düşürülüp başları kesilip yaşamlarına son verilmiş olarak kesik başları Merkezi hükümete bağlı ordu komutanlığına teslim edilmiştir.

SEYİD RIZA:

Batı Dersim’in Ovacık sülalesinden sürüp gelen ve bölgedeki aşiretler arasında en asil sayılan bir ailenin oğlu Şıh Hasanan aşiretinin kabile lideri ve Alevi inancına göre tarikat noktasından da en yüksek derece olan “Rehber” mertebesine varmış olduğu ve İmam Hüseyin soyunda geldikleri söylendiği için de kendisine “Seyid” unvanı verilmiş Seyid İbrahim’in oğlu Seyid Rıza 1862 yılı Dersim doğumludur.

Seyid unvanı nedeniyle Dersim’in Şıh Hasanan aşiretinin tümü Seyid Rıza’yı aşiretlerinin baş evladı olarak tanımıştır. Dersim’in Kuzey Doğu mıntıkasında Dersimlilerin esas ataları adına ithaf edilen Kalmen Sor ve Lertik mıntıkası, Deri Ari köyünü Seyid İbrahim kendisine karargâh yapmıştır. Seyid İbrahim’in dört erkek evladı olup, en küçükleri Seyid Rızaydı. Baba Seyid İbrahim, küçük oğlu Seyid Rıza’dan gördüğü zekâ ve dirayet nedeniyle ölümünden sonra aşiret yönetimini Seyid Rıza’ya bıraktığını vasiyet etmiştir.

Dersimliler Seyid İbrahim’e baba anlamına gelen “Babo” unvanı vermişlerdi çünkü: Babo İbrahim’in yaşadığı yıllarda Dersim merkezi hükümetlerin kontrolünden uzak ve onlara bağlı olmadan bağımsız bir durumda hükümet idarelerinden uzakta kalarak yaşamaktaydılar.

Seyit İbrahim eğitim ve öğrenimini ve “Yöresel Milli” düşünceleri kendisine aşılayan; Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin Dedesi Çolikzade Mehmet Ali Efendi’den almıştır.

Seyid Rıza’da: kendisinden sonra geleceğin aşiret lideri olarak vasiyet ettiği küçük oğlu Seyid Reşik Hüseyin’i aynı milli duygu ve bu düşünceleri öğütleyerek birebir öğretmiş olarak yetiştirmiştir.

Seyit Rıza’ya bağlı aşiret mensupları kendisine hitap ederlerken Rızo ve Rehber veya babasının oğlu anlamına gelen ve Zaza dilinden Loce Baboyi unvanı ile hitap ederler.

Seyid Rıza babası Seyid İbrahim’in ölümünden sonra oturmakta oldukları Lertik’ten göç ederek Tujik dağı eteğindeki Ağdat Köyüne yerleşir.

Seyid Rıza: Neşeli, şakacı, aşiret üyeleriyle şakalaşmaktan, kendisine gelenlere hizmet etmekten ve fakirlere yardım etmekten zevk alan aşiret üyeleri gibi giyinir ve onlardan ayırt edilecek hiçbir işaret taşımaz biri olarak aşiret mensuplarınca sevilir ve sayılır bir kişilik olarak aşiret mensuplarına karşı Alicenaplığı o kadar geniştir ki hırs, kin, ve nefret taşımaz aşiret üyelerinin yaşayış tarzlarında maddi ve manevi bir eşitlik ve birlik kurulmasına dikkat ederken genel anlamda bütün insanların bir aile ve ocak evladı olduklarını ve kardeşlik bağlarıyla birbirlerine bağlı olduklarını, mutlulukta ve felakete ortak olduklarını, esaretten kurtulmak için milli bağımsız haklarına kavuşmak için her aşiret mensubunun çalışmaya ve gerekirse bu uğurda ölmeye hazır olması gerektiğini ilan ederken, her işten aşiretinin üyelerine danışıp, konuşmadan onların onayını almadan asla bir girişimde bulunmaz bir aşiret lideri olarak bilinir ve anlatılır olmuş şöyle ki:

Seyid Rıza, bir çeşme başında, Erzincan Valisi Ali Rıza ve Ankara’dan gönderilen Erzincan Mebusu ve Müftüsü Hacı Fevzi’yle görüşmelerde bulunduğu sırada; bu görüşmeler arasında, çeşme başındaki büyük bir dut ağacı üzerinde dut yiyen ve aynı zamanda Merkezi hükümet ile Seyid Rıza’nın sürdürdüğü görüşmelere de kulak kabartan ve Seyid Rıza’nın da genç bir hizmetçisi olan Kumo, bir aralık bulunduğu dut ağacı üzerinden söze karışarak Zazaki dilinde Seyid Rıza’ya hitaben, “Rahber Rızo, fikirleriniz doğru değildir.” Demiş ve Seyid Rıza’yı tenkide koyulmuş ve Seyid Rıza başını kaldırıp dut ağacı üzerinde valiye ikram edilmek üzere dut toplayan Kumo’yla bir hayli tartışmış, görüşmeyi düzenleyen merkezi hükümet temsilcileri ve bu görüşmeleri izleyen halk olup biteni izlerken ikili tartışma sonunda Seyid Rıza, hizmetkârı Kumo ’ya hitaben “Oğlum senin sözlerin ve fikirlerin daha mantıklıdır.” Diyerek Merkezi hükümet görevlileriyle yaptığı görüşmelerde Kumo’nun Zaza dilinden kendisine söyledikleri fikirlerini ileri sürmüştür.

Ayrılıkçı çatışmaların seyrini takip eden ayrılıkçı “Kürt Teali Cemiyeti” ve Silahlı “Kürt Fedai Birlikleri” üst düzey yöneticilerinden biri olan Baytar Muhammet Nuri Dersim’i 11 Eylül 1937 tarihinden Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sınırlarının dışına çıkar ve kendi milleti saydığı ayrılıkçı silahlı kalkışmaya katılan aşiret ve mensuplarına karşı Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin bu olaylara karşı yaptığı karşı tedbirleri ve yapılan uygulamaları protesto etmek üzere; Birleşmiş Milletler Cemiyeti ile İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer bütün devletlerin konsoloslukları aracılığıyla o ülkelerin Hariciye Nezaretleri ’ne aşağıya aldığım şikayet dilekçesi sunar.

İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve diğer bütün devletler Dışişleri Bakanlıklarına,

“Asırlardan beri: milliyetini, anane ve dilini koruyan Kürdistan’a Türkiye topraklarından Bingöl, Ağrı, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Dersim, Elaziz, Erzincan, Erzurum, Gazi Antep, Malatya, Maraş, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Artvin, Kars, Van vilayetleri dahil olup, bu vilayetlerdeki Kürt nüfus 1937 yılındaki Türk istatistiklerine dayanarak 4.326.447 kişidir. Keza Türkiye’nin batı vilayetlerinden 1.426.076 kişi Kürt nüfusu vardır ki, bununla Türkiye’nin gasp ettiği topraklarda 5.788.523 Kürt vardır. Bu yekûndan başka 1922 tarihinden bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin zulmünden sorumlu bir ayrılma dolayısıyla vatanlarını terk ederek çeşitli ülkelere iltica eden birçok Kürt’te vardır.

İşte biz Dersim Kürtleri, bu toplam nüfusun içinde Kürdistan sahasının Bingöl yaylalarıyla Ararat dağları silsilesinden çıkan Fırat ve Murat nehirleri arasında yerleşik bulunmaktayız.

Türkiye hükümetinin on beş yıldan beri bütün Kürdistan’da muhtelif şekillerde takip ettiği imha siyasetini, özellikle iki yıldan beri Dersim adını taşıyan bölgemizden yayılarak yaygınlaştırdığını, şimdiye kadar çeşitli vasıtalarla medeniyet aleminin dikkatine arz ettiğimiz gibi bir kere daha insani ve medeniyet dünyasının en yüksek mahkemesi olan Cemiyetinize bildirmek zorunluluğu duyuyoruz.

Irk, dil, tarih, kültür ve medeniyet gibi, en esaslı farklarla Türklerden ayrı olan Kürtlerin asırlardan beri ve Türklerden asırlarca evvel üzerinde yaşadıkları öz ve tarihi vatanları üzerindeki milli hayatlarına son vermek maksadıyla, Türkiye Hükümeti tarihin kaydetmediği zulmü gerçekleştirirken, bu harekâtına bir medenileştirme adını takmak suretiyle tarih ve dünya huzurunda en zalim yalanı söylemektedir.

Kendi tarihi yurdu üzerinde, kendi dilini ve kültürünü geliştirerek, tarihin ve medeniyetin kendisine verdiği kutsal görevi yerine getirmekten başka bir gaye gözetmeyen Kürt Milleti’nin gençleri, ihtiyarları, kadınları, kızları ve çocuklarıyla Türk hükümetinin muhtelif şekil ve sistemdeki imha siyasetine kurban olmaktadır. Bu hükümet, Kürt Milleti’nin varlığına son vermek için, aile-aile, grup-grup, köy-köy, göç işlemleriyle başlayarak, top, mitralyözlü uçak bombardımanları ve boğucu gaz saldırılarına varıncaya kadar, hiçbir ölüm vasıtasını kullanmaktan çekinmemektedir. Türk hükümetinin “medenileştirme” harekâtı adını verdiği bu toptan imha siyasetinin bazı şekilleri dikkatinize sunmak istiyorum:

Bütün Kürt okullarını kapatmak. Kürt diliyle her türlü neşriyatı, okuyup yazmağa, hatta Kürtçe konuşmağı en şiddetli tehditlerle men etmek.

Kürt çocuklarının velev ki Türk diliyle ve Türk okullarında bile orta ve yüksek öğrenim görmemeleri için katı tedbirler almak.

Türk ordusundan, Kürt subaylarının yetişmemesi için gizli kanunlar yapmak.

Kürdistan bölgesinde hiçbir Kürdün sivil memuriyette bile olsa memur alınmasına izin vermemek.

“Kürt” ve “Kürdistan” gibi Kürtlüğe ilişkin kelime ve kavramları, tarih ve coğrafya gibi bilimsel eserlerden ve basından çıkarmak.

Bir kısım Kürt’ü kadınlarına ve genç kızlarına varıncaya kadar Anadolu’dan en zalim dönemleri gölgede bırakacak bir acımasızlıkla kamçı altında askeri inşaatlarda hizmet ettirmek.

Diğer bir kısım, Kürdü de, bütün mal ve eşyalarından yoksun bırakarak beşer, onar kişilik kafileler halinde Türk bölgelerine, Türk nüfusunun yüzde beşini geçmemek üzere tehcir etmek (zorunlu göçe tabi tutmak) ve  diğer bir kısım Kürt kızını ve genç kadınını da ailelerinden zorla ayırarak, Türk evlerine, gayri resmi haremlerine kapatmak, ve böylece Kürt Milleti’nin bir kısmını Türkleştirmek ve daha büyük bir kısmını da muhtelif yöntemlerle imha etmek, Türk iç siyasetinin en başta genel amacı ve uygulamasıdır. Türkiye Hükümeti işte bu görülmemiş zulümlere “medenileştirme” adına yapmaktadır. Bu hükümet böylece gerçek ve adaletin ne kadar tersini yapıyorsa, Kürt milleti ’de, sesini medeni dünyaya işittirebilmekle o kadar felakete uğruyor.

Beş milyonluk Türkiye Kürdistan’ı içerisinde, beş yüz bin nüfusluk bir bölge olan Dersim için, özellikle iki yıldan beri Türk Hükümeti’nin ne kadar çekilmez bir hayat yarattığını bu hükümetin uyguladığı icraatı göstermeğe yeterlidir. Bölgemizde en yükseğinden en aşağısına kadar, bütün idari ve adli hizmetler genel olarak askerlerin elindedir. En adi hukuk işlerine kadar her mesele, subaylardan oluşan askeri bir mahkeme tarafından İstinaf ve Temyiz gibi adalet derecelerine tabi olmaksızın görülüyor. Bu askeri mahkemenin sürü halinde zorla getirttiği Kürtler hakkında verdiği idam hükümleri bile ne ikinci bir tetkike ve ne de üst bir tasdike tabi değildir. Hatta hiçbir adalet girişimi ve hukuk mevzuatından görülmemiş bir esas olarak, bu mahkemenin pek nadiren vermiş olduğu beraat kararları bile: aynı zamanda olağanüstü kumandanlık vazifesini de gören Vali tarafından hemen cezaya ve çok kere idam cezasına dönüştürülüyor. Demek ki bu mahkemeye sevk olunanlar için kaçınılmaz olan tek sonuç ölümdür. Bu sonuç, Kürt aydınları hakkında kayıtsız şartsız yürürlüktedir. İşte bu nedenledir ki, son zamanlarda Türkiye Hükümetini gösterişli bir biçimde ilan ettiği af kararına güvenerek aylarca meşru bir savunmadan sonra liderini teslim eden elli beş Kürt’ten on birini hemen idam ve geriye kalanları ağır hapis cezasına mahkûm edilmişlerdir.

Bölgemizde bir kısım Kürt de mahkemeye sevk edilmeğe gerek görülmeyerek ya geceleri evlerinden alınıp götürülmek veyahut maaşlı caniler tarafından tuzak kurularak vurdurulmak suretiyle imha edilmektedirler. Bütün Kürdistan’a ve yalnız Kürdistan’a özgü ve onunla sınırlı olmak üzere umumi Müfettişlik adı altında oluşturulan özel örgüt, Türk Hükümeti’nin gizlice düzenlediği kanunları böyle ateş ve kanla uygulamakla görevli kılınmıştır.

Irki ve Milli varlığı pek çok siyasi konferans ve milletlerarası antlaşmayla tanımmış olan Kürt milletinin insani haklarına karşı Türk hükümetinin bu zulmü, en büyük ve biricik merci tanıdığımız müessesiniz yüksek ve kurtarıcı prensipleriyle taban tabana zıttır. Bu zulümlere, o kurumun asla kayıtsız ve ilgisiz kalamayacağına büyük inancımız vardır.

Milletler Cemiyeti’nin, bu zulümlerin devamına ve Kürt Milleti’nin topyekûn imhasına mâni olacak tedbirleri alması için, bu faciaların doğru olup almadığını araştırması gerekiyorsa, Milletlerarası bir tahkik komisyonunu da topraklarımıza gönderilmesi mümkündür. Biz, Dersim bölgesi halkı, Milletler Cemiyeti müessesenin üzerine almış bulunduğu büyük insani davanın bir parçası olan davamıza, hakkettiği acil ilgiyi göstererek böyle bir komisyon tayin etmesini ve milletimizin böyle toptan mahvedilmemesi için de etkili tedbirler almasını istiyoruz.

20 İkinci Teşrin 1937                          DERSİM AŞİRETLERİ ADINA (22 Kasım 1937)                                   İMZA



1937 yılı kışı başlamış ve Dersim’de süre gelen silahlı ayaklanmalar soncu hükümet kuvvetleriyle olan çatışmalarda durmuş ve İsmet İnönü 1937 yılı sonunda Millet Meclisi’nde bir açıklama yaparak “Dersim meselesi” nin sona erdiğini resmen ilan etmiş ve Meclisi tatmine çalışmıştır.

1938 yılının ilkbaharında Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bağlı ordu kuvvetleri seri ateşli ve atış kabiliyeti güçlü büyük toplar, tanklar, uçak ve nehirlerde kullanılacak geçit ve inşaat araç gereçleri hazırlayarak bunları çatışma bölgelerine sevk ederken, Çatışmaya katılan Dersimli aşiretler ise medeni dünyada var olan büyük-küçük tüm devletlere yaptıkları yardım çağrıları hiçbir sonuç vermemiş, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı olumsuz hiçbir tepki yaratmamış olarak olup bitene seyirci kalıyorlarken, Londra radyosu;” Türkiye’de Milli hak v e bağımsızlık davası uğrunda Dersim Kürtleri savaşıyorlar,” diye yayın ve bazen de Türkiye Cumhuriyeti hükümet kuvvetleri orantılı olmayan güçlerle Kürt azınlığına karşı saldırılarına işaret etmesine rağmen, dünya barışının sağlanması ve mazlum milletlerin haklarının savunulması için Cenevre de kurulan “ Cenevre Milletler Meçlisi” bu çatışmalara karşı sessizliğini sürdürür.

Türkiye de yayınlanan Cumhuriyet gazetesinin 30 Haziran 1938 tarih ve 5000. Sayısında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Celal Bayar’ın nutkunu yorumlayarak “Dersim’de askerî harekât yapacağız” başlıklı yazısında şeyle yazıyor: “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti bu sene Dersim meselesini tekrar ela alacak ve bu bölgede Askeri Hareket yapacağız, köprüler inşa edeceğiz ve mektepler açacağız. Arzu ediyoruz ki askeri hareketler de durmaksızın devam etsin. Geçen sene, büyük kuvvetlerimizi bölgeye yığdık ve bazı bölgelerde çarpışmalar oldu. Bu sene de aynı bölgede askeri hareketlere devam etmek ve geleceğe yönelik tatbikat yapılacaktır.

Ordularımız pek yakın bir zamanda Dersim bölgesinde manevralar yapacak ve ondan sonra bu bölgenin sakinlerini tamamen kaldıracak ve bu meseleyi temelden halledecektir.” Diyor ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Başbakanı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmanın anlamı budur diyor.

Halbuki çok değil yaklaşık altı ay önce yani 1937 yılının sonlarında Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamları dolayısıyla verdiği demeçte: “Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik, Dersim sıkıntısından kurtulduk, Dersimi her türlü askeri hareketlerle temizledik”. Diyerek hem ülke vatandaşlarına hem dünya kamuoyuna duyuru niteliğinde bilgi vermişti.

Öyle anlaşılıyor ki Celal Bayar’ın 30 Haziran 1938 de Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan demeci ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bağlı ordu kuvvetlerin yeniden Dersim’e hareket hazırlığı yapması İsmet İnönü’nün 1937 yılı sonundaki demecini doğrulamakla beraber, Dersimlilerin Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamlarından sonrada inandıkları milli direnişlerine devam ettiklerinin ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bağlı ordu kuvvetlerinin de bu direnişlere tamamen baş edemediklerinin çok açık bir göstergesi olarak çatışmalar yer yerde olsa devam ediyormuş.

Hatta: Başbakan Celal Bayar’ın bu açıklamalarından sonra Şam’da yayınlanmakta olan “El-İhbar” gazetesi, 13 Temmuz 1938 gün ve 419 sayılı nüshasında Londra’dan aldığı şu haberi yayınlar: “Türkiye’de Kürt ayaklanması şiddetlendi, Kürtler Türk birliklerine saldırdılar ve onları yenilgiye uğrattılar” başlığı altında şu bilgilere yer verir:

Londra-Dünkü gazeteler, Türkiye’de Dersim bölgesinde şiddetli ayaklanmaların çıktığını bilinen kaynaklardan aldıkları bilgilere dayanarak yazmaktadır. Kürtler Türk birliklerine hücum ederek yenilgiye uğrattılar. Türker’den birçok yaralı ve ölü var.

Bazı görüşlere göre, işbu ayaklanmalar Çarlık Rusya’nın verdiği para ve silahlarıyla beslenmektedir. Yorum olarak denmektedir ki: “1917 de Çarlık Rusya’sında yapılan Devrim soncu Çarlık Rus askerleri Anadolu da işgal ettikleri topraklarda çekilmiş ama Kürtlere verdiği para ve silahları geri almamıştır.” Bu ayaklanmayı bastırmak için Türkiye Hükümeti büyük askeri kuvvetler göndermişti. Genel olarak Kürdistan’da bildiriler dağıtarak bütün Kürtler birleşmeye davet edilmekte ve Türk boyunduruğundan kurtulmak için çarpışmaların devam etmesini istenmektedir.” Diye yazar.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu arada acele bir kararla af ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında Siyasi Mülteci olarak bulunan ve içlerinde 1938 yılı temmuz ayının sonlarında Suriye’de bulunan Refik Halit, Ali İlmi ve arkadaşları da dahil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan siyasilerinde ülkeye dönmeleri amaçlanmış ve bir çok mülteciler de ülkeye dönmüşler.

Beyrut’ta çıkan Errabitat-Eşşarkiye gazetesinin 30 Temmuz 1938 gün ve 623. Sayısında “Dersim Bölgesinde Şiddetli Çatışmalar.” Bağlığı altında şunları yazıyor: “Atina ve Türkiye’den gelen haberlere göre, Dersim bölgesinde on günden beri şiddetli çatışmalar devam etmektedir.

Birçok kabile savaşa katılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti çatışmalara büyük askeri kuvvetler göndermiş ve hatta bu kuvvetlere top, uçak, projektör ve büyük tanklar dahil edilmek zorunda kalmıştır. Kürtler bu kuvvetlere karşı topyekûn saldırdı. Türler Dersim Kürtlerini Dersim dağlarından kuşatmakta başarılı olamadı.”

Şam’da yayınlanmakta olan ve Arap kamu oyunca en çok okunduğu söylenen “Elifba” gazetesinin 4 Ağustos 1938 gün ve 5252 sayısında: “Dersim’de Kürt ayaklanması” ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın açıklamaları ayaklanmanın varlığını ispatlıyor.” Başlığı altında şu yazılarını yayınlıyor. “Hayli Zaman’dan beri telgraf ve dünya ajansları haberleri aralıksız olarak Türkiye’nin Dersim bölgesinde Kürt harekâtından söz etmektedir. Ayaklanmanın yeniden baş göstermiş olduğuna ayrıca işaret edilmektedir.

Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti böyle bir durumu resmen yalanlamaktadır. Geçen yıl, bu ayaklanmaların bastırıldığı bildirilmekte ve Dersim’de güvenliğin egemen olduğunun ayrıca belirtilmesine rağmen, Dün Türkiye Cumhuriyeti Hükümet Başbakanı Celal Bayar’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı ve radyolarla yayınlanan açıklamasına; Ankara Hükümeti’nin şimdiye kadar Dersim ayaklanmasını bastırmakta başarılı olamadığı ve gerçekleri kamuoyundan gizlemiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Hükümet Başbakanı, Kürdistan’da büyük askeri manevralar yapılacağını ve Derimde son gönlerde çıkan ayaklanmaları bastıracağını ve bu maksatla üç büyük ordunun hem Dersim’e gönderileceğini bildirmekle beraber bu orduların tank ve açıklamıştır. Bu dehşetli açıklama, halka gerçekleri açıklamış ve Dersim’de bir ayaklanmanın varlığının yanında, durumun pek tehlikeli olduğunu da ispat etmiştir.”

Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümeti yurt dışında bulunan temsilcileri vasıtasıyla yurt dışına kaçmış “ayrılıkçı isyanlara karışmış” kişilerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetlerine teslim edilmelerini isterken Türkiye Cumhuriyeti ile komşu olan devletlerle de isyancı Kürt kalkışmalarına karşı ortak tedbirler alınmasını sağlayabilmiştir.

Bu konuda Şam’da çıkan El Amel-El Kavmi isimli gazetesinin 7 Ağustos 1938 gün ve 52. Sayısında İstanbul, Atina ve Bağdat muhabirlerine dayanarak verdiği haberler, meselenin önemini açıklarken şöyle yazmaktadır.

“Tehlikeli anlaşmalar”

“Kürtler Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine bağlı ordularına saldırarak bir kısmını yenilgiye uğrattılar. Bu nedenle Irak, İran ve Türkiye birbirlerine yardıma karar verdi.

İstanbul: Kürt ayaklanması şiddetlendiğinden, Dersim’e 3 Kolordu Türk askeri daha hareket etmiştir. Ayaklanmayı bastırmak için yeniden çalışmalar başlamıştır.

Atina: Şiddetli sansüre rağmen, aldığımız emin ve önemli bilgilere göre; Dersim Kürtleri, Dersim dağlarında Türk kuvvetlerini kırmışlar ve birçok silah, cephane ve zahire elde etmişlerdir. Bu başarı üzerine, tarafsız kabileler de kadın, kız, hatta çocuklarıyla savaşa katılmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti emrindeki orduya sürekli yardım göndermektedir.

Bağdat: Kürt fitnesini bastırmak üzere Hamit Şapçı kumandasındaki askeri birlikler Beşter bölgesine gönderilmiştir. Üç devlet sınırlarında Kürt ayaklanma hareketinin genişlememesi için karşılıklı tedbirler alınması konunda Irak, İran ve Türkiye hükümetleri arasında görüşmeler yapılmaktadır.”

Derken Şam’da yayınlanan ve o zamanın hükümetlerinin yarı resmi yayın organı olan El-Kabes isimli gazetenin 13 Ağustos 1938 gün ve 1470 sayısında Atina kaynaklı olarak yayınladığı haberde:

“Dersim’de Kürt Ayaklanması Canlandı. Hükümet manevra bahanesiyle ordular gönderiyor. Atina- (Şark-el-Arabi) gazetesi: şiddetli sansüre rağmen, Türkiye’de çıkan Kürt ayaklanması hakkında önemli bilgiler alınabilmiştir. Yeni ve büyük kuvvetler yeniden Dersim üzerine gönderilmiştir. Türkiye hükümeti telaş içindedir.

Kürt ayaklanmasını bastırmak amacıyla, Türkiye Hükümeti yıllık askeri manevralarını Dersim bölgesinde yapmaya karar vermiştir.

Bu hal Türk Hükümeti’nin askeri, siyasi ve mülki makamlarının ne derecede korkunç bir durumda bulunduklarını ve Kürt ayaklanmasının ne derece önemli olduğunu göstermektedir.

Bu manevralar vasıtasıyla güdülen amaç, ayaklanma bölgesinin temizlenmesi olduğunu hükümet itiraf etmiştir. Alınan son haberlerden anlaşıldığına göre Türkiye Hükümeti, Kürt memleketinde toplumsal bir devrim yapmak için hiçbir karar almakta başarılı olamamıştır.” Diye yazarken;

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti Başbakanı Celal Bayar ve Dış İşleri Bakanı bizzat çatışma alanına gelerek mücadeleyi yerinde izlemek gereğini duymuşlardı.

Bir yandan da Dersim bölgesinde çıkartılan silahlı ayaklanmalar Avrupa basınında “Din Tabusu ve bir yabancı tahriki diye gösterilmekte devam ediyor.

Bölgede başlatılan askeri manevraları gözlemek ve denetlemek amacıyla manevra mıntıkasını ziyaret eden Başbakan ve Dışişleri Bakanın katılmış olması İstanbul da yayınlanmakta olan Cumhuriyet Gazetesinin 24 Ağustos 1938 gün ve 5130. Sayısında yayınlanan şu haber dikkatleri çekmektedir:

“Başbakan’la Dışişleri Bakanı dün Elâzığ’a hareket ettiler. Celal Bayar, manevralar alanında kalarak Zafer Bayramı’nda İstanbul’a dönecektir.

Dün özel bir vagon Ankara Ekspresi’ne bağlanarak şehrimizden Elâzığ’a gitmek üzere hareket ettiler. Başbakan harekâtından evvel Dolmabahçe sarayına, büyük şef Atatürk’e saygısını sunduktan sonra, yanında Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras olduğu halde, Akar motoruna binerek saat on dokuzda Haydarpaşa’ya geçmiştir.

Aldığımız bilgilere göre: Başbakan Celal Bayar bu sabah Ankara’da ancak bir iki saat kalacaktır. Başbakan ayrılan özel vagon başka bir lokomotif tarafından sonra Elâzığ’a götürülecektir. Başbakan’ın ulaştığı gün büyük manevralarda görev alan karşılıklı ordular birbirine kavuşmuş olacaktır.” Diye yazarken aynı gazetenin bir başka sütununda ise:

“Dersim Manevraları; Bu Sabah Şafakla Birlikte Başlayacaktır.”

Elaziğ-23: Özel muhabirimizden- Bütün hazırlıkları tamamlanan Üçüncü Ordu’nun büyük manevraları yarın (bugün) şafakla birlikte başlayacaktır. Bir haftadan beri Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la Üçüncü Ordu Müfettişi Orgeneral Kazım ve diğer kumandanların katılmalarıyla manevraların teması tespit edilmiştir. Harekatta motorlu birliklerle Hava filolarımızın da büyük miktarda katılacaktır.

Aynı gazetenin bir sonraki gün ve 5131. Sayılı nüshasında, “Dersim Manevraları dün sabah başladı.

Başbakan Ankara’da kısa bir süre kaldıktan sonra Elâzığ’a hareket etti.” Başlığı altında şu haberi yayınlar:

Ankara 24 (A.A.) Anadolu Ajansı Elâzığ’a gitmekte olan Başbakan Celal Bayar, eşliğinde Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras olduğu halde sabah Anadolu ekspresiyle şehrimize gelmiş ve istasyonda kısa bir konaklamadan sonra seyahatine devam etmiştir.

Başbakan istasyonda Büyük millet Meclisi Başkanı Abdülhalik Renda’yla bakanlar, İsmet İnönü, millet vekilleri, Milli Savunma Genelkurmay Başkanı ve diğer bakanlıklar tarafından karşılanmış ve uğurlanmıştır. Dışişleri Bakanı, Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Başbakan’a eşlik etmektedir. Aynı gazetenin aynı nüshasının bir başka sütununda:

Elâzığ- 24 (Sureti mahsusa ’da giden arkadaşımızdan):

Dersim bölgesindeki büyük askeri manevralar bu sabahtan itibaren başlamıştır. Manevra sahası, Elâzığ- Dersim- Palu havalisidir. Vazife alan ordular; ilk teması bugün öğleden evvel yapmışlardır. Bu ilk harekata hava kuvvetlerimiz de katılmıştır. Harekât sahasında Mareşal Fevzi Çakmak’la milli Müdafaa Vekili Kazım Özalp’ta hazır bulunmuştur. Başbakanımız Celal Bayar yarın akşam beklenmektedir.

7 Ağustos 1938 gün Fransız L. Orient gazetesinin 26. Sayısında “Kürt Ayaklanması 13 Yaşında” başlığı ile yayınlanan makaleden:

 “İhtilal hareketlenin lideri olan Şeyh Said asıldı, fakat savaş asla durmadı.”

Kürt ayaklanması 13 yaşındadır. On üç yıldır Kürt halkı silahını terk etmemiştir. Muş ovalarından Ararat’a Dersim dağlarına kadar, Kürt aşiretleri küçük gruplar halinde Türk alaylarına karşı direnmektedir.

Ayaklanma henüz bastırılmamıştır., fakat Türk Genelkurmayı onu bastırmaya kararlı görünmektedir. Ankara’da bu kararı güvenilir kişiler doğrulamaktadır.

İstanbul, 2 Ağustos – Kürt bölgesinde yapılmakta olan manevralara karşılık, Kürtler ’in sık sık ayaklanmakta olduğu, Dersim bölgesinde oluşan yeni karışıklıklara karşı savunma tedbirleri alınacağını Başbakan haber vermiştir.

Çok sayıda tank ve uçakla takviye edilmiş üç Kolordu derhal hareket edecektir.”

Kürt Ayaklanması Nasıl Doğdu:

1925 yılında Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti’nin uygulamaya koyduğu İlk büyük reform kanunu uygulamaya konmuş Fetih Beyin hükümeti, olağanüstü nitelikte olan bir işe devam etmekle sorumlu olduğunun anlaşıldığı bir sırada, Şeyh Said liderliğinden Muş ve Sason havalisinde Şeriatçı Kürt ayaklanması bayrağı altında silahlı isyan hareketi başlar. Muş ovasından aylardan beri süren silahlı ayrılıkçı Şeriatçı Kürt isyancıları ile Türkiye Cumhuriyeti Ordu kuvvetleri arasında silahlı çatışmalar devam etmekteyken, isyancıları bastırmak isteyen askeri birlikler isyancıları bastırmak için girdiği çatışmalarda büyük kayıplar vermiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticileri ayaklanmaları derhal bastırmak gerektiğine karar verir ve İsmet İnönü Başbakan olarak hükümetin başına getirilir ve Başbakan Fethi Bey ise Londra’ya elçi olarak gönderilir.

Şeyh Said ayaklanmasını bastırmak için Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hazinesine 25 milyon liralık bir zarara mal olmuş ve nihayet Şeyh Said ele geçirilmiş ve Diyarbakır’da herkese acık bir meydanda asılmış ve Merkezi hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meçlisi üyeleri milletvekilleri ve yayın yapan gazete muhabirleri ayrılıkçı silahlı dinci ayaklanmanın sona erdirildiğini sanmaktadırlar.

Ve isyana katılan veya destek veren ayrılıkçı silahlı dinci Kürt aşiret mensupları ve bazı Kürt Beyleri İzmir havalisine sürgüne gönderilmiş, isyancıların köyleri boşaltılmış liderleri yakalanarak muhakemelere sevk edilerek çeşitli cezalarla cezalandırılmışlar.

Fakat ayrılıkçı Kürt aşiretleri Şeyh Said’i inkâr etmemiş ve Ankara Merkezi hükümetine karşı ayrılıkçı dinci direniş sessizce yer altında gizli gizli devam etmekte ve her gün ordu kuvvetleriyle isyancılar arasında çarpışmalar yapılmakta ve Ankara Merkezi hükümet yetkilileri bu bölgelerde olup bitenlerden haberdardır.

Kürt ayaklanmasında o zamanın Başbakanı Fethi Beyin bir rolü var mı? Diye bazı şüpheler tartışılır olmuş ve Fethi Bey Londra’dan görevli bulunduğu elçilik görevinden ayrılarak ülkeye dönmesi için çağrılır ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinde ilk muhalefet partisi olan “Terakkiperver Partisi” Fethi Bey tarafından kurdurulur.

Fethi Beyin kurduğu bu parti geniş bir propaganda ile işe başlar ve Fethi Beyi’n tezlerini destekleyen Kürt Şefi İhsan Nuri Paşa Ararat’taki kendi taraftarlarını yeniden ayaklandırmayı başarırlar.

Ayaklanan Kürtler çok sayıda Modern silah, cephane ve paraya sahiptirler ve Karahan bu mıntıkasından geçerek Sovyetlerin Kürt Şefi İhsan Nuri Paşa’yı desteklediği anlaşılır.

Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu birlikleri Ararat dağlarını kuşatarak bu ikinci ayrılıkçı dinci Kürt ayaklanmasını etkisiz hale getirmeyi başarır. Ankara Merkezi Hükümetince yerlerinden alınan isyancı Kürt aşiret mensupları sürgün edilmeye başlar ve Adana’da ayaklanan isyancı Kürtlerden birçokları idam edilmişken aşiret mensuplarının çoğu toptan sürgün yerlerine gönderilmiştir.

Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri: bu karmaşayı yaratan ayrılıkçı isyanları iyi kontrol edebilmek için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti ile İran Devleti Hükümeti aralarında uzlaşarak Ararat’ı oluşturan iki büyük dağın, Küçük ve Büyük Masis’in (Ağrı dağının Ermenice adı) kontrolünü Türkiye Cumhuriyeti’ne terk eden bir Türk-İran paktı imzalanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümetinin sağladığı bu yeni stratejik üstünlükten sonra, esasa uygun olarak yeni reform hareketlerine başlar ve:

Şark Vilayetleri, maiyetinde askeri ve idari uzmanlar bulunan ve Umumi Müfettiş unvanını taşıyan askeri bir valinin idaresine terkedilmiş olur. Dilediği konularda dilediği kararları alıp, dilediğini yapabilmek yetkisine sahip olan bu generalin Karargâhı Diyarbakır olup, Lyautey ayarındaki Fransız inşaatçıları gibi, bu general de, köyler, okullar kurulmasına başlar. İnşaatı teşvik ederken inşaatın yolunda gitmesiyle umduğu her şeyin yolunda gideceğine inanır.

İskân kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisinde geçer ve bu iskân kanunu hükümleri arasında hükümet, Türk olmayan ancak Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olanları çoğunluk oluşturdukları bölgelere dağıtmak yetkisine sahip olur.

Bölgede görevli Umumi Müfettiş ve aynı zamanda Vali olan paşa; Ankara Merkezi Hükümetinden izin alarak, Balkanlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı göçmenleri bu bölgeye nakledip yerleştirir, fakat bu uygulama sonucu Balkanlarda gelen göçmenler bu yörenin iklimi şartlarına dayanamayarak, tarlayı, takımı bırakıp bölge dışına kaçarlar.

Üçüncü Ayaklanma:

1936 yılı içinde Dersim dağlarında yaşayan aşiretler ayrılıkçı hareketlerle ayaklanma halindedir. Ayaklanmanın bastırılması için bir yıllık bir zaman tüketmek zorunda kalan Ankara Merkeze Hükümet kuvvetleri Hava Kuvvetleri seferber edilerek, Genelkurmay’ın elinde bulunan her çeşit modern savaş silahları bu yörede kullanılmış ve zaman 1937 yılına gelmiş İsmet Paşa Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meçlisi Kürsüsünde Millet Vekillerine şöyle seslenir:

“Gerçekten de mesele halledilmişe benziyor. İdari reforma başlanıyor. Dersim yeniden vaftiz edilerek adı değişiyor, kanun ona “Tunceli” adını takmıştır. Bu İl’e askeri bir vali tayin edilmiş ve Sıkıyönetim devam etmektedir.”

Seyid Rıza’nın Halefleri: 4. Kürt ayaklanması:

Ankara merkezi hükümetleri tarafından tasarlanan reformun uygulanmaya konması için, bir sessizlik döneminin başlaması beklenmekteyken, bu sırada daha öncekilerden daha da şiddetli olan dördüncü ayrılıkçı silahlı aşiretler ayaklanması patlak vermiş olur.

Yeni atanmış Başbakan Celal Bayar, 28 Mayıs 1938 de halkı sükûnete davet eden şu açıklamayla işe başlar:

“Ey Dersim halkı, eğer silahlarınızı terk ederseniz, sizin için kollarımız hazırdır. Merhametimiz büyüktür, fakat gazabımız daha büyüktür, dilediğinizi seçmek sizin elinizdedir.” Der.

Seyid Rıza’nın yeğenleri Hüseyin ve Halilağazade Hasan, Yusufan aşiret lideri Ferik Ağa gibi kişiler liderliğindeki aşiretler kendilerine yeni aşiret liderleri seçmiş olarak yeniden ayrılıkçı milli mücadelelerinde bağımsızlıklarını, özerkliklerini istemekte ve bu gibi amaçlarının gerçekleşmesi için girişilen mücadeleye devam edeceklerdir.

Kürdistan saydıkları bölge kaynaşma halinde olup, her taraftan takviye kuvvetleri yetişmekte ve isyancı silahlı aşiret mensupları Irak, Cezire ve İran’dan gelmekte olan gönüllü gruplarla sayıları giderek artarak çoğalmalarına karşın, Ankara Merkezi Hükümeti Başbakanı Celal Bayar’ın çatışma bölgesine gönderdiği motorize askeri alayları, hava kuvvetlerine ve 3 Kolorduya karşı silahlı gruplar ve önderleri birer birer yenilecekler ve bu amaçla talep ettikleri milli istekleri sonuçsuz kalırken, ölen ve yenilenlerin yerlerine yenileri gelmek üzere ekilen tohumlar ölmeyerek, ayrılıkçı hareket ve ayaklanmalar devam eder.

1937 yılı sonlarında, Suriye’de bulunmakta olan, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdullah, emrindeki aşiret ve mülteci Kürtdistan mensuplarıyla Suriye’de hareket ederek Dersim bölgesinde sürdürülen silahlı ayaklanmalara katılmak üzere Diyarbakır bölgesinde Ankara Merkezi Hükümet kuvvetleri ile girdikleri çatışmalarda öldürülürlerken Dersim bölgesinde Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerine teslim olmayan Karabal, Ferhadan ve Pilvenk aşiretleri çatışmalar sonucu öldürülürlerken, Aşiret Liderlerinden Kangozade Mehmet Ali ve Alişerağazade Cemşit, Divan’ı Harp Mahkemesinin yaptığı yargılama sonucu aldıkları ceza gereğince Hozat Caddesindeki Mustafa Paşa köprüsünde kurşuna dizilerek cezaları infaz edilirler.

Öte yandan isyanlara katılan Pilvenk ve Abasane Jerin aşiret mensubu kişiler de “İn ve İnciğe” vadilerinden çıkan çatışmalarda kurşunlanarak öldürülürler.

Irgan köyünde de çıkan çatışmalar da ve çatışmalar sırasından çıkartılan yangın sonucu birçok köylü ölür veya öldürülür. Hozat merkezine getirilen Karaca Seyitler halkının çıkarttığı ayaklanma ve çatışmalar sonucu öldürülmüşler.

Bir taraftan da Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerine teslim olan Mazgirt ilçesinin Kureşan aşireti üyeleri tamamen sürgüne gönderilirler.

Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin harekât sahasının ağırlık merkezi Hozat, Çemişgezek, ovacık ve Mazgirt ilçeleri bölgeleri olduğundan bu bölgelerde Bamansuran, Ğormek, Şadiyan, İzolan, Hıdıran, Balaban, Koziçan aşiretleriyle Plümer, Nazmiye ve Erzincan bölgeleri aşiretleri üzerine harekât fırsatını bulamadan, yoğun kar fırtınaları başlamış ve bu yüzden de askeri birliklerin bir kısmı merkezi yerlerde bırakılarak arta kalanların geri dönmeleri kararlaştırılır.

Kar-kıştan ve açlık ile soğuğun bastırmasıyla dağlardan inip kasabalara yaklaşmaya mecbur kalan silahlı ayrılıkçı aşiret mensupları kafileler halinde Askeri kuvvetlerce toplanarak, çatışmalara girenler arasında Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin kardeşlerinden Rıza ve İsmail ile 14 yaşındaki kızı karşılıklı çatışmalarda öldürülürken, teslim olan aşiret lider ve mensupları arasında birçok yaşlı, kadın ve çocuklar seçilerek batı vilayetlerine ve Ankara, Konya, Eskişehir, İzmir ve diğer sahil vilayetlerine sürgüne gönderilirler.

Bölgede suren bu çatışma hali devam ederken: Şam’da çıkan el-istiklal el- Arabi gazetesinin 6 Eylül 1938 tarih ve 3137 sayısında, bu gazetenin Cerablus Türk sınırında elde ettiği bilgilere dayanarak yayınladığı şu haber dikkat çekicidir.

DERSİM DAĞLARINDA:

“Cerablus-sınır (Arabi Ajans) -Dersim dağlarında ayaklanma devam ediyor, bazen sönüyor, bazen yeniden canlanıyor. Meydana gelen şu garip olay askeri karargahlarda önemli bir tepki uyandırmıştır!

8 günden beri Dersim dağlarının bir mağarasında Türk kıtaları bir kısım Kürdü abluka altına almıştır. Asiler teslim olmak ve beyaz bayrak çekmek zorunda kamışlardı.

Bunun üzerine Türkler asilere mağaralardan çıkmalarını emretmiş ve sayıları yüz seksen kişiden ibaret olan bu kuvvetten bir kısım mağaradan dışarı çıkmıştı. İsyancıların kumandanı mağara etrafındaki Türk askerlerini görünce, bir küçük işaret vermiş ve mağaradaki diğer arkadaşlarının da silahlı olarak mağaradan çıkmalarından sonra, isyancıların kumandanının verdiği diğer bir işaret üzerine, isyancılar Türk birliklerine şiddetle hücum etmiş ve Türk kuvvetlerini kısmen imha ve kısmen geri çekilmeye mecbur bırakarak kuşatmadan kurtulmuşlardır.” Diye yazar.

Askerî harekât sona erdikten sonra Plümer-Kozican’dan hükümet merkezine gelmiş olan aşiret liderleri de tamamen Batı vilayetlerine sürgün edilmişler.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti merkezi hükümeti; askerî harekât bölgesini on yıl müddetle yasak bölge ilan etmiş ve bazı yerleri ayırarak bunlara “ıssız bölge” adını vermiştir. Abdullah Alpdoğan Paşa’ın Umum Müfettiş ve Vali olarak onayıyla Mazgirt ilçesinin Turşeumek nahiyesi, Munzur nehri ile Pah sularının birleştiği noktada ki Mamıkan köyüne şehir kurarak burada birçok kışla yaptırmış ve Tunceli merkezi olarak, bu köye “Kalan” adı verilmiş ve Ekim 1938 de Dersim kendi milli isteği olarak gördüğü özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini Türkiye Cumhuriyet Devleti hükümetlerine karşı kaybetmiştir.

Anadolu’nun batı vilayetlerine sürgüne gönderilen silahlı ayrılıkçı aşiret lider ve mensupları çıkartılan af kapsamında on yıl sonra yani 1948 de kendi yerlerine geri dönmelerine izin verilmiş ve İstanbul da yayınlanan “Son Posta” Gazetesi’nin yazarlarından Osman Mete 1948 yılında Dersim’de yaptığı araştırma ve incelemeleri üzerine şunları yazar:

“Tunç Eli ’ne gittim. Burası eski adıyla Dersim’dir. Issız ve insandan yoksun bu yerleri gezdim. Kalan’dan Ararat’a kadar orada yaşayan inşalarla konuştum. Onlar tahsildarlardan ve jandarmadan başka bir hükümet memuru görmemişler. Köylerin içerisine girdim, bu köyler takriben beş kilometrelik araziler üzerinde kurulmuş ve her ev bir küçük tepe üzerinde inşa edilmiştir. Buradaki insanları görmek ve onların sosyal ve ruhsal hayatlarını yayınlamak istedim.

Fakat maalesef bizim eski vaktimizden kalmış hiçbir eser göremedim. Sanat katiyen yoktur, ziraat ve ticaret yoktur. Orada bütün hayatını yüz keçisinin arkasına bağlayan biçare insanlar gördüm. Tunç Eli, sabık Dersim, beşinci asri yaşıyor ve bugünkü ilerlemiş Türkiye’nin sınırları içinde bulunmasına rağmen, yirminci asrın nimetlerinden hiçte istifade etmemiş, Nihayet başım döndü ve bir Türk çocuğu sıfatıyla hissiyatım yaralandı ve çok üzüldüm.

Tunç Eli vilayetinin merkezi Kalan’dır. Munzur çayı üzerinde tesis edilmiş yalnız elli haneden ibaret bir yer. Bu boğaz da hiçbir sağlık koroma yok ve hiç önem verilmemiş ve her yıl burada üç milyon lira kayboluyor. Kalan’da, bu köy niçin bu kadar uygunsuz bir mahalde inşa edilmiş? Diye sordum. Bana dediler ki, Dersim vukuatları temizlendikten sonra Dersim’de bir vilayet merkezi kurmak için bogazlar komisyonu tarafından zamanın müfettişlerinden Abdullah Paşa’ya görev verilmiş ve uzmanların; “Paşam, burada vilayet yapılır mı ve buraya milyonlar sarf edilir mi?” demelerine rağmen; Abdullah Paşa fikrini yürütmüş ve vilayet merkezini orada kurmuştur.

Burada insanlar genellikle keçi gütmekte meşguldür. Kadınlar özellikle fazla çalışır ve erkekler boş oturur. Dersim’de insan hayatı yüzde seksen beş, durmuş ve kötürüm haldedir. Fikir yoktur, çünkü mektep, medrese yoktur. Medeniyet şartlarının hiçbir usulü ve zerresi buraya girmemiştir. On binlerce insanın nüfus kâğıdı ve kaydı bile yoktur. Doktor yoktur. İlaç denilen bir şey orada malum değildir. Köyleri birbirine bağlayan yollar mevcut değildir. Dersim halkından herhangi birisi, hükümet denince yalnız tahsildarı ve jandarmayı bilir. Bu havalide yüz binden fazla nüfus yaşamaktadır. Bu bayağı ve gayri insani halin sorumluluğu hükümetimizin tertip ettiği heyetlere düşse gerektir, çünkü biz hükümet olarak Dersim’den alıyoruz fakat Dersim’e bir şey vermiyoruz. Bu sorumlu durumu devam ettirmeye hakkımız yoktur.

Nisan 1948                                                            Osman Mete



Hâlbuki bu yıllarda Ankara Merkezi Hükümetleri yıllık bütçelerine Dersim merkezi için yılda 3 milyon lira ayırmasına karşı bu paraların önemli bir kısmı amaçlanan hedeflere harcanmadığı bölgede görevli yöneticiler bu paraları çarçur edip bir kısmını da keyifleri uğruna harcadıkları yapılanlarında sadece göz boyama amacı taşıdığı meydandadır.





SAHİFE 315 DE KİMLER ZARAR GÖDÜYÜ BURAYA YAZ

Anadolu’nun Doğu ve Güney Doğu bölgesi Türkiye’nin en önemli sınırlarının bulunduğu coğrafi konumda olduğunu bilip de taktir etmeyen yoktur.

Tarihin yazılı kayıtlar altına aldığı en yakın tarihimiz olan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından tutunuz da, Balkan Savaşları, Birinci Cihan Savaşı ve Çanakkale, son defa Fransız-İngiliz ve İtalyanlara karşı Yunanlılar üzerinden yapılan Kurtuluş savaşlarında: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş başlangıcından Gazi Mustafa Kemal; İstanbul’dan yola çıkıp Samsuna, oradan da Amasya’ ya uğrayıp ünlü Amasya Tamimini yayınladıktan sonra halkın temsilcileriyle buluşması için Erzurum’a giderek ulusunun kurtuluşu için çeşitli etnik köklerden oluşan milletin vereceği yardım ve sözüne güvenerek “Milli Hareketin Örgütlenmesi” nin temelini atmıştır.

Yunanlıların Ankara Polatlı yakınlarına kadar gelmeleri ülkenin dört bir yanında verilen ölüm-dirim savaşlarında Kürtlerin ekseri çoğunluğu her zaman Ülkenin imdadına koşmuştur. İstanbul’dan dağıtılan Millet Meçlisini yeniden Ankara’da toplamış olan Gazi Mustafa Kemal’i çeşitli saldırılardan koruyan, düzenlenen suikastları açığa çıkaran ve henüz durdurulamayan Yunan ordularının çeşitli saldırılarına karşı örgütlenmeyi Ankara’da kurulu Millet Meçlisini dağıtarak; Kayseri ve Sivas’a çekilme teklifine karşı Mecliste yapılan tartışmada söz alan Dersim Millet Vekili Diyap Ağa’nın Mertçe ve canı pahasına “Biz buraya Milleti kurtarmaya mı, yoksa korkarak geri kaçmaya mı geldik?” diye hitap etmesi Milet vekillerinin coşturmuş ve Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Dersim Mebuslarından Hasan Hayri, Ahmet Ramiz, Urfa mebuslarından Barizi aşiret temsilcileri Bozan Bey ile Şahin Bey, Palu-Van-Bitlis-Diyarbakır-Malatya-Besni mebusları hep beraber Meclisin Ankara’da kalarak savaşın sürdürülmesi kararı alınmasını isteyen mebuslara katılan ve benzer kararlar alınmış olması sağlanırken bu ve benzer kararlar Türk Devrim Tarihinin önemli olayları yanında altın harflerle yazılıp kayda geçmiştir.

Dar zamanlarda Anadolu halkının yaptıkları bu kadar vefakâr ve fedakarlığa karşı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri özellikle de 1938’den sonra kendisini yaratan Anadolu insanına karşı olan minnet ve şükran borcunu nasıl ödedi?  Diye sormak gerekmiyor mu?

Bu sorunun cevabını elbette o günden bugüne gelecek yakın zaman tespit ederek bize cevabını verecektir.

Ama yukarıda yer, zaman ve liderler bazında isimleri verilen hem kendi milli isteklerinin bağımsızlığını isteyen kişiler hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti Merkezi hükümetleri adına bu sorunları gidermek üzere görevlendirilen asker veya sivil memurların neden olduğu; zulüm, katliam ve yer yerde olsa imhalar yaşanmadı mı? Ateşler altında ölümler olmadı mı?  Bu uğurda ve bu olup bitenlerde yalnızca Kürtler mi zarar gördü? Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına görev yapan Ordu ve sivil memurlar bastıkları dalı kesmiş olmadılar mı? Anadolu deyimiyle söylersek “Kardeş katliamları” Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri hazinesine milyarlarca liralık boşa giden masraflara mal olmadı mı? Bunun ağır yükünü taşımak ve giderlerin karşılanması, yoksul Türkiye Cumhuriyeti Devleti mensubu Köylü ve işçisi omuzlamaya mahkûm olmadılar mı? Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetlerinin yönettiği Anadolu coğrafyasında her yıl sayıları milyonlara varan koyun, keçi, sığır ve o oranda da tiftik, yün, deri, yağ, kıl ve diğer ürünleri: Yunanistan, Mısır, Filistin, Suriye ve diğer memleketlere ihraç ediyordu.

Kürdistan hadiselerinden önce yalnız Suriye ve Filistin’e yılda bin beş yüz sürü, yani her sürü 550 şer hayvandan oluştuğu bilinerek yıllık toplamda bir milyona yakın koyun ihraç edilirken, bugün ihracat miktarı yüz sürüye yani elli beş bin koyuna inmiştir.

Türkiye’nin batı vilayetlerine de odun-kömür gönderilirdi. Bugün ise bu tür çatışmalar sonucu yüzde seksen oranında yurtdışına yapılan ihracatlar eksilmiştir. Kabaca sadece kırsalda meydana gelen maddi zararların küçücük bir tespitini yaparak şöyle bir kenara not ettikten sonra; Ülkede meydana gelen Manevi ve toplumsal zararlara gelince:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri ile Kendi Milli bağımsızlık ve özerklik gibi ya da federasyon talepleri uğruna ülkede yapılan zulüm, sürgün ve katliamlar gibi olaylar ülke gençliğinin ruhunda o kadar derin ve şifa bulmaz yaralar açmış, sinirlerini o kadar tahrik ederek germiştir ki, bugününün, yarının ve geleceğin genç nesilleri bunu unutmayacak ve ülkelerinde işlenen cinayetlerin hesabını sormaktan ve intikam için yaşamaktan geri durmuyor. Bir zamanlar şen-şakrak ve neşeli olan ülke bugün harabeye dönmüş baykuş yuvalarına dönüştürülmüştür. Anadolu’da yaşayan bugün ve geleceğin gençleri ana-baba topraklarını her seferinde ana-babaların masum kanlarını görerek Ülkenin Anadolu diyarının dağlarına, ovalarına, ormanlarına, ırmaklarına baktıkça Ülkeleri uğruna ve onuru için kendini ölümlere atan on binlerce insanın feryatları kulaklarında çınlamaya başlayacaktır. Diğer yandan dışarılarda yad ellere sığınmış, coğrafyasına, dillerine, kültürlerine yabancıya boyun eğmiş olarak sığınmış, Vatanının zümrüt dağları, yaylalarına, çayır-çimenine hasret her gün damla damla eriyerek ölen ama ölmek istemeyen bir dirençle bir gün anayurduna kavuşmak ve orada yaşayıp ölmek için, bir zamanlar volkanik bir yanar dağ gibi patlamış ve ateşi sönmüş ama için-için  yanan bir krater gibi tütmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bugüne kadar gördüğü ve gelecekte de göreceği en büyük zarar, ölmek istemeyen her bir  ulusal kimliği kendinden hesap sormak için hazırlanan günün zararı ve bu zararlarının en korkuncu en dehşetlisi olma ihtimali olacaktır.





Güldede nin yaşam ve inançları burayayaz.27.11.2017 wwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwww





Geriye doğru 10-15 kuşak sayılacak torunları ile Bursa'da arada bir buluşur görüşürüm.





Atma aşireti, önceleri Dersim ve Elaziz’e son zamanlarda Malatya’ya bağlanan Arapgir (Arapkir) ilçesi merkez bölgesi olan Şotik nahiyesinde otururlar.

Yerleşik olduğu alan Yama, Parçikan ve Arapgir dağları bölgesi olup, yeşil ormanları, şirin vadileri ve yaylaları vardır.

Merkezleri Şotik nahiyesidir. Arapkir ilçesi Atma aşiretinin etkisi altındadır.

Atma aşireti 12 kabileden oluşmaktadır. Ünlü liderleri Battal zadelerden Mustafa ve Hulusi’dir. Mustafa Hulusi’nin liderliğinde yönetilen bazı Atma Aşireti mensupları1920 de başlayan Koçgiri ayaklanması sonrası Dersim bölgesinden ayrılıp Malatya’ya gelip Arapkir’in Şotik nahiyesindeki Bahşikan köyüne yerleşmişler.

1925’deki Şeyh Said ayaklanmasından sonra bir çok aşiret mensupları gibi Anadolu’nun batı illerine doğru sürülmüş fakat daha sonraki genel aftan yararlanarak eski yerlerine dönenler çok olmuştur.

1937-1938 yıllarında patlak veren Dersim olaylarından sonra yeniden Anadolu’nun batı illerine göç etmişlerdir.

Halen Malatya da yaşam süren ve göç eden Atma aşireti mensupları atalarının Dersimli olduklarını iddia eder ve öyle dirlerde.

Bu aşiret Yama dağları boyunca uzayan büyük Drajen aşiretiyle birleşerek Malatya vadisine kadar bütün yöreyle ve Malatya- Elaziz arasındaki büyük İzol ve Piran aşiretleriyle birleşirler. Drajen aşiretinin lideri Şatırzade Mustafa’dır.

Birçok kez tekrarlanan dağılmalar sonucu birçok kabile Atma aşiretinden ayrılarak Güney batı vilayetlerine göçmüşlerdir.

Göç edenler, Antep, Kilis, Maraş, Kayseri ve Sivas yörelerinde Alevi yaşam biçimlerini bugüne kadar korumuşlardır.

Sinemilli, Elğaz, Canbeg, Koçer kabileleri de atma aşiretinden ayrılmışlardır.

Atma aşireti liderleri aydın kimseler olup bu aşiretin yörede büyük bir etkinliği bulunduğu için, bunlardan bazıları Arapgir kaymakamlığına, Şotik nahiye müdürlüğüne ve vilayet idare meclisi üyeliklerine tayın olunmuşlardır.

Ünlü yazar ve Jön Türlerden aynı zamanda da İttihat ve Terakki Partisi kurucularından beş kişiden biri olan merhum Doktor Abdullah Cevdet ve uluslararası bir üne sahip olan bakteriyolog O. Nuri Arapkir’in özellikle atma aşiretinin sinesinden çıkmış aydın Alevi çocuklarıdır.

Atma aşiretinin yerleşik olduğu yörenin iklim durumu ve aşiret mensuplarının yaşam tarzı, bedeni güçlerini savaş yeteneklerini artırmıştır.

Arapgir ilçesine bağlı Arguvan yöresi tamamen Alevi olup Dersim’e bağlılıkları sürmektedir. Aynı yörenin Şıh Hasan köyünden Atma aşireti mensubu olan Teslim Bey adlı bir gencin Malatya meydanında toplanan kalabalığa hitap eden Malatya Mebusu Mehmet’i “Kürtleri ağır hakaret ettiği gerekçesiyle” “Ben Kürt değilim ama siz, Kürtlere böyle ağır hakaret edemezsiniz” diyerek tabancayla vurarak öldürdüğü bilinen bir olaydır.

Atma aşireti mensubu bu genç, her ne kadar Malatya Ağır Ceza Mahkemesince ağır hapse mahkûm edilmişse de bu mahkûmiyeti Dersimlilerin “Kürtlüğe hakarette bulunan bir kimseyi öldüren kişiye ceza verilmesinin haksızlık olduğunu ve bu olayı protesto ederek iddia etmeleri üzerine, Gazi Mustafa Kemal müracaat ederek bu genin af edilmesi için istedikleri affı çıkartarak bu genci affedilmesi sağlanmış olur.

Dağılan atma aşireti üyelerden bazıları Malatya’nın batısında daha önceleri Dersimdeki Atma aşiretinden ayrılan yerleştikleri Akçadağ aşireti olarak bilinen aşiret ile yeniden birleşmişler ve oluşturdukları bu yeni aşiretin en ünlüleri bugünkü isimlerle Baktıran, Harun ve Balan kabileleri olup toplam 25 kabileden oluşmuştur. Liderleri Kasımzade Munzur’dur.

Munzur Beyin oğlu Mehmet Ali, Birinci Dünya savaşı sırasında Hükümete karşı ayaklanmış olup, daha sonraları yakalanıp idam edilmiştir.

Akçadağ aşireti Kürtçe ve Kurmanc lehçeleriyle konuşurlar. Bu aşiret üyeleri Urfa, Antep, Besni, deki diğer aşiretlerle birleşmiş olup, Besni de 3000 aileden oluşan Gavi aşireti ayni köke mensupturlar.

Bu aşiretin lideri Derviş ve Karaman ağa zade Ali’dir. Mağara ve Pişnig köylerinde oturmaktadırlar.

Atama aşiretine ait Arapkir’in kuzey sınırı Koçkiri aşiretinin yaşadığı Sivas iline bağlı Zara ve Ümraniye, Karacıvan, Bulucan ve Beypınar nahiyeleri yöresinde 300 köye yerleşmiş Koçgiri aşiretleri mensuplarıdırlar.

Koçkiri ilçe olmaya elverişli olduğu halde Alevi ve o dönemin devlet yönetimine karşı isyan ettikleri için Yönetici devlet erki tarafından ilçe merkezi olarak Zara ilçe merkezi seçilmiştir.

Yaşadıkları yöre bütünüyle dağlık ve ormanlıktır. Toprakları ekilip-biçilen tarıma elverişlidir. Beg ve Koye Mar sıradağları yaşam süreçlerine önemli katkılar sunmaktadır.

Koçgiri aşiretleri, Zara ve Divriği ilçelerinin doğusunu ve Erzincan’ın Refahiye, Kercanis, Suşehri ve Kuruçay ilçeleri sınırlarındaki bütün köyleri içine almaktadır. Bu ilçelerin halkları bu aşiretin adet ve kültürüne bağlı yaşamaktalar.

Doğudan Erzincan vilayetine, Kuruçay, Kamaks ve Dersim sınırına; güneyden de Arapkir’in Atma aşiretine kadar birleşen bu aşireti kuzeyden Suşehri Şebinkarahisar yöresiyle de sınır oluşturmaktadır.

Koçgiri aşiretleri, Dersim’den ayrılarak birkaç yüzyıl önce bu yöreye geldiklerini ve öz anneleriyle Şıh Hasanan aşiretine mensup olduklarını asıl köklerinin de İbolar kabilesine dayandığını iddia ederler.

Adetleri yaşam biçimleri kültür ve fizyonomileri bütünüyle Dersim ’lere benzer ve Dersim’le bağlarını bugünde koruyup sürdürerek korumaktalar.

Dilleri kurmancı ve Zaza’ca olup 12 büyük kabileden oluşmaktalar. Bu aşiretlerin en ünlüleri Badılan, Saro, Bar, Garoa, İbo, balo, Zaza ve eski Kâgirilerdir.

Bazı Kürt araştırmacılar Koçgiri aşiretlerini 10 ile20 bin haneden ibaret gösteriyorsa da 1921 Koçgiri olayına kadar bu yörenin 30 bin haneden ibaret bulunduğunu, o yöredeki gözlemlere dayanarak açıklamaktalar.

Bazı araştırmacılarında Koçgiri aşiretlerinin I. Sultan Selim döneminde göçe zorlandıkları için bu mıntıkaya gelmiş olmaları olası saymaktalar.

Fakat bu Koçgiri aşiretleri Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına asla girmemişlerdir. Çoğunlukla savaş tüfekleri ve cephaneleri var olup, daima silahlıdırlar.

Koçgiri aşiretleri kendilerini yaratılış da zeki ve milliyetçi sayar ve Dersimlilere oranla okumaya daha önem vermişlerdir.

Geçimlerinin önemli bir kısmını hayvancılıkla sağlarlar.

Aşiret liderleri İbo kabilesinden Mustafa paşazade Alişan ve Haydar’dır ve aşiretin merkezi Boğsazvirandır.

Sivas bölgesi Koçgiri aşiretleri içinde Kurmeşan Aşireti Sivas ilinin Hafik (Koçhisar) ilçesinin Yılanlı ve Karabel dağları eteklerinde yerleşmiş olup, merkez köyleri Kaballa, Yalıncak ve Eymir’dir. Aşiret lideri, Koçkiri olayında şehit düşen Güzel Ağa’ydı.

Dilleri Kurnanca olup Dersimdeki Kurmeşan aşiretinden ayrılma olup Alevidirler. Koçgiri ilçesinin güney mıntıkasında geçen Kızılırmak bu aşiretin bir kısım toprağını sular.

Koçkiri olaylarına katılan ünlü Alevi lider Hasan Hüseyin bu aşiretten ve Aktaş köyündendir.

Kurmeşan aşireti, doğuda Koçgiri ve güneyden Çerakan aşiretleri ile birleşmişlerdir.

Halen Güldede köyünde yaşan süren ve soy olarak İbolar bu Koçgiri aşiretinden Atma aşiretine yeniden katılan İbolardır.

Ginniyan Aşireti’nin kökeni de Dersim olup, Sivas’ın Zara ilçesine bağlı Beypınar mıntıkasını ve Karabel dağlarının Güney bölgelerinde yerleşmişlerdir. Kuzeyden ve batıdan Kurmeşan aşiretleriyle birleşmişlerdir,

Bu bölge bütünüyle ormanlık olup bol miktarda keçi sürülerine sahip zengin bir aşiret olan Gınniyanlar’ın dili Zazaki’dir. Zeki, cesur ve savaşçı bir aşirettir.

Osmanlı yönetimi tarafından kendisine Paşa unvan verilmiş Murat Paşa, Koçgiri olaylarında biz Kürt değiliz diye bir Kürt isyanı olarak başlayan Koçgiri ayaklanmalarına katılmayı reddetmiştir.

Sivas Zara, Divriği, Kangal mıntıkasında büyük bir taraftar ve şöhret kazanmış olan Murat Paşa büyük servet sahibi olarak ormanlar arasında görkemli konaklar, evler yaptırmış ve Sivas ili ile cıvar yerleşkelerden yaşayan hükümet görevlileri bu mesire yerlerine gelir giderlermiş.

Kendilerine Kürt fedaileri denen ve Dersim’den gönderilen 100 kişilik bir gurup 1926 yılında Çığız Mehmet Ali kumandasında Murat Paşa’dan intikam almak üzere Sivas’a gönderilir. 

Murat Paşa’nın oturduğu Merkez köyü çevresinde siper almış vaziyette gerekli tertibat sağlanır ve Murat Paşanın konağında bulunduğunu tespit ederler.

Bir mesiresinden diğerine giderken gerekli tedbirleri almak üzere kendisine en az 200 kişilik bir kuvvet himayesinden yolculuk eden Murat Paşa’yı bu şartlarda teslim alamayacaklarına karar verilir ve Haydar adında birinin yanına dört kişilik bir Kürt fedaisine Resmi Türk Jandarma elbisesi giydirilerek sabah erkenden Merkez köyünde ki Murat Paşa konağına gönderilir.

Doğrudan Murat Paşa’nın konağına varan fedailer, karşılarına çıkan muhafızlara, tam bir soğukkanlılıkla, Zara’dan geldiklerini ve Paşa’dan getirdikleri bir mektubu bizzat kendisine teslim edeceklerini söyleyerek, bir zarf göstermişler ve süratle merdivenlerden yukarı çıkarak Murat Paşa’nın bulunduğu odaya girmişler.

Murat Paşa’yı karşılarında bulan bu fedai ekip “Dökülen Kürt kanının, lekelenen Kürt şerefinin, kirletilen Kürt namusunun intikamını, Kürt düşmanı hain senden hesap sormaya geldik.” Diyerek kafasına sıktıkları kurşunlarla kafatası parçalanır ve beyni delik deşik edilerek öldürülür.

Duyulan silah sesleri üzerine köyün etrafını saran siperdeki “Kürt Fedai birlikleri” de yerlerinden fırlayarak konağı işgal ederler.

Murat Paşa’yı öldüren bu Kürt fedai kuvvetlerini teslim almak için Sivas, Zara, Divriği, Hafik ve hatta Erzincan, Kamaks, Kuruçay, merkezlerinden gelen kuvvetler bu fedai kuvvetlerinin birçoğunu öldürmüş dört gün süren çarpışmadan sağ olarak Dersim’e gelebilen “Kürt Fedai Birliği” mensuplarından iki kişi sağ olarak gelebilmişler.

1920’den başlayan Koçgiri Kürdistan bağımsızlık isyanı Murat Paşa’nın 1926 yılından öldürülmesinden sonra silahlar susmuş olarak sona ermiş olur.

Benim annem tarafım bu aşiretten olup bugün kütüklerimiz Güldede Köyünde olup çoğunluğu Ankara ve İstanbul gibi illerde ve bazıları da Avrupa’nın bazı ülkelerinden yaşam sürmekteler.

Ginniyan aşiretinin doğusundaki dağlık ve ormanlık bölgeyle Ginniyan aşiretiyle iç içe yaşayan Çarekan aşiretinin yerleşim yeleri Divriği’nin iç bölgelerine kadar uzanır ve Merkez köyleri Zeyve olup liderleri Murat isimli aydın bir Alevi kimliktir.

Bu aşiret Kuzeyden ve batısından Ginniyan ve Kurmeşan, Doğudan Koçgiri ve Güneyinden Şadiyan ve Canbegan aşiretleriyle birleşmiş olduğundan, bu geniş bölge bütünüyle Alevi aşiretlerin yerleşim alanı olduğu anlaşılmakta olup, Dersim’in Çarekan aşiretinden, yani Kozican’dan göç ederek bu yöreye yerleşmiş olduklarını iddia ederler.

Bunların dilleri Zazaki’dir. Bu aşiretin İt kıran adlı bir Alevi köyü bölgeye ün salmıştır. Fakat bu köy Çarekan aşiretinin kültürel idaresi ve etkisi altında kalmıştır.

Kangal İlçesinin kuzeydoğu bölgesinde yerleşik ve Kuzeyden Ginniyan ve Çarekan, doğudan Canbegan aşiretleriyle birleşerek Yama dağlarına kadar uzanıp, orada Parçikan aşiretleriyle birleşir. Güneydeyse Malatya’nın Hekimhan ilçesi sınırına kadar uzanır.

Aşiretin merkezi Eymir köyü olup, aşiret lideri çok içki içermiş, Kadehleri her boşaltışında, Kürtçe “Lo ez Elo me Elmo!” (Ulan ben Elo ’yum Elo) diye nara atarmış. Bu ünlü kimlik 1919 yılında 95 yaşındayken ölür ve yerine oğlu Mehmet Ali aşiret lideri olur.

Şadiyanlar Alevidirler. İnanç ve adetleri bütünüyle Dersimlilerin inanç ve adetleri gibidir. Zaten kendileri de Dersimdeki Şadıyan aşiretinden ayrılmış olduklarını söylerler.

Ünlü atları ve koyun sürüleri vardır. Dilleri Kurmacadır. Şadiyanlar’ın büyük köyü Koçköprü, Sivas- Erzurum, Sivas-Malatya sınırını oluşturur.

Ginniyan, Kurmeşan, Çarekan ve Şadiyan aşiretleri birbirleriyle birleşerek batıda Tecer Dağları eteklerine kadar uzanırlar.

Kangal ve kısmen de Divriği ilçesinde yaşam süren Canbegan (halk arasında canbekler olarak bilinir) aşiretinin merkez nahiyesi Yellice ve Tekya’dır.  Oldukça engebeli ve vadili bir yerleşim yeri olup, Sivas-Erzurum tiren hattı bu aşiretin oturduğu bölgenin içinden geçmektedir.

Sultan Selim katliamı döneminden sonra Atma aşiretinden ayrıldıktan Dersim’deki Milan aşiretiyle birleştiklerini Davutoğlu Hüseyin’in liderliğinde yeniden bir araya gelmiş olarak bu bölgeye yerleştiklerini söylemektedirler ve dilleri Kurnanca konuşan Alevilerdir.

Canbegan Aşireti, güneyden Şadıyan, kuzeyden ve batıdan Ginniyan ve Çarekan doğudan da Koçgiri ve Parçikan aşiretleriyle birleşirler.

Çamşeyhi denilen bu yöreden yaşayan aşirete mensup insanların adetleri tamamen Alevi aşiretleri gibi olup, Kürtçe konuşurlar.

Çamo Ağa ve Memo Ağa, Çakır Ağa, Şahin, İğdeli, Söğütlü ve Ümranlı köyleri tamamen alevi, Kabakçülik, Başviran, Güneş, Tekke, Hovık, Domurca, Keklikpınarı, Yalnızsöğüt, Eşke, Hıdırlık, Mamaş, Zerk, Kavak, Davulbaz, Anzağar, Toğut, köyleri tamamen alevi olup, Sünni Türklere “Yezit” derler ve bunlarla alakalarının olmadığını söylerler.

Canbegan yöresinde ise Sünni Türk yoktur. Bu bölge halkı bir birlik olarak Koçgiri olaylarına katılmış olarak birçok maddi ve manevi bedeller ödemişlerdir.

Bu yörenin Alevi köylerinden olup Koçgiri olayları sırasında kurulan “Kürt Fedai Birlikleri” ne liderlik eden Kuruçay’ın Bıldırcın köyünden bir Türk Alevi olan Kımıl Aziz hiç ara vermeden 8 yıl silahlı çatışmalara katılarak Sivas, Erzincan, Dersim ve Elaziz çetesi diye adlandırılarak, Hükümet kuvvetleriyle yıllarca çarpışmış olduğu yazılı kayıtlara geçmiştir.

Kımıl Aziz 1920’de Baytar Muhammed Nuri Dersim’i ile beraber tutuklanmış fakat ceza evindeyken kaçmayı başarmış ve Koçgiri ayaklanmasına katılmış olarak sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordusuna karşı çatışmaları yönetmiş olduğu bilinir.

Hükümet kuvvetlerine karşı 6 yıl mücadele ettikten sonra 1926’da Dersim’in Koçgiri Aşiretiyle birlikte çatışmaya devam etmişken,

Fakat Şemken aşireti liderlerinden Haydar ve Balan aşireti liderlerinden Eyüp adlı kişiler bölgede hükümet kuvvetlerine kılavuzluk etmiş ve temsil ettiği halkı gözünden kahraman olan Kımıl Aziz; Kozılca tepesinde hükümet birliklerince dört bir yanını bütünüyle kuşatılarak teslim olması istenen Kımıl Aziz de tam teslim olmak üzereyken ihbarcıları tarafından arkasında vurulmuş olarak öldürülmüştür.

Kardeş katilleri Haydar ve Eyüp Elaziz Valisi Ali Cemal ve Fırka Komutanı Haydar tarafından ödüllendirilmişlerdir.

Canbegan aşiretinin mensupları binicilikte usta olup, güzel atlara sahiptirler, kullandıkları otlaklar Dumurca ve Yellice dağları, Yama dağlarına kadar uzanır ve oradaki aşiretlerle birleşirler.

Koçgiri isyanı devam ederken 1924 yılında Seyid Rıza’nın: (Emevilerin Kerbela vakasından sonra Peygamber sülalesi ve taraftarlarına bulundukları yerlerden ayrılıp göç ettikleri yerlerde kimsenin onlara zarar vermemesi için hükümetçe düzenlenmiş ve her yıl yenilenen bir kayıtlı belgede adı geçen kişi ve liderlerine “Seyd” denmektedir.) Hozat kuşatması sırasında Gazi Mustafa Kemal Paşa; Halk Fıkrası (partisi) adına; Dersimli ve milletlerarası üne sahip hukukçu Lütfi Fikrinin amca zadelerinden Feridun Fikri’yi mebus seçilebilmesi için aday göstererek Hozat merkezine göndermiş ve o’nun adaylığını Seyid Rıza kabul etmez.

Bu arada Terakkiperver partisine geçmiş olan Dersim mebusu Hasan Hayri Mustafa Kemal ve Halk Fırkası aleyhinde bulunmak üzere kaçarak Seyid Rıza’ya sığınmış.

Seyid Rıza, Mustafa Kemal’e çektiği telgraflardan birinde, Feridun Fikri’nin ileride Mustafa Sağır gibi kendisine suikastta bulunacağını bildirmesi üzerine, Mustafa Kemal cevabında, Feridun Fikri’nin sadık ve vatan sever bir şahıs olduğunu bildirerek, Baytar Muhammed Nuri Devrimi’yle Hasan Hayri’nin Ankara Merkezi hükümetine karşı giriştiği ihanetleri dolayısıyla Dersim’den çıkarılmalarını tavsiye ediyor.

Dersimli Hasan Hayri taraftarları Dersimin temsilcisi olarak Hasan Hayri’nin seçilmesinde ısrar ediyor, bu amaçla Seyid Rıza iki bin kişilik silahlı taraftarı ile Hozat merkezini kuşatarak, Ankara Hükümetine baskı yapıyor.

Hasan Hayri’nin Mustafa Kemal’e karşı olduğu kesindi, bunu Seyid Rıza ve taraftarları biliyor ve bu nedenle de adaylığının Ankara hükümetince kabul edilmeyeceği muhakkaktı.

Halbuki bu gerçeklere karşın Seyid Rıza ve taraftarları mevcut kanuni sakıncaları dikkate almaksızın kendi istedikleri kimseleri mebus yapmak istiyorlar.

Gerçek olan şu ki yapılacak bir seçim değil kendi istedikleri kişileri tayinen atama yapılır gibi Hozat Valisi sabit bir mazbata düzenleyerek “seçimde kazanmıştır” diyecek ve millet vekili olarak atanmasıydı.

Gelişen bu ve benzer hadisiler ve Feridun Fikri’nin mebus seçileceği haber almış kişiler Hozat kuşatmasında çatışmaları şiddetlendirirler. Hozat’ta bulunan Jandarma kuvvetleriyle çarpışmalar olur. Feridun Fikri yaralanır ve Elaziz ’den gelen askeri taburların himayesinden Elaziz’e götürülür.

Hozat’ın zaptı Seyid Rıza’nın hedefi olmasına rağmen, kendisi de Alevi olan Hozat Jandarma Kumandanı Yahyaefendizade Ali Avni, Mezra köyünde Seyid Rıza’yla bir görüşme yaparak, Seyid Rıza’nın Hozat kuşatmasını kaldırtır.

CANBEGAN AŞİRETİNİ YAZ SAHA 55xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Kara soy ismi taşıyanlar 1940 lı yılarında Tokat/Zile yöresinden gelmişlerdir ve Cambak aşiretine mensupturlar...

Gür soyadı taşıyanlar ise Sivas/ Kangal köylerinden gelmişlerdir. Bölücek’ler gibi bunlarda, Ginnıli aşiretine mensupturlar...

Demir, Karagöz ve Şen soyadı taşıyanlar Maraş/Elbistan köylerinden gelmişlerdir ve Sinemilli aşiretine mensupturlar.

Köy nüfusunun tamamı alevi-Bektaşi'dir...

Köyde cami veya Cem evi bulunmaz. Köy insanları bir insanın ibadet 'ini kendi evinde de yapabileceğini düşünmektedir...

Köylünün birçoğunun yakınları İngiltere ve Almanya' ya yerleşmişlerdir. İstanbul'da ikametgâh edenler bir dernek kurmuşlardır. Derneğin Güldedeliler adı "GÜL-DER" olarak kısaltılmıştır.

Ekonomi:

Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Hayvancılık daha çok koyunculuk şeklinde olup yeni yeni büyükbaş besiciliği yapılmaya çalışılmaktadır...

Çünkü bozkır bitki örtüsü büyükbaş hayvancılığa elverişli değildir. Buğday, arpa, nohut en çok yetiştirilen tarım ürünlerdedir.

Yerleşim yerinin Köy tüzel kişiliği alması ile birlikte; köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır.

Muhtarlık Seçimleri:

Biz seçimlerle ilk defa 1833’te tanıştık ve 43 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğundan seçim yoluyla sadece muhtar seçtik.

Arşivlerimizde seçim tarihimiz hakkında bulunan en eski kayıt 1833’te Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan muhtarlık seçimleri ile ilgilidir, en eski belge de Bolu’da yine 1830’lardaki bir muhtar seçimine aittir.

“Seçim” kavramı ile 1876’da ilân edilen Birinci Meşrutiyet ile tanıştığımız zannedilir ama işin aslı öyle değildir.

Ülkemiz ’de seçimlerin geçmişi olan en eski kayıt 1830’lara, İkinci Mahmut’un zamanına Bolu’da yapılan bir muhtarlık seçim belgesidir.

Yine bu konuda arşivlerimizde bulunan en eski bilgi, 1833’ün sonunda Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan muhtarlık seçimleri ile ilgili, bu belge Tarihçi Mehmet Güneş tarafından bulunmuştur.

Bizde “seçim” dendiğinde hatırlara 1876’da Birinci Meşrutiyet’in ilânının hemen ardından yapılan Meclis-i Mebussan, yani o zamanın Millet Meclisi seçimleri gelir ama Türkiye’de o tarihten 43 sene önce, İkinci Mahmut’un hükümdarlığı zamanında yapılmış başka seçimler vardır.

Tarihimizin bu ilk seçimi mahallîdir, taşra vilâyetlerinde muhtarları belirlemek için yapılmıştır ve Türkiye’nin seçim tarihi zaten genel değil, mahallî seçimlerle başlar.

Biz, “seçim” kavramı ile 1808 ile 1839 arasında hükümdarlık yapan İkinci Mahmut’un iktidar senelerinde tanıştık.

İkinci Mahmut’un zamanında imparatorluğun yapısı baştan ayağa değişmişti, değişikliklerin arasında halkın köy muhtarlarını seçmeye başlaması da vardı ve “muhtar” kelimesinin bir anlamı da zaten “seçilmiş” demekti.

İlk seçimlerin asıl amacı da öyle yerel yöneticileri belirlemek falan değil, İstanbul’a asırlar boyunca devam eden göçü önleyebilmekti!

Osmanlı yönetimi İstanbul’a göçü durdurabilmek için asırlar boyunca ellerinden gelen çabayı göstermiş ama muvaffak olamamıştı.



TAYİNLE GELEN MUHTARLAR

Devlet 18. yüzyılın ilk çeyreğindeki Lâle Devri’nde yüzünü Batı’ya dönmeye, Avrupa’daki gelişmeleri örnek almaya başladı ama bu dönemde “gelenekle karışık” bir batılılaşma vardı.

Gerçek mâniadaki batılılaşma İkinci Mahmut’un döneminde başladı, gelenekten köklü şekilde bir kopuş yaşandı ve klasik sistem tamamen değişti.

Değişikliklerin başarılmasında önceki reformlara karşı en güçlü muhalefeti teşkil eden Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da ortadan kaldırılmış olmasının rolü büyüktü.

İkinci Mahmut hem devletin büyük derdi olan göçü azaltmak, hem de güvenliği ve düzeni daha mükemmel şekilde temin edebilmek maksadıyla 1829’da Üsküdar, Eyüp ve Galata Kadılıklarına bağlı muhtarlık teşkilâtlarını kurdurdu ama muhtarlar seçimle değil tayinle göreve geldiler.

Taşradaki ilk muhtarlık teşkilâtı ise 1833’te Kastamonu’ya bağlı Taşköprü’de kuruldu ve zamanla imparatorluğun değişik bölgelerinde de benzer uygulamaya geçildi.

Eyaletlerde ve sancaklarda meclisler oluşturularak halkın ileri gelenlerinin bu meclislere alınması tebaanın yönetime katılması bakımından önemli bir adımdı, üstelik mutlakıyetten meşrutiyete giden yolda önemli bir gelişme demekti.

Meclis üyeleri her sene İstanbul’a gelerek sıkıntılarını o zamanın Danıştay’ı olan Şûra’yı Devlet’e bildirir ve meseleler burada müzakere edilirdi.

OY VERMEK İÇİN VERGİ ŞARTI

Muhtar seçimlerine Osmanlı uyruğunda olan ve 18 yaşını doldurmuş erkekler arasından yılda en az 50 kuruş vergi verenler katılabiliyordu, çünkü muhtar olabilmek için de belli bir miktarda vergi vermek şartı vardı.

Yönetim, taşra idaresinde yaşanan bazı sıkıntıları gidermek için 1864’te “Vilâyet Nizamnamesini yayınladı.

Nizamnameye göre vilâyet meclisi üyeleri cemaatler tarafından seçilemeyecek, adayları valiler belirleyecek ve belli bir miktarda vergi verenler de adayları oylayacaklardı.

Bu sistem 1871’de yaygınlaştırıldı ve imparatorluğun son yıllarına kadar uygulandı. Müslümanlar ile gayrimüslim cemaatler, beraber yaşadıkları köylerde kendi muhtarlarını bir yıllığına seçmeye başladılar.

SEÇİMİ TAŞRA DAHA İYİ BİLİR

“Seçim” kavramının hayatımıza tam olarak girmesi ise, 1876’da ilân edilen I. Meşrutiyet’ten sonradır.

19 Mart 1877’de açılan ve “Meclis-i Mebussan” adını alan ilk parlamentomuza seçilen milletvekillerinin çoğu daha önce vilâyet meclislerinde seçimle görev almış kişilerdi. Daha da önemlisi, taşra, seçimin ne demek olduğunu İstanbul’dan daha önce ve çok daha iyi bilirdi. Zaten 1877’deki ilk Meclis’e Edirne Milletvekili olarak giren Rasim Bey, bir oturumda “Biz taşralıyız, bu işi elbette daha iyi biliriz, Tanzimat’ın başından beri bu işin içindeyiz. İstanbul daha bu sene seçime girdi” demişti.

İŞTE, 104 YIL ÖNCESİNDEN BİR 'SEÇİM OYUNU' BELGESİ

Ülkemiz ‘de seçimler 1950’den buyana düzgün bir şekilde yapılır ama hemen her seçimde “sahte seçmen” yahut “oy kaydırma” gibisinden tartışmalar yaşanır.

Elde edilen bu belgeye göre, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumisi” nin antetli kâğıda yazılan ve Parti’nin en üst organı tarafından alınmış kararı bildiren 30 Ocak 1911 tarihli belge, örgütün kurucularından ve Selânik milletvekili olan Rahmi Bey’e gönderilmiş.

Belgeye göre, son dönem Türk Tarihi’nin en önemli siyasi partilerinden olan İttihat ve Terakki’ye ait. 1911’de yapılan ara seçimler öncesinde Selânik’te kendilerine muhalif olan gayrimüslim nüfusun fazlalığı sebebiyle sandıkta bozguna uğramaları ihtimalinin yüksek olduğunu gören İttihatçılar, çareyi şehre 20 bin Müslüman seçmen nakledilmesinde buluyorlar.

Belgede, o senenin aralık ayında yapılacak olan ve İttihatçıların parlamentoya hâkim olmaları bakımından büyük önem taşıyan ara seçimlerden söz ediliyor.

Merkez-i Umumi, İttihat ve Terakki’nin kurulduğu yer olan Selânik’te seçimleri kaybetme endişesi taşıyor, sandıkta yenilgiye uğramamak için “seçmen nakli” yapılması gerektiğini söylüyor ve bu iş için 300 bin liraya ihtiyaç bulunduğunu bildirerek paranın temin edilmesini istiyor.

Merkez-i Umumi üyelerinden Hacı Âdil Bey’in imzasını taşıyan belgenin bir bölümünde günümüz Türkçesi’yle yazılanların bir bölümünde ise yorumsal düşüncesini aktaran;

“Selânik Mebusu Rahmi Bey kardaşımıza: Muhterem kardaşımız, Osmanlılığın memleketimizde gerekli şekilde tesisinin ve Meşrutiyet’in bu son derece saygın ve insanî amaca uygun bir tarz ve biçimde devam edip var olmasının, memleketimizdeki Müslüman unsurların birbirine bağlı şekilde hareket etmelerine bağlı bulunduğunu siz biraderimize izaha gerek izah olmadığı şüphesizdir.

Millî Meclis’te mukaddes emellerimize hizmet edecek yeterli sayıya sahip olamazsak, Osmanlı Birliği yerine bölünmeye gitmiş olacağız. ...

Selânik’te Müslüman nüfus o kadar azdır ki, tek bir milletvekili çıkarabilme ihtimali bile yok gibidir.

Museviler ile Ulahların bizimle ittifak ederek aynı neticeyi ve maksadı takip ettikleri düşünülse bile, Rumlar ile Bulgarların beraberce hareketleri bu ittifakı sonuçsuz bırakacak ve Selânik, Müslüman milletvekilinden mahrum kalacaktır.

Belki, ‘Selânik’ten milletvekili çıkmazsa ne olur?’ fikri ortaya atılabilir.

Fakat, İttihat ve Terakki Cemiyeti veya partisi Selânik’te milletvekili çıkartamazsa, emin olun ki, bu durum başka yerlerdeki çalışmalarımız ve başarımız üzerinde çok fena tesirler yaratır.

Burada etkisiz kalacak olan bir partinin adayları, diğer vilâyetlerde muvaffak olamazlar.

Çünkü Selânik’teki başarısızlık, bu kuvvetin sona ermesinin delili demektir…

İşte, bu mahzur göz önüne alınarak mutlaka bir çare düşünülmelidir.

Eğer Selânik’e yirmi bin muhacir yerleştirecek olursak, mahzur ortadan kalkıyor.

Ama, bu işin başarılması için, üç yüz bin lira lâzım. Vatanın büyük bir tehlikeden kurtarılması uğrunda üç yüz bin liraya gerek duyuluyorsa, bu meblâğın hiçbir şekilde esirgenmeyeceğinden emin olmak bizim hakkımız, bizi böyle bir haktan istifade ettirmek de sizin gibi vatanperver kandaşların borcudur.

Sözün kısası, ne yapılırsa yapılıp bu üç yüz bin liranın bulunması ve Rumeli’de her çeşit fenalığın sebebi gibi duran bu nüfus farkı meselesinin halledilmesi kemâl-i hürmetle rica olunur çok aziz kardeş 30 Ocak 1911”.

Seçildikleri yıllara göre GÜLDEDE köy muhtarları.

1920 –İsmail Kartal; Gazi Mustafa Kemal Paşa hükümetleri dönemi, Atama usulü ile seçilen ilk muhtar.

1923- Halife Kartal

1927- Gül Ali Kartal

1931- Gül Ali Kartal

1935- Kolo (Mehmet) Kartal

1941- Gül Ali Kartal

1943- Ali Boynueğri

1946- Hasan Kartal

1948-Çako Mehmet Tepe

1950- Maho Kartal

1954- Maho Kartal

1957- Hüseyin Kartal

1960- Hüseyin Kartal ve 1960 ihtilal dönemi

1961- Hüseyin Kartal

1965- Hüseyin Kartal

1969- Hüseyin Kartal

1971- Hüseyin Kartal ve 12 Mart darbesi dönemi

1973- Mehmet Ali Kartal

1977- Cafer Kartal

1980- Cafer Kartal ve 12 Eylül darbe dönemi.

1983- Cafer Kartal

1987- Mehmet Erdal

1991- Mehmet Erdal

1995- Mehmet Erdal

1999- Mehmet Erdal

2002- Kemal Tepe

2007- Kemal Tepe

2011- Kemal Tepe

2016- Kemal Tepe AKP hükümeti tarafından organize edilen sivil hükümet darbesi dönemi

Altyapı bilgileri

Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak öğrenci sayısı az olduğu için kapatılmıştır ve taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme suyu şebekesi vardır kanalizasyon sistemi 2008 yılında tamamlanmıştır. PTT şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon ile nerede ise kişi başına en az bir adet olmak üzere cep telefonu ve internet bağlantıları vardır.



Hüseyin Tepe 2009 Bursa



KAYNAKCALAR’DAN BAZILARI:



01-İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi /Ankara 1992

02-Erdal Yeşil: Kominter Belgelerinde Kürt Sorunu/Tohum yayınları İstanbul 2002

03-Dersim Jandarma Umumi Komutanlığının Raporu/ Kaynak yayınları İstanbul 1998

04-TBMM: 27 Mayıs 1934 İskân Kanunu Muvakkat Encümen Raporu

05-Cemşit Bender: Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları Kaynak Yayınları /İstanbul 1992

06-Nuri Dersimi: Kürdistan Tarihinde Dersim/ Doz yayınları

07-Tahsin Sever: Bitlis Harp Divanı/ Mingün Dergisi sayı 32

08-Kasım Fırat(Torunu): Şeyh Sait’in Son Sözleri /Dava Dergisi Haziran-Temmuz 1990

09-Mehmet Ali Birand: Bugüne Kadar Kaç Kürt İsyanı Oldu /Posta gazetesi 3 Ocak 2008

10-Atatürk İhtilali 1.2 ciltler /Kaynak yayınları İstanbul 2003

11-İsmet İnönü’nün 1925’te Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasından sonra “Türk Ocaklarında yaptığı konuşma.

12-Rıza Nur: Hayatım ve Hatıralarım /Altındağ yayınları İstanbul 1968

13-Afet İnan: Mustafa Kemal Atatürk’ten yazdıklarım /MEB yayınları Ankara 1971

14-Yusuf Ziya: Bitlis Mebusu Yusuf Ziyanın TBMM de yaptığı konuşma tutanağında notlar.

15-Mustafa Kemal: Nutuk (Söylev): 19 Mart 1920 de yurdun her yerinde seçimler yapılır, yalnız duraklama ve direnme gösteren yerler: Dersim, Malatya, Elâzığ, Konya, Diyarbakır ve Trabzon’dur./Türk Dil Kurumu yayınları.

16-Doğan Munzuroğlu: Dağlara Şecere Yazan Adam/ Ankara 2008

17-Rahmi Apak: Topal Osman (Balkan Harbinde bacağında vurulur ve bundan sonra bu isimle anılır.

18-Cafer Solgun: Dersim- Dersim (Sakallı Nurettin Paşa) / Ti maş yayınları İstanbul 2014

19-Muhsin Batur: Anılar ve Görüşler üç dönemin perde arkası/Milliyet yayınları 1986 İstanbul

20-Cengiz Kopmaz: 19 Ocak 2007 Röportaj Özgür Gündem gazetesi.

21-Rahmi Apak: Türk İstiklal Harbi 6 cilt / 1919-1921 yılları İç İsyanlar/ Genelkurmay Yayınları

22-Naci Kutay: Kürt Kimliği/ Dipnot yayınları 2012

23-Akçam T.: Hızlı Türkleşiyoruz/ Birikim Dergisi sayı 71-72

24-Akşit S.: İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadeleye Dönüş 1918-1919/ Cem yayınları 1982

25-Aladağ C.-Burkay Kemal: Milli Mesele ve Kürdistan Feodalite Aşireti

26-Aralov S.İ.: Bir Sovyet Diplomatının Hatıraları 1967

27-Aşan A.: Şeyh Sait Ayaklanması

28-Doğan Avcıoğlu: Kurtuluş Savaşı ve Sonrası /Tekin yayınları

29-Kazım Karabekir: İstiklal Harbinin Esasları

30-Kazım Karabekir: Kürt Meselesi

31-Hikmet Kıvılcımlı: İhtiyat Kuvvet (Şark)

32-Med Yayınları: Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistanın Paylaşımı 1991

33-Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri /iletişim yayınları

34-Laclau E.: Siyasal Kimliklerin oluşu.

35-Lazarof: Kürdistan ve Kürt Sorunu 19. Yüzyıl sonlarında 1917 ye kadar.

36-Mehmet Emin Zeki: Kürdistan Tarihi

37-Orhonlu C.: Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı

38-TBMM: Gizli Zabıt Ceridesi cilt 3 Ankara 1985

39-Prof.Dr. Tarik Zafer Tunay: Türkiye de Siyasi Partiler

40-Prof. Dr. Mete Tuncay: Tek Parti Yönetiminde Kurtuluş / Yurt yayınları

41-Seyfettin Çetin: Kürtler

42-Kemalettin Köroğlu: Eski Mezopotamya Tarihi / İletişim yayınları 2006

43-Naci Kutay: Osmanlıdan Günümüze Kürtler / Dipnot yayınları

44-Hüseyin Aygün: Resmiyet ve Hakikat

45-Mesut Yeğen: İngiliz Belgelerinde Kürdistan

46-David Me Dawall: Modern Kürt Tarihi /Doruk yayınları 2004

47-Prof.Dr. Abdul Haluk Çay: Kürt Dosyası / Üniversite yayınları 1993

48-Erdal Sarızeybek: Cemaat ve Barzani/ ES yayınları 2013

49-Jean-Paul Roux: Pasifikten Akdeniz’e 2000 yıl Türklerin Tarihi/ Kabalcı yayın 2004 İstanbul

50-İslam Ansiklopedisi: 1913-1940 Basımı

51-1969 Yılından itibaren Fransa’da Yayınlanan Türlerle İlgili İnceleme Dergileri.

52-Ebulgazi Bahadır Ham: Moğollar – Tatarlar Tarihi 1871-1874

53-Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi 4 cilt İstanbul 1979

54-Eberhard W.: Çin-Şimal kaynakları 1942 Ankara

55-Mehmet Fuat Köprülü: Türklerin Tarihi 1929

56-W. Radlow: Türlerin ve Moğolların Eski Dini /Kabalcı 2002

57-F. Aubin: Yerleşim Yeri ve Göbeklitepe Hayatı

58-L. Bazın: Sagdların Etkileri/Doru yayınları 1975

59-Prof. Dr. Bahattin Ögel: Türk Mitolojisi

60- E.G.W. Gibb: Arap-Türk İlişkileri 1923

61-J. Saurdel: Ortadoğu’daki Müslüman Uygarlıklar 1968

63-W. Eberhard: Cindeki Türk Etkinlikleri 1942-1943

64-M.N. Kurat: Peçenek Tarihi / İstanbul1937

65- O. Franke: Uygurlar Hakkında Yazılmış Makaleler 1961

66-B. Ayalon: Türk Paralı Askerler hakkında çeşitli makaleler. 1930-1961-1973

67-S. Kumcuman: Slav Öncesi Bulgaristan Tarihi /Londra 1930

68-C. Gerard: Volga Bulgarları Hakkında

69-W. Radlow: Kutadgu Bilik 1891-1920 Lebzing 1928

70-Bong ve J. Marqartın: Kumanlar Hakkında yazılan Makaleler 1941-1944

71-Boswell: Kıpçaklar Hakkında yazılan makaleler 1927

72-İ. Melinkof: Danişmentler (Moğollardan önce Hindistan da bulunan Türkler 1936-1977

73-A. Gabriel: Türk Sanatının Kâşifi /1965

74- X. De. Planhol: Türklerin Yerleşik Hayatı konusunda Anadolu’da göçebeler, bozkır ve orman adlı çalışması /1965

75- Veradsky: Moğol Kanunları

76- Cemal Köprülü: İran Moğolları (İlhanlılar) hakkında / Türk Tarih Kurumu 1987

77- Minosky: Akkuyunlular ve Karakoyunlular Hakkında Bilgi

78- M. Uzunçarşılı: Anadolu Beylikleri /İstanbul 1937

79- A. Da Lavenıne: Kazaklar Hakkında

80- Kar Donne: Sibirya Hakkında Geniş Bilgi 1981

81- O.T. Katanuv: Orta Asya’nın Ruslar tarafından fethi 1943

82- Benningsen ve Lemercier: Sovyetler Birliğindeki Türkler /1968

83- Samuel Noah0 Kramer: Tarih Sümer’le Başlar/ Kabalcı 1999

84- Jean-Paul Roux: Moğol İmparatorluğu

85- Marko Polo: Seyahatler/ Kabalcı 2001

86- Jean Paul Roux: Orta Asya Tarih ve Uygarlık

87- Aubins: Göçebelik ve Hayvancılık

88- Cansu Canan Özge: Metehan’da, Atilla’ya- Fatihten, Atatürk’e

89- Prof.Dr. Ahmet Taşagil: Kök Tengrinin Çocukları

90- Prof.Dr. Ahmet Taşagil: Gökbörünün İzinde/ Büyükresim yayınları 2017

91- Prof.Dr. İlber Ortaylı: Türklerin Tarihi

92- Aytekin Gezici: Osmanlıdan Cumhuriyete Kürt İsyanları

93- Uğur Koporan: Kürt İsyanları

94- Dikran Mesrob: Taşnaklar ve İttihatcılar/ Aras yayınları 2009

95- İsmet Bozdağ: Kürt İsyanları

96-Nurettin Gülmez: 1930 Ağrı İsyanları

97- Kemal Supandağ: Hamidiye Alayları- Ağrı Kürt Direnişi

98- Prens Süreyya Bedirhan: Kürt Davası ve Hoybun /Med yayınları

99- Gökçen Başaran İnce: Domatesi Çiçek Sananlar

100-Genelkurmay Yayınları: Kürt İsyanları 1-2-3 ciltler Kaynak yayınları

101- İhsan Nuri Paşa: Ağrı Dağı İsyanları / MEB yayınları

102- Şaban İbo: 1925 Kürt İsyanları ve Kemalist İktidar (Alişan Bey, Seyid Rıza, Şeyh Sait)

103- Rıza Zelyut: Dersim İsyanları

104- Prof.Dr. Yalçın Küçük: Kürtler Üzerine Tezler

105- Ayşe Hür: Kürtlerin Öteki Tarihi

106- İsmail Beşikçi: Tarihi Kürt İsyanları

107- Dr. Müslim Erdoğan: Kurt Sorunu Sayılmayan İsyanlar

108-Eşref Günaydın: Yahudi Kürtler

109- Akinan N.: Polonyalı Simenou ve Seyahatnasi /Viyana 1936

110- Hay-vend L.: Alişan /Venedik baskısında çeviri

111-Çamiçyan M.: Ermeni Tarihi /Venedik 1735

112- Kovannesyan A.: Kudüs Tarihi /1890

113- Simenon: Tarihte Ermeniler 1608-1619/ Çiviyazıları Majöre

114- Mehmet Bayrak: Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji / Ankara 2009

115- Fazıl Kısakürek: Son Devrim Din Mazlumları/ Büyük Ortadoğu Yayınlara 1990

116- M. Kalman: Dersim Direnişleri /Nujay yayınları 1999

117- Genelkurmay: Dersim’de Alevilik/ Peri Yayınevi 1999 Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları

118-Doğan Munzuroğlu: Dağlara Şecere Yazan Adam / Ankara 2008

119- Cumhuriyet Gazetesi: 18 Hazarin 1937 Tunceli’de Hava Harekâtı

120- Ayşe Nur: 1937-1938 Dersimde Neler oldu. 18 Kasım 2008 Taraf Gazetesi

121- Seyfi Cengiz: Dersim ve Zaza Tarihi sözlü gelenek

122- Resmî Gazete 2 Ocak 1938 Sayı 3195 Tunceli Vilayetinin İdari Hakkında Kanun

         Kabul tarihi 25.12.1937 tarih ve 2584 sıra numaralı yasa.

123- 1936 Türkiye Büyük Millet Meçlisi açılış konuşmasından alıntı.

124- Tanju Cığızoğlu: İhsan Sabri Çağlayangilin Anıları- Kader Bizi Üne değil, İn’e götürdü. /Bilgi yay.2007

125- Marcel Brion: Tanrının Kılıcı Atilla

126- Ordinaryüs Prof. Dr. Zeki Veli Togan: Türklerin Tarihi

127- Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu: Kabileler.


Son gözde geçirme 21.12.2017 günü

Hiç yorum yok: