ARAGİTTİ BURAYA YAZ
21.12.2017
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Yaşanmışlıkları büyüklerimizden masal anlatır gibi
dinleyerek büyüyorduk. Zaman dur durak bilmeden akıp gider, her nesne kendi
yolunda zaman tüketirken. Abim de bende İlk okul bitmiş, hem öğretmenimiz hemde
babamın çok istemesine rağmen ne abin ne ben orta okula ekonomik sıkıntılar
nedeniyle başlayamamıştık. Ama yaşıtlarımız kasabadaki Gürün Orta okuluna
başlamışlardı. İlk Okulu bitireli abimin üç yılı, benim ikinci yılım olmuştu.
Bu durum ailemizi çok üzmüş ama son söz babamdı elbette. Bir gün babam abimi ve
beni tüm aileyi yanına çağırarak olup biteni şöyle bir özetledikten sonra, bu
kış İstanbul’a çalışmaya giderek para kazanacağım dedikten sonra: Haydar
ağabeyim ve bana dönerek ikinizden birini okutabileceğini düşünüyorum dedi. Ama
secimi bana yaptırmayın ikiniz kendi arasınız da konuşun görüşün hanginiz orta
okula gidecekse kayıtlar başlamadan önce bana bildirin dedi.
Hepimiz susmuş ne ben ne de abim konuşamıyorduk. Ben başımı
önüme eğmiş sonsuza kadar susma kararı almıştım kendi içimde ki! Abim “bu sene
üçüncü sene olmuş, benimle, ilk okulu bitirenler orta okulu bitirmek üzereler,
bugünden sonra ben onlara nasıl yetişirim, hem artık kara saban ile tarla tapan
işlerine de alıştım. Ben okumuyorum. Hüseyin istiyorsa onu Orta okula gönder.”
dedi. Bu diyalogdan sonra hiçbirimiz yeni bir söz söylemedik.
Okula kayıt zamanı gelmişti. Babam beni hemşerisi olan ve
Orta okul da memur olarak çalışan İlyas Amca’ya gitmemi ve okuldaki velim
olarak okul kaydımın o’nun yaptıracağını söyleyerek beni Gürün’e gönderdi.
Okula kayıt işlemlerin yapılmış, yanıma bir adet biraz bakliyat gibi kuru
yiyecek ile kışlık peynir yüklenerek geldiğimiz Gürün’de kendimize bir ev
bulmuştuk. Büyüklerimizin bize söyledikleri gibi “Bu evimiz, bu da okulunuz.”
Durumu gerçekleşmiş orta okulu öğrencisi olarak gurbete çıkmıştık.
1960 ihtilalinden sonra yapılan yeni Anayasa hükümlerince
Türkiye de gelişen aydınlanma ve demokratik hakların daha örgütlü ve yaygın kullanılmasına
başlanmıştı. Türkiye İşçi Partisinin kurulması ve TBMM ne 15 Milletvekili ile
temsilinden sonra, ülkemizde oluşan İlerici -Devrimci hareketler sonucu
yaygınlaşmıştır. Bu yıllar da ülkemde gelişen ve 1972 yılından Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile Mahir Çayan ve arkadaşlarının yaptıkları
Devrimci eylemler nedeniyle zanlı ya da suçlu olarak aranmasına başlanmıştı.
Matbaalarda siyah beyaz mürekkep kullanılarak baskıları yapılan aranan
Devrimcilerin portre fotoğraflı afişleri basılmıştı. Günün emniyet güçlerince kasabamızın meydan ve
ana caddeleri ile şehirler arası otobüs terminali görevi gören lokanta ve hemen
bitişiğinde 5-6 merdivenle çıkılarak kahvehanenin önünde ki açık alana bakan
duvar ve kahvehanenin camlarına yapıştırılmıştı. Afişlerin kimi 30x50
santimetre kimi 50x70 santimetre ebadında basılmış büyük puntlarla kap kara
yazılarla yazılmıştı. Afişlerin altına da “alınan istihbarata göre bu eşkıyalar
bulundukları yerlerde Sivas’a gitmek üzere yola çıkmışlar. Bunları gören
geldiklerini duyan vatandaşlarımızın vatanı bir borç ve görev olarak derhal emniyet
ve Jandarma merkezlerine bildirmesi beklenmektedir.” Denmişti.
Bu afişleri ilk kez gördüğümde öylesine etkilenmiş öylesine
panik yapmış ve bu bilgilendirme afişlerine öylesine inanmıştım. Her an
buralarda olabilirler. Her an birileri görüp bunları kolluk güçlerine ihbar
ederler diye, kara kara düşünür olmuştum. Bu düşünceler beni gece uyutmamıştı.
Gecenin bir saatinde ev arkadaşlarıma haber vermeden evden çıktım. Gürün’ün
içinde akan Tohma çayı denilen Nehir’e bitişik Şehirler arasına açık
İstanbul-Ankara ve Kayseri yönünden gelip Malatya ve doğu vilayetlerine giden yola
ve aynı zamanda da şehir ana caddesi olan yere yürüyerek gelmiştim. Şehirler
arası yol güzergahına yapıştırılmış afişleri toplayıp parçalayarak Tohma Çayı’na
attım. Sonra ara sokaklara daldım bulabildiğim afişleri de toplayıp yırtım ve
yok ettim. Ama beni zorlayan afiş ise kasabanın şehirler arası terminali
görevini gören günün 24 saat açık Sabri Amca’ya ait olan Dutlu Pınar lokantası
yanında ki merdivenli Kahvehane oldu. Kimseye görünmeden bu afişi bulunduğu
yerden mutlaka almam gerektiğine öylesine kendimi inandırmıştım. Sanki aranan
Devrimcilermiş buraya uğrayan otobüslerle geleceklerini kulağıma fısıldamışlar
gibi hissetmeye başlamıştım. Teşhir edilmiş bu afişlerde ki fotoğraflara bakan
hemen bunları tanıyacak ve devletin kolluk kuvvetine bildirecekler diye ödüm
patlıyordu. Bir iki saat etrafın sakinleşmesi ve kahvehane bahçesinin önünün bahçede
dolaşan insanların ya içeriye ya da evlerine falan gitmeli için bekledim.
Bahçeyi sakin ve boş yakalama zamanını sabırsızlıkla beklerken bir ara nasıl
oldu da bir an benden başka bu bahçede kimsecikler yoktu.
Kahvehanenin dış duvarına yapıştırılmış bu iki adet afişi
yerinde sökerken gören oldu. Kasabanın bekçisi olan fakat yaşlı olduğu için
geceleri kasabanın ana cadde ve sokaklarını semerlemiş eşeğin sırtında gezerek
kontrol eden Gece Bekçisi derhal düdüğü çalmadı. Düdük öterken kahvehane ’nin
bitişiğinde duvarlarla çevrili kasabayı kuzeyden güneye doğru akarken kurumuş
ya da kurutulmuş Gürünü Batı ve Doğu yönünde ikiye bölmüş olan eski sel ayada
dere yatağına atladım. Hem merdiven çıkamayan hem de duvarlarla örülü dere
yatağına inemeyen eşek sayesinde gece bekçisi beni yakalayamadı. Kasabanın ara
sokaklarına dalarak ev olarak kullandığımız Hancı İdris’e ait handa kiraladığımız
odaya geldim. Üstüme düşeni hakkıyla yaptığıma kendimi inandırmış olarak, derin
bir nefes alarak sessizce yatağıma uzandım. Denizler daha yakalanmadan,
Mahirler hunharca katledilmeden önce ki bir zaman da Eşekli Gece bekçisi beni
kasabanın Pazar yeri olan bizim öğrenci evi olarak kullandığımız hana yakın
olan hayvan ve yiyecek gibi katı gıdaların satıldığı Pazar yeri olarak kullanılan
bu dere ve bitişiğindeki dükkanların duvar dibinde gezindiğimi gördü. Ellerimde
portakal torbası ile hana giderken bana seslenerek nereli olduğumu biliyor
sorularla dedemleri ve köyün ileri gelenleri sormaya başladı. Giderek bana
yaklaştı sanki beni daha önce hiç afiş yırtarken görmemiş gibi davranarak
iyiden iyiye bana sokuldu ve kendisi ile duvar arasına sıkıştırmış duruma
geldiğimde ise bana öyle bir tokat attı ki bugün bile aklıma geldiğinde yüzün
sızladı. Bana tokat atarken ’de “senin o eşkıyaların afişlerini sökerken
gördüğümü unutma.” Dedenlerin hatırı olmasaydı ben senin nerede oturduğunu
biliyorum gelip seni ele verirdim. Ama ismini vermeden olup biteni raporladım
haberin ola.” Demişti. Sonuçta Mahirler Kızıldere’de imha edilmiş, Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan başta olmak üzere hiç de hak etmedikleri bir
yargılama sonucu dönemin iktidarı tarafından idama mahkûm ettirilmesi beni can
evimden vurulmuşçasına etkilemişti. Sol -Sosyalistlik Devrimcilik hakkında daha
tek bir kitap dahi okumadığım halde kendimi Devrimci hissetmiş öyle davranmış
öyle yaşamaya çalışmıştım. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın
asıldıkları gün okulda bizim sınıfa gün boyu ders yaptırmadım. Şimdi nere de
ise çoğunun ismini bile hatırlayamadığım özellikle dokuz kişi olan kız öğrenci
arkadaşlarıma hem şükranlarımı hem de bitmek tükenmez saygıları sunuyorum. Hiç
biriminde solcu ya da devrimci olduğunu ne gördüm ne duydum. Ama ben onların
sınıf başkanıydım ve onları bireysel katkılarımla ve diğer iki arkadaşımla
beraber okul birincisi yapıyordum. Bani hem seviyor hemde saygı duyuyorlardı. Bu
sıralarda okuduğum günlük gazete olan Cumhuriyet Gazetesinde Devrimci olarak
devletin aradığı şahıslar arasında Ali Tepe ismi geçiyordu. Babamın ismi de Ali
Tepe olduğu için adeta şok oldum. O güne kadar sanıyormuşum ki babamdan başka
Ali Tepe yoktur. Babamın köyde olduğunu bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisine
düzenli olarak oy verdiğini ve Türkiye İşçi Partisi kurulduğu ve seçime
katıldığı yıllarda da Türkiye İşçi Partisi’ne oy verdiğini hatta seçim
yasaklarını çiğnedi diye de 2 gün Jandarma karakolunda göz altında
tutulduğundan başka bir solculuğa karışmadığını da biliyordum. İşte gazetenin o haberinden sonra kendi
kendime ben kimim diye bir soru sormuş ve bu soru beni bu konularda araştırmaya
yöneltmiştir.
İlk olarak ailemden başlayıp Baba’mdan, köyümüzdeki
büyüklerimizden hem köyümüz hemde geçmişe dair sülalemin geçmişi ve ailem
hakkında bilgi almaya çalışmış ve ilk bilgileri babam ve annemden almaya
başlayarak öyle edinmiş olurken de yaşadığımız günlerden başlayarak Güldede
Köyü’ne geliş öyküleri hakkında bilgiler edinmiş ve köyümüz ve komşu köyler ile
olan hem akrabalık ilişkileri hemde yaşanmışlık öyküleri dinlemiş olarak
büyüyordum. Bir yandan yaş olarak büyüyüp giderken bu bilgiler sözlü anlatımın
ötesine götüremiyordu beni. Bana düşen
ise yazılı kaynak bulmak için araştırmak ve okumak. Bu vazgeçilmez hislerim
beni önce yaşadığımız kültürel durumun alt yapısını nerede ve ne zaman kimler
tarafında kullanılmış, bize hangi veriler ve kaynaklar kullanılarak ulaşmışı
tespit etmek önemli bir sorundu benim için.
Bu ön bilgiler beni hem, tarih -kültür ve dinler konusunda
araştırmalar yapıp yazılı kaynaklara baş vurmamı öğretti. Mümkün oldukça,
koşullarımın yarattığı durumun ne kadarına el verirse ona erişe bilmiştim. Kendime
dert edindiğim Dünya ve gayet tabiidir ki ülkemin siyasal sistemi hakkında
bilgi toplamak için kitaplarla buluşman oldu.
1965 yılı ile 1971 yılları arasında öğrenim gördüğüm Gürün
Orta ve Lisesi okulu yıllarında o zamanın okul yöneticileri öğrenciler arasında
Fen ve Tabiat Bilgisi- Türkçe ve Sosyal Bilgiler ile Fizik-Kimya ve Matematik
alanlarında bilgi yarışması düzenler birinci olanlara kitap hediye edilirken veliler
olarak halk da bilgilendirilmiş olurdu.
Orta okul ikinci sınıfta iken o yıl düzenlenen bilgi
yarışması önce ayrı ayrı her sınıfta sınıfı oluşturan 25-40 kişi arasında
öğrenciler arasında sınıf öğretmeni denetiminden sorular sorulur ve verilen
doğru cevaplar hem sınıf öğretmeni hemde sınıf öğrencileri tarafından
denetlenirdi. Hemde sınıf içinde oylamaya sunularak yarışı katılan Fen ve
Tabiat Bilgilisi alanında, Fizik-Kimya ve Matematik alanlarında, Edebiyat ve
Sosyal Bilgiler alanın da yarışmada birinci olmak üzere sınıfı temsil edecek
öğrenciler seçilirdi.
Bu seçimler yapıldıktan sonra belirlenen günler de
öğretmenler tarafından seçilen uzman öğretmenlerin hazırladığı sorular her
sınıf temsilcilerine sorulur ve alınan puanlara göre birinci sırada başlamak
üzere sıralama yapılıp elemeler yapılırdı. Sonuçta sınıflar arasında Orta 1-2-3
ve Lise 1 öğrencileri arasındaki En yüksek puan alan iki sınıf finale kalırdı.
Finale kalan bu finalist sınıflar kasabanın sinema hoparlörlerinde günlerce
halka anons edilerek velilerin bu bilgi yarışmaları ilan edilirdi. Bir zamanlar
kilesi olun sonraları Mahpushane olarak işlev gören bizim dönemimiz de de Kale Simena’sı
olarak bilenen sinema salonunda yapılacak yarışmaya öğrenci velilere ve kasaba
halkı davet edilirdi.
Kasabamızdaki Öğrenciliğimiz boyunca yapılan bu bilgi
yarışmasına aynı dönemlerde öğrencisi olduğumuz Gürün Orta ve Lise okulunda
okuyan kuzenlerimden Devlet Su İşlerinde emekli Su teknisyeni Sevgili Kuzenin
ve ağabeyim Kamber Tepe Lise birinci sınıfı Fen bilgileri öğrencisi olarak,
Sevgili kuzenin ve yaşıtım, İstanbul Sarıgazi de kendisine ait “Yaşam Tıp
Merkezi” sahibi Doktor Haydar Tepe Orta Okul üçüncü sınıf Fen bilimleri
dalında, Ben Orta okul İkinci sınıf Fen Bilimleri dalında ve 1978 yılı olayları
döneminde Dev-Yol’la başlayıp daha sonraları Dev-sol örgütlenmesi döneminde
Dev-Sol gençliği için ve İstanbul Fikirtepe deki Gazi Eğitim Enstitüsü
Matematik Bölümü öğrencisi ikin silahlı yaralanma sonucu ölen ve Işıklar içinde
dinlendiğine inandığım Sevgili kuzenin ve yaşıtım hem öğrencilik hem de gurbetlik
yoldaşım Mehmet Tepe Orta okul birinci sınıf Fen Bilimleri dalında okul
birincisi seçilmiştik. Bu yarışmalar hemen her yıl devam etti. Ve bizler her
yıl hem okulun en başarılı öğrencileri hemde bahsettiğim bu bilgi
yarışmalarında hep birinci seçilir olmuştuk. Bu durum beni öylesine
kamçılamıştı ki yazılarda 9 aldığım zamanlar teneffüslerde koridorların en
kuytu yerine çekilir arkamı döner camda dışa bakarken sessizce ağlardım. Bir
gün İngilizce de 9 almışım diye kendime dert etmiş aynı koridorda teneffüs
saatinde ağlarken hemen tepemde asılı derse giriş zilini hissetmemiş sessiz
ağlarken. O günün nöbetçi Öğretmeni lakap olarak adı deli İbrahim’e çıkmış
Matematik öğretmeni İbrahim öğretmenim ensemden yakalayıp yüzümü kendisine
çevirdiğinde beni sessiz ağlar bulmuştu. İçimde eyvah bu deli beni çok kötü
döver diye geçirirken yüzüme bakmış sınıfına gir demişti. Halbuki bir başka
durumda yakalasa derhal bir sınıfa sokar yazı tahtasında biriken tebeşir
tozlarına tahta silecek bezini batırır yüzüme-gözüme vurmaya başlardı. Her
zaman dövdüğü diğer öğrencilere yaptığı gibi bana ’da bunu yapar sanmıştım ama
ne hikmetse yapmadı.
Okulda öğrenci olarak sağladığımız bu başarı hem Kasabada
hem Gürünün köylerinde dilden dile söylenirken elbette köyümüz ’de de herkesi
heyecanlandırmış yakınlarımızın omuzlarını kabarmasına neden olmuştu.
Kütüphanemin baş köşesinde koruduğum bir kitabım var. Kitabın
kapağında Güneşin yansıttığı ışık harelerinin oluşturduğu halkalar arasında halk
arasında “Ebem Kuşağı” olarak anılan “Gökkuşağı” renklerinin oluşturduğu
halkalar içinde güneşin tam merkezine yerleştirilmiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk
büstü olan kitap hediye edilmişti. Yadetmek için ismini anmadan geçemeyeceğim
dedem Salman Bölücek kitabın yazarı tarafından kendisine İstanbul’dan hediye
olarak gönderen hemşerisi ve Kitap’ın yazarı Mehmet Çoban’ın yazdığı “ORTANIN
ORTASI – HERŞEYİN HAKLISI” adlı kitabı bana hediye etti. Kitabı bana uzatırken
de “Al bu kitabı sana hediye ediyorum. Ders kitapların dışında kitap okumanın
yararlarını görebilmeni sana aşılasın” dediğinde orta okulda 2F sınıfı 1481
numaralı öğrencesiydim.
Ne yalan söyleyeyim bireysel kimliğin elbette benim için çok
önemliydi ama ülkemin toplumsal yapısı beni daha çok etkiliyordu çünkü benimde
içinde yaşadığım ve yaşayacağın dönemlerdi bunlar. Doğal olarak öğrenci harçlıklarımdan
faydalanarak öğle yemeği yerine bir simit alarak karın doyuruyordum. Biriktirebildiğim
kadar parayla da kendime ayda bir veya iki kitap satın alabiliyordum. Bu dönemde
hiç unutamadığım bir okuma aşkı olan ben; her sabah ekken kalkar daha kahvaltı
etmeden kasabanın çarşına gazete bayi Fehmi beyin büfesine giderdim. Bir gün
önce İstanbul’da yayınlanmış ama kasabamıza şehirler arası yolcu otobüsleri ancak
bir gün sonra getirebildiği gazetelerden bir adet Cumhuriyet gazetesi alırken,
yanında da o zamanlar fiyatı 35 kuruş olan Saklambaç gazetesi satın alırdım.
Saklamak gazetesi beni ses ve film yıldızlarıyla tanıştırır onların yaşamlarını
takip ederdim. Ev arkadaşlarımın gazetelerimi okumalarına izin verir ancak
sonraları başlarına bir şey gelmesin diye de yatağımın altına katlayarak
korurdum.
Cumhuriyet gazetesine gelince benim sabahları erken kalkmamın
Gürün’ün o her zamanki sabah ayazını yememin nedeni de bu Büfeci Fehmi Bey
sadece iki adet Cumhuriyet Gazetesi getirtiyordu. Cumhuriyet gazetesini devamlı
alan ismini sonraları öğrendiğim eski bir Din görevlisi olduğuydu. Işıklar
içinde uyuduğuna inandığım bizim de bir yıl komşumuz olan yatalak hasta ve
lakap olarak Kör Ahmet Hoca alıyormuş. Geriye kalan ve sadece bir adet olan
Cumhuriyet gazetesini de büfeye ilk kim gelirse o alabiliyordu. Aylık ödeyecek
peşin parayı sağlayamadığım için mecburen her gün hemen hemen hiç aksatmadan sabahları
erkende kendimi Fehmi Beyin Gazete Büfesinin önünde buluyordum.
Okudukça hem hevesim hem hırsım, hemde o günü kadar hiç
düşünemediğim kadar kendimi bilgili donanımlı ve tabii ki zengin hissetmeye
başlamıştım. Hala da aynı kanaatteyim. Kendimi çok şanslı ve zengin
hissediyorum. Kendi kendime hep şunu söyler oldum. Birileri yıllarını ve
sayısız emekler harcayarak bu kitapları yazmıştır. Ben 3-5 lira vererek bunlara
sahip oluyorum. Bu yazarların harcadığı zaman verdiği emek ile kazandıkları ve
kitap olarak bana sundukları bilgilere sahip oluyorum. Bundan daha karlı daha
övünç duyulacak insanın koşulları ne olursa olsun asla vazgeçemeyeceği bu kadar
kazançlı işten başka ne ile uğraşayım ki! Der dururken de kanıtlanmış bilimsel
verilerden yana taraf, görgülerden yana tarafsız ve kim kendini ne ve nasıl
hissediyorsa o olduğuna inanan biri olmuştum. Bu halim aklıma geldikçe de Ne
idik ne oluyoruz? Diye sorar dururum hala.
ÖN SÖZ YERİNE:
Kültürel olarak aynı köklere sahip henüz soyu tükenmemiş tek
alt tür olan ve düşündüğünün üstüne düşüne bilen kısaca Homo Sapiens insanı
olarak isimlendirilen Homo Sapiens türünün mensupları yaşamları boyunca çeşitli
bölgelere, iklimlere yayıldıkça daha önceleri birbirleriyle kurdukları bağı
kaybederek farklı kültürel değişimler geçirmiş. Sonuçta her biri kendine has
bir yaşam tarzı sürdüren, farklı davranış biçimlerine ve dünya görüşlerine
sahip insan kültürleri ortaya çıkmış.
Böylece insanlar Tarihin ilk evresinde kurdukları
bağlantıları feda ederek yaşam biçimlerinin sayısını ve çeşitliliğini tercih
etmiş oldu.
Bundan yetmiş milyon yıl öncesiyle kıyaslandığında yirmi bin
yıl önce Homo Sapiens ailesinin nüfusu daha kalabalıktı. Ve Avrupa kıtasındaki Homo
Sapiens ailesine ait veriler, Asya kıtasında Çin’de ki akrabalarında çok daha
farklı işliyordu. Ancak Avrupa ve Asya’da Çin’deki insanlar arasında doğrudan
kurulu bir bağ bulunmadığından, tüm Homo Sapiens türünün bir gün tek bir
kültürel ağına dahil olabilmesi son derece imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor.
Toplumun omurgasını oluşturan kurumsal ilişkileri sürdürenler
sonuçta o toplumdaki bireylerdir. Dolayısıyla toplumsal yapı analizleri için
kurumsal yapıyla birlikte bir toplumun nüfus yapısını yani nüfusun büyüklüğünü,
bir ülkede yaşayan insan sayısını, nüfusun bileşimi olan nüfusun doğum ve ölüm
oranları ve nüfusun dağılımını, göç hareketlerini bilmek gerekir.
İkinci aşama Tarım Devrimi’yle başlar ve beş bin yıl
öncesine, paranın ve yazının icadına dek devam eder.
Tarımın demografik büyümeyi hızlandırmasının bir sonucu
olarak insan eylemlerinde hızlı bir artış gösterirken buna eş zamanlı ya da
paralel olarak tarım insanların yerleşik düzen diye bilinen aynı yerde
yaşamasını mümkün kıldı. Bu durum ilk kez bu kadar çok insanın aynı çatı
altında toplanarak bir aile bireyleri olarak birbirlerine sıkı bağlarla bağlı
yerel örgütlenmeler ve ağlar oluşturmasına neden olmuştur. Tarım ayrıca
birbirinden farklı ağların birbirleriyle iletişime geçerek farklı ticaretler
yapmasına da ön ayak olmuş.
Yine de insanların hâkim gücü yazı ve para olmaksızın
şehirler, krallıklar, imparatorluklar kurması mümkün olmamış ve insan evladı
her biri kendine has bir yaşam tarzı sürdüren ve farklı dünya görüşlerine sahip
sayısız küçük kabileye ayrılmış olarak yaşam sürdürmüştür. Bugün insan türünü
siyasal sistemlerin dışında tek bir çatı altında toplamak hayal bile edilemez
duruma gelmiştir.
Sapiens İnsanının gelişiminin Üçüncü evre ise, beş bin yıl
kadar önce yazı ve paranın icadıyla başlayıp Bilimsel Devrim’in başlangıcına
dek devam eder. Nihayet insan iş birliğinin yazı ve para sayesinde oluşturduğu
çekim gücü, merkezi örgütlenmelerin oluşturduğu kuvvetlere boyun eğdirmiştir.
İnsan topluluklar bireysellikten aileye, aileden kabileye,
kabileden köy-kent şehir devletlerine, şehir devletlerinde federatif yapılı
şehirler ve krallıklar kurmak üzere birleşmiştir. Farklı Şehir ve Krallıklar
arasındaki siyasi ve ticari bağlar giderek güçlenmiştir.
Madeni paraların, İmparatorlukların ve evrensel dinlerin
ortaya çıktığı birinci bin yılla beraber, insanlar daha bilinçli olarak
paylaştıkları yer küreyi kucaklayarak saracak tek bir siyasi örgütlenme ağı
örmenin hayalini kurmaya başlamış olarak yaşamlarını sürdürmeye devam etmişler.
Yaşanan ve tarihin kaydettiği dördüncü ve son aşamasında
yani 1492 yılı civarında kurdukları bu hayal gerçeğe dönüşmüştü bile. Erken
modern dönem kâşif ve istilacıları ile beraber olan tüccarları tüm dünyayı
saracak ağın düğümlerini dokumaya başlamış olarak ve giderek bu düğümleri daha
da sıkılaştırıp güçlendirmişler. 1492 de
Kolomb’un döneminde örülmeye başlamış örümcek ağı, 21. Yüzyılın çelik ve
asfalttan mamul kafes haline gelir. Ve en önemlisi, bilginin bu küresel yapının
her parçasında giderek daha da serbestçe dolaşmasına izin verilir. Şöyle ki
Kolomb; Avrasya ve Amerika ağını ilk kez birbirine bağladığında çok az miktarda
veri kültürel önyargıların, katı sansürün ve siyasi baskının kurduğu
barikatları aşarak okyanusun öteki tarafına ulaşabilmiştir. Yıllar geçtikçe
bilim, hukukun egemenliği, serbest piyasa ve demokrasinin giderek daha çok
yayılması, önceleri kurulan barikatların kaldırılmasına çok yararı dokunmuş
olarak yardımcı olmuştur.
Çağımızda genellikle demokrasinin ve serbest piyasanın, iyi
olduğu için bu yarışı kazandığı düşünülüp, söylenir olsa da halbuki sağlanan bu
ve benzeri başarılar geçmişten birikerek gelen beceri ve bilgilerin
kullanılmasını sağlayan ve işlenen sistemlerinin geliştirilmesine borçluyuzdur.
Sonuç olarak insan evladının geçmişte bıraktığı yetmiş bin
yıl önce yaşadığı Dünya’ya bir taraftan yeni yeni yerlere göçerek keşfedip yayıldı.
Daha sonra farklı gruplara ayrıldı ve nihayeti yeniden birleşti. Fakat gel
gelelim ki bu birleşme süreci bizi başladığımız noktaya geri götürmeye ne
niyeti nede elde ederek kültürel olarak biriktirdiği geçmişin gücü; bu geri
gidişe izin vermedi. Asla vermez de.
İnsan toplulukları bugünün yerleşim yerlerinde bir araya
geldiğinde, var oluşlarından bugüne kadar kat ettikleri milyon ya da binlerce
yol boyunca toplayıp geliştirdikleri araçların, düşüncelerin ve davranışların
eşsiz mirası da onlara eşlik ediyor.
Günümüzde kullandığımız modern kilerlerimiz Ortadoğu’nun
keşfedip bugüne getirdiği buğdayı, Ant Dağların da geliştirilip dünya ya
yayılmış 262 tür patatesi, Yeni Gine’nin şekeri ve Etiyopya’nın kahvesiyle
dolup taşıyor. Aynı şekilde dilimiz, dinimiz, müziğimiz ve siyasetimiz de
gezegenimiz olan dünyanın her köşesinde toplanmış geçmişten bugüne birikerek
elde ettiğimiz mirasla zenginleşmiş durumda.
Biriktirilmiş bilgileri şöyle sıralayabilirsek:
Yaşamı özgür kılmak gerektiği için doğruyu ve yanlışı
belirleme iddiası taşıyan en yüce değer olan bilgi akışını yaşamımızın
değişimi, dönüşümü olarak bizi yaşamın iyi olduğuna inandırır. Tanrı yerine
bilgi her şeyi kontrol edecek, insanlarınsa yaşanan sisteme dahil olup olmadığı
onunla kaynaşıp kaynaşmadığı uyarısı yapacaktır. Hindular insanların kâinatın
ruhu “atman” ile kaynaşıp onun bir parçası halene gelebileceklerine ama bunun
için çabalamaları gerektiğine inanır. Kâinattan, evrene evrenden dünyamızı
kadar olan “Her şey” olarak seslendirdiğimiz sadece insanlar değil, akla
gelebilecek tüm nesneleri kastediyorum. Yakın zamanlarda öyle bir bilgi
iletişimi kurulacak ki evlerimizde kullandığımız buzdolabı elimizde kalan
yumurtaların sayısını tespit ederek, kümesteki tavuğa ne zaman yeni yumurta
üretilmesi gerektiğini bildirecek noktaya erişecektir. Kullandığımız araçlar
birbirleriyle iletişim halinde olurken, ormandaki ağaçlar da hava durumunu ve
karbondioksit seviyelerini bildirerek, evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil
olmayan hiçbir parçası kalmayacak bir yaşam bizi bekler olacak.
Bilgi akışının engellenmesi işlenecek suçların ya da
günahların en büyüğü sayılacak. Ölüm, verilere dayalı bilginin akışının
durdurulması ya da kesilmesinin ötesinde başka hiçbir anlam taşımayacak. 1789
Fransız devriminden beri “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” uğruna sayısız savaş,
devrim ve ayaklanmalara rağmen siyasal sistemler olarak yeni bir değer
yaratamadık sayılsak da. Swartz, 2008 de “Açık Erişim Manifestosu ’nu”
yayınlamıştır. Fakat Swartz bu eyleminden sonra tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı.
Muhtemelen hüküm giyerek mahpushaneye yollanacağını fark ederek kendini astı.
Bu olaydan sonra Hackerler imza kampanyaları düzenlediler. Baskılara
dayanamayan JSTOR, bugün elindeki verinin hepsini değilse de bir kısmanı
serbest eriş hakkı tanımak zorunda kaldı.
Bilginin özgürlüğü sayesinde yeni bir dünya yaratılıyorken
Hümanist bilim bireysel araştırmacıyı yüceltir. Bu yüzden her araştırmacı
isminin “Science” ya da “Nature’de” yayınlanması ister. Oysa giderek daha fazla
sanatsal ve bilimsel üretim herkesin her şeyle iş birliğiyle ortaya çıkıyor.
Wikipedia’ın yazarı kim? Elbette hepimiziz.
Antik Babil’de insanlar çözümsüz çıkmazlarla
karşılaştıklarında gökyüzünü izlemek için gecenin karanlığında tapınağın
tepesine çıkarlarmış. Babiller yıldızların kaderimizi yönlendirdiğine ve
geleceği öngörebildiklerine inanıyorlardı. Yıldızları izleyerek kiminle
evleneceklerine, tarlayı ekip ekmeyeceklerine, savaşa girip girmeyeceklerine
karar verirlermiş. Böylelikle felsefi inançları gündelik uygulamalara dönüştürürlermiş.
Zebur-Tevrat- İncil ve Kuran gibi semavi dinler bambaşka bir
hikâye anlatmaya başlamış ve Babillerin felsefesine karşı çıkarak; yıldızlar
yalan söylüyor. “Yıldızları yaratan Tanrı, tüm doğruları kendi buyruğu olan
Zebur-Tevrat-İncil ve Kuran’da açıklığa kavuşturmuştur. Yıldızlara bakmayı
bırakın ve bu kitapları koruyun.” Bu durum insan evladının uygulamaya dönük bir
tavsiyeydi. Ve insanlar bu kitapları okuyup, kiminle evleneceklerini, ne iş
yapacaklarını, savaşa girip girmeyecekleri belirleyebilmek için bu kitapları
okuyarak nasihatlere uydu.
İnsanlar uzun süre iman etmeye devam ederek insan evladının
Tanrı tarafından bir tür ilahi amaç için yaratıldığını öne sürdüler ve bu
yüzden de insan kutsaldır dediler. Uzunca bir zaman sonra insanlar, kendi varlıklarının
başlı başına kutsal olmadığını ve Tanrı’nın aslında var olmadığını dile getirme
cesaretini göstere bildi. Voltaire gibi düşünürlerin döneminde hümanistler,
“Tanrı insanın hayal gücünün bir ürünüdür.” Diyorlardı. Görünen o ki: Fikirler
dünyayı, davranışları, etkiliye bildiği ölçüde değiştirebiliyor.
Ve hümanistler yepyeni bir hikâye ile çıka gelirlerken;
“İnsanlar Tanrı’yı icat etti. Dini kitapları yazdı binlerce farkı şekilde
yorumladı. Diyerek insanlar tüm doğruların asıl kaynağıdır. “Dini kitapları
ilham verici bir insan yaratığımı olarak okuyabilirsiniz ama buna mecbur
değilsiniz. Kendinizi bir çıkmazda hissediyorsanız, kendiniz dinleyin ve
içinizdeki sese kulak verin.” Böylece Hümanizm kendinizi nasıl dinleyeceğinize
dair uygulanabilir yollar göstererek günbatımını izlememizi, Goethe okumamızı,
okuduklarımız ile oluşturduğumuz notlar tutmamızı, en yakınımızda bulunanla
başlayarak yakın arkadaşlarımızla içten sohbetler etmemizi ve demokratik
secimler düzenlememizi sağlık veriyorlardı.
Yüzyıllar boyunca bilim insanları hümanizmin rehberliğini
benimsedi. Fizikçiler evlenip evlenmeme kararı alırken günbatımını izleyip
içsel benlikleriyle ilişki kurmaya çalıştı. Kimyagerler zorlu bir iş teklifi
üzerine düşünürken bu durumu günlüklerine yazdı. Yakın dostlarıyla fikir
alışverişinde bulunup, dertleşti. Biyologlar savaşa girme ya da barış anlaşması
imzalama ikileminden kurtulmak için demokratik seçimlerde oy kullandı.
Dolayısıyla Konfüçyüs’ün Semavi din peygamberlerinin yerine insanlar artık
kendi duygu görgü ve bilgilerini dinlemeyi tercih ettiler.
Hümanizm deneyimlerimizin kendi içimizde ortaya çıktığını,
olup bitenin farkına varmamız için kendimizi keşfetmemiz gerektiğini, böylece
evrene bir anlam katabileceğimizi öğütlüyordular. Artık Hindistan’a gidip bir
fil gördüğümüzde ne hissediyorum diye sormuyoruz bile. Alelacele telefononumuzu
elimize almaya çalışıyor, filin fotoğrafını çekip Facebook’a yüklüyor, sonrada
kontrol edip kaç beğeni aldığımızı kontrol ediyoruz. Slogan olarak kendi
kendimize “Bir şey deneyimliyorsanız, kaydedin, bir şey kaydettiyseniz
yükleyin, bir şey yüklediyseniz paylaşın.” Der olduk.
Günümüze gelince “kim olduğunu mu bilmek istiyorsun?” Artık dağ tepe dolaşmayı bırak DNA dizilimini
analiz ettirdin mi? Hayır mı? Daha ne bekliyorsun? Hemen git ve yaptır.
Büyükanneni, anneni, babanı ve kardeşlerini de götür, onların verileri de son
derece değerli. Peki giyilebilir biyometrik cihazları duydun mu, hani
tansiyonunu ve nabzını günün 24 saati ölçen şu giyilebilir biyometrik
cihazları? Güzel hemen bir tane edin ve akıllı telefonuna bağla. Alışveriş
yaparken yaptığın her şeyi kaydetmek için bir kamera ve mikrofon al ve
çektiklerini internete yükle. Google ve Facebook’un elektronik postalarını
okumasına, görüş ve mesajlarını takip etmesine, tıkladığın ve beğendiğin her
şeyi kaydetmesine izin ver. Tüm bunları yaparsan, Nesnelerin İnternet’inin
harikulade algoritmaları, kimle evlenmen gerektiğini, hangi kariyeri seçeceğini
ve ne zaman savaş başlatabileceğini söyleyecek.”
İyi güzel de peki yaşam gerçekten bundan mı ibaret? Yaşam bilimleri ve Sosyal bilimler alanında
çalışma yürütenler, Hisler, duygular ve düşünceler tercihlerimizde şüphesiz
önemli bir yere sahip ama tek işlevleri bu mu?
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
“Eğer insan türü sahiden tek bir bilişim sisteminde
ibaretse, bunun son çıktısı ne olabilir? Dataistler bunun, Nesnelerin interneti
adı verilen, yeni ve çok daha etkin bir bilişim sistemi olduğunu öne sürüyor.
Homo sapiens’in sonu bu sistem tamamlandıktan sonra gelecektir.” Diyor.
Durmaksızın yaşan denen şey sürürken, tıpkı sosyoekonomik
sistemler gibi Dadaizm’de yoluna bilimsel bir teori olarak tarafsızmış gibi
başlamış olsa da giderek ilahisi olmayan bir din gibi yoluna devam ediyor.
Eğer yaşam bilginin sürekli yer değiştirmesiyle oluşuyorsa
ve biz bu devinimin iyi olduğuna inanıyorsak, evrendeki bu bilgi akışını
arttırarak derinleşmesini sağlayarak yaymamız gerekir.
Bilimsel bilgi sistemine göre insan deneyimleri üzerine
çalışarak dokunulmayacak kutsalar değildir. Düşündüğünün üstüne düşünebilen
insan yaratılışın zirvesi olmadığı gibi bunun bir üstü kimliği olan Homo
Deus’un yanı ne idik ne oluyouzun öncüsü ’de olamaz. İnsanlar zamanla
gezegenlerimizin sınırlarını aşıp galaksiye hatta evrene yayılacak nesnelerin
internetini yaratma amacıyla kullanılan araçlardan ibaret olabilecektir.
Bugünün ve tabidir ki geleceğin insanı her şeyden önce (yani
kast ettiğim sadece insanlar değil, bununda ötesinde akla gelebilecek tüm
nesnelerden) daha fazla kitle iletişim aracı kullanarak veri akışını
alabildiğince arttırmalı ve bunun sonucu olarak da alabildiğine çok bilgi
üretmeli ve tüketmelidir.
Bizimle beraber sokaktaki araçlar, mutfaktaki buzdolapları,
çiftliklerdeki tavuklar ve ormandaki ağaçlar dahil var olabilen ne varsa hepsi
Nesnelerin İnternetine bağlanmalıdır. Niçin mi? Mesala ağaçlar birbirine hava
durumunu ve karbondioksit seviyesini bildire bilmeli, mutfaktaki buzdolabı
tavuklara buzdolabındaki yumurtaların bittiğini iletebilmeli. Kullandığımız
araçlar benim hangi saatte evden çıktığımı ve ne kadar zaman sonra işte
olabileceğimi bilerek beni evden alıp işe bıraktıktan sonra, arabaya ihtiyacı
olan bir başkasını an zamanda alabilmesi ve akşam iş dönüşü de aynı işi göre
bilmeli ki hem yaşam yerinde fazla araç bulundurmak hemde günde yarım saat -bir
saat kullandığımız özel aracımızın gereksiz yere alı konmasını önlemeli. Öyle
bir ağ kurulmalı ki evrenin yaşam ağına bağlanmayan ve dahil olmayan hiçbir
parça kalmamalı. Veri akışının kesilmesi ölüm sayılmalı.
İfade özgürlüğü insanlara dilediklerini düşünüp söyleme ve
arzu ettiklerinde susup düşüncelerini kendilerine saklama hakkı vermiştir. Bilgi
edinme özgürlüğü, insanlara değil bilgiye tanınmıştır. Gayet tabiidir ki
bilginin özgürlüğü sayesinde, daha iyi bir dünya yaratmak istiyorsak, verilere
dayalı bilgiyi serbest kılmalıyız. Değişim ve dönüşümün evrenin sonsuz
görevlerinden olduğuna inanırım. Ve hep diyor ve inanıyorum ki son yoktur. Olup
biten ya da olup bitecek sonsuz dönüşümdür. Var olacak olan sonsuzluktur.
KAYDET YAŞAYI YAZ
Güldede Köyü: İsmi, Köyün Kuzey girişinde bulunan Ziyaret
’in Tepesi'nde yatan ve Moğolların 13. Yüzyılda Anadolu’yu istilası sırasında
Elbistan savaşı olarak tarihin yazılı kayıtlarına geçen ve bu savaşta öldürülen
üç Türk komutanlardan biri olan "Güldede” isimli bir Türk komutandan
geldiği dilden dile sözlü bilgi olarak anlatılan bir savaş anlatısından geldiği
söylenir.
Güldede isimli komutanın yatırını paylaşan ve komutan
oldukları söylenen iki kişi daha şehit edilmiş olarak Ziyaretin İç Kalesinde
diğer mezarlardan ayrılmış olarak yatmaktalar.
Günümüzdeki Güldede Köyü Ziyaret tepesinden aşağı Güneye
doğru giderek biraz çukurlaşarak ovalaşan araziye sahip yerleşke merkezi olan
Güldede Köyün ’de: bir adet su kuyusu ve bir adet yer altı kaynak suya sahip
oluklarla akan çeşmenin etrafındaki iki elin birleştirilerek oluşturduğu ortası
çukur açık bir araziye kurulmuştur.
Bu Yerleşke yeri Ziyaret tepesinin yüksekliğini arkasına
alarak; deyim yerinde ise "sırtını" Ziyarete dayamıştır.
Pek şiddetli esen Poyraz yeli ve kışın gelen kar
fırtınalarından kısmen de olsa sahip olduğu bu araziye kendini gizlemiş olarak,
bir nevi kötü iklim koşullarından kendini korumuştur.
Yazılı tarihi kayıtlar taranıp, incelendiğinde, Güldede
isminin köy ismi olarak anılması Moğolların Anadolu istilasına dayanır.
Bilindiği gibi yaşadıkları coğrafyada Ortadoğu ve Mısır’a
oradan da Anadolu içlerine kadar saldıran Moğolları ilk yenen o günkü Suriye ve
Mısırlı Kölemenler yani sonradan Mısır’a yerleştirilen Mısırlı Köle Türklerdir.
Emeviler; Kafkasya bölgesinde yaşayan Hazar İmparatorluğunu
istila edip yağmalamış, yağmalama sırasında nerede ise tüm yetişkin erkekleri
kılıçtan geçirmiş beş yaş ve üstü erkek çocukları da esir sayıp devşirme olarak
Mısır’a getirmişler. Köle sayılan Hazar çocuklarını sıkı bir askeri eğitimde
geçirip, onları savaşçı insanlar olarak yetiştiren özel eğitim almış bu savaşçı
insanlar ve soy olarak da yine Emevi’ler tarafınca "esir alınmış
Köle" sayıldıkları için bu eğitimli ve yiğit insanlara
"Kölemen'ler" denmiştir…
Yüz yılar sonra bu Kölemenler İslam Halifesinin sarayına
kadar asker ve yönetici olarak girmişler.
Halifelik makamı, Halifenin erkek soyundan devam ettiği
halde, soya dayalı son halife bir erkek evladı olamadan ölmüş, ölen Halifenin
kızları varmış. Bir kızı da bir Kölemen Komutanla evli imiş. Halife ölüp erkek
oğlu da olmadığı için bu Kölemen soylu Komutan hem sarayda İslam Halifesi hem
de İslam Ordusu başında tek yetkili Komutan olmuş ve Halifelik bu şekilde
mecburen Türk soylu Kölemenlere bırakılmış, ta ki Osmanlı imparatoru Yavuz
Sultan Selim 1515-1517 de Mısır’ı fethederek İslam Halifeliğini alana dek.
Tarihi zaman, kendi seyrinde akıp giderken, Kölemenlerin
Mısır’ı yönettiği zamanda gelip 13.
yüzyıla dayanmış.
Moğollar pek bir karşı dirençle karşılaşmadan Anadolu'ya
gelip, Anadolu Selçuklularıyla anlaşmışlar, yapılan bu antlaşma gereği İstilacı
Moğol’ular Anadolu'nun Vergi ve Asayiş yönetimi Moğollara karşı sorumlu olmak
üzere Anadolu Selçuklarına bırakmışlar.
Moğollar da Ak hunlar olarak bilinen İranlı ve İslami inanç
olarak da Şiiliğe inanan Selçukluları dize getirmeye; yani bugünkü İran Suriye
ve tabii ki Mısır’a yönelmişler.
Asıl amaçları da İslami dini inançların şekillenmesi yani
Sünniliğin yayılması, o dönemler bu coğrafya Ehlibeyt sülalesine inanan ve
İslam coğrafyasında ki yönetimlerin uygulaması gerektiği bir İslam anlayışını
ve ehlibeyt sülalesinin İslam dünyasını yönettiği gibi ve onların yaptıklarının
gerçekleşmesi gerektiğini inanarak yaşamak istiyorlarmış.
Ama giderek devlet yöneten İslamin bu anlayışı ise
hak-adalet insan hakları gibi kavramlarla yönetici erke istediğini yapma
fırsatı vermekte direnince buna karşı tedbir olarak İslam sayılan coğrafyada
Sünni İslam egemenliği güçlenerek yaygınlaşması sağlanmaya başlamıştır.
İslam’ın giderek güçlenerek Sünni inanç biçimini bu
coğrafyaya sağlam olarak yerleştirmek isteyen Moğollar İran Selçuklusu olarak
anılan, Ak hunlara karşı savaş açacak ama bu Moğol-Mısır Savaşını da o günkü
Mısır’ı yani Kölemen Devletini yöneten ve kendi adlarıyla da anılan devletleri
de olan bu "Kölemenler" kazanmış ve bu savaş tarihe Moğolların ilk
yenilgisi olarak geçmiştir.
İran-Irak-Suriye ve Mısır’da yenilen Moğollar Anadolu'ya
Anadolu Selçuklusuna yönelmişler...
Zaten Anadolu Selçuklusu da daha önceleri Moğollara verdiği
sözü tutamamış.
Ne adam gibi vergi ödemiş Moğollara nede Kontrolündeki
bölgede asayışı sağlayabilmiş...
Kısacası, Moğolların beklediği ama sonuç olarak hiç mi
hiçbir yarar sağlayamamışlar.
Gelişmelerin bu seyri üzerine, Moğol Komutanlar da
Anadolu'ya saldırmış, taş taş üstünde bırakmamış her tarafı tarumar etmişler.
Tarihin değişik zaman aralıklarında değişik nedenler ile
daha önceki dönemler Küçük Asya olarak adlandırılarak bilinen Anadolu’ya
yerleşmiş Türk kültürlü yaşam biçimine sahip insanlar ile beraber bu sırada;
başta Moğol saldırılarından kaçan değişik kültüre sahip birçok insan grup yada
toplulukları olmak üzere başka zaman ve yerleşkelerden ve bölgelerde Anadolu'ya
kaçıp gelmiş, ve Anadolu'ya sığınan diğer Turani yani Türk kültürlü olarak
bilinen çeşitli Türk soy ve boylardan olan Türkmenler:( ki bu deyim Müslüman
olmuş Türk demektir.) olmak üzere kimi Hristiyan, kimi halen eski inanç biçimi
olan Şaman öncesi Türk inançları olarak bilinen kimi göklerde olan en yüce varlık anlamını
taşımakta olan “Göktengri”, kimi “Ölmüş
atalarının ruhlarına inanan” kimi ise”, tabiat olaylarına” inanan ve kimileri
de Şaman olarak anılan bir nevi falcılık gibi yaşam kültüne inanan ama kültür olarak Turani yani bugünkü deyimle
Türk olan insanlar Geçmişi kendileri gibi Türk olan Mısırlı Kölemenlerden
yardın alarak Anadolu'nun bu şekilde yağmalanmasına karşı koymuşlar.
Abaga Han'ın saltanatı sırasında acılı bir dönem
yaşanmıştır. 1277 de Moğollardan bezmiş olan Selçuklu emirleri (Mısırlı)
Kölemen’i olan Bay Bars'ı Anadolu'ya yardıma çağırırlar.
Bu çağrı üzeri Anadolu’ya Bay Bars ve askerleri ile birleşen
Anadolu da yaşayan Türkler Anadolu’yu işgal eden Moğol birliklerini Elbistan'da
savaşarak yenerler.
Savaş galibi Kölemen Bay Bars, Türk toplulukları tarafından
coşku ile karşılanacağı inancıyla Anadolu içlerine yani Sivas, Kayseri’ye doğru
kaçan Moğolları takip ederek ilerler.
Fakat Anadolu'nun bu coğrafyasında yaşayan Türk toplulukları
ondan yana olmazlar. Düş kırıklığına uğrayan Memluk hükümdarı İranlı
Selçuklusunun ihanetini cezalandırmak üzere bu günkü Suriye-Irak
Ve İran’a yönelerek giderken de birçok kan dökerek Mısır’a
ülkelerine dönerken kendilerine karşı ayaklananları cezalandırdılar ve daha
önceleri yani 1265 yılında Sinop'u Rumlardan yani Romalılardan alan II. Kılıç
Aslan ve II. Kehhusrev'in baş veziri Muinüddin Pervane vatan hainliği suçuyla
ölüme mahkûm etmişlerdir.
Bu ayaklanmayı bastırma hareketi çok sert ve Küçük Asya'nın
bağımlılığının yanı sıra çöküşünü de hızlandırdı.
Küçük Asya XIII. yüzyılın sonlarında hem kendini toparlamaya
hem de özgürlüğünü korumaya çalıştı, ama başaramadı.
Sonuç sadece kargaşa ve de tımar sahipleri ile boylarının ayaklanmalarının
artması oldu ve 1303 'te son Selçuklu hükümdarı öldü. Geride tahta doğrudan
varis olabilecek kimse bırakmadı ve onunla birlikte Selçuklu Hanedanlığı yok
oldu.
Ülkede artık sadece birbirine karşıt birtakım beylikler ve
Ülkenin batı uçunda ise o sırada en sıradan beyliklerden biri olan, ama son
derece görkemli ve kısmetli bir geleceğe aday, Osmanlılar olarak adlandırılacak
olan Otman (Osman) ailesi kalmıştı.
Anadolu’daki bu gelişmelerin paralelinden Selçuklunun sonu
ve Güldede Köyünün kuruluşundan önce Asya-Avrupa ve Kuzey Afrika kıtalarından
yaşananların kışı öyküsüne dönersek.
Bu insanların Moğollarla savaşı Tarihe Moğolların ikici
yenilgisi olarak "Elbistan Savaşı" olarak yazılı kayıtlara
geçmiştir.
O dönem Elbistan da yaşayanların soyu büyük oranda Kuman ya
da Kıpçak Türkü olarak bilinen Hun İmparatorluğunun bakiyesinden geliyordu.
Daha önceki dönemleri biryana bırakarak, Milattan önce ilk
yüz yılın karmaşa döneminde göçebelerin uğradıkları büyük yenilgilere ve Tarım
’da süren savaşa karşın Hiong-nular güçlerini toplamaya ve Çin’i tehdit etmeye
başladılar. Göçebelerin saldırılarını karşılaya bilmek için, MÖ 99’da Çinliler
General Li Kuang-li komutasında, Kansu ve Sin-kiang’da Moğollara karşı yeni bir
sefer başlatırlar. Çin seferi iyi sonuç vermez, ordu başındaki generalin torunu
Li Lling çok genç askerlerden oluşan bir birliğin başındayken, abartılı bir
alçak gönüllülük ve propaganda endişesiyle yalnızca 5000 asker ile çarpışmaya
katılmış ve kendini 80.000 Hiong-nu’yla sarılmış bulmuş olarak bu kuşatmadan
çok zorlanmış olarak Moğolistan’ın ıssız bölgelerine geri çekilir. Fakat burada
da göçebe atlılarca çok hırpalanır. “Çin ordusu bir günde 500 bin ok atar.” Çok
güçsüz bir durumdayken sınıra 50 kilometre kala dar bir boğazda sıkışıp kalır.
Tepelere üslenen Hiong-nular kaya ve taş atarak Çinlileri ezerler. Daha sonraları
Çinliler “ilerlemek imkansızdı” diyecekler ve yalnızca 400 Çinli asker
geldikleri yurtlarına dönebileceklerdir. Savaş meydanında yaşanan bu büyük dram
aynı zamanda bir efsane yaratır ve Li Ling’den Çinliler kadar kuzey halkları da
uzun süre söz eder. Kırgızlar onun ataları olduğunu ileri sürer ve Tang yıllıklarında
da kara gözlü tüm barbarların onun soyundan geldiği söylenir.
MÖ 87’da Vuti’nin ölümünden sonra, Hiong-nular Vuhuanların
isyanına karşı durmak zorunda kalırlar. Vuhuanlar 201’de Mete tarafından
yenilgiye uğratılan Tang-hu ’un soyundan gelmektedir ya da böyle olduğu iddia
edilmektedir. Çinlilerden edindiğimiz bilgilere göre Vuhuanlar bu tarihten
itibaren zayıf düşerler ve yalnız kalırlar, “genelde yenildikleri için
kendilerini yenen fatihlerine her yıl sığır, at, koyun ve deri verirler.” Hou
han shu çadırlarda yaşadıklarını, et yiyip, kımız içtiklerini, altın ve demir işlediklerini,
hintdarısı ektiklerini ve genelde kafalarını kazıttıklarını anlatır. 119’da
Wuti’nin kazandığı büyük zaferlerden sonra Hiong-nu’ların egemenliğinden Çin
egemenliğine geçerler. Yine efendileri tarafından yerleri değiştirilerek,
Hiong-nuları kollamakla görevlendirilir ve Hükümdarı yılda bir defa, Çin
sarayına rapor verir.
Vuhuanlar bu barış ortamından yararlanarak, yavaş yavaş güç
toplarlar ve Hiog-nulara karşı kin gütmekten vaz geçmezler. Bu nefretle,
İmparator Çao döneminde, eski Şan-yu’ların mezarlarına saldırma kararı alırlar;
atalarının mezarlarına saygısızlık etmek göçebelere verilecek en büyük
zarardır: Eskiden İskitler aynı şeyi Ahamenidler için söylemişlerdir.
Dikkatsizlikleri yenilgilerine neden olacaktır ve Hiong-nu’lar onları yok
edeceklerine ant içeceklerdir. Son anda kurtuluşlarını savunmalarında destek
olmak için iki yüz bin kimine göre otuz bin asker gönderen Çinlilere
borçludurlar.
Göğün Oğlunun emirlerine hiç olmadıkları kadar saygılı olan
Vuhuanlar bu sıralarda yönetimlerinde neredeyse tamamen bağımsızdırlar; belki
Siuan-ti (Xuandi, 73-49) döneminde bunun dışında tutmak gerekir, çünkü bu
dönemde hareketleri kısıtlanır. Yıllıklar, daha sonra olduğu gibi bu dönemde de
Vuhuanlar sadık halklar ve sınırlarında fedakâr koruyucuları olarak söz
ederler. Vuhuanlar Hiong-nular zayıfladığında eski düşmanlıklarını yeniden
hatırlarlar ve onlara saldırırlar, MÖ 46’da onlara korkunç bir darbe vurarak en
büyük başarılarını kazanırlar. Çin sarayına düşmanlarından edindikleri
ganimetleri, kızları, sığırları, atları, kaplan, leopar ve samur kürklerini
sunmaktan da büyük bir onur duyarlar.
Hiong-nu’ların tüm hayvanlarını kaybetmelerinin nedeni
Çinlilerin ve Vuhuanların 80’li yıllarda onlara karşı yürüttükleri seferlerimi
yoksa kötü hava koşulları mıydı? Bu soru henüz cevaplanabilmiş değildir. Ancak
yapılan araştırmalarda 68’ ze doğru bu göçebe halkın giderek sefarete sürüklendiğini
görebiliyoruz. 127’de, oldukça zengin oldukları dönemde kişi başına düşen
hayvan sayısı üç yüz dolaylarındayken 70’te 25 ile 15 dolaylarında, 68’ de ise
bunun yarısı kadar kalır. Bu onlar için büyük bir felakettir.
Vuhuanların başkaldırısı ve Çinlilerin istilası öteki
halkların da Kao-kiu Tingling’lerin ve Vusunların gerek aynı dönemlerde gerek
farklı zamanlarda bölünüşünü getirir. Giderek büyüyen bu anarşi Göğün
Oğullarının; Tarım ‘da 70 ile 60’larda kazandıkları büyük zaferleri ve 51 de
patlak veren taht krizini bize açıklamaya yeter de artar.
Ölen Şansu’nun yerini almak için İki şef olan Hu-han-ye ile
Çi-çi birbirlerine karşı kıyasıya mücadeleye girişirler, Çi-çi’nin daha fazla
şansı olduğunu düşünen Hu-han-ye Çinlilerin desteğini alıp saraya gider. 48 de
rakibini saf dışı bırakır. 43 de ise Tola ve Orhon bölgelerine yerleşir ve
böylece kendini hükümdar ilan eder.
Çi-çi ise hükümdarlığını tanıyan ve kendisine sadık
kalanlarla birlikte batıya çekilir. Bu yolculukta Vusunları yenerek Çu ve Talas
bölgelerine yerleşir. Bu bölgede yaşam süren krallarına karşı parlak zaferler
kazanır. Sogdiana’ya girer ve batıda bir Hiong-nu imparatorluğu kuracakken
36’da Çinlilerin ellerine düşer, hapsedilir ve idam edilir. Kendisine bağlı kavimlerin
tamamına ne olduğu konusunda tam bir bilgiye ulaşılamamakla beraber: Genel kanı
olarak, bu kavimlerden kimisinin batıya göçe devam ettiklerini ve Hunların
ataları olduklarını düşünmektedirler.
Bahse konu bu halklar arada geçen 400 yıl sonra 374 de
Balamir Han komutasında tarih sahnesine çıkacaktır. Don ve Tuna Irmağını
geçecekler, Gotları ve Alanları sıkıştırarak Batıda büyük Kavimler Göçüne neden
olacaklardır.
Şu bir başka gerçek iki Hiong-nu adıyla Hun adının benzemesi
tesadüf değildir. Ama Atilla’nın Hunlarının ve Batılı Avarların adlarını,
Juan-juanlardan yani gerçek Avarlardan almaları gibi, başka bir halktan
almadıklarını göstermek gerekir.
Şöyle ki, O dönemde bile çok kalabalık olan büyük Çin, kendi
nüfusundan elli kat küçük olan bir halk karşısında titremişlerdir. Yazılı
kayıtlara göre III. yüzyılda ve daha sonraki yüz yıllarda Moğolistan da
yaklaşık bir buçuk milyon kişinin yaşadığı sanılmaktadır. Hiong-nu Uygarlığının
yaptığı tüm etkinlikleri sanki bu sözcük açıklarmış gibi “Barbarlıkla”
açıklanmaya çalışılmıştır. Hiç kuşkusuz yaşadıkları bu dönemde diğer halklar
gibi onlarda barbar sayılırlar ama bu durum onların uygar olmadıkları anlamına
gelmez. Çünkü toplumsal yapıları sağlam olup, yirmi dört kavimden
oluşmuşlardır. Sağ ve Sol olmak üzere iki Kanada ayrılmışlardır.
Orduları Ahamenid’lerin örneğine göre daha karmaşık yani
çeşitli dinsel düzenlemelerle örgütlenmişlerdir.
Olup biten dış politika ve uluslararası ticaret
sorunlarından haberdardırlar.
Hayvancılıkla geçinmelerine karşı, küçük çaplı da olsa
tarımla da uğraşmış ancak bu tarım faaliyetlerini Çinli ya da Tarım köleleri
tarafından yürütüldüğü anlatılır.
Çin Yıllıklarında sözü edildiği üzere ve arkeolojik
bulgulara göre bunlar darı yetiştirmekteydiler.
Tüm bozkır insanları gibi gerçek zanaatkârlardır; Ordos’ta
bulunan çok sayıdaki yüksük ve levha bu konudaki üstün başarılarını
kanıtlamaktadır.
Hayvan dövüş figürlerini ve temalarını yüksek kabartma
tekniği, taşkın bir fantezi ve canlılıkla işledikleri, geyik ve koç figürlerini
ilk kullananlar olmasalar bile bunları kendilerine göre yorumlamayı, yeniden
üreterek canlandırmayı başarabilmişlerdir.
Seçkin sanatçılar olmakla kalmayıp her ne kadar Çin ekolunu
takip edip özellikle de evleri, binaları için Çinli inşaat yapımcıları getirmiş
olsalar da mimardırlar.
İmparatorluğun kuruluş döneminde, nehir bölgelerini
Sibiryalı hakların istilasından kurtarmak ve kuzey sınırlarını korumak için
yapılan savunma siperlerini Mete’nin yaptırdığı düşünülmektedir.
Bu sistemin büyük bir bölümü Selenga ırmağı üzerinde Ulan
Ude’de bulunmuştur. Irmak siperlerinin büyük bir bölümünü sular altında bırakmış
olsa da siperler 72 bin kilometre karelik bir alana yayılmıştır. İki büyük bina
ve bir düzüne kadar küçük yapı 2,5 metre yüksekliğinde bir duvar ile çevrilmiş
ve duvar önünde dört büyük çukur vardır.
Yerleşim bölgelerinin içine ve dışına açılan bu çukurlar
yiyecek, içecekleri korumak için açılırlar ve en büyüklerinin boyutları 9
metreye 8 metre boyutlarındadır. 1 metreden daha kalın duvarlarla ve bugün hala
Moğolistan’da gördüğümüz ahşap sütunlara benzer sütunlardan oluşan bir
iskeleyle çevrilidirler.
Sistemli bir biçimde kazılarak ortaya çıkarılan ilk Hiong-nu
sitesi Ulan Ude ilk bozkır göçebe imparatorluğunun tarihi, örgütlenme ve yaşam
biçimi hakkında değerli kanıtlar sunmakla kalmaz.
Türkleri bozkırlara iten Sibirya halklarının ilerleyişinin
daha tamamlanmadığını da gösterir. Çünkü bu ilerleyişten korunmak için
göçebeler işçiliklerini geliştirmeye devam etmişlerdir.
Sanatsal açıdan öteki Hiong-nu kentleri bizim için daha
önemlidir.
Orhon, Jehol, Kalgan’ın kuzeyinde ve güneyinde, iç
Moğolistan ve tabii Ordos’ta çok sayıda yerleşim yeri bulunmuştur. Khiakhta’nın
kuzeyinde bulunan Derestoninsk mezarlarının tarihini MÖ 118 ‘de basılan Çin
paralarından çıkarıyoruz; Trans Baykal bölgesinde, Çita ’da bulunan eski
mezarlar da aynı dönemlere aittir.
Büyük arkeolojik yerleşim yeri Noyin Ula, Ulan Batur
yakınlarındadır. Bu kentin önemi yalnızca kral mezarlarına sahip olmasından
değil, keçe ve kürk gibi dayanıksız eşyaların buz tabakası içinde bugüne kadar
korunabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar MS ilk yüzyılda yazılan iki
Çin yazıtıyla aynı tarihi paylaşan göz kamaştırıcı mezarlar olup burada bulunan
hayvan figürleriyle süslenen yünden yerli kumaşlar gibi ithal bir dizi malzeme
kuzey Moğolistan’ın hem Çin ile hem de Akdeniz bölgesiyle ilişkiye geçtiklerini
kanıtlar. Burada Çin lakeleri, yeşim taşları ve İran etkisiyle dokunmuş ipekler
ve Pelliot’un “Helen uygarlığı etkisi öylesine belirgindir ki, bunlar
Karadeniz’in kıyısından getirilmiş olmalılar.” Dediği kumaşlar bulunur.
Tüm bu parçalardan en ünlüsü bir grifonun rengeyiğine
saldırdığını gösteren bir kumaştır. Bu motifin kompozisyonu “hem kesin bir
gerçekçilik hem de büyük bir biçimcilik.” Örneğidir.
Çi-çi ’nin tahta geçişi Hiong-nu İmparatorluğu’nun çöküşünün
ilk habercisidir.
İlk Hun hanedanının yok oluşuyla Çin’de patlak veren iç
savaşlar bu çöküşü geciktirirken diğer barbarlara da yeniden güçlenme fırsatı
verir ve Serinde’ ye girer, Turfan’ı ele geçirirken Çin sınırlarına da
baskınlar düzenlerler. Fakat ikinci Han hanedanının başa geçmesiyle Çin’de
durum düzelmeye başlar.
Hiong-nu’ların parçalanma süreci yeniden hızlanır. MS 48 de
konfederasyonun daha çok güney sınırında yerleşik sekiz kavmi şan-yu’ya karşı
başkaldırır ve Çin’in egemenliğine girmekten başka çareleri kalmaz. Çin bunları
federe devletler olarak Şan-si (Shanxi) ve Kansu (Gansu) sınırlarına kuzey uç
beyliklerini koruma göreviyle yerleştirir. Böylece Güney Hiong-nu devleti
kurulmuş oluru. Güney Hiong-nu devleti bu yaşam biçimi ile Çin güçlü olduğu
sürece Çin’e bağlı ve sadık kalacak bir uydu devlet olarak varlığını
sürdürecektir.
Moğolistan’daki Kuzey Hiong-nu’lar artık çok etkili
değildirler.
Çin bunları yok etmek için kendi ordularını göndermeye gerek
duymaz ve üstlerine eski düşmanları Vuhuanları ve henüz 49’lara doğru tanınmayan
bir halkı olarak bilinen Kingan dolaylarında dolaşan Sienpileri gönderir.
Yine de Hiong-nu’lar karşı girişilen saldırının boyutlarını
tam olarak bilemiyoruz. Ama saldırı ne olursa olsun bunu tekrarlamak gerekir ve
bu kez bu saldırıları 88-90-91 ve 93’te pek çok kere Sienpilerin yardımıyla
tekrarlayan Çinliler olur.
Fakat bütün bunlar geçici önlemler olarak kalır. Çünkü
Hiong-nu’lar artık büyük bir güç değildir. Ve Kuzey göçebelerinin kimisi Yukarı
Asya’nın iç taraflarındaki bölgelere geri çekilirler, ötekiler ise Çinlilerin
ve Sienpilerin kurallarına uymaktansa batıya doğru kaçmayı tercih edip Çi-çi
‘nin ardıllarına katılırlar. Bu dağılmayla II. Yüzyılda yok edilirler.
İrtiş ve Aral Gölünün güneyine yerleşen kavimler Ostiakları
ve Vogulları kuzey tarafına doğru iterler.
Güney bölgesinde gelen göçebeler Sarı Irmak kıvrımına ve
Alaşan bölgesine yerleşerek, Güney Hiong-nu İmparatorluğu’nu güçlendirerek ve
de anarşiye olan eğilimlerinden dolayı bu İmparatorluğu zayıflatarak Çin’e akın
etmek için uygun zamanı beklerler ve yıl 220-265 şe gelmiş olur.
Sienpiler Hiong-nu’ların doğal ardıllarıdır., ama onların
büyüklüğüne erişemezler. Onlar kadar güçlü olmadıkları için Çin
İmparatorluğu’nu hiçbir zaman ciddi anlamda tehdit edemezler. Sonunda
bozkırlara sürülürler ve onlardan giderek daha az söz edilmeye başlanır.
Pek çok bilim adamı Sienpilerin Tunguzların ataları olduğunu
söyler, ama Barthold, sonra da Hambis Sienpilerin proto-Türkler olduklarını,
diğer bazı bilim adamları da proto-Moğollar olduklarını ileri sürer.
Sienpilerin tarihi konusunda çok fazla bilgiye sahip olmamakla beraber MS ilk
yüzyılda
Moğolistan’a doğudan girmişler. II. Yüzyılda da ülkeyi
egemenlikleri altına alarak, böylece de İli ülkeleri üzerinde baskı uygularlar.
Bunların Mançurya’dan Balkaş Gölü’ne kadar tüm; Asya’ya hâkim oldukları ileri
sürülür, ki bu biraz abartılıdır.
Fakat Batı Türkistan’da yaşayan Vusunları yendikleri
doğrudur. Vuhuanların müttefiki olsun ya da olmasınlar Çin’e sık sık saldırarak
vasat başarılarla yetinirler. Avar İmparatorluğu içinde eriyip gitmeden önce,
imparatorluğu zayıflatarak kısmen hazırladıkları IV. Yüzyılın büyük
istilalarına ikinci planda katılırlar…
Büyük istilalar yılı sayılan IV. Yüzyıl da Alaşan, Ordos ve
Sarı Irmak kıvrımına yerleşen barbar kavimler Çin federasyonu içinde aşağı
yukarı Germenlerin Roma İmparatorluğu sınırında üstlendiklerine benzer bir
görev üstlenmişlerdir.
Çin federasyonu için sürekli istikrarsızlığa neden
olmaktaydılar ve yönetimi bir ele geçiriyor bir kaybediyorlardı. Sienpiler,
Vuhuanlar, Hiong-nu’lar ve başka kavimler sık sık bu federasyonu
katılıyorlardı. Hepsi de şehirleri önce yağmalamaktan, sonra buralara
yerleşmekten ve bu şehirlerde Çinli olduklarını iddia ettikleri ama genelde
böyle olmayan krallıklar kurup başına geçmekten zevk alıyorlardı.
Bu korkunç dönemde kapana kısılan Çin sürekli aşağılanmakta
ve bu eski uygarlık her şeye tek kelime söylemeden boyun eğmekteydi. Eskinin
gururlu prensleri yeni efendilerine uşaklık etmek ve “çizmelerini parlatmak”
zorunda kalıyorlardı. Milliyetçi Çinliler fırtınaya karşı gelmenin bir faydası
olmayacağını anlamış ve MS 317 de güneye Nankin’e göç etmişlerdir. Grousset’nin
de dikkatimizi çektiği gibi bu yıllarda batıda da aynı zamanda ve neredeyse
aynı nedenlerle Bizans Roma’nın yerini alıyordu.
308 de bir Hiong-nu şefi, Şan-yu Lieno Yuan artık Çince
adlar taşımaktaydı ve elli bin adamını yanına alarak Tayuan’da kendini
imparator ve Han’ların varisi ilan etmişti. İlan ettiği Hanedanlığı Pei-Han
(Bei Han), Kuzey Hanları ya da Çao (Zhao) adıyla tanınır. Üç yıl (310-318)
sonrada oğlu Lieu Ts’ong Lo-yang’ı (Luoyang) ele geçirir.
260 tan sonra, yeni bir halk olan Tabgaçlar Çin yıllıkları
’da To-pa (Toba) adıyla anılırlar ve Şan-si’ye (Shanxi) yerleşen bu halk
giderek güçlenir ve gelecekte yaşadığı yerlerin egemenliğini ele geçirecektir.
Yaklaşık olarak 330-350 yıllarında öncüyken ardıl duruma düşen Çao
hanedanlığındaki değişimlerden yararlanarak, gelecekte büyük bir güç olacak
imparatorluğun temellerini atarlar. Güçleri Şan-si ve Ho-pei’yi (Hebei) fetheden
To-pa Kuei’yle 386-409 yılları arasında doğrulanır ve To-pa Kuei’nin 432’de
Lo-yang’ı ele geçiren ardılıyla durumlarını iyice sağlamlaştırırlar. Vey
hanedanı olarak Göğün Oğulları ve gerçek Çin imparatorları olan Tabgaçlar tüm
Çin mirası üzerinde ve tabii ki Doğu Türkistan vahalarının korunmasında hak
iddia ederler. 442 de Turfan’, 445’te Lobnor’u, 448’de Kuça ve Karaşar’ı 456’da
Hami’yi işgal ederler. Buna karşın Güney Çin’deki milliyetçilerinin direnişini
kıramazlar.
Veyler kültürel açıdan önemli bir rol oynarlar. Pek çok
barbar geleneğini sürdürdükleri uzun bir dönemin ardından Çinlileşirler ve
To-pa Siun yönetimi altında 452-465 yılları arasında Budizm’i kabul ederek
Lo-yang’da en az 1300 Budist tapınak kurarlar. 471-499 yılları arasında ise
Jong-ti ünlü Longmen Mağaraları’nı yaptırarak az bulun bir başarı kazanır.
Hiong-nu’ların yok oluşu, kavimlerin Çin’e göçü, Sienpilerin
yetersizliği sonucunda bozkırlarda kimsenin hâkim olmadığı bir dönem başladı.
Ama bu durum çok uzun sürmedi. Bozkır halklarının kurduğu
federasyon ya da daha doğrusu 402 ‘den sonra Çinlilerin küçümsemeyle
Juan-juanlar (Rhuanrhuan ya da Ruanruan) yani Çince “Kaynaşan böcekler” olarak
adlandırdıkları halkın kurdukları imparatorluk bu boşluğu doldurmuştur.
Fakat bu imparatorluk korku salmasına ve büyük güç
kazanmasına rağmen tarihte çok az iz bırakmak gibi bir ikilemi yaşadı. Bunların
tarih sahnesinde kazandıkları önemin gerçekçi tespiti açısından, yapılan
arkeolojik buluntular sayesinden ortaya çıkmıştır.
Onlar hakkında bildiklerimiz arasında sayılan gerçek
adlarının Avarlar olduğunu, ama bu adın bu adı batıya taşıyanlarca onlardan
çalındığını, çünkü bu iki halkın da aynı halk olduğu konusunda haklı kuşkular
olduğunu biliyoruz.
Çünkü dillerinde kullandıkları pek çok sözcük Moğolca konuşan
kavimlerden oluşmakta oldukları kanaati oluşturuyordular.
Başlarındaki hükümdar artık Şan-yu değil kağan ya da han
olarak adlandırılmaktadır; Han kelimesi de Kağan sözcüğünün bir türevi olduğu
ve daha küçük konumda bir hükümdarı tanımlamak için kullanıldığı bilinmektedir.
Bu halkın egemenliği, 394-409 yılları arasında Şö-luen Kobdo
bölgesinde Kao-kiu Ting-ling’lere karşı kazandığı zaferle başlar, böylece bir
anda Semipalatinsk ve Tarbagatay’daki bütün halkların hâkimi durumuna gelirler.
Kao-kiu Ting-ling’ler daha doğrusu Ting-ling’ler çünkü
kao-kiu Çincede “yeksek araba” anlamına gelmektedir.
Bu halk oldukça önemli ve gizemli bir halk olarak daha
önceleri Vuhuanlarla müttefik olduklarında karşılaşmıştık.
Ting-ling’ler Hiong-nu konfederasyonundan ayrılıp Kuzey
Moğolistan’a göç ettiler ve MÖ III. Yüzyıldan beri Talas ve Hazar Denizi
arasında yaşayan Türk nüfusuna katılırlar.
Türkçenin bir lehçesini konuşmaktadırlar, bu da çoktan
Türkleşmiş ortama kolayca ayak uydurmalarını sağlamıştır.
Çinliler doğal olarak bu halkı tielo ya da çie-lo adıyla
anmaktaydılar. Bu sözcükler Türkçede tegrek ya da Töles sözcükleriyle
karşılanmaktaydı. Töles büyük olasılıkla ya da genel olarak bozkır
imparatorluklarının batı kanadına verilen addır.
Juan-juanlar, Ting-ling zaferinden sonra güçlenirler ama
Hiong-nu İmparatorluğu’nu yeniden bir bütün olarak kurmalarını başaramadıkları
gibi etraflarına onlar kadar korku salamazlar.
Bununla birlikte, topraklarını yukarı İrtiş ve Karaşar’dan
Kuzey Kore’ye kadar genişletirler. Eftalit’lere çok bağlıdırlar. Eftalit’ler
10-20 yıl arası kadar Juan-Juan’ların egemenliği altında kalırlar ve aralarında
evliliklerinden doğan yakın bağlar kurulur. Avarların en ünlü kağanı olan
A-na-kuei Eftalitlerin hanının yeğenidir.
Bu halkın ilerleyişini durduran iç savaşlardan çok Veylerin
kararlılığı olur.
Bilindiği üzere bu Veyler kuzey göçebeleri olan
Tabgaç’lardır ve Juan-juanlar gibi barbar sayılıp Çin’in etki alanına girmenin
riskini ve bunun sonucunda doğan tehlikeleri çok iyi hatırlamaktadırlar.
Juan-juan İmparatorluğu’nun daha kurulduğu yıl, onlara karşı güçlü bir saldırı
başlatırlar.
Gerekli gördükleri her seferinde bu ülkeye ve de sık sık
saldırmaktan geri durmamış olmalarına karşı imparatorluğu yıkmayı başaramasalar
da sınırda tutmayı başarmışlardır.
402 yılında da bu halkı Ordos’tan uzaklaştırmayı başarır ve
425’te Gobi Çölünü ele geçirirler ve Moğolistan’ın kuzeyine doğru ilerler,
kağanları burada oturmaktadır.
429-439 yılları arasında Juan-juan’lara yeniden saldırırlar
ve Kansu’yu kendilerine bağlarlar, buradaki birkaç Hiong-nu kavmini Turfana
kovalarlar ve 460 yılına kadar Kansu’da kalırlar. Sununda 458 ‘de
Juan-juan’lara o kadar güçlü bir darbe indirirler ki artık bu kavim onlara
karşı gelemez.
VI. yüzyıl başlarında sürekli patlak veren Töles isyanlarına
ve belki de öç almaya hevesli Ting-ling isyanlarına neden olanlar bunu
yapabilecek güce sahip olan Veyler midir?
Adları Türkçe olmayan, ama kendileri Türk olan Töleslerin
artık Moğol egemenliğinde kalmaya dayanamadıkları ve bir süre sonra her yere
dal budak sarmalarına yol açacak o özsuyun damarlarında dolaşmaya başladığını
duyumsadıkları da düşünenler az değildir.
İmparatorluğun iki kanadının, 519’a doğru yapılan kavganın
kökeninde onlar mı vardır?
İmparatorluğu iki Kanada bölme gereğinin altını önce
Hiong-nu’lar, sonra Tu-kiu’ler ve pek çok kavim çizmiştir. 534 de Veyler de
ikiye bölünürler ve böylece düşmanlarının zayıflamasıyla juan-juanların önü
açılır. Ama juan-juanlar bu tarihten sonra birdenbire tarih sahnesinin dışına
itilirler ve 552 yılında hayal kırıklığına uğrayan kağanları intihar eder.
Öte yandan 600 yılına yaklaşırken Uzak doğuda yaşadığı şüphe
götürmeyen bir topluluk dokuz boyu bir araya getirir ve adı Türkçe Tokuz Oguç
olan yeni bir federasyon kurar.
Hamilton’un açıkladığına göre Tokuz Oguç adı ses uyumuna
göre değişime uğrayarak Tokuz Oğuz halini alacaktır.
Bu yepyeni dokuz boyun en güçlüsü çok geçmeden, belki de VII
yüzyılın ortalarında, on müttefik oymaktan oluşan On Uygurlar, yani “on akraba”
“on müttefik”leri meydana getirecektir. Uygur kelimesi Türkçede hısım, akraba,
yakın, müttefik anlamına gelen uya’dan türetilmiş olup, uymak anlamındaki
uy’dan gelmez.
Bunlar daha sonra bu federe topluluğun yönetimini
üstlenmişlerdir, çünkü sırasıyla bir Tokuz Oğuz’dan bir Sekiz Oğuz’dan söz
edilmektedir. Sekiz Oğuz denilir, çünkü daha sonraki dönemlerde üstünlük
kuracakları bu federasyonun ilk teşekkülünde yer almayan Uygurlar bu birliğin
dışında tutulmaktadır.
Bu federasyonun varlığı aslında varsayımlara dayanmaktadır
ve olaylar, çeşitli teşekküller ve kelime dağarcıkları arasındaki benzerlikler,
birbirini takip eden göçler ve Uygur topluluğundaki bölünmeler kafaları oldukça
karıştırmaktadır.
Aslında Jordanes ve Agathias 531 ve 552 yıllarında On
Oğurların, Oğundurların, Sarı Uygurların, Utrugurların, Ak-Kızılların, Işgil ya
da İşgillerin ve Kafkasların kuzeyinde Bulgarların yani başında yaşayan
Kutrugurların isimlerini sayarlar.
Bu iki yazar Tokuz Oğuzların ve On Uygurların hareket alanını
bunlara göre daha doğuyu, Baykal Gölünün güney bölgelerini kapsadığını belirtir
ve ayrıca bu boyların hareketlenme zamanı olarak daha ileriki bir tarihe işaret
ederler.
Öte yandan İslam kaynakları önce Tokuz Guzların, daha sonra
sadece Guzların, yani Oğuzların doğuya gelişleriyle ilgili olarak zamanımıza
çok daha yakın bir tarih verirler. Özellikle yer ve tarih saptamalarıyla ilgili
olarak bütün bu iddialar açıklık kazanmamıştır.
Yaygın ve dağınık olarak kullanılan çok fazla eski adın
bulunduğuna ek olarak yapabileceğimiz yegâne saptama milattan sonraki ilk 500
yılın sonlarına yakın Türklerin art arda dalgalar halinde Doğu Avrupa’ya doğru
kaydıklarıdır.
Aral Göllünün bozkırlarına dair sahip olunan bilgilerin
eksikliği araştırmacıları kesin yargıya ulaşmak yerine, varsayım üretmeye sevk
etmiştir.
Bazılarına göre Çi-Çi’lerin halefleri ile II. yüzyılda
onlarla birleşen Hiong-nular batıya doğru göçmeye devam ederek çok geçmeden
bugün Ukrayna dediğimiz bölgenin güneyine Volga ile Don nehirleri arasında buluşmuş
olmalıydılar. Başkalarına göre ise tam tersine Hiong-nular batıya hareketleri
sırasında karşılarına çıkan ve bugün kim olduklarını maalesef bilemediğimiz
bazı kitleleri oraya sürmüş olmalıydılar.
Dolayısıyla bizim orada Hun (eğer aslı değiştirilmediyse 150
yılında Ptolemaios’da “Hunai” olarak geçmektedir.) adıyla karşımıza çıkacak
olanlar ya bu Hiong-nular ya da kendilerinin onlar olduğunu iddia eden bu
isimleri malum olmayan kitlelerdir.
Hun ismi talihin bir rastlantısı olmayacak kadar Hiong-nu
ismine benzemektedir, o kadar ki Hiong-nu sözcüğünün Soğdca’sı Hun’dan başka
bir şey değildir.
Eğer Ptolemaios’un belirlemelerini doğru kabul edersek,
Hunlar MS II. Yüzyılda Aşağı Volga bölgelerine yerleşirler.
Burada MÖ III. Yüzyılında sonra Karadeniz’in kuzeyindeki
Volga ve Dinyester Nehirlerinin arasında kalan bozkırlara gelerek İskitlerin
yerini alan Sarmatlarla ilişki kurarlar (hemen bu tarihte değilse bile daha
ileride) Ayrıca II. Yüzyılda İskandinavya’dan inerek, Dinyeper’in batısına
yerleşen Gotlarla da komşu olurlar.
Tüm varsayımlar bir tarafa, Hunlar MS 374-375 tarihlerinde
Balamir ya da Balamber adındaki bir önderin yönetiminde Don ve Dinyeper’i
aşarak Cermen kökenli Vizigotlara, Ostrogotlara ve paleo-Asyalı Alanlara
saldırdıkları kesindir.
Kendilerinden daha vahşi ve daha iyi silahlanmış Asyalıların
bu baskını karşısında darmadağın olan Cermenlerin her biri dehşete düşüp
selameti kaçmakta bulmuştur.
Hemen hemen aynı dönemde binlerce kilometre uzaktaki Çin’e
yapılmaya devam eden ve yüzyıllardır ardı arkası kesilmeyen saldırılarla büyük
ölçüde benzerlik gösteren bu müthiş barbar akınları böylece Avrupa’nın
kapılarına da dayanır.
Üç gruba bölünmüş olan Hunlar, Uldız ve Muncuk’un saltanat
sürdüğü dönemlerde kaçmayıp bölgede kalan unsurları bir araya toplarlar. Artık
onlar Ural Ovaları ile Karpatların rakipsiz efendileridirler.
Romalılar onlara saygı duyuyor olmalıydılar ki, Hunlardan
korkmaktan çok onlara hayrandılar.
Hatta Romalılar çocuklarını Hunlara rehin olarak sunup,
karşılığında 427 de Vizigotlara, 428 de Fransızlara ve 430 da Burgondlara karşı
kendileriyle ittifak yapmalarını isterler. (Aetius, yani Attila’nın hem
arkadaşı hem de gelecekte kendisini yendiğini sanmış olan düşmanı da 405-407
tarihlerinde Hunlara rehin verilmiştir)
Böylece o tarihlerde; İtalya’da Galya’da, hatta söylendiğine
göre Toulouse kadar uzak bölgelerde bile Hun atlıları görülür.
Onlara Roma İmparatorluğunun en güveniler müttefiki olarak
bakılmaktadır. Yoksa Romalılar da Çinliler gibi kendilerini en yakın
komşularından en uzaktakiler vasıtasıyla mı korumayı tercih ediyorlardı?
Romalıların Hunlarla kurduğu ilişkilerde anlaşılan o ki;
Romalılar Hunları gelecekte ülkelerine endişe ve korku verecek bir halk olarak
görmüyorlardı.
448-449 yıllarında Atilla’nın sarayında elçilik yapan
Priskos, şatafat tutkunu ve uygarlaşmaya yetenekli bu yabani koca adama dair
yargılarını acaba tarafsız bir gözle suna bilmiş midir?
Söylediklerine bakılırsa Hunların kralı büyük bir olasılıkla
Eflak’ta bir yerde, üzerinde kulelerin yükseldiği duvarlarla çevrili ahşap bir
kentte ikamet etmektedir.
Sarayı tahta oyma işleriyle ve kıymetli yün halılarla
süslüdür, kıyafetleri nakışlarla donanmıştır, kıymetli taş kakmalı, altın ve
gümüş sofra takımlarından yemek yemektedir.
Etrafı kendine yardım eden, fikir veren tercümanlarla,
katiplerle- Yunanlı Onegesios, Romalı Orestes gibi birtakım yabancılarla
çevrilidir.
Daha sonraki zamanlarda Cengiz Han da benzer hizmetler
alacaktır.
Atilla çift başlı İmparatorluk hakkında her şeyi bilmekte
olup Yunanca ve Latinceyi de çok iyi konuştuğu iddia edilmektedir.
Büyük bir askeri uzman, yönetmeyi bilen iyi bir kılavuz ve
her zaman uzlaşma yolunu savaşa tercih eden usta bir diplomattır.
Atilla iktidara 434 yılında kardeşi Bleda’yla birlikte
geçmiştir.
Bu iki kardeşin ilk ve en önemli sorunu II. Theodosius’a,
seleflerine vaat ettiği 350 altın-lira yıllığı ödemek, hatta miktarı arttırmak
olmuştur.
Bunun gerçekleşmesi için de Atilla ‘nın birkaç şehre sefer
düzenlemesi ve yakıp-yıkması gerekmiştir. Fakat sonunda uzlaşarak anlaşırlar.
445 yılında Bleda öldüğünde ya da ortadan kaldırıldığında bu
görüşmeler sürmektedir.
Elçi Priskos ’un bulunduğu konuma gelmesiyle bu olayın hemen
sonrasında gerçekleşir.
Derken her şey bir anda değişir. Batıda çıktığı iki sefer
Attila’yı “Tanrının Gazabı” na dönüştürecek ve tüm yaşamı boyunca elde
ettiğinden çok daha fazla şöhrete kavuşacaktır.
Artık kendisi, geçtiğini yerde ot bitmeyen adam, o zamana
kadar hiç dikkat çekmeyen askeriler Hunlarsa, insanlıktan nasibini almamış
yaratıklar olarak anılmaya başlanır.
Atilla’nın kullandığı yöntemleri Cengiz Han ya da Timurlenk
gibi çok uzak haleflerinin kullanacağı yöntemlere benzemektedir:
Atom bombası kadar caydırıcı bir silah olan dehşet salma
silahına dayalı bu yöntemler kayıtsız şartsız teslimiyet ile toptan imha
dışında hiçbir seçenek bırakmaz.
Zaten bu yıldırım seferlerin özünde fetihten çok yağma
arzusu, yayılma ve genişlemeden çok kadın ve altın tutkusu yatmaktaydı.
Bu seferler, hayvanların yeniden otlağa dönene kadar
dayanabilecekleri dört beş aylık bir süreyi aşmıyordu.
451 kışının Şubat sonlarında Attila, Tuna ve Ren
Nehirlerinin yukarılarına kadar çıkarak, Mayence’den, yani bölünmüş sınırın
savunmasız noktasından Roma İmparatorluğuna girer.
Burası Frenklerin 440- 441 savaşında yol açtığı felaketlere
rağmen Roma mülkiyetine ait tüm topraklar içindeki hala en yoğun, en etkili
dolu ve en düzenli bölgeydi.
Attila burayı tıpkı bir bomba gibi ani ve şiddetli bir
biçimde vurur.
Şehirler ya para ödeyecekler ya da yakılacaklardır. Sonuçta
hem para öder hem yakılırlar.
Trevise (Tarvisium), Metz (Divodurum), Laon (Alaudanum,
Lugdunum Clavatum), Troyes (Tricassium), Auxere (Aautricum, Autessiodurum),
Lutece (Luttetia), Parisiorum (Paris), Orleans (Cenabum), da kurku içindeki
halk devasa bir göç dalgası halinde tepelere, ormanlara kaçışır, yollara
dökülür.
Çünkü Hunlar, Roma imparatorluğu içinde de görev
yaptıklarından Roma imparatorluğunu iyi tanıyorlardı.
444- 447 yılları arasında Attila’nın ayağını bastığı her
yeri yakıp kavuruyor, ancak bu yangının külünden yeni yeni azizler doğuyordu:
Troyes’de Loup (Lupus), orleans’da Aignan (Ananus), Lute’ce de Genevievea, gibi
piskoposlar, bakireler, yani eli kolu bağlı kalan Galya için kendini feda etme
gücüne sahip olanlar. Tanrıya yönelttikleri ama hiçbir işe yaramayan sonsuz
dualarıyla barbarları nasıl durdurabilirlerdi ki?
Attila ise Ren’ Nehrine doğru ilerlemesini yavaşlatan ağır
ganimetinin yükü altında iki büklümdü. Acaba Orleans’da işler yolunda gitmemiş miydi?
Kuşkusuz istenen sonucu alınamamış ama öte yandan bunun
kesin bir yenilgi olduğuna dair bugüne kadar elde edilmiş hiçbir kanıt da
yoktur.
Attila yeterince ganimet toplamıştır ve yurduna dönmemesi
için hiçbir neden yoktur.
Tüm gücünü yitirmiş haldeki ülke ise uğradığı kıyımın
boyutlarını ancak fırtına dindikten sonra fark edecektir.
İşgal ve yağmaya maruz kalan topraklar yardım çığlıkları
atmaktadır.
Geç de olsa Aetius’un lejyon birlikleri ve Galyalılardan
oluşan yardım kuvvetleri şanslarını bir kez daha denemek isterler. 20 Haziran
451 yılında Troyes’in yirmi kilometre dışındaki Catalaunum ovalarında ya da
bugün tercih edilen adıyla Campus Mauriacus bölgesinde Hunlara yetişirler.
Bu ünlü bölgenin sınırlarını tam olarak ifade edebilmek için
bu meydan muharebesinin belirli tek bir alanda değil, koskoca bir eyalette
yapıldığı söylenir. Yani yüz binlerce adamın atlı ve yaya manevralarını
gerçekleştirebileceği kadar geniş bir alanda!
Attila savunmada beklemektedir. Fakat bu durum pek ona göre
değildir. Bozkır insanı girişimci olmalıdır. Yoksa yurdundan çok mu
uzaklaşmıştır?
Bütün bu ganimetlerle, bir yığın adamını feda etmeden
kurtarmak istediği bunca çalınmış malla aşırı mı yüklenmiştir?
Kendisi için korkunç alabilecek tek adamı, “arkadaşı” Aetius
küçümsemiştir. Can çekişen Roma İmparatorluğunun böyle bir çıkış yapabileceğine
inanmamıştır.
Kendisini sıkıştıran ordu, Galya-Romenlerden ve aralarında
Loireli Alanların ve Teheodorich’in yönetimindeki Vizigotların da bulunduğu her
türden barbardan oluşmuştur.
Atila yenildiği takdirde, savaşların bütün meyvelerini,
itibarını ve o gün kendi tarafında olan Frenkler, Ortrogotlar ve Gepidler gibi
vasallarını ve uzaklarda bozkır ormanlarında yaşayanların sadakatlerini
kaybedecektir.
Attila eski bir taktiğine başvurur: yük arabalarının
arkasında gizlenebileceği bir siper meydana getirmeleri için emrindeki
kuvvetleri daire şeklinde dizdirir.
Ayrıca düşmanını zayıf düşürerek kurduğu bu müstahkem
ordugaha ulaşmalarını engellemek için öğleden sonra üçte üzerlerine süvarileri
saldırttığı söylenmektedir.
Bu taktik sayesinde Attila’nın ordugahına sadece Vizigotlar
ulaşabilecektir.
Üstelik de boşu boşuna. Daha sonraysa Attila gece
karanlığından yararlanarak geri çekilir ve Ren Nehri doğrultusunda yola
koyulur. Aetius şafak vakti savaş alanında tek başına kaldığını fark eder ve
Hunları yendiği için övünür durur.
Halbuki Hunlar yenilmemişlerdir. Belki sadece zamanın kurnaz
propagandacıları kendi çağdaşlarını onların yenildiklerine ikna etmeyi
başarmışlardır o kadar. İşin aslı Hunlar bu savaştan hiçbir zarar görmeden
çıkarlar. Hatta ordunun gücü öylesine yerindedir ki, Attila bir yıldan az bir
zaman sonra yeni bir sefere çıkar.
Bu defa artık alacağı bir şeyi kalmayan Galya ’ya değil,
İtalya’ya doğru yola koyulur. Latin şehirleri birbiri ardına düşer, Papa
Attila’nın karşısına çıkar ve kendisini çekilmeye ikna eder.
O da Loup gibi Aignan gibi, Paris’in (Lute’ce, Lutetia
Parisiorum) koruyucusu Nanterreli güzel kız gibi Aziz Büyük Leo adıyla ermişler
listesine eklenir; Troyes’da Lutece’ce de Orleans’da, Roma’da yaşanan bu dört
mucize, şansın Attila’nın karşından da tir-tir titreyenler için fazlasıyla
yaver gittiğini gösteriyordu…
Özellikle alması son derece kolay olan Roma’da! Zira
mucizelerden söz etmek gerekiyorsa tek bir mucize vardı, o da Hristiyan
dünyasına saldıran adamın, Tanrı namına konuşan herkese karşı korku ve saygı
duyan gerçek bir Altaylı olmasıydı.
Belki de bu adam Hıristiyanlığın gücünü iyi kavramış,
imparatorluk içindeki geleceğinin bu dine bağlı olduğunu anlamıştı.
Catalaunum ovasındaki çarpışmaların coşkulu anlatıları
okunduğunda bu savaşın çok büyük, korkunç, bugüne kadar duyulmamış bir savaştı.
İlkçağ bunun eşini benzerini görmemişti.
Dünyanın en yiğit ulusların bu büyük savaşında iki tarafın
tam yüz altmış bin adamı telef olmuştur diye anlatılır. Açıkça görülüyor ki bu
savaş Galya’yı kurtarmaya yetmez.
Fakat bundan sonra Hunları bir daha hiç görmedikleri için
Galyalıların bu savaşla kurtulduğu iddia edilecektir.
Hun hükümdarlığı altında toplanan o denemde bilinen Germen,
Slav ve Asyalı olan bütün tabileri, bugün ki deyimle söylersek soy ve boylara
ait insanlarda oluşuyordu. Hun imparatorluğunun bölünmüş unsurları, Atila’nın
kumandanlığı altında bir araya toplanmış, Attila adete onları yumruğu içine
almış sıkmıştı. Kurduğu askeri güç ile Roma’ya, Konstantiniyeye, Çin’e sıktığı
o yumruğunu sallamıştır. Birbirinin düşmanı olan bu ırklar, onun azim ve
şiddetiyle, bir kalıba girmiş ama bir arada eriyip kaynaşamamışlardır.
Birçok girişim bu birliğin çok yapay olduğunu Attila’ya da
göstermiştir. Çin’den Yuna ’ya kadar uzanan bu imparatorluk gerçekte, halkların
uç uca konmasından ibaretti. Toplulukları yöneten Reisleri saymazsak onları
bağlayan bir bağ yoktu. Hatta şahsiyetlere rağmen, her an, bu duvarlarda bir
gedik açılması ihtimali baş gösteriyordu…
Çünkü Hun’lar kendilerine bağlayarak tabi kıldıkları
topluluklar kendi eski kuvvetlerini, bağımsızlık ruhlarını koruyorlardı.
Attila, bunlara Hun adetlerini ve ahlakını kabul ettirmeyi asla düşünmemişti.
Onların kanunlarına saygı duyuyordu. Birçok kez birçok
topluluğun ettiği Attila’ya sadakat yeminiyle yetinmiştir.
Hal bu olunca bu siyasi binanın narinliği, dayanıksızlığı,
onun temeli olan şahsiyet baki oldukça görünmedi. Fakat Attila’nın ölümünden
sonra, bina çöktü. Attila’nın kurduğu imparatorluk bir anda parçalanır, Gotlar
ayaklanırlar. Daha sonra diğer Cermenler de ayrılırlar.
Hunlar doğuya çekilirler ya da kendilerinden önce Çin’de
Hiong-nu’ların da başına geldiği gibi büyük düşmanlarının, yani Romalıların
himayesini isterler.
Neticede vasıl Roma toprakları dahilindeki Moesia ile
Dobruca ’ya yerleşirler.
Bozkır insanları güçten düştükleri gerileme devirlerinde hep
geçmişin güzel günlerini yeniden yaşamayı hayal ederler: Ama bir destan yeniden
yazılabilir mi?
Attila’nın oğullarından biri Bizans’a saldırır. Fakat
çocuklar her zaman babalarına benzemez.
Attila’nın oğlu başarısızlığa uğrar, mızrağın ucuna
geçirilmiş kellesi Hipodromda halka teşhir edilir.
Hun İmparatoru Atilla’nın soyu doğrudan Hun Hanedanlığından
geliyor.
Bu atalardan da önceki dönemlerde de soyu Sam efsanesine
dayanıyordu. Hatta bir başka efsane Atilla’nın soyunu astur kuşuna kadar
götürüyordu.
Bazılarının sungur da dediği bu kuşun, bütün uçan yaratıkların
hükümdarı olarak yaratıldığına ve başında bir taç taşıdığına dair efsaneler
vardır…
Bu olaylara ve halka ayrıntıyla değinmemiz Hunları Türk
olarak kabul ettiğimizi ima etmektedir: kesin konuşmak gerekirse Hunlar, ortak
ana gövdeden çok önce kopmasına rağmen Türklerle aynı dil ailesi içindedir.
Oryantalistlerin büyük bir çoğunluğu fikir birliğindedir.
Ukrayna’da yapılan kazılar ortaya pek kesin bilgiler
koymamışsa da Macaristan’dakiler Hunların biraz deforme olmuş bir brakisefal
ırktan olduklarını göstermektedir.
Ayrıca Hunlar ortadan temelli silindiklerinde onların yerini
proto-Türk oldukları tartışmasız kabul edilen boyların aldığını görüyoruz. Bunlar Hunların mirasçıları ya da onların
vasal’larının uzak akrabalarıydı.
Sanırız bu boyların tümü Tie-lo’larla yani varlıkları
efsanevi On Uygurlarla birlikte gelmiş olamazdı!
Dile konusuna gelince, o da bizim için hala pek zayıf bir
kanıt kaynağı teşkil etmektedir. Hun dilinde bilinen tek kelime hem Türk hem de
Got dilinde karşılıkları bulunabilen strava, “şölen”dir. Anlamı hala bir sır
gibi gizli kalan ve bir yığın anlam verilmeye çalışılan bir diğer sözcük de
bizzat Attila’nın adıdır. Volga’nın Türkçe adı İdil ya da Etil de bu adla
ilişkilendirilir.
Acaba bu olağanüstü adamın adı bir Cermen-Türk adı mıydı? Soy
ağaçça, ülke kurucu “baba” anlamına gelen ata sözcüğüne, Cermen dilindeki
küçültme eki ilave eklenmiş olamaz mı? Böylece bu ad halkın “Küçük Babası”,
“Babacığı” anlamına gelmiş olamaz mıydı?
Halkı için “Babacık” olan bu adam başka halklar için ise
Tanrı’nın gazabının tecessümüydü? En azından bazı kültürler onu bu gözle
görmüşlerdir.
Hunların zarar ve tahribatlarından başka bir şey
hatırlamayan ortak Avrupa geleneğinin aksine, ülküleştirilmiş bu kahramana son
derce bağlı olan gelenekler de mevcuttur.
Burada Türklerin ve Macarların görüşlerinden değil, çünkü
Türkler Attila’yı XX. Yüzyılda yeniden keşfedecekler, Macarlarsa onu
yüceltmekten asla vaz geçmeyeceklerdir.
Almanların ve Fransızların halk destan şarkıları Nibelungen
ile Burgunya’ya V. Yüzyılda yerleşen Cermen kökenli Burgunyalıların epik
şiirleri birbirlerine oldukça yakındır. Bu şarkılarda örneğin “Attila’nın
sarayındaki Burgonyalı Kralların Şarkısı” ya da “Attila’nın ölümünde Attila,
yani Atlı, iyi kalpli koruyucu baba olarak anılır.
Aslında Frenklerin bir kısmı Attila’ya katılmışlardı.
Attila’nın doğuşuyla ilgili olmasına rağmen Alsace yöresine ait bir destan olan
Aziz Odil’de, Odil’in babası Ethelrik’in ki muhtemelen Atli’nin veya İdil’in
değişik söylenişi ve kuzeni Azize Hunna ile kocası Hunno’nun Hunnowihr isimli
bir şehirle bağlantılı oldukları anlatılır.
Attila, Tuna ovasında ordugâh kurmuş olan Hun kabilesine ait
arabalardan birinde, Milattan sonra 395 yılına doğru dünyaya gelmişti.
Ona verilen Attila adının bir anlamı “küçük baba” idi. Denir
ki ona verilen isim babası Muncuk ’un İtil nehrine atfettiği kutsiyette ileri
gelmektedir.
Bazı kaynaklar da onun isminin asıl anlamı “Atlıhan” yani
sürekli at sırtında gezen han olarak geçmektedir. Bazı Hun kaynakları da Attila
Hun dilinde “demir demek olan “Atlı” – “Etzel” kelimesinden geliyordu.
Tarihin yan yana getirdiği tesadüfün cilvesine bakın ki Tuna
ovasında ki Silistria (bu günkü Silistre) da o dönem Romalılara tabi Paniyonya
eyaletinin Gardantirorum kasabasında, taşra milis kıtaları kumandanı Gavdantius’un
da hemen aynı tarihte bir oğlu dünyaya gelir.
Bu çocuğa da Aetius adı verilir.
Tarihin yöneticisi sayılabilecek o gizemli ruh batı da
oynanacak dramın bu iki baş rol oyuncusunu, ileride karşı karşıya getirerek,
Avrupa’yı istilaya hazırlayan Hun kuvvetleri kumandanı, Asyalı muzaffer süvari
Attila’yı ve Sitiliko’dan sonra en son gerçek Romalı namını kazanan, Doğu
istilalarına karşı Batının kalkanı unvanına erişen Germen General Aetius’u aynı
zamanda dünyaya bağışlamıştır…
O dönemler Hunların başkenti arabalarla kurulan geniş bir
ordugahtan ibaretti. Hun sayılan bütün soy ya da boylar bu ordugahın etrafında
toplanıyorlardı…
Bu yaşam biçimiyle Hunlar yerleşik ve az ya da çok
şehirleşmiş bir hayat tarzına geçmiş olmakla birlikte, göçebe hayatın özelliklerini
henüz terk etmemişlerdi.
Ailelerin meskeni olan bu arabalar, Hun ordusundan uzaktan,
sonu gelmez göçebelik özelikleriyle, hiçbir şekilde sabırsızlık işareti
göstermeden Hun kumandanı ve oluşturduğu ordusunu takip ederek yaşam
sürdürüyorlardı. Bu göçebe yaşam biçimi zamanın varlığını kavrayarak onun
gereklerinin bilincine varırlar.
Göçebelerin durumu yerleşik yaşam sürdüren insanların
gözünde birbiriyle çelişkili gibi görünse de göçebelerin sahip oldukları
erdemler arasında: daima savaşa hazır olma hali, sabır, sürat, hareketlilik,
iyimserlik, kendi öz çıkarını düşünmeme, kaderine razı olma, gibi kazanılmış
meziyetler sayesinde karşılarına çıkan engeller, göçebenin cesaretini ve
zekasını kuvvetlendirir…
Göçebelerin yürüyüşü mevsimlerin birbiri ardına giden
akışında gösterdiği ahenge benzer. Duraklamaya karar vermesi de önüne çıkan
meraların bolluğundan kaynaklanır.
Göçebeler hareketlerinde serbest davranırlar çünkü doğanın
kanununa bağlı olarak yaşam sürdürürler…
Bizans hükümdarı Marcianus’tan Hun hükümdarınca istenen
yıllık vergi ya da özgürlüklerinin bedeli karşılığında istenen paralar için
Murcianus da Attila’ya elçi göndererek “Haraç istiyorsa gelsin kendi alsın”
diye karşılık verince, Marcianus’un vermiş olduğu ret cevabı Attila’ istediği savaş
ve talan bahanesini vermişti.
Attila ilkbaharda Doğu Roma İmparatorluğuna hücum edeceğini
bir emirle sefer için askerlerine hazırlıklarını tamamlanmasını bildirerek,
kendisine tabi Germenler arasında bir teftiş seyahati yapar.
Onlardan bazıları, Hunların Avrupa içlerinde kesin olarak
uzaklaştıkları kanaati oluşmuş olarak Hun hükümdarlığından ayrılarak
bağımsızlığını ilan etmişlerdi.
Attila İsyan eden bu Germen liderlerini öldürmek suretiyle
onlara yeniden kudretini göstermişti.
Bu isyancılardan birinin kızı olan İldiko harika güzel genç
bir kadındı. Babasını öldürmemesi için Attila’ya boşuna yalvarmıştı. Attila, bu
ricaya ve gözyaşlarına önem vermedi Etzelburg’a döndü. Fakat kızın güzelliği
Hakan’ı çok heyecanlandırmış, Attila onunla evlenme arzusu duymuştu.
Başkent deki konaklama alanına gelince kendisine bağlı Hun
halkı bu evliliği hayra yorup sevinç içinde Hakan’ın düğününe hazırlandı.
Attila’nın Germen, Slav, Asyalı bütün tabileri bu nikah merasiminde hazır
bulundu. Etzelburg un büyük salonunu gelen konuklar ve Ovayı araba izdihamı
doldurdu. Şenlik hazırlıkları askeri hazırlıklarıyla karıştı. Çünkü Hakan, bir
an evvel kendisi tarafından düzenlenmesini istediği sefere çıkmak istiyordu. Fakat:
Düğün hazırlıkları sürerken, Attila’nın oğulları, babalarının bu yaşta yeniden
evlenmelerini cinnet geçirdiğine yorup, davetlileri canlandıran sevinci hoş
görmüyorlardı. Düğün büyük bir şaşaa ile yapıldı.
Oymak reisleri alışılmış hediyeler, atlar, ağaç kaplardan
kımızlar, altında yapılmış mücevherler, erguvani kumaşlar, halılar, işlemeli
ipekli kumaşlar, değeri taşlarla bezenmiş kakmalı eğeler getirmişlerdi. Asyalı
ihtiyar bir Prens, Çinlilerden alınmış ve üzerinde gizemli bir işaret bulunan
tunçtan kaplar, bir diğeri de tuhaf resimler ve fildişi heykeller hediye
etmişti.
Ziyafet pek uzun sürdü. Çok fazla şarap içildi. Attila,
seçkin konuklarından her birinin şerefine birer bardak içki içiyordu. Hakan
içtiği bunca içkiden sonra sarhoş olmuştu. Bu arada düğünde hazır bulunanları
görevli soytarılar eğlendiriyor, hokkabazlar toplar ve kamalarla, bin türlü
oyunlar yapıyorlardı.
Meçhul ve garip hayvanlar, herkesin hayret nidaları içinde
gezdiriliyordu. Bütün gün eğlencelerle geçti. Akşam olduğunda konuklar şarkı
söylemeye ve içmeye devam ederken, Attila, yeni eşinin odasına götürüldü. Güzel
kadının beyaz ve kumral parlaklığı, Attila’nın gözünü kamaştırmıştı. Onu hemen
ve şiddetle soydu ve yanına yattı.
Yazılı kayıtlarda yazıldığı gibi “ayni gece İmparator
Marciaus, Kostantiniye’deki sarayında birden uykusundan fırladı ve şiddetle
haykırdı. Etrafındaki subaylara çok garip bir rüya gördüğünü söyledi. Kendisini
tehdit eden bir yay görmüştü. Yayın bir anda iki parçaya bölünüp ortadan
kaybolduğunu naklediyordu”.
İmparatoru dinleyen Subaylar: “Bu İmparatorluk için büyük
bir öneme sahip bir işarettir. Bu rüya, şüphesiz memleketin korkunç bir
düşmanının öldüğünü haber verir. Dedi. Marcianus bir dua okudu ve uyudu.
Etzelburg’un büyük salonunda, fazla yemek-içmekten sızmış
davetliler, yerlerden yatıyorlardı. Kürkler ve sıralar üzerinde yuvarlanmış
uyuyan kişileri, soğuk şafak aydınlatmıştı. Edekon’un elinin altında bulunan
özel muhafızlar, güvey odasının kapısında bekliyorlardı. Sarhoş Hunlar yiyip
içmekten tıkanmış, oldukları yerde öğleye kadar uyumuşlardı.
Ancak öğlen güneşi onları uyandırdı. İçmeye devam etmek
istediler. Yarı mahmur tekrar sarhoş oldular ve ziyafet yeniden başladı. Attila
mecliste bulunmadığı için soytarılar ar ve hayayı terk ederek, türlü türlü
maskaralıklar yaptılar. Misafirler, şarabın etkisiyle Hakan’ın son aşkıyla
eğlenmeye kadar varıyorlardı.
Fakat Onejes, endişe içindeydi. Muhafızlar onun soruları
karşısında, odada hiçbir ses çıkmadığını söylediler. Bu kadar uzun bir
sessizlik, Attila’nın hizmetkarını endişeye düşürüyordu. Attila’nın aşk
işlerinde bu kadar geç kaldığı o güne kadar görülmüş değildi. Hatta herhangi
bir yeni eş, onu bu kadar uzun süre oyalanmamıştı. Edekon yavaşça kapıyı vurdu.
Ses yok! Vuruşunu şiddetlendirdi, gene ses yok! O zaman subayı bir çığlık atar!
Attila’nın oğullarını çağırdı. Atila’nın oğulları hemen
ziyafet sofrasını terk edip geldiler. Istırap ile çırpınan bir izdiham, bir
anda odanın önüne yığıldı. Fakat hiç kimse Attila’nın gerdeğe girdiği odanın
kapısını açmaya cesaret edemiyordu. Attila’nın Muhafızları tereddüt içinde
bulunuyor, Attila’nın oğulları ise kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.
Bu arada Edekon bir baltayla odanın kapısının sürgüsünü
kırarak içeri girdi. Güneş ışığı, Hakan’ın yatağı üzerine serpilmiş ve
Attila’nın çıplak vücutla, karnı üzerine uzanmıştı.
Üstüne yattığı beyaz kürk kana bulanmıştı. Onejen Hakan’a
doğru atıldı. Henüz soğumamış bedenine dokundu.
Subaylar birer birer cesedin etrafına sardılar. Ölüm
sebebini anlamak için cesedin her tarafına dikkatle baktılar, ama cesette
hiçbir yara izi yoktu. Attila’nın ağzında damla damla kan aktığı anlaşılıyordu.
Cesedi koklayan zamanın hekimleri ondan bir zehirlenme
alameti göremediklerini söylediler. Odanın bir köşesinde, yüzünü ve bedenini
gizleyen İldiko, titriyordu.
Hunların bütün gazabı önce ona yöneldi, fakat o, sorulan
bütün sorulara anlaşılmaz cevaplar veriyordu. Çıldırmış bir insan gibi
gözlerini yere dikmiş, oradan ayrılmıyordu. Büyük ziyafet salonundan masalar ve
sıralar kaldırıldı. Solonun ortasına debdebeli bir yatak kuruldu ve içine
Attila’nın cesedi yatırıldı.
Bu arada bütün millet haykırarak, sarayı kuşatan setlere
doğru koşuyor katili istiyordu. Skotta görününce etrafı büyük bir sessizlik
kapladı. Hakanın doğal bir ölümle vefat ettiğini, iftarla yenilip içilen
ziyafetin sonucunda kendi kanıyla boğulduğunu halka bildirdi. Dolayısıyla
insanları yöneten kadere hiç kimsenin karşı koyamayacağını da belirterek,
Hakanın bu ölümünde hiç kimse mesul değildir. Dedi. Ve Attila’nın faziletlerini
övdü.
Ertesi gün, hakanlara alelade yapıldığından daha muhteşem
bir cenaze töreni yapılacağını söyledi. Çünkü Attila hayatı boyunca milletinin
büyüklüğüne ve zaferine çalışmıştı. Bütün Hunları bu törene davet etti.
Savaş oyunlarıyla ölenin ruhunu sevindirmelerini söyleyerek
konuşmasına son verdi. Attila’nın bu ölümünün sebepleri bilinmez bir sır
perdesi içinde saklandı. İldiko’nun Attila’yı boğarak babasının intikamını
aldığı söylendi. Bazıları Attila’nın oğullarında şüphelendi. Ölümünü bir
hastalığa bağlayan rivayet de halk arasında dilden dile yayıldı.
Halk teselli olarak bununla yetindi. Hakanın
defnedilmesinden sonra, reisler Etzelburg’a döndüğü zaman, Attila’dan sonra
kimin tahta çıkacağı konusu ortaya atılarak pek çok zorluk yüz gösterdi.
Attila’nın kurmaylarından olan Onejes Attila’nın
saltanatından önce millette hüküm süren düzensizliği geri getirecek, milleti
eski göçebe hayata geri döndürecek bir bölünmenin tehlikelerini sayarak,
Attila’nın büyük oğlu Ellak tarafından başlanılan işe devam edilmesini isterken,
bu görüşe katılan Attila’nın diğer kurmaylardan Onejes, Skotta ve başlıca
birçok kurmaylar, bunun içinde milletin başından yalnızca bir kişinin bulunması
gerektiğini söylendiler.
Fakat Hakanlık ortak bir mirastır iddiasında bulunan
Attila’nın diğer oğulları, komutanların öne sürdükleri bu fikirleri asla kabul
etmediler. Bu ortak mirasın Hakanın Varisleri arasında bölünmesi gerektiğini
öne sürerek Hakan olarak öne sürülen İlek’in taht üzerinden diğerlerinden daha
fazla hakkı yoktur diye dayattılar. Buna delil olarak da eski zamanlarda olduğu
gibi Oktar’ı, Rua ile Ebar’ı gibi şahsiyetleri Hakan olarak tahta geçiren eski
adetleri delil olarak ortaya koyuyorlardı. İstedikleri ya Hakanlık bölünecek ya
da bütün oğullar birlikte saltanat sürdüreceklerdi. Deneyimli kurmay olan Onejes, öne sürülen bu
iki hal çaresinin eksikliklerini görerek, İlek’te babasının dehası yoktu. Yine
de tahta yalnız başına İlek çıkarsa, imparatorluğun parçalanmasına, kardeşler
arası ihtirasların birbiriyle çarpışmasına engel olacaktı diye düşünceleri öne
sürüyordu. Ama Atila’nın pek çok çocuğu arasından seçilen beş oğlu, birlikte
saltanat sürmek iddiasındaydılar. İmparatorluk böyle yönetilirse babalarının
çok büyük zorluklarla Hunlar arasında sağlayabildiği bağların devam ettirilmesi
sağlanmış olacağını öne sürüyorlardı.
İmparatorluğa bağlı diğer yabancı tabiler, sakince bu
olup-bitecek tartışmayı izliyorlardı. Bu tartışmaları dinleyenlerden Gepid
Kralı Ardarik ayağa kalkıp Attila’nın sıklıkla kendisiyle fikir alışverişinde
bulunduğu ve ordunun kumandasını eline verdiği birisi olarak; Germen ve Slav
tabileri tarafından Attila’ya vaat edilen sadakat gereği, halef kim olursa
olsun Büyük Fatih Attila tarafından orduya verilmiş ruhu koruyacak ve onun
tasarılarını gerçekleştirecek bir hakan istiyoruz dedi.
Bu hitaptan sonra diğer tabilerde hararetle onu
onaylıyorlardı. Güçlü ve canlı bir millete, eskisi gibi hizmet edeceklerini
söylediler. Fakat bu millet parçalanırsa, eski bağımsızlıklarına dönerek, eski
bağımsızlıklarını geri alacaklarını ilan edeceklerini, çünkü zayıf düşmüş ya da
sınırları küçülmüş bir krallığa itaat etmek için bir sebep göremediklerini ilan
ediyorlardı.
Toplantıda bulunan genç preslerden Dengizik ile İrmek, butur
davranmak isteyen tabileri şiddetle cezalandırma tehditleri savuruyorlardı. Bu
durum üzerine kavga çıktıysa da deneyimli kumandan Onejes, tartışmayı ertesi
güne bıraktırdı.
Diğer tarafta da Attila’nın mezarını bekleyen süvariler,
artık sönmüş, büyük bir ihtirasın hatırasını saklıyorlardı.
Muncuk’un oğlu Attila tarafından meydana getirilen millet,
birkaç ay içinde parça parça bölündü. İmparatorluğun parçalanması sonu gelmez
mücadelelere sebep oldu.
İmparatorluğa bağlı diğer tabiler de kendi bağımsızlığını
ilan etmek için bundan faydalandılar. Yeni Hakanlar boşuna onları itaat altına
almak için uğraştılar.
Ellak, Panionya’da, Netat Irmağı yanında, Ardarik tarafından
mağlup edildi ve öldü. Kendisiyle birlikte otuz bin Hun da mahvoldu.
Dengizik, daima Valemir, Teodomir, Didemir kardeşler
tarafında komuta edilen Ostrogotlar tarafından baba yadigarı olan mülkünden
çıkarıldı.
Diğer taraftan da Asya sınırında Tufan Krallığı vardı. Bu
kurallığın savaşçı hükümdarı Yon Gei’nin oğlu Can Çeu, Hunları rahat bırakmadı
ve onları kendi malikanelerinden kovdu.
Çin İmparatorluğu da Hun imparatorluğu bakiyesi olan Hunlara
saldırdı. Raven ile Konstantiniyeye, Attila’nın ırkını mahvetmek üzere yeni
yeni seferler hazırladılar.
Büyük Hakan’ın ölümü sonucu gelişen bu gelişmelerden kısa
bir süre sonra, ortada Attila’nın eserinden bir şey kalmıyordu.
Parçalanmış olarak eski hallerine dönmüş olan Hunlar, artık
Avrupa’ya endişe ve korku veremiyordu. Etzelburg tarafından kalan Hunlar beyaz
ırkların ortasından mahvolmuş bir adacığa benziyor ve bu adacık içinde eriyip
gideceklerdi. Öyle görülüyor ki, Attila bu sonsuz dramın bütün oyuncularını,
kendinden sonra feci bir akıbete sürüklemişti.
Vizigotlar’ın kralı Thorismont, ondan sonra daha üç sene
saltanat sürdü. Bir gün kâtibi kan alırken, sarayından saldırıya uğradı.
Silahsız ve kan kaybederken, saldırıyı düzenleyen düşmanlarını ezdi, fakat
kendisi de vücudu delik deşik olmuş, kuvvette düşmüş, olarak oracıktan öldü.
Aetius artık mutlu olmadı. Valentinien’in nazırları
Panionyalı’yı tehlikeli bir rakip gibi gösteriyorlardı. Bunun için pek çok kez
onu öldürmeye teşebbüs ettiler.
General, bütün bu teşebbüslerden kendisini kurtardı.
İmparator da bir süre sonra, karısına saldırdığı Maksimius’un darbeleriyle can
verdi. Attila’nın talihine kaderini bağladığı başlıca kişiler, ondan kısa süre
sonra öldüler.
Hunların yarattığı korkunç gürültü, sönüp gitti. Hunlara
tabi milletler tekrar eski yerlerini aldılar.
Sanki Attila hiç dünyaya gelmemiş gibi, alem yine eski
haline dündü. Harap olmuş şehirler, örülmüş duvarlarını kaldırdılar. Bir daha
ot bitmeyecek tarlalara, yeni mahsuller verdiler.
Atilla’nın vücudu, Avrupa ile Asya’nın hazineleri altında
yavaş yavaş erirken, onun etrafını bir hikayeler halesi sarmaya başladı. Saz
şairleri, onun maceralarını dile getirdi. Attila’nın Şan ve Şerefinin öyküsü,
gidilen yolları takip etti.
Hun İmparatoru Atilla, arkasında Türk tarihinde olduğu
kadar, dünya tarihinde de derin izler, hatıralar bırakan bir liderdi. Birçok
milletin hafızasında ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Onun hakkında İtalya’da, Galya’da,
Germen ülkelerinde, Britanya’da İskandinavya’da ve elbette bütün Orta Avrupa’da
yüzyıllar boyu dilden dile dolaşan efsaneler türetilmiş oldu. Roman, Resim,
Heykel sanatlarına konu olmuş, hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Tiyatro
yazarlarına, kompozitörlere ilham kaynağı olmuş olarak adına bir düzineye yakın
opera bestelenmiştir. Almanların meşhur Nibelungen Destanı gibi çağdaşı
kayıtları, onun babacan, iyiliksever yüksek vasıflı bir hükümdar olarak
tanıtmaktadır. Katı dini taassup içindeki Hristiyan din adamları onun hakkında
acımasız, gaddar diye hikayeler uydurarak yazılı kayıtlara geçirmişlerdir.
Dünya tarihinde yaptığı kalıcı etki bakımından Atilla
tarihte ender yetişen, milletlerin hafızalarında ölümsüzlüğe ulaşmış
şahsiyetlerden birisi olarak “Savaş Tanrısı Ares’in Kılıcına sahip olduğu ve bu
sayede bütün dünyayı ele geçireceği,” sözü Atilla hakkında söylenen efsanelerin
en meşhurudur.
Belki de genç Hun kabile reisi, göklerin dört köşesinde,
Attila gibi mağlubiyet bilmez bir ok germek arzusunu, daha şimdiden besliyor ve
süvarilerini Büyük Fetih için dörtnala koşturmak Attila’nın büyük ruhunu
yaşatmak yaşattırmak hayaline kapılıyor ve bunun sonsuza kadar sürmesini
istiyor.
Attila 453 yılının Mayıs’ında sarışın güzel bir kızla, Ceren
İdilko’yla evlendiği günün gecesi öldü.
Belki de katledildi ya da onca seks taşkınlıklarından,
oburluklarından ve içki alemlerinden sonra şiddetli aşk arzlarının kurbanı
oldu.
Gerdek gecesi, yeni karısı tarafından zehirlenerek
öldürülmesinden sonra Hum İmparatorluğu Hakanlığını yönetimini üstlenen
Atilla’nın oğulları, gerekli beceri ve basireti gösterememiş ve Bizans’ın
egemenliğine girmiştir.
Fakat geçmiş zamanlarda Hun asıllı insanlardan paralı asker
olarak yararlanan Atilla zamanında da Hun asılı askerlerin istedikleri zaman
savaşarak ve talan ederek neler yapabileceklerini bilen Bizans İmparatorluğu
yaşananlardan korkarak önceleri Hunluları bu günkü Bulgaristan sınırları içinde
kalan Dobruca ’ya bu bölgenin dağlık ve ormanlık bölgesine toplu olarak
yerleştirir.
Bulgarlar: Hunlar döneminde Dobruca ‘ya “Deliorman- Akkadın
veya Dılova” gibi bu isimlerle de adlandırdıklarını söyler ve bugün bile o
coğrafyada yaşanan Türk asıllı insanlar Hun İmparatorluğu zamanındaki isimler
ile hitap ederler yaşadıkları bölgeye.
O denemde kalma Alperenlerden Akaslanlı Baba’nın Müritlerini
eğittiği tekke ve tekke içindeki türbesi halen ayakta ve ziyaretçilere açık
fakat Bulgaristan da Sosyalist Sistem değişince devlet destekli bakımı
kaldırılmış dolayısıyla benim gördüğüm zaman olan 1996-1997 yıllarında harap
halde sayılırdı.
Eski bakıcısı külliyenin içinde yaşıyor ama devletten
düzenli olarak para alamadıkları için bakım yapamıyorlarmış, gelen ziyaretçiler
arada bir bağış yapıyorlarmış ama 4-5 metrelik mezarın başına dikilen demir
çubuklu haçlardan anladığım kadarıyla daha çok Hristiyan olmuş Bulgaristan ile
komşu olan Moldovyalı Gagavuz Türkler burayı ziyaret ediyorlarmış.
Dobruca’ ya yerleştirilen Hunluların daha sonraki yıllarda
yani gelecek herhangi bir zamanda neler yapabileceklerinden korkan Bizans’ın merkezi
olan Konstantin’e (İstanbul) den uzak tutmak için o zamanlar nerede ise boş
sayılan Maraş-Gaziantep-Kayseri ve Malatya ve Sivas ile çevrili bölgeyi Hunlara
yani Kıpçak ya da Kuman Türkleri olarak bilinen Hunlulara vererek bu
topraklarda diledikleri gibi yerleşik yaşam sürmelerini öğütleyerek buraya
yerleştirirler.
İsim olarak o zamanda kalma bu bölgede yerleşik olarak yaşam
suren Kuman ya da Kıpçak Hunlarından “Elbistan" ismi bir Türk Komutan
yöneticiler arasında ünlüdür ve yerin ismi de bu isimle anılır,
"Afşin" ismi de bir diğer Türk komutan adıdır. Yarpuz, Çolluhan
bunlarda her biri birer Komutan adlarıdırlar.
Mesela Aynı yerleşkede var olan biri aşağı diğeri yukarı
"Tat" olan iki köy vardır bu iki köyde aynı dönemde kalma olup bugün
aynı isimle Orta Asya’daki Uygur devletinde aynı isim ile varlar ve dinsiz Türk
olarak anılırlar.
Yaşam biçimleri gelenek-görenekleri Elbistan -Afşına bağlı
Tat köyleri ile tıpatıp aynıdırlar. Tipik özellikleri hayvancılık yaparlar
güzel koyunlara bayılırlar, su ile yıkanmayı pek sevmezler. Ama çok
çalışkandırlar, Vesaire işte.
Bu Elbistanlı Tatlılar 1970 lere kadar ne Alevi nede Sünni
idiler. Devrimci şehitleri de var. Ama bugün epeyce sünnileştirilmişlerdir.
Yeniden Güldede Köyünün yaşanmışlık öyküsüne dönersek: Öldüğü
yere ismi verilen Türk Komutan Güldede ve yoldaşları bu savaşta ölen Hun asıllı
bir Kuman-Kıpçak Türk Komutandır.
Elbistan Savaşına dönersek bu savaşa Hacıbektaş'ın abisi
Menteş de Komutan olarak katılmış fakat Moğollarca öldürülmüştür.
Kardeşi Hacıbektaş-ı Veli ise o yıllarda daha küçük olduğu
için Kadıncık Ana tarafından himaye edilerek, Moğollardan saklayarak korumuştur.
Yoksa bugün mitolojik olarak söylendiği gibi Hacıbektaş'ı
Veli Horasandan bir güvercin olarak don değiştirmiş ve Ahmet Yesevi'nin "Himmetiyle
Anadolu gelmiş değildir.
Hacıbektaş-ı Veli’nin Ahmet Yesevi'nin talebesi olduğu doğru
ama güvercin efsanesi sonradan ön Türk kültürü olan Anadolu Aleviliği kültürü ile
yaratılıp yakıştırılmış bir güzel ruh göçü benzetmedir.
Moğol Komutanlar ve Askerlerine karşı korunmuş saklanma
adına don değişimi olmuş ve yaşatılan hem sözlü hemde yazılı yaşam öyküsü ile
günümüze kadar gelebilmiştir.
Ezcümle özet olarak tespit edip söyleyeceğim odur ki! Koca
Hacıbektaş'ı Veli işte bu Savaşın bakiyesidir.
Bugüne kadar araştırarak- okuyarak bildiğim kadarıyla yazılı
kayıtlara geçmiş bu bölgelerde başka hiçbir savaş benim bu konuları
araştırmalarımda karşıma çıkmamış ve bilgim dahilinde değildir.
Elbistan ovasında geçen bu savaş 25 Ekim 1277 tarihinden
Moğolların yenilgisi ile sona ermiştir.
Sağ kalan Moğol askerleri de Elbistan'ın kuzeyine yani
Kayseri'ye doğru kaçarlarken bu günkü Güldede Köyünün sınırları içindeki
ziyaret çevresinde son bir çarpışma olur ve işte bu son çarpışmadan öldürülen
Türk komutan ile diğer iki komutan yan-yana olmak üzere kale içinde ki ziyaret
tepesine gömülmüş Güldede de kuşaktan kuşağa yaşam süren insanlara emanet
edilmiş olarak yaşamaktalar.
Başta Güldede Köyündeki Mezarlıklar olmak üzere, köyün
çevresinde birçok tarihi yerleşke kalıntısı Çıplak gözle bile görülmektedir.
Güldede Köyünce Ziyarttepesi her yıl haziran ayının 24 ve
25'şinde (gün dönümü olarak bilinen günlerde) ziyaret edilir ve kurbanlar
kesilir.
Belki de 25 Ekim 1277 de sona eren Elbistan Savaşı daha
sonlanmadan yani 24-25 Haziran 1277 de Türk Komutan Güldede savaş sırasında
yaralanmış 4 ay boyunca iyileşememiş olarak ölmüştür. O günden bugüne süren
gelenek olarak kurbanlar kesilerek Güldede yatırı ziyaret edilmeye başlamıştır
diye içimde kuvvetli bir inanç besliyorum. Ama keşke ispatlaya bilseydim diye
hayıflanmaktayım çünkü tarihin yazılı kayıtlarına geçmiş Elbistan da
gerçekleşen savaşın bitim tarihi ile Güldede Köyünde her yıl gündönümü ziyareti
olarak kurbanlar kesilerek kutlanan zaman arasında 4 aylık bir zaman farkı var.
Güldede Köylülerinin her yıl yaptıkları bu kurbanlı ziyaret;
bir ibadet olarak bilinir ama çevre köylerdeki kimi Sünni inançlı köylerce de
yağmur duası olarak kabul edilmektedir.
Geçmiş zamanlarda bazı Alevi İnançlı çevre köylüleri
Ziyarete kurban kesmeye geldikleri, bazı Sünni inançlara sahip köylerinde
yağmur duası için ziyarete geldikleri ata-baba gibi büyüklerimizce bize
anlatılmaktaydı.
Bu gelenek asgari bir şekilde de olsa bugünkü Güldedelilerce
sürdürülmektedir.
Burada ilk defa yazacağım bir yerel gerçek var ki oda bu
havalide birçok alevi köyü bir zamanlar gelir kurbanları keserlermiş ama
günümüzde bu tür ziyaretlere Güldede köyü hariç hiçbirinden bu yıldönümü ya da
gün dönümü kutlamasının yapılmamasıdır.
Güldede Köyü Ziyaret tepesi ya da kalesi içinde bir zamanlar
Elbistan'a bağlı Çolluhan 'da böyle bir höyük üstüne kurulmuş bir yığma taş
kaleden bahsedilirdi.
Hatta bu iki kalenin birbirini gördüğü söylenir ve kervan ya
da yolcular buralarda gözlemci bulundurur, yol güvenliğini sağlarlarmış diye
duymuştum ama doğrusu bu yeni yeri ne göre bildim ne sorgulatabildim.
Yazılı kaynaklardan anlaşılan ve bende oluşturduğu kanaatim
o ki bu ziyaret gerçekten bizimkilerden önce burada yaşayan insanların hem
savunma amaçlı hem de gün içinde sürdürdükleri bir yaşam yerleşkesi imiş.
Çocukluğumuzda köyün kadınları fırsat yarattığı her perşembe
günü yanlarına çerez ya da "Kömbe" olarak bilinen iki adet sac arasında
pişirilerek hazırlanan kömbe diye bilinen sac böreğini yapar o gün birbirlerine
ikram edebilecek ne varsa yanlarına alırlar, biz çocuklarda peşlerine
takılırdık.
Ziyarete vardığımızda samimi inançlarımızı tazeler bazı
deyişler okunur, hoş ve mutlu bir gün geçirirdik. Bu güzel geleneği şimdi iç
ses olarak özlemle anıyorum olup bitene saygılarımı sunuyorum.
Ziyaret tepesine 50-100 metre kala Köyün Karapınar sapağında
yol çatallaşır biri sola Ziyarete, diğeri sağa Karapınar Köyüne giderdi. İşte
tam bu çatallı yoların ayrılma noktasında "Küçük Ziyaret" olarak
anılan bir çakıllı topraktan oluşturulan küçük bir öbek vardı.
Kadınlar ve orada bir vesileyle geçenler, O "Küçük
Ziyaret" tepeciğinde durur etrafa dağılmış o küçük-küçük taşları-çakılları
elimiz ve ayağımızla o göbekçiğe toplar, Şehit ya da Ermişler anıldıktan sonra,
asıl Ziyarttepesi olan bugün bile yığma taşlardan oluşmuş surların içinde yatan
Türk Komutan Güldede ve iki Yoldaş komutanı ziyaret edilir, Yattığı toprağına
yüz sürülür, mezarında toprak alınır ince tülbentten geçecek kadar değişik
yöntemler ile elenir ve azıcık kısmı "TEBERİK" olarak anılarak
yutulur böylece de ölenlerin o güzel ruhlarını içimize çekmiş o tertemiz
saydığımız ruhlarla buluşmuş sayardık kendimizi.
2005 yılında Sevgili Annemin özel isteği ile Güldede
Köyümüzü ve konu-komşu ile dost akrabalarımızı görmeye gittiğimde doğal olarak
Ziyareti tepesinde yatan Güldede nin huzuruna varmadan önce ne göreyim
anlattığım "Küçük Ziyaret" yok olmuş düzeltilmiş yola eklenerek, yolu
genişletilmiş olarak gördüm...
Ziyarete beraber gittiğim Muhtar Kemal'e "Küçük Ziyareti
niye dağıttınız dedim. Muhtar da abi Karayollarındaki dozerciler böyle yaptı. Taşlık
ve viraj diye alttan gitmediler.
Ama yol düzeltilirken burada öyle çok insan kemiği çıktı ki
hiç sorma diye hayıflandı kendince…
Geçmiş Medeniyetlerin birinde bir şekilde geçmişte var olan
bu günkü Güldede Köyü ve Güldede köyünün kuzeyinde bulunan Ziyaret ve
çevresindeki eski yerleşke yerleri Hititlerce kullanıldığı bu kalıntılarında o
dönemde kalma olduğu tahmin edilmektedir.
Bugünkü Gürün’ün Karkamış kayıtlarında yani Sümerlerin
Anadolu’ya hâkim olduğu dönemde özellikle Asur kayıtlarında TEGRAMA olarak
geçen yer bugün yazılı kaydı Hükümet yetkililerince Yolgeçen olarak
değiştirilen ama halk arasında halen Tekrahme olarak söylenen ve bu
bahsettiğimiz bu savaş soncu bu köyde sadece bir rahibe kadın sağ kurtulmuş
olduğunu ve bu nedenle de bu köye “TEK RAHİBE” kısaltılmış ismi olarak
“TEKRAHME” dendiğini yine ata-babalarımızdan dinlemişliğimiz vardır. Ve bu
köyün, Güldede köyünün kuzey batısına düşen köy sınırları Güldede Köyü Ziyaret
tepesine kadar gelen yerleşkenin adıdır.
Velhasıl bu yerleşke Güldede ismini almadan önce de bu ismi
aldıktan sonrada, eski bir yerleşim alanı olduğu bir gerçek olgu olarak bugünde
var ve var olduğu yazılı kayıtlara geçmiştir.
Aynı zamanda da Güldede de yaşayan insanlarca da söylence
biçiminden dilden dile anlatılarak yok olmaktan kurtulmuş olarak böyle
bilinmektedir. Güldede Köy mezar taşlarındaki eski yazılar çözülürse Köyün
geçmişi daha çok gün ışığına çıkacaktır...
Bugün Güldede Köyünde yaşayan insanların ataları tarafından
Tarla toprak alım satımlarında Tümüklerden bahsedilirdi. Tümükler:
Kayseri Sarız ilçesi Çağşağ köyündeler ki bunlar da Koçgiri isyanlarından sonra
yani 1920 li yılların başında Güldede köyüne gelmiş ve daha sonraları sahibi
oldukları tarla topraklarını Şimdilerde Kaşanlı köylerinde oturan Atma aşireti
mensuplarına satmışlardır. Daha sonraki yıllarda Güldede köyünden göç eden Atma
aşireti mensuplarından Kaşanlı köylerine yerleşen Kaşanlı Atma aşireti
mensuplarından da bu toprak ve tarlaları Güldede köyünden yaşan sürdüren
Güldedeliler ’den Çako Mehmet Tepe, Süleyman Bölücek, Halil(Ğallo)Tepe, Hoca
Ali Bölücek, Ahmet Gür (kel Ahmet) ve Şehgmehmet Kartal’a satmış, daha
sonraları da Güldede köyünden göç ederek yakın akrabaları olan Kaşanlı köylerine
göç etmişlerdir.
Tümükler olarak bahsedilen bir kardeşten de Mahir Kartal
(Maho), kardeşi İbrahim Kartal (Kapo), Hacolardan Allo ve kardeşleri Haco ve
Ali ile Köselerden Sato (Sadık Tepe) ve Topuklar olarak bilinen İbo ve Kardeşi
Ali (Niri ki bu sözcük beklenen demliktir) tarla ve toprak satın almışlardır.
Eme-lerden bahsedilir ki bunların bir kısmı Akdere ve
Başören köylerinde yaşıyorlar ve kan bağı olarak bizim sülaleden olup amcazade
olarak 7-8 kuşak önceki amca çocuklarıyız...
Bazı tapu kayıtları ve muhtar senetleri ile alıp satılan
tarla-topraklar da ismi geçen Morik, Kazanasmaz, Durağhasan gibi mülk
sahiplerinin kim oldukları bugün Güldede Köyünden yaşayan insanlar tarafından
bilinmemektedir.
Bu günkü Güldede köyü ’ne göç ederek yerleşenlerden Temmır: Güldede
köyüne gelen ilk kişi olarak bilinir ve bunu takiben gelip yerleşen de Atma
aşiretinden “Kabalar” boyuna mensup olan Kocakartal Mustafa ve onunla beraber
gelen Kalender Kefo’nun babası olan Kaba Bektaş ki bu kişi de hem Çerkez hem de
Siniklioğlu Sefer’in ve Mustafa Kocakartal ile beraber amca çocuklarıdırlar.
ATMA AŞİRETİNİ YAZ…………………………………………………
Bizim sülalenin daha Malatya Arapkir de yaşarken bugün
Başören ve Akdere'de aynı çadırdan ayrılmış ama bu sınırlara göç ettiklerinden
kimlik değiştirerek Koçgiri ve Dersim ile Şeyh Sait ayaklanmaları nedeniyle gizlenme
hissi duymaları sebebiyle Sünni olmuş akrabalarımı biliyor ve tınıyorum. Bunlar
Mustafa Koçakartal’ın amca çocuklarından Çerkez, Siniklioğlu, amcası Sefer ve
Eme ki Eme Siniklinin karısıdır. Eme alevi inançlı değil genç bir kızdır.
Siniklioğlu Eme ile evlenmek ister. Ancak Emi: “Sen alevi inançlısın. Ben
seninle evlenmem. Ancak Sünni olursan seninle evlenirim.” Der. Ve Siniklioğlu
da inancından döner ve İslamın Sünni mezhebini kabul eder. Böylelikle Başören
köyü ve Akdere köyünde yaşayan amcazadelerimiz sünnü olurlar. Yine Başören
köyünde yaşayan Soyadları Şahin olan Bekir, Salih ve diğer emeler tıpkı bizim
gibi, Akdere de yaşayan ve Soyadları Şahin olan Sefer’in amca çocuklarıdır.
Köyümüzü saran bu yerleşke de 1900'lu yılların ilk çeyreğine
kadar Bölücek Dağı ve Maşat Dağı komple Ardıç ağacı ile kaplı bir orman olduğu
nesilden- nesile gecen bilgilerden öğrenilmiştir...
1960’larda Sevgili Dedem İrbom-ı Kozuktan dinlemiştim,
benimde içinde doğup büyüdüğüm evin tüm ağaçlarını Bölücek dağından kendisi
kesmiş. "Hezan" olarak bilinen çapı yaklaşık 50 cm ile 1 metrelik ve
uzunluğu 3-5 metreyi rahat bulan bu ve benzer ağaçlar o kadar çoklar imiş ki
kendisi 35 ağaçtan hiç inmeden daldan dala gezindiğini anlatmıştı...
O yıllarda bir taraftan, devlet olmak üzere
Sivas-Kayseri-Maraş ve Malatya’nın bu dağlara yakın olan köylülerinde bu ormanı
yakarak kireç ve katran elde etmek için, bütün ağaçları keserek dağlardaki
koyaklarda yakmışlar.
Söylenenlere göre dönem zor ve kıtlık dönemleri yaşanmış
yakılan bu ağaçlarda odun kömürü elde edilip kasabalara görüp satar halk
deyimiyle devliklerini (Yeme-içme ve giyinme gibi ev içi aile ihtiyacı)
gördükleri gibi kimi zamanda barınma ve ısınma ihtiyaçlarını kestikleri bu
ağaçlarla görürlermiş ama şimdi sığındığımız canım dağlar ağaçsız ve
çırılçıplaktırlar…
Hem Maşat hem Bölücek Dağlarında çokça "Kireç
ocakları" yeri bugün bile o dağlarda gezinenler görür ve dağların bu
çırılçıplak hallerine hayıflanırlar...
Şimdi ki Güldede 'nin bu haliyle köy oluşu 1850 ve sonraki
yıllara yani Osmanlı topraklarında 1900 lu yılların iç ve dış isyanların bol
olduğu yıllara dayanır...
Yazılı kayıtlardan da anlaşıldığı gibi Erzincan-Malatya-
Sivas-Kayseri-Tokat- Maraş gibi yerlerden gelip günümüz Güldede Köyüne
yerleşenler sıfırdan bir Köy kurmamışlar.
Güldede Köyünde bugün
yaşam sürdüren insanlar Mustafa Kocakartal ve Temmır adına Eski Tapu
kayıtlarına sahipler.
Güldede Köyü'nde birçok doktor, profesör, öğretmen, avukat,
mühendis ve iktisatçı, Gazeteci- TRT kökenli Yapımcı- Yönetmen Televizyoncu
yetişmiştir, genel olarak 'Güldedeliler ilim ve irfanı kültür edinmişler bu
günkü eğitim durumuna göre Güldede köyünden yetişen insanlar bir devlet
yönetecek kadar kariyer, bilgi, beceri, görgü ve kabiliyete sahip iş ve
mesleklerde yaşam sürmekteler...
Topraklarını bizimkilere satanların soy devamının bir kısmı
bugün Gürün ilçesine bağlı Başören -Akdere köylerinde, bir kısmı Elbistan-
Kaşanlı köylerinden yaşam sürmekteler. Kaşanlılar olarak isimlendirilen 4 ayrı
köyden oluşurken yine Elbistan Afşına bağlı Koçova köyünde de atma aşireti
mensupları yaşam sürmektedirler. Bu Atma aşireti mensupları da bizim gibi
Malatya Arapgir ilçesinde yaşam sürdüren Atma aşiretindedirler...
Zaten eskiden ziyaret 'in çevresi büyük bir yerleşim
alanıymış ve halen eski harabelerinin temelleri toprak arazide çıplak göz ile
fark edilir ve varlar...
Belki de işin güzel yanı yeni Güldede bu eski yerleşkenin
dışında boş bir alana kurulmuş olmasıdır. Sebebi nedir araştırmak gerek...
Eğitim:
Eğitime önem verilen köyde kız ya da erkek çocukların
okutulmasında herhangi bir ayrım uygulanmaz.
Bugün var olan insanların Eğitimi Cumhuriyet dönemi olarak
bilinir ve köyümüzün ilk öğretmeni Maraş iline bağlı Elbistan ilçesinin
Oğlakkayası köyünde POYRAZ isimli zat-ı muhteremdir...
Kendisinin Mısır’da o ünlü Medresede (şimdilerde İslam
Öğretimi veren El-Ezher üniversite) eğitim almış olduğu söylenir. Günümüzde
çocukları Gaziantep'te yaşamaktalar...
Poyrazın öğrencisi ve Damadı olan Ginnıli Ali Bölücek
köyümüzün ikici öğretmenidir. Harf devrimine kadar eğitim eski Türkçe ile
yapılmış.
Öğretmenin maaşı buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ile
köylülerce karşılanırmış. Eğitim-öğretim de Kış aylarında verilirmiş...
Ali Öğretmen Ölene kadar ve bugünde her anılmasında Hoca Ali
olarak hitap edilirdi. Bugünde böyle yad ediliyor. Ali öğretmenin günümüz de
yaşayan Profesör, Sosyolog ve Makine Mühendisi öğrencileri vardır. Ali Öğretmen
1980’li yıllardan İstanbul da vefat etmiştir.
Güldede köyüne İlkokul: 1956 da zamanın Sivas Valisi Kadri
Erdoğan’ın sadece bir yıl süren Sivas Valiliği döneminde köylülerin emek ve
malzeme katkıları ile Devlet destekli olarak yapılmıştır.
Köye resmi ilk okul yapıldıktan sonra, Hoca Ali de eğitimden
çekilmiş köyün cenaze işleriyle ilgilenmiştir…
Bu düzenli sayılabilecek eğitim öğretimin sağladığı bilgi ve
görgü sayesinden köyümüz büyük oranda okuma yazma bilmektedir...Hoca Ali’nin
kardeşi olan Salman Çavuş Askere gidecek gençlere kışın askeri eğitim
verirdi...
Özellikle kış aylarında köyün herhangi bir evinde "Hz.
Ali’nin Cenk hikayeleri" ve "Dedem Korkut Masallarını Bengiboz ile
Beybörek" falan gibi öyküleri şiirsel bir dille anlatırlardı...
Bu sözlü anlatı işinde, Elbistanlı Çoban Hüseyin (Alo
amcanın damadı) ile Salman Çavuş çok başarı idiler...
Köy odaların evde ve elde var ise kitap okunur kitap okumayı
Alfederin büyük oğlu Şiğo çok düzgün ve başarılı bir sesle okurdu. Okunan
kitaplar ve bazen de sözlü anlatılar, günlerce, haftalarca aylarca süren kış
boyunca devam ederdi.
Yazın bile tarlada topluca ekin biçmede ya "Aldı Kerem,
Aldı Aslı" gibi öykülü türküler söylenir ya da
"Köroğlu-Dadaloğlu" gibi destanlar arkası yarın gibi öykü ya da
destansı masallar-anlatırlar, kimileri de “Barak usulü” bu öykülü türkü ve
söyleşiler dilden dile anlatılır ve eşe dosta yayılarak unutulması önlenmiş
olurdu.
Güldede Köyünden Şehirlere Yeniden Göç:
Büyük göçler 1960 lı yıllarında başlarında ilkokulu bitiren
çocuklarını okutmak için başlangıçta kasabaya daha sonraları da büyük şehirlere
olmak üzere başlayan giderek 1980'li yıllarda ise iş-aş ve yine çocuk okutma
bahanesiyle, okutacak çocuklarıyla beraber göç doğrudan İstanbul ve Ankara’ya
yapılmıştır. Okuyan gençler okuduktan sonra Şehirlerden işe başladıkları için
ve Köydeki Ailesi onlara yakın olsunlar diye peşlerinde giderek, göç
etmişlerdir.
Tabii ki bu köyden kente göç işine, Şehirlerdeki gecekondulaşma
da en önemli etken olmuştur.
Köyden kente göçe bir neden de her Türk köylüsü gibi Güldede
köylülerinin de yedi sülalesinin birikimi hiçbir zaman bir gecekondunun ederi
kadar zenginlik sağlayamamıştır.
İnsanlarımızın doğdukları ve çok ama çok sevdikleri
Güldedelerinden; birçok çeşitli nedenlerden dolayı başlayan göçler ile 1980'lı
yıllarda yaklaşık olarak 60 haneyi bulan köy 10 haneye kadar düşürmüştür.
Köyden İstanbul'a göç edenler özellikle Dudullu, eski adıyla
1 Mayıs, yeni ismi Mustafa Kemal Mahallesi, Küçükçekmece ve Gazi Mahallesi'nde
ikamet etmekteler. Ankara’ya göç edenlerde hemşeri ve hısım- akrabalarının
bulunduğu Makak-Tuzlu cayır ve Noto yoluna göç ederek yerleşmişlerdir. Bu
yoğunlukla, Köyden göç edenler, 2000'li yıllardan itibaren, terkedilmiş
zannedilen köyü tekrar sahiplendiklerini göstermişlerdir.
Hâlen devem etmekte olan ev inşaatları ve diğer yapılanmalar
köyün gelişiminde yeniden önemli rol oynamaktadır.
Mutfak ve Diğer Gelenekler:
Kendine özgü yemek çeşitleri şöyledir:
Sini kömbesi, Sac kömbesi, Sarmısaklı(kılloresire) kömbe ya
da "Molğırobe" olarak bu isimlerle söylenir. Sini kömbesi
hazırlanırken bol miktarda tereyağı tüketildiğinde bu kömbeye
"Molğırobe" Türkçe deyişle ev yıkan da derler.
İçli köfte: Etli ya da patatesli ve benzer gıdalar
kullanılarak hazırlanır ve haşlanarak servis edilirken yanına yeni eritilmiş
sıcak tereyağı tabağı konur, dileyen içli köftesini bu yağlara batırır ve öyle
ısırır.
Sulu börek yani manti: Mantı 3 çeşit hazırlanabilir etli,
Etli patatesli, Lorlu yani Çolluklu hele de bu çöllük deri çöllüğü ise değme
keyfine, kaşıkla gitsin.
Borani yani Yemlik ya da Sılmık olarak anılan yeşil bitkiler
ile kaynatılmış Ayranlı, Sarmısaklı Bulgur çorbasıdır yazları çok sevilerek
yenen bir yaz yemeğimizdir…
Hele daha çok kışın ya da Sonbaharda hazırlanan bir Sıcak
Sütlü Yarma Çorbamız var ki adı "Teneşir” denir bu yemeğin adına. Yemeden
yanında yat derler ya o misal yani...
Ekşili köfte olarak bilinen kırmızı pul biber biraz
karabiber ve küçük küçük doğranmış soğan ile bulgurun hamurlaştırılıp her biri
birer nohut tanesinden biraz daha büyük yuvarlak taneler haline getirilmiş
malzemeyle beraber biraz küp-küp doğranmış patates biraz güneşli günlerde gölgeden
kurutulmuş kuzu kaburgası eti ile biraz nohut- biraz kuru fasulye biraz taneli
mercimek ile içine bol miktarda katılmış sumaklı sulu yemek müthiş bir kış
yemeğidir.
Hazırlanmış bulgur taneleri tek başına kaynatılıp
soğutulduktan sonra üzerine doğranmış Sılmık ya da yemlik ile karıştırılmış
ayran veya yoğurt eklenerek yenen yemeğimizin ismi ise Kultu’tur.
Daha çok Doğum yapmış kadınları gözün aydın ziyareti sırasın
diğer kadıların ziyarete giderken beraberinden götürdükleri "Pallür"
yemeğimiz var. Kaynatılmış Un ve yağdan ibaret olup bir tepsiye konduktan sonra
içi oyularak çukurlaştırılır ve içine Pekmez ya da bol tere yağı ilave
edile-bilinir. Yerken haşlanmış hamur kaşık-kaşık alınır ve içindeki tere yağlı
pekmeze batırılarak lezzeti artırılarak yenir...
Yine Sahanda Dut veya Kurutulmuş Kayısı Kavurmamız var.
Bunlarda Doğum yapmış kadınların sütü artsın diye ve yeni doğmuş çocuğa bir
hediye eşliğinden götürülür...
Güldede Köyünün yerleşke sınırları olarak, Güldede Köyünün
Doğu'sunda Maşat Dağında Osmanlı Çalı, Gelin döşeği, Yılan ocağı, Maşat yolu
(Caddesi), ve Karakuyu Köyü ve Kuzey Doğusunda ise Aşağı ve Yukarı Yaylacık
köyleri bulunmaktadır.
Kuzey'inde Ziyaret tepesi ve arkasında Karapınar-Tekrahme
Köyleri ve Galip Beyin Tarla Höyüğü, Kırmızı Çal, Toptaş ve Devlet Koyağı
bulunmaktadır.
Köyün Batısında Bölücek Dağı eteklerinde Kaygana Koyağı.
Halifenin Höyüğü ve Güllübücak Köyü ile Devecayir Köyü bulunmaktadır.
Güney'inde; Hatice Pınar Köyü, Oğlakkayası Köyü. Başören
Köyleri bulunmakta olup aralarında Büyük Güney ve Ali Bey Kuyusu sınır kabul
edilmiştir.
Sivas İline 180 kilometre, Gürün ilçe merkezine 35 kilometre
uzaklıktadır.
Nüfus Özelliği: Ziyaret 'in çevresi eski uygarlıklardan
kalma bir yerleşim alanı olduğu bilinmektedir.
Şimdiki Güldede Köyü ise 1850'lerden sonra 1900 lu yıların
başından itibaren yeni bir yerleşim alanı olarak kurulmuş olduğu sanılmaktadır.
İklim ve Nüfus Özelliği olarak Köyün iklimi, Türkiye'deki
karasal İklimin etki alanı içerisindedir...
Soylar:
Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yılları sonları ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin kuruluş yıllarında başlamak üzere Malatya'nın Arguvan
İlçesi Şotik Nahiyesi Bahşikan Köyü'nden göçerek Güldede Köyüne gelen; Mustafa
Kocakartal ve ailesi, bugün bir kısmı Kartal, diğer bir kısmı da Tepe soyadını
taşımaktadırlar. Bunlar Kardeş çocukları olup Atma aşireti Kabalar
oymağındalar.
Geçmiş zamanlar içerisinden Malatya'nın çeşitli yerlerinden
gelen aileler ile Sivas – Tokat-Erzincan ve Maraş’ın çeşitli yerlerinden göç
ederek gelip bugünkü Güldede köyün mevcut nüfusu 'nu oluşturmuşlardır.
Kılıç'lar ve Bölücek'ler Sivas/Zara yöresinden takriben 1920
li yılların başında gelmişlerdir. Bölücek soy ismini taşıyanlar Ginnıli aşiretine
mensupturlar. Kılıçlar ise Koçgiri aşiretlerinde Dılolar sülalesine
mensupturlar.
Hacolar: Tokattan Zile’den Sivas Güldede köyüne
gelmişlerdir.
Karagöz soy ismi taşıyanlar: Hacı Karagöz’ün babası Oruç
Elbistan Daşlık köyünden göç etmiş Ğallik-ki Kır-e ki bu ailenin bir kısmının
soy isimleri 1970 lı yıllarda Tepe olarak nüfusa kaydedilirken bir kısmının da
soy isimleri Kara olarak devam etmektedir. Bunlar önceleri Arpaçukur köyüne yerleşirken
daha sonra da bir kısmı Güldede köyü’ne gelmişlerdir.
Ğolo Yusuf (Yusuf Dayi) diye bilinen Yusuf Dayi’ nin babası
ve Alo Birimi’n babası Hüseyin ile Köse İbrahim kardeştir. Bunlar Elbistan’a
bağlı Afşin’in Atmalı köyünden gelmeler. Köse İbrahim’in çocukları Sato- Cemal-
Hasan ve İmam Tepe’dir.
Cınnolar olarak bilinen ve soy isimleri Demir olan aile ise
Elbistan Kalecikten göç etmişler ve bir kısım akrabaları yine Elbistan Koçova
köyünde yaşamaktalar.
Erdal'lar: yani Kurduklar ile Ğubuklar olarak anılan Ali
Cumo’nun babası Ğubuk Ali yani Boyuneğrilerin ve Kuşuklar olarak bilinen
Ulu’nun babası ve Kutto Hasan olarak bilinen Çopurlar yani Hasan-i Kutto’nun
babası kardeştirler, Malatya Büyük Körüklüden akrabaları vardır.
Gür soy ismi taşıyan Kel Ahmet ve diğer Gür soy ismini
taşıyanlar ise Ginni aşiretinden Kandolar olarak bilinen aşiret mensubudurlar.
Ayıboğanlar olarak bilinen Hüseyin’in babası Hasan ve amcası
Veli, bir diğer amcası İbrahim olup Köseler ve İbiklerle akrabadırlar.
Erdal ve Birim soy ismi taşıyanlar Malatya Arguvan İlçesinin
Birim uşağı köyünden gelmişler.
Boynueğri ve Ayıboğan soy ismi taşıyanlarda Bahşikan
köyünden gelmişlerdir.
Çopur soy ismi taşıyanlar Arguvan Kömürlük köyü ‘den
gelmektedirler ...
(Malatya- Sivas- Tokat- Maraş gibi bölgelerden gelenlerin
hemen hepsi Atma Aşiretine mensupturlar...
Bunlardan bazı aile guruplarının daha sonra ki yıllarda ismi
Atma olarak kalmış olmasına karşın. Bazı sülalelerin ise:
Kimi Sine millî,
Kimi Canbeg,
Kimi Şotik olarak isimlendirilmişlerdir. Komşu köylerde
yaşayan Sinemil’ler bizimkilere Şotik diye takılırlardı. Bizimkileri Atma
aşiretinden kopmuş Şotik sayarlardı.
Kimi Koçkiri,
Kimi İbolar,
Kimi Ginniyan gibi soy ve boy isimleri almışlardır.
ATMA AŞİRETİ:
Hun İmparatoru Attila’nın Milattan Sonra 453 yılından
öldürülmesi sonucu Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğunun egemenliği altına
girişlerinden sonra bugünkü Bulgaristan Deliorman -Dılova- Akkadın veya yaygın
kullanılan isim ile söylersek Dobruca ’ya toplu olarak yerleştirilen Hunlar burada
yaşam sürdürmekteyken Atilla’nın İlek, Dengizik ve İrnek isimli üç oğlu vardı.
Fakat hiçbiri babasının yerine tutamadı. Önce İlik Hun imparator oldu. Ama
Germenlerle yaptığı savaşta öldü. Onun yerine geçen kardeşi Dengizik cesur ama
Hun imparatorluğu yönetecek kadar ileri görüşlü değildi. Buna rağmen Atilla’nın
ölümünden sonra dağılmaya başlayan Hun İmparatorluk birliğini yeniden kurmak
için çok çalıştı ama sonunda başarısızlığa uğradığı gibi savaştığı
Bizanslıların kılıcı yaralanıp 469 yılında öldü. İrnek ise büyük kardeşleri
öldüğü için artık orta Avrupa da durmanın zorluğunu anlayarak ve savaşlardan
yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz’in batı kıyılarına döndü. Ve İrnek idaresindeki bu Hun kitlesi
Karadeniz’in kuzeyindeki Oğur (oğuz boylarında biri olan Oğurlar) gurupları ile
birleşerek 482 yılında Bulgarları meydana getirmiştir.
Arkasından Hunluların Bizans’ın egemenliğini kabul etmeleri
nedeniyle ve Bizans’ın Hun Türklerinin ne yapabilecekleri pek Kestirememesi
daha çok da gerçekten Huyluların her an, ne yapabileceklerinden korkmalarından
dolayı Hunları kendilerinden uzaklaştırmak ister ve bunları Anadolu iç
kısımlardaki Doğu Roma ya da bir diğer ismiyle Bizans egemenliği altındaki
topraklara yönlendirirler. Korkularından dolayı yapılan bu yönlendirme ile
Bulgaristan da yaşam süren Türk kültürlü Hun Türkleri ve daha sonraları Anadolu
topraklarından yaşam sürdürdükleri bir dönemde yaşadıkları topraklarda atılan
bu Hun Türkleri Atma aşireti ismini alacak olan bu kavimler göçü kalıntıları
olan insanlardır.
Dobrucadaki (Deliorman-Akkadın-Dılova) yerlerinden atılarak
Karadeniz kıyılarını takip ederek İstanbul boğazını arkasında bırakarak
Karadeniz kıyılarını gezerek bugünkü Trabzon-Samsun havalisine yerleşirler yine
belli bir zaman sonra da buradan ayrılıp Anadolu’nun içlerine doğru
hareketlenir, Yozgat’a gelirler.
Yozgat'ta 2000 çadır olarak, gelmiş Çiçekdağı, Akdağmadeni
ve Sorgun bölgesini kendilerine yurt edinmişler.
Atma aşiretini ayrıca uzun uzun araştırıp, yazmak lazım
çünkü ortak yaşamakta idiler ve dağıldıktan sonra bugün
Sivas-Kayseri-Maraş-Malatya-Elâzığ-Bingöl-Adıyaman- Tunceli- Erzincan gibi
birçok yerlere göç etmişlerdir.
Bunların tamamı aynı aileye ait değildir. İçinde değişik
yaşam biçimi benimsemiş Kabile soy ve boylara mensup aileler vardır. Çünkü
dönem Soylar, Boylar ve Beylikler dönemi.
Yozgat'a iki bin çadır olarak yerleştikten sonra Osmanlının
da Anadolu’da kök salması temelleri sağlam yere basan ve yaşanacak egemenlik
alanlarını belirleme cabasının olduğu 13. Yüzyılın sonu 14. Yüzyılın başlarında
Osmanlı İmparatorluğu olarak hükümranlık süren Osmanlı ile Yozgat’a yerleşmiş
Atma aşiretinin yaptığı toprak savaşında, Osmanlıya yenilen Atma aşireti;
Savaş yeniği olarak Sivas-Erzincan- Tokat-Çorum- Maraş- Malatya- Dersim bölgesi
gibi Birçok yere dağılmış ve yeniden yerleşik düzene geçmeye çalışmışlar.
Atma aşireti Dersim ve civarlarında Alişan Bey'in liderliği
ile yaşam sürerken;
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
sülalenin şeceresini buruya yaz.
Gerek Osmanlı gerek Osmanlı’dan önce Selçuklu yani
Akkoyunluların egemenliği döneminde Eyalet beyliklerinin en yüksek şeklini
korumayı başarmak kendi milli egemenliğini elde ederek korumak amacıyla
Devletleşmiş hükümet yönetimlerine karşı başkaldırır ve silahlı ayaklanmalar
sürekli bir hal alarak yaşam sürermiş.
Akkoyunlular’ın egemenliği döneminde, Akkoyunlu devletinin
Erzincan Valisi Dersim’in başıboşluğuna veya egemenliğini kabullenmemiş olarak
Dersime el atmış olduğu için Atma aşiretince öldürülmüş.
Dersimlilerin Akkoyunlulara indirdikleri bu darbe sayesinden
14. Yüzyılın sonuna kadar bölge olarak tüm Dersimliler istedikleri gibi yaşam
bağımsızlıklarını sağlamış olarak yaşam sürürler.
Daha sonraki yıllarda Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerin
varlığına son veren Timur (Aksak anlamına gelen, Timurleng)
Van’ı teslim alarak Karakoyunluların hükümdarı Kara Yusuf’u
esir ettikten sonra, Güney Fırat vadisinden batıya doğru yürüyüşü sırasında
Dersimliler tarafından kendilerine ait Saydıkları tüm yöresel geçitleri tutmuş
ve Timur’un istila ordularına geçit vermek istememişler.
Timur’un Anadolu’daki egemenliği sona erdikten sonra yeniden
canlanan Akkoyunlular’a ve daha sonra Osmanlılara karşı da Dersim bölgesinde
yaşayan halklar, daima çatışarak yaşadıkları yörede kendi muhtariyetlerini
koruyabilmişler.
AŞİRETLERİ YAZ
ATMA AŞİRETİ:
Tarih ve Kültürel yaşam araştırmacılarının yazılı kaynaklara
dayanarak tespit ederek bu günlere gelen bilgilerin bize aktardıkları verilere
göre aradan geçen 1600 yıl sonra dahi birbirlerine “Amcaoğlu” yada
“Amcaoğulları” diye hitap eden aşiret mensupları tarihlerinin araştırılmasında
ortaya çıkan bilgilerin sıralanarak birleşirken “Atma Aşireti” yada “Atmalı Aşireti” adları ile yaşadıkları yer
ve bölgelerden “Atmalı Aşireti Dernekleri Federasyonu adı altında örgütlenip
derneklerin federasyon çatısı altında birleştirilmesi gerekli ve zorunlu bir
hal almış gibime geliyor.
Tarihçi araştırmacılar, bin altı yüz yıllık bir tarihleri
bulunan ve 12 Oymaklı Aşiret boyuna ayrılan Atmalılar Aşireti, yaşadıkları
yerlerde Sünnî, Şafi ve Alevî olarak yaşıyor. Tarihçilerin Boylar topluluğundan
oluşan bir konfederasyon biçiminde örgütlenmiş olduğunu söylediği bu günkü
Balkanlar ile orta Avrupa içlerinde yaşam sürdürmüş Atilla döneminde de onun
egemenliği altında birçok kabile yada boylardan oluşan Kavimler göçünün
başlamasıyla sık sık yer değiştirerek Germenler dahil bir çok soy ve boylarla
iç içe yaşamış bu kabile üyelerinin bir kısmı Balkanlar üzerinden Anadolu’ya
geçmiş Karadeniz kıyılarını gezdikten sonra Yozgat’ı kendisine yaşam mekanı
seçtiklerinde iki bin çadır olarak yerleşmişler. Osmanlı İmparatorluğu’nun
beylikler dönemine denk gelen zamanda yaptıkları toprak kavgasında Osmanlılara
yenildikten sonra Yozgat’tan silah zoruyla atıldıklarında bunlar yine Atma
aşireti olarak kayıtlara almışlar.
Atmalılar yüzyıllardır Türkçe-Kürmançca-Zaza’ca-Goronice dilleriyle
konuşuyor. Balkanlardan gelen ve 12 kabileden oluşmuş Konfederasyon
örgütlenmesi gibi örgütlenen bu göçerlerin içerisinde yer alan 12 boyu ise 1-
Tilkiler, 2- Kızırlılar, 3- Haydarlılar, 4- Ketiler, 5- Sadakalar, 6-
Kızkapanlılar, 7- Karahasanlılar, 8- Karalar, 9- Ağcalar, 10- Turşulular,
11- Makamlılar,12-Kabalar olduğu yazılı
kayıtlara geçmiş durumda. Güldede köyü sakinlerin nerede ise tamamı bu oymağa
mensup aile bireyleridirler.
İşte bu boylara mensup Atmalı Aşiret üyeleri, Türkiye’nin 23
Vilayetinden yaşam sürdürmekteler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları
içerisinde yaşam sürdüren Atma aşireti mensuplarının nüfusu milyonları aşmış
durumda. Bu büyük Atma aşiretini
oluşturan mensuplarının tamamı Osmanlı İmparatorluğu da dahil 1515 yılına kadar
Alevi inancını yaşamışlar. Bundan sonra bazı boylarımız Sinilirmiş olarak
İslamın Dininin Sünni mezhebine geçmiş veya geçirilmiş bazı boyların Şafi
mezhebini benimsemiş olmasına rağmen, 12 aile boyumuz aradan ne kadar zaman
geçerse geçsin kardeştirler. Kimi araştırmacılara göre bugün dört milyonu
bulmuş nüfusumuz var iddiası mubala sayılsa bile bir milyonu aşmışa olduğu
kanaati taşımaktayım.
Torunları bugün Kahraman Maraş’ın Pazarcık ilçesinde yaşayan
eski Belediye Başkanı Ali Bozdağ’ın bir söyleşide söylediği gibi “Kurtuluş savaşında
Dedesinin Gaziantep'e ve Maraş'ı işgal eden Fransızlara karşı kurulan Direnişi
bizzat örgütleyerek Fransızları püskürttüklerini” anlatarak “Atatürk'ün
dedesini Milletvekili yaptığını” söyler. Atma aşiret mensupları Türkiye
Cumhuriyeti Devleti kurulurken devletin yanında yer almıştır. Ve bulunduğu her
bölge de de lider olmak için mücadele etmiştir. Gaziantep ve Maraş’ın kurtuluş
direnişini örgütleyenlerden biri olan, Atma aşireti mensuplarında Karayılan’ın
torunları Adıyaman Gölbaşında yaşamlarını sürdüren torunu Kemal Karayılan
soylarının Atma aşireti mensuplarından geldiğini yazılı basına aktarmıştır.
ATMA AŞİRETİ:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içerisinde birçok
vilayet sınırları içinde yaşayan ve benim araştırmalarım sonrası tespit ettiğim
Atma aşireti mensuplarının yerleşme yerleri:
Kahraman Maraş: Pazarcık merkeze bağlı köylerde yaşayan soy
adları Delibaltalar, Taşkınlar ve Bozdalar ile Mağıkan Köyü sakinlerinden soy
adları Karalı, Kanışirin, Erdoğan ve Biniş olan ailelerin mensupları. Elbistan
ilçesine bağlı dört ayrı köy olan Örenli, Haçça Pınar ve Kaşanlı ve diğer köy
ile Koçova köyünde yaşayan Hançerler, Tilkiler ve diğer atma aşireti mensupları
Maraş-Afşin Atmalı Köyünde yaşayan Köse ailesine mensup aşiret üyeleri.
Gaziantep: Gaziantep Şahin Bey de oturan Yapışkan soy adlı
taşıyan aile mensupları. Gaziantep Merkezde oturan Gökdağ soy ismi taşıyan aile
mensupları. Yavuzeli’nde yaşayan soy adları Karakaş ve Özallar, Nurdağı
Yaylacık köyünden oturan Kavak soy adı taşıyan aile mensupları Atmalı köyü
Karayılan ailesinden Şahin beyler, İslâhiye ilçesinde Atmalı Köyü, soy adları
Atmaca olanlar, Merkez Şehitkamil Mahallesinde yaşayan Mamatlılar ve soy adları
Çağlar olanlar. Nurdağı- Atmalı köyünden Yazar Mehmet Demir Atmalı aile
mensupları, Nurdağı Atmalı köyünden oturan Karakuş soy ismi taşıyan aile
mensupları, Gaziantep-İslâhiye Atmalı köyünden oturan Uçar soy ismi taşıyan
aile mensupları, Nurdağı Atmalı köyünden Kılıç soy ismi taşıyan aile
mensupları, Gaziantep merkezde oturan soy adları Karakaş olan aşiret mensupları
Şanlı Urfa: Bozova ‘da yaşayan soy adları Babacan olan aile
mensupları, Suruç Atmanaki Köyünden yaşayan atma aşireti mensuplarından soy
adları Aslan olan aile mensupları.
Adıyaman: Suvarlı ’da oturan soy adları Mutlu, Bozdağ olan
ailelere mensup aşiret üyeleri ile Adıyaman Gölbaşı yerleşkelerinde oturan Atma
aşireti mensuplarından Gaziantep’in kurtuluşunda etkin görev üstlenmiş
Karayılan’ın torunları ile Besni ilçesine bağlı Karalar köyünde oturan
soyadları Yıldırım olan aile üyeleri.
Malatya: Arapkir ve havalisinde yaşayan Atmalı aşiret
mensupları.
Bitlis: Ahlat ilçesine bağlı Nizik Köyü Karaca soy isimli
Atma aşireti mensupları,
Muş: Bulanık ilçesinde Mutlu soy ismi olan Atmanikler olarak
anılan sülaleye bağlı aile mensupları.
Siirt: Baykan’da yaşayan Kaplan, Acar, Siirtli olup
Gaziantep’te oturan soy adları Çeliker olan aile mensupları ve Bapir soy
isimleri taşıyan aile mensupları ile Siirt Kermetik’ten yaşayan Açık soy ismi
taşıyan atma aşireti mensupları.
Diyarbakır: Kulp ilçesinde
Atmanaki ve Yeşil Köyler de yaşayan soy adları Ülger, Fidan ve Çelik olan
aileler.
Sivas: Gürün ilçesine bağlı Güldede köyü, Başören ve Akdere
köyün de soy adları Şahin olanlar ile Günde yaşayan soy adları Toklu olan aile
mensupları.
Konya: Cihanbeyli ilçesine bağlı Sağlık köyünden Akpolat soy
ismi taşıyan aile mensupları.
Mardin: Midyat’a yaşayan ve soy adları Aslan olan aile
mensupları.
Erzincan: Kemah ilçesine bağlı Atma köyünde yaşayan soy
adları Kutlu olan sülale mensupları ile İliç ilçesine bağlı Atma köyünde
yaşayan Tavlı soy ismi taşıyan aile mensupları.
Erzurum: Pazar yolunda yaşayan ve soy adları Akpınar olan
aile mensupları
Van: Çaldıranda yaşayan soy adları Kalay olan aile
mensupları, Erciş ilçesine bağlı Toprak Köyünde yaşayan Dağ soy adı taşıyan
aile mensupları.
Yozgat: Sorgun ilçesinde Atmalı Ganişin Köyünden Kaplan ve
Atmaz soy ismi taşıyan aile mensupları Akdağmadeni ilçesine bağlı Kartal köyü
de Uyanık soy ismi taşıyan aile mensupları. Yine Yozgat Çekerekten
Çemaloğulları köyünde yaşayan Şahin soy ismi taşıyan aile mensupları.
Ankara: Gölbaşında yaşayan Taşkın soy ismi taşıyan aile
mensupları ile Haymanada yaşayan Kurşunlu soy ismi taşıyan aile mensupları ile
Karslı soy ismi taşıyan aile mensupları.
Antalya: Manavgat ilçesine bağlı Tilkiler köyünde yaşayan
Yılmazlar soy ismi taşıyan aile mensupları.
Kars: Kars Ardostta yaşayan Karslı soy adı taşıyan aile
mensupları
Ağrı: Ağrı Patnos’ta yaşayan soy adlardı Dadaş olan aile
mensupları. Patnos merkezde yaşayan Atmanaki aşiretine bağlı Cömert soy
adlarını taşıyan aile mensupları ile Patnos merkezde yerleşik yaşam sürdüren
İnci soy ismi taşıyan aşiret mensupları.
Samsun: Samsun Çarşamba ilçesine bağlı Tilkilik köyünde
yaşayan Öztürk soy ismi taşıyan aile mensupları.
KOÇGİRİ AŞİRETİNDE BAZI KABİLELER
Koçgiri Perhizin Aşireti:
Koçgiri kabilesine bağlı Perhizin Aşiretinin nüfusu 793
kişi, konuştukları dil Anadolu Türkçe-Kürtçesi-Kurmancı lehçesi olup Alevi
inancına sahip olup aşiretin lideri Ali Uçar İmranlı Boğazören köyü otururlar.
Koçgiri isyanı sırasında 136 haneden oluşan perhizin aşireti, Koçgiri isyanına
bütün gücüyle katılıp, destek vermiş. İsyanlar bastırıldıktan sonra iskana tabi
tutulmuş olup, Zara, İmranlı, Refahiye, Sarız, Tufanbeyli, Develi ve Göksu’na
bağlı köy ve mezralarda iskân ve ikamet ettirilmişler.
Koçgiri Laçinan Aşireti:
Koçgiri kabilesine bağlı, Laçinan aşiretin köylerindeki
nüfusu 600 kişi olup konuştukları dil Türkçe-Kürtçe-Kurmancı lehçesi. Alevi
inancına sahip olup aşiret lideri Dursun Bey dir. Oturdukları köyler ise
İmranlı’nın Demirtaş, Hasköy, Körabbasan, Toptaş (Küçük Şıhlı) köy ve
mezraları, Göksu’nun Aliçlıbucak (Kömürsuyu), Sarıpınar ve Yoğunluk köyü,
Refahiye ve Dersim bölgesinde bazı köy ve mezraları, Eskişehir ve Kütahya’da
yerleşik Laçin adında köyleri olduğu söylenir. İddialara göre asimilasyon
politikaları sonucu bazı değişimlere uğradıkları da anlatılmaktadır. Hozat’a
bağlı eski isimleri Kori, Mamlis, Mezkir, Berdo ve Muğsor isimli köylerde de
Laçınanların yaşadıkları bilinmektedir. 1930 tarihinde hazırlanmış Devlet
raporunda aşiret reisi olarak Yusuf Kakgerli geçmektedir. 1921 yılında,
Dersim’deki Laçinanlara ait nüfus 1000 kişi, koyun-keçi 2000 baş küçük baş
hayvan, 200 adet Büyük baş sığır ve 40 adet At şeklinde bilgilerde veriliyor.
Sovyet Sosyalist Devletler döneminde kurulan Azerbaycan, Karadağ’da ve
Erivan’ın Laçin Kürt otonom bölgesindekilerle ilişkileri biliniyor. Çorum’a
bağlı, Laçin beldesiyle bir zamanlar var olan ilişkileri bitme noktasına gelmiş
durumda. Koçgiri isyanındaki rolleri: 6 köy ve mezralarıyla birlikte, Koçgiri
isyanına katılmış ve destek vermişler. Dersim isyanında ise, 120 silahlı
gücüyle direnişe katıldıkları yazılı kayıtlara geçmiş bulunmaktadır.
Koçgiri Resulan Aşireti:
Koçgiri – Resulan
Nüfusu bilinmiyor. Konuştukları dil Türkçe- Kürtçenin – Kurmancı lehçesi Alevi
oyan bu aşiret; Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi,
Dersim, Zara, İmranlı, Refahiye, Sarız, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve
mezralarda ikamet ediyor. Koçgiri nin en kalabalık kabilelerindendir.
Horasan’dan gelerek bati Dersim’e yerleşen Şıh Hasanan’ların torunlarından biri
olan Resul, Erzincan’ın Refahiye ilçesinin bir köyüne yerleşir. Resul ve
aşiretine bağlı yakınlarının bir süre sonra nüfusları giderek artış gösterir.
Koçgiri aşiretlerinin bu kabilesine zamanla Resulan ismi verilirken,
yaşadıkları köye ise, Resul köyü denir. Yavuz Sultan Selim’in Koçgiri halkını
sürgün kararıyla, bu kabilede, İmranlı’ya bağlı Söğütlü’ye yerleşir. Eski adı
Gönde Kelo olan (Kelo’nun Köyü) bu köy, Boğazören beldesine bağlıdır.
Osmanlı-Rus savaşında burada bulunan bir kısım kabile mensubu tekrar yeni bir
göç kararı alır. Miste Kose, Temur Ağa, Gülo Ağa ve diğer dokuz aile ile
birlikte Maraş’a bağlı Göksun bölgesine göç ederler. Önce Keklikoluk’a, oradan
Lazgi köyüne, giderler ve o bölgede uygun bir yer bulmaya çalışırlar. Dağlık ve
yüksek yerlerde yaşamaya alışık olan kabile en sonunda eski bir Ermeni köyüne
yerleşmeye karar verir. Göksun ve Tufanbeyli arasında dağlık bölgede bir köy
olan ve bu günkü ismi ile Kırıkkilise köyüne yerleşirler.
Koçgiri Sefikan Aşireti:
Aşiretin veya
kabileye Sefan (sefolar) denir ve Nüfusu olarak 3,200 kişiden oluşur. Dil
olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşan Aleviler olup lideri ya da
ileri geleni olarak Mehmet Balkoçgir’i tanışlar. Koçgiri İsyana katılmış ve
destek vermişler. Aşiretler raporunda bu aşirete de yer verilmemiş olan bu
kabile: Zara, İmranlı, Refahiye, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda
ikamet ediyor oluşlarından başka haklarında bilgi elde edilememiştir.
Koçgiri Saran Aşireti:
Aşiretin veya Kabilenin adı Sarolar olarak bilinir. 2100
kişilik bir nüfusu olup, dil olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile
Zaza’ca konuştukları da ileri sürülür ve Alevi inancına sahip olup liderleri
Niyazi Balta ile İsyana katılmış ve destek vermiş olarak bilinirler. Aşiretler
raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi de Koçgiri isyanları
sırasında: Zara, İmranlı ve Refahiye ye bağlı köy ve mezralarda ikamet
ediyorlarmış.
Koçgiri Cafikan Aşireti:
Bu aşiretin ve
kabilenin adı Koçgiri nüfusu Cafikan olarak bilinmiyor. Konuştukları dili Türkçe-Kürtçe
– Kurmancı lehçesi olup Alevi inanca sahip bu aşirete de aşiretler raporunda
yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi Zara, İmranlı ve Göksun’a bağlı bir köy
ve bazı mezralarda ikamet ediyormuş bilgisinden başka Kabilenin köy, nüfus ve
ileri gelenleri hakkında kesin bilgileri edinemedik.
Koçgiri Ğalian (Halilan):
Aşiretin ve kabilenin
Koçgiri ’deki Halilan nüfusu bilinmiyor. Konuştukları dil Türkçe-Kürtçe –
Kurmancı lehçesi olan Alevi inançlı insanlardır. Aşiretler raporunda yer
verilmeyen Koçgiri ’nin bu kabilesi, Zara, İmranlı ve Göksun’a bağlı köy ve
mezralarda iskân ve ikamet ediyorlarmış. Kabilenin köy, nüfus ve ileri
gelenleri hakkında kesin bilgileri edinemedik
Koçgiri Mıstıkan Aşireti:
Aşiretin ve kabilenin
Mıstıkan adı Koçgiri nüfusunca bilinmiyor. Konuştukları dili Türkçe-Kürtçe –
Kurmancı lehçesi olan Alevi inancına sahipler ve Aşiretler raporunda yer
verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi, İmranlı, Develi ve Göksun’a bağlı bazı köy
ve mezralarda ikamet ediyormuş.
Koçgiri İban (İbolar) Aşireti:
Aşiretin veya
kabilenin İban (İbolar) olarak bilinen adı nüfus idaresinde bilinmiyor. Fakat 4
800 kişi oldukları ve konuştukları dil ise Türçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup
Alevi inancına sahip aşiretin ileri geleni: Büyük Alişan beyin oğlu Mustafa
Paşa’nın torunu Ziya Alişanoğlu dur. İkamet ettiği yerler ise İmranlı
İlçesi’nin Karacaören nahiyesi, Boğazveren, Karapınar, Gökdere, Kılıçlar,
Atlıca, Becek, Yakayer ve diğer bazı köyleri. Ayrıca, Göksun, Develi ve
Refahiye’de oldukları da varsayılıyor. Koçgiri İsyanın örgütlenmesinde aktif
görev almış bir kabiledir. Büyük Alişan Bey’le başlayan, Koçgiri aşiretinin
temsilciliği, oğlu Mustafa Paşa ile devam eder. Mustafa Paşa’nın ölümünden
sonra ise her iki oğlu Alişan ve Haydar Bey, aşirete önderlik ederler. Daha
sonraki yıllarda Haydar Beyin oğlu Ziya, Alişanoğlu ismini alır ve aktif
politikaya katılır. Demokrat Parti’nin, İmranlı ilçe başkanlığı da yapan Ziya
Alişanoğlu, 1960’lı yıllarda intihar ederek yaşamına son vermiştir. Bazı
kaynaklar, ailenin bir süre sonra Tanrıtürk soyadını aldığını ileri
sürmektedir.
Koçgiri Zerikan Aşireti:
Zerikan (Zeriki) aşiretinin nüfusu 4 311 kişi olarak
kaydedilmiş ve konuştukları dil ise Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi olup, dini
inanç olarak Alevi olup aşiret lideri ya da ileri gelenleri olarak Gekko
Dursun, Gekko Baltacı, Davut Eroğlu, Kazım Çiçek ve Hüseyin Özcan olarak
anılır. Koçgiri İsyanına katılıp destek vermişler. İkamet ettiği yerlerde ki
nüfus sayısından çok 596 haneden oluşan kabile olarak geçmiş bulunmakta.
İmranlı İlçesi’nin Altınca, Çalıyurt, Koruköy, Kuzköy, Aydın, Ekincik, Sinek,
Karacahisar, Kasaplar, Koyunkaya ve Yukarı Boğaz köylerinde ikamet ederlermiş.
Koçgiri Ballıkan Aşireti:
Aşiretin kabilenin adı olan Balikan-(Balan) nüfusu olarak 516
kişi olarak kaydedilmiş olarak konuştukları dil Türkçe-Kürtçe – Kurmancı
lehçesi olup, Alevi inancına sahip olarak yaşam sürdürmüşler. Aşiretin ileri
geleni olarak İbrahim Kaya bilinir. Koçgiri isyanına kimi zamanlar katılırlar, kimi
zamanlar da sadece destek verirler. İkamet ettikleri yerler olarak: Aşiretler
raporunda yer verilmemiş olan Koçgiri ’nin bu kabilesi, Zara, İmranlı,
Refahiye, Sarız, Develi ve Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar.
1877 1878 yıllarında patlak veren Osmanlı İmparatorluğu- Çarlık Rusya’sı savaşları
sırasında, Alışır isimli bir aşiret ailesi göç ederek Göksun’a yerleşmiş olduğu
söylenirken. Kabilenin köy, nüfus ve ileri gelenleri hakkında kesin bilgilere erişemedik.
Fakat birinci dünya savaşı sırasında Çarlık Rusya ile ilişkiye geçmiş Koçgirili
ünlü Alişer sülalesiyle bir ilişkisi olma ihtimal olarak çok güçlü
görünmektedir.
Koçgiri Gerniyan Aşireti:
Koçgiri Aşiretin Gerniyan adlı kabilesinin 1500 kişilik bir
nüfusu olduğu konuştuğu dilin ise, Türkçe-Kürtçe -Kurmancı lehçesini
kullandıkları Alevi inancına sahip olup aşiretin ileri geleni olarak Mahmut
Öztürk biliniyor. Koçgiri İsyanın içerisinde doğrudan yer almadıkları, ancak
destek verdikleri anlatılmaktadır. İkametgâh ettiği yerler olarak Aşiretler
raporunda yer verilmeyen Koçgiri nin bu kabilesi Zara, İmranlı ve Göksun’a
bağlı bazı köy ve mezralarda ikamet ediyorlarmış.
Koçgiri Çarekiyan
Aşireti:
Koçgiri Aşiretinin Çarekiyan kabilesinin nüfusunun kaç kişi
oldukları bilinmiyor. Bu aşiret mensupları da Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi
ile konuşur olmasıyla beraber, Zaza’ca konuşanları da vardır. Alevi inancına sıkı bağlı olan bu aşiret
mensuplarına da Aşiretler raporunda yer verilmemiştir. Koçgiri nin Çarekiyan
kabilesi: Zara, İmranlı, Ovacık, Hozat ve Refahiye bağlı köy ve mezralarda
ikamet ediyorlar. Koçgiri Çarekiyan aşiretinin köy, nüfus ve ileri gelenleri
hakkında daha fazla ve kesin bilgi elde edemedik.
Koçgiri Kalkan Aşireti:
Koçgiri Kalkan Aşiretin nüfus olarak kaç kişi oldukları
kesin olarak bilinemiyor. Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşuyorlar. Alevi
inancıyla yaşayan bu aşirete de Aşiretler raporunda yer verilmiştir. Zara’nın
bazı köyleri ve Kangalın Kürkçü köyünde yaşadıklarına inanılmakta ve Kangal’a
bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlarmış denilmektedir.
Koçgiri Rıçikan Aşireti:
Rıçikan Aşiretin nüfus sayısı net olarak bilinmiyor. Bu
aşiret de Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşan mensupları olduğu gibi, Zaza’ca
konuşanları da vardır. Dini inanç ve yaşam biçimi olarak Alevi olan bu aşiret
de Aşiretler raporunda yer verilmeyen aşiretler arasına katılmıştır. Koçgiri
nin Rıçikan aşireti mensupları; Zara, İmranlı, Refahiye, Dersim’e bağlı köy ve
mezralarda ikamet ediyorlar.
Koçgiri Kureyşan Aşireti:
Koçgiri Kureyşan Aşiretin nüfusu tam olarak bilinmiyor. Dil
olarak Türkçe-Kürtçe – Kurmancı lehçesi ile konuşuyorlar. Alevi inancına sahip
olan bu kabilenin Peygamberin torunu Hüseyin soyunda gelen Seyitlik (Dedelik)
ocağında geldiğine inanılmaktadır. Aşiretler raporunda yer verilmeyen Koçgiri
nin bu Kureyşan Aşireti; Dersim, Malatya, Erzincan, Zara, İmranlı, Refahiye ve
Göksun’a bağlı köy ve mezralarda ikamet ediyorlar.
30.11.2017 AŞİRETLERİ YAZ
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Bugünkü Azerbaycan ve İran devletinde Safavi
İmparatorluğu’nun kurulması sırasında ve bu İmparatorluğun resmi İslam mezhebi
Şia, Yaşam biçimi ve kültürel ortaklıklar nedeniyle Dersim bölgesine
yayılmıştır. Dersim Halkı Şah İsmail Safavi ’ye karşı yakınlık duymuş oldukları
için, bir taraftan da Anadolu’da yayılmakta olan Sünni İslam anlayışını kendilerinin yaşam biçimleri ile kültürleriyle uyumlu
bulmayıp, günlük yaşamlarıyla bağdaştıramadıkları için bu Sünni İslam
anlayışını kabullenmemektedirler.
ÇATALÖYÜK ÖYKÜSÜ.
Konya'nın Çumra
ilçesinde yer alan Çatalhöyük, İÖ 9000 yıl civarında Bereketli Hilal'de
gerçekleşen Tarım Devrimi'nden yaklaşık 1500 yıl sonra kurulan ve o sıralar
olasılıkla dünyadaki en büyük nüfuslu yerleşim yeri olan Neolitik bir megapol
özellikler taşıyormuş. Çatışmasız ve barışçıl bir toplum olan Çatalhöyük’te
yerleşik şekilde tarım yapılıyorken. Toplum kışın ekip biçmelerle meşgul
olmadığında ağırlıklı olarak bahar aylarında ekinleriyle de özenerek
ilgileniyormuş. Buna paralel olarak, düzenli olarak ilgilendikleri hayvancılık
faaliyetleri de tespit edilmiş durumda: Sıcak aylarda geniş alanlarda güdülen
ve otlayarak beslenen sürüler kışın ağıllarda tutulup samanla besleniyormuş.
Avcılık ve toplayıcılık devam ediyorken de bunları depolayacak kil kaplar ve
sepetler yapıyorlarmış. Ayrıca elde ettikleri bu ganimetlerini pişirecek
ocaklara sahip evler kuracak kadar gelişmişlermiş.
5 bin ila 10 bin
insanın yaşadığı düşünülen Çatalhöyük toplumuna bugünün yarattığı koşullarında
yakından bakınca, böylesi büyük ve organize bir toplumda rastlamayı
beklediğimiz bir şeyin eksikliği dikkatimizi çekerek gözümüze çarpıyor hemen.
Yapılan inceleme ve araştırmalarda göremediğimiz bu toplumun “yönetici” bir
sınıfı yok. Krallar ve ayrıcalıklı evleri yok. Ne güvenlik güçleri ne de
silahlı başka bir sınıf mevcut değil.
Oysa ticaret yoluyla diğer birçok Neolitik yerleşimle iletişim halinde
oldukları biliniyor. Ayrıcalıklı bir ruhani sınıf yok. Hatta biraz daha yakından
bakınca görüleceği üzere diğerine üstün olan kadın ya da erkek bir cinsiyet
bile yok. Tabii yaşam sürdüren Çatalhöyük'te etkinlikleri düzenleyen ve temel
kuralları koyup denetleyen “ihtiyarlar heyeti” benzeri bir yapının var olduğunu
bize Arkeologlar ve Antropologlar söylüyor.
Bölgede devam eden
kazıları yöneten Lan Hodder'ın deyimiyle "eşitlikçi köy fikrinin doruğa
ulaştığı" bir yer Çatalhöyük. Peki bu belirgin bir siyasi otoriteden
yoksun, eşitlikçi ve sınıfsız toplum nasıl binlerce yıl boyunca işler durumda
kaldı?
Çatalhöyük evi aynı
anda hem barınak hem üretim alanı hem tapınak hem de mezarlıktır.
Bu dev köyde günlük
hayatın merkezinde tartışmasız bir şekilde ev vardı. Evler günlük etkinlik ve
üretimin neredeyse tamamının yapıldığı yerdi. Her ev az çok kendi kendine yeter
haldeydi. Haneler kendi ekmeğini kendi yapıyor, yağını kendi elde ediyor,
evinde kullanacağı boncuğu büyük ölçüde kendi üretiyordu. Evde yaşanıyor, evde
üretiliyor, evde ibadet ediliyor, hatta ölüler bile eve gömülüyormuş. Evler hem
atölye hem mutfak hem barınak hem tapınak hem de mezarlıkmış. Bölgedeki evler
birbirleriyle çok iç içe, bitişik ve sıkışık düzende yapılıyormuş. Bu durumda
sıkı bağlarla örülü bir toplum yaratıyormuş. İyi güzelde: Kendi kendine
yetebilen Çatalhöyük evi en nihayetinde özerk bir birim gibi görünüyor.
Herkes neredeyse
her işini evinde gördüğü için üretimin uzmanlaşması yalnızca belli bir noktaya
kadar ilerlemiştir. Alandaki bulgular da uzmanlaşmanın oldukça küçük ölçekli ve
nicelik odaklı olduğunu destekler nitelikte oluyor. Bazı evler bazı ürünleri
diğerlerinden daha fazla üretiyordu ve bu da kısmi bir takas kültürüne izin
veriyormuş. Belki, fakat hiçbir hane temel yaşamsal işlevlerini yerine
getirmeyi bırakacak kadar üretime ve takasa bel bağlayamıyor diye düşünüyor
insan. Diyelim ki komşunuzdan daha fazla boncuk üretiyordunuz. Ürettiğiniz
fazla boncuğu da komşularınızın ürettiği diğer nesnelerle takas ediyordunuz.
Takas yöntemi sizi tarım, hayvancılık, avcılık veya toplayıcılık yapmayacağınız
anlamına gelmiyordur.
Toplumsal oluşum
böyle şekillenince: aklımıza ilk gelen fikir ise bu durum eşitlikçi bir toplum
doğuruyor olmasıdır. Ve bir evin veya ailenin tüm köye egemen olmasını
engelliyor olmasıdır. Üretmek, vermek ve almak belli belirsiz bir egemenliği
destekleyebiliyordu yalnızca; toplum büyük ölçüde uzman sız ve sınıfsızdı.
Tıpkı yakın zamanlara kadar Anadolu’nun köylerinde yaşam sürdüren Alevi
kültürüne yansıdığı gibi. Çatalhöyük’te tespit edilen köy ya da kent yaşamı Irak’ın
Girsu antik kentinde 1877 yılında ortaya çıkartılan milattan önce 2200 de
Sümerlerce yazılmış “GUDEA SİLİNDİRİ” tabletinde anlatılanlara ne kadar da çok
benzemektedir.
Çatalhöyük'te evler
birbirine bitişik düzende kuruluyordu ve evlere çatıdan giriliyordu. Bitişik
nizam evlerin damları özellikle sıcak mevsimlerde toplumsal faaliyetlere alan
sağlıyordu.
Egemenlik
olmayınca, farklı bir kavram olan “Dayanışma kültürü” çıkmış ortaya. Lan
Hodder, Çatalhöyük'ü dönemin bilinen diğer yerleşimlerinden ayıran özelliğinin
de bu olduğunu söylüyor. Birilerinin tüm toplumu yönetmesi yerine dayanışma
olgusu öne çıkınca da höyükte nelerin yapılabileceği, nelerin yapılamayacağı da
doğal olarak oluşan bir ortak kimlik tarafından belirleniyormuş. Çatalhöyük
toplumunun karmaşık aile yapısı da köyün toplumsal kimliğini sağlamlaştıracak
şekilde işliyormuş. Evlilikler köy içinde yapılıyor. Farklı aileler böylece
birbirlerine daha sıkı bağlarla bağlanıyor. Hatta çocuklar başka ailelere dahi
verilebiliyormuş. Böylece haneler birbirleriyle dolaysız bir şekilde ortak
kimlik meydana getiriyormuş. Köydeki günlük gelenekler, yerleşim alanına
nelerin getirilebileceği, nelerin getirilemeyeceği, köyün içinde nasıl
davranılacağı bir alışkanlıklar dizisi tarafından belirleniyor olurmuş.
Akıllara şu soru
geliyor: Madem Çatalhöyük'te toplum büyük ölçüde özerk bir yapıdan meydana geliyor,
o zaman bir araya gelip yaşamanın, büyük bir yerleşim yeri oluşturmanın anlamı
ne?
Akrabalık ve soy
ekseniyle örülmüş, birbirine bağlı ve dönemin koşullarına göre oldukça yüksek
nüfuslu bir kasabanın hizmet ettiği bir şey vardı elbet: O da kaynaklara
erişimi denetleyecek bir ilişki ağı yaratmak. Hodder'a göre “bu tür ilişkiler
sıkı örülü bir toplumda sürekli korunuyor, gözleniyor ve gözetim altında
tutuluyordu”. Şanlıurfa'daki Göbeklitepe'nin İÖ 9500 yılına tarihlenmesi bir
konuda devrim yarattı: Avcı-toplayıcıların bir araya gelip büyük bir toplum
oluşturması ve bunu tarımın ortaya çıkmasından çok önce yapmaları. Tarım
Devrimi ve büyük yerleşim yerlerinin eşzamanlı ortaya çıktığı fikrini geçersiz
kıldı. Örneğin yılın belli zamanlarında törensel amaçlarla bir araya gelen
Göbeklitepeliler gibi insanlar bir araya geldikçe, evlilik ve diğer ilişkileri
kurma olanakları arttı. Gelişen toplumsal ilişkiler de yerleşik olmayı daha
mantıklı kıldı. Büyüyen yerleşim yerleriyle birlikte toplumsal ilişkiler daha da
çeşitlendi ve bir araya gelen bu insanlar uzak, değişken ve dağınık kaynakların
elde edilmesi, paylaşılması ve güvence altına alınabilmesi için daha kompleks
birimler oluşturdu. Bütün bunlardan Konya Ovası'nın payına düşen de akrabalık
ve soy ilişkileri etrafında gelişen, evleri özerk olsa da kuralları, tabuları,
gelenekleri, kısaca bu evlerin üzerinde yer alan ortak bir kimliği olan,
sınıfsız ve büyük ölçüde çatışmasız Neolitik megapol Çatalhöyük oldu. Tıpkı
yakın zamanlara kadar Anadolu’nun köylerinde yaşam sürdüren Alevi kültürüne
yansıdığı gibi. Çatalhöyük’te tespit edilen köy ya da kent yaşa
SÜMERLERİN GUDEA
SİLİNDİRİ
Yazılı kayıtlar
olarak bugün elimizde bulunan Milattan önce 2.200 yıllarında yazılmış
Sümerlerden kalma bugün Irak Devletinin antik kendi olan Girsu kendinde yapılan
kazılarda elde edilen silindir şeklindeki “TELLO-GUDEA” mabet silindirinde
anlatıldığı gibi, Alevi mürşitleri Aleviliğin başlangıcını anlatırlarken: “Cem
törenleri ilk ne zaman ve nerede yürütülmüşse Alevilik de o zamanda ve o
mekânda başlamıştır” derler. Bu mürşit sözünden hareketle kimileri ısrarla ilk
Cem törenlerinin günümüzden bin dört yüz yıl evvel Arap Yarımadasında Hz.
Ali'nin toprak damlı evinde yürütüldüğünü kimileriyse Cem törenlerinin ilkinin
Hz. Muhammet’in daha peygamber olarak ilan edilmesinden evvel toplanan ve
içinde Hz. Ali ile Salmanı Pak’ın da bulunduğu bir mağarada buluşan 40 kişi ki
bu buluşmaya “Kırklar Cemi” denir. Kırklar ceminden bir tepsiye konan bir adet
yüzüm tanesinden dolu yapılması Hz. Ali’den istenir ve Hz. Ali bu habbeyi alır
mağaranın kuytu yerine gider döndüğünde götürdüğü bir üzüm tanesinden ürettiği Dolu’yu
40 erenin dudaklarına sürer ve Kırklar bu dolu ile hem hal olurlar ken İran
asıllı Salma-i Pak Muhammet Mustafa’nın Peygamber olduğunu ilan eder. Bu
ilandan önce cemleşerek yani tartışarak-konuşarak hem hal oldukları için, artık
Peygamberliğin ilanı kararını kutlamak için sevinç ve huşuyla sema dönmeye
başlarlar. Kırklar cemi toplantısı dolaysıyla Aleviliğin Hz. Ali ile
başladığını öne sürüyorlar.
Elimizde Hz.
Ali'nin evinde cem kurulduğuna, bağlama çalınıp, nefesler söylenip semah
dönüldüğüne dair hiçbir kayıt yok. Bırakın Hz. Ali'nin bağlama çalıp, semah
dönmesini, cem yürütmesini, elimizde Hz. Ali'nin Alevi erkanından, Alevi
inancından haberdar olduğunu kanıtlayacak en küçük bir bilgi ya da belge
kırıntısı dahi yoktur. Anlatılan mistik öyküleri bir kenara bırakıp gerçeklerin
ardına düştüğümüzde; Alevi inancının temel taşı ve Aleviliğin yegâne ibadet
biçimi olan Cem törenine ait ilk yazılı belgeyi Paris Louvre müzesinde buluyoruz.
Bu belge 'Gudea Silindiri' olarak bilinen bir Sümer silindir tabletidir.
Sümer uygarlığının
son reformisti, Lagaş şehir devletinin ünlü prensi Gudea tarafından MÖ.2125
yıllarında yazdırılan 50 cm boyunda 33cm çapındaki bu silindir tablet Alevi Cem
töreninin uzak geçmişine ışık tutacak en eski yazılı belgedir.
Cem Evi’nin yapılacak
tören için hazırlanması ile başlar, toplantıda hazır bulunanlara yiyecek olarak
sunulacak katı yiyeceklere “lokma”, sıvı içeceklere de “dem” denir. Cem
toplantısını başlatacak görevli kişiye olan çerağ(çıra-mum) hazırlar. Sonra
ayini yöneten pir ya da dede törende hizmet görecek on iki hizmetliyi görevine
hazır olup, olmadıklarını sorar. Hazır iseler görevlerine başına çağırır. Cem töreni çerağ uyarılması ya da delil
uyarılması adı verilen ritüelle başlar.
Sümer Lagaş şehir
devleti ünlü yöneticisi Gudea uyguladığı ve her yıl periyodik olarak en az
yılda bir defa şehir devleti halkını toplayarak, başkanlığı kendisinin
sorumluluğunda bulunan ama halk arasında oylama yoluyla seçilen Alevilerin
“Dar-ı Didar” dedikleri bir heyet ile halkın huzurunda. Şehir devletinin ve
insanların sorunlarını dinlediği, kimin ne gibi ya da kimin kimle ne sorunu ya
da şikâyeti varsa bunlar dinlenir varsı suç ve suçlu divan ve halk huzurunda
sorgulanır, sorgu ve değerlendirme sonucu anında çözülecek bir durum varsa çöme
kavuşturulur, anında çözülmeyecek gibi bir durum varsa bu konuda alınmış
kararın uygulanması için belirli bir zaman verilir, bu zaman takip edilir.
Böylece bu şehir devletinde çözülmemiş hiçbir sorun kalmadığı gibi kentin
divandan onaylanarak kabullenemediği ne bir suç ya da suçlu bu kent devletinde
barınmasına izin verilmez ve mutlaka kent devletinin dışına çıkarılır.
Sümerlerin bize
bıraktığı bu silindir şeklindeki tablette de Milattan dört-beş bin yıl önce
Sümer'de yapılan törenin hazırlık safhası anlatılıyor
“…Gudea bir dizi
ilahın yardımıyla tapınağı (cem ya da toplantı evi) temizledi...törende (Cem
toplantısı yapılacak) kullanılacak bütün yiyecekler (lokma) adak içkilerini
(dem) ve tütsüleri (çerağ) hazırladı... Bunun ardından tapınağın (cem evi)
gereksinimlerini karşılayacak bir gurup hizmetliyi (on iki hizmetli) atama işine
geçti.”
Sümer tabletinde bu
girişten sonra törende görevlendirilen on iki hizmetlinin adları sayılıyor.
1. Kapıcı (gate
keeper)
2. Kâhya / Değnekçi
(butler)
3. Nezaretçi /Gözcü
(bailiff)
4. Silahtar
(armaurer)
5. Müzisyen /zakir
(musician)
6. Kuşbaz (game
keeper)
7. Keçi
Çobanı/Kurbancı (goatherd)
8. Dalyan Denetçisi
(fisheries inspector)
9. Ulak /Peyik
(messenger)
10. Tahıl Denetçisi
(grain inspector)
11. Mabeyinci
(chamberlain)
12. Arabacı
(coachman)
Alevi Ayin-i
Cem’inde yer alan On iki Hizmetli ‘nin adları şunlar
1. Pir Mürşit
2. Rehber
3. Gözcü
(Yoklamacı)
4. Çerağcı
(Delilci)
5. Zakir
6. Süpürgeci
7. Kurbancı (kimi
bölgelerde Sofracı)
8. Saka
9. Peyik
10. Pervane
(Semahcı)
11. Sucu-Kuyuccu
12. Kapıcı
Eski Çağda Sümer'de
yapılan toplantı ile bugün Anadolu'da halen yürütülen Alevi Cemleri arasındaki
tek fark on iki hizmetlinin kimilerinde görülen farklı isimlendirmeler. Bu
farklılıklar da Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Cem törenlerinde’ on iki
hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen ama çok büyük bir farklılıklar
göstermeyen detaylardır.
Lokma, dem, çerağ
ve on iki hizmetli dışında Alevi Cem töreni ile Sümer töreni arasında bir
benzerlik daha var; Sümer dini törenleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını
verdikleri bir müzik aleti ile müzik eşliğinde yapılırdı. Bugün Anadolu’da
Aleviler’in Cem Tören’leri de müzik eşliğinde yapılıyor. Bu törende kullanılan
müzik aletinin adı herkesin bildiği gibi “bağlama” dir.
Gudea Silindiri 1877
yılında Ernest de Sarzec tarafından Irak’ın antik Girsu kentinde bulunmuş. Bulunan
silindir tablet halen Paris, Louvre müzesinin Eski Çağ-Yakın Doğu bölümünde
sergilenmekte olup müzenin 1512 kayıt numarasıyla sergilenen Gudea silindiri
ilk kez 1905 yılında tercüme edilmiş. Sonraki yıllarda çok sayıda Sümerolog bu
metin üzerinde çalışmış olup metin üzerinde en son ve kapsamlı çalışmayı
Sümerolog Prof. Samuel N. Cramer / Şikago Üniversitesi yapmıştır.
30.11.2017 KONTROL ETWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWWW
O güne kadar yaşadıkları coğrafyada kendi muhtariyetlerini
korudukları ve bundan sonrada Devlet yöneten hükümetlere vergi- işgaliye ödemek
istemedikleri gerekçelerle Safavi’ler tarafından da İnanç olarak kendilerine ve
bölgesel muhtariyetlerine saygı gösterilmesi şartıyla; Osmanlıya karşı
Safavilerin askeri hareketlerine kolaylık sağlamak için Kamaks, Kalesi’ni
askeri bir askeri üs olarak Şah İsmail’e vermeyi kabul etmişlerdir.
1514 de Osmanlı Hükümdarı Sultan Selim orduları Şah İsmail’i
Çaldıranda yenerek Safavileri Anadolu da uzaklaştırmayı başarmışlarsa da
Dersimliler Osmanlı ordularına karışı yörelerindeki dağlık geçitleri ve o
zanlar çok önemli bir askeri üs olan Kamaks Kalesini Osmanlının oraya girmesine
mâni olmak için savunmaya koyulmuşlardır.
Osmanlı Sultanı Selim, Anadolu’yu İran’ın egemenliğinde
çıkarıp Osmanlı egemenliği altına almak için ilk önceleri askeri zor kullanmayı
tasarlamış ve bu amaçla Bıyıklı Mehmet Paşa’yı İran ve Kürdistan Serhatları
Muhafızı unvanıyla Erzincan’a Vali olarak tayın etmiştir.
İdris Bitlisi ’yi yaz….wwwwwwwwwwwwwwwwww
Dersimliler ve bölgede yaşayan tüm Aleviler bir taraftan
Sultan Selimden Himaye gören ve İslam’ın Sünni mezhebinde olan Akkoyunlu
Kürtler diğer taraftan Akkoyunlularla birlikte hareket eden düzenli Osmanlı
Ordularına karşı savaşırken diğer taraftan da kendi aşiretleri arasında
mücadele ediyorlardı.
Sultan Selim; Kürt İdris Bitlis’inin aşiretleri örgütlemesi
ve yönlendirmesiyle bu mücadeleye bir mezhep kavgası görüntüsü vermek istedi.
Sultan Selim; Gerçekte, kendisi gibi Türk olan Şah İsmail’i
ve bu sayede İran’a hükümran olan Safavi Hanedanlığını ortadan kaldırmak
isterken, bir başka amacı da İran coğrafyasında kök salmış Şia’yı yok etmekti. Bu
vesileyle İslam’ın Sünni inancını hâkim kılarak ve bu suretle Osmanlıların
resmi devlet mezhebi haline gelmiş İslam’ın Sünni mezhebinin hakimiyetini
İran’a yaymak ve İran coğrafyasında yaşayan diğer kavimleri de Osmanlı
egemenliğine bağlayarak İslam’ın Sünni inancını kendilerine şiar edinenler olarak
Türkleştirmek istiyordu.
Osmanlı Sultanı Selim’in üstlendiği bu İslami Mezhep
mücadelesi adı altında cereyan eden savaşlarda, silahlı olarak örgütlenememiş ve
yaptığı mezalimler sonucu ismi tarihi kayıtlara “Kuyucu Murat Paşa” olarak
geçen komutanın yönettiği katliamlar sonucu; kimine kayıtlara göre kırk bin,
kimine göre seksen bin Alevi’yi öldürtmüş ve kuyulara doldurtmuştur.
Bu katliamları yaparken de yanına çekmeyi başardığı kendisi
de bir Kürt dini temsilcisi olan İdris Bitlisinin örgütlemesi sayesinden Sünni
İnançlı Kürtlere verdiği kimine parasal, kimine toprak -mal mülklü rüşvet ile
kimilerine de verdiği Seyitlik beratı ile paşa gibi askeri Ünvanlı beratlarla
sağlamıştır.
Bunları yaparken de bölgede yaşayan Kürtlere de bu savaşta
Kürtlerin muhtariyetlerine hiçbir zarar gelmeyeceğini, işin aslının bu
coğrafyada yaşayan insanların yalnızca İran egemenliğinden çıkıp Osmanlı
egemenliğine geçmekten başka bir şey olmadığını beyan ve antlaşma yaparak
taahhüt etmiştir.
Sultan Selim’in bölgede yaşayan önemli bir çoğunluk
sayılabilecek bazı Kürtlerle yaptığı bu antlaşma ’ya Özellikle Dersim
bölgesinde toplu olarak kısmen de silahlı sayılabilecek Aleviler asla
kabullenmemiştir.
Yavuz Sultan Seli, çoğunluğunu Kürdistan bölgesinde
sağladığı büyük bir orduyla Mısır seferini yapmışsa da Dersim bölgesi bu savaşa
katılmayı ret etmiştir.
İdris Bitlis’in bu bölgede ki beylikler arasında yaratmayı
başardığı bu mezhepsel bölünme sayesinde ve Devletin kolluk gücünü yöneten
Bıyıklı Mehmet Paşa’nın Kamaks Kalesine yaptığı saldırılar Osmanlı yönetiminin
başarısı ile sonuçlanmıştır. Bıyıklı Mehmet Paşa’nın emirleri sonucu kale imha
edilerek savaş sırasında teslim alınan kale savunucuları savaş kurallarına
aykırı olarak idam edilmişlerdir.
Geri kalan Kemah halkı Kemah’ı terk ederek Dersim’in başka
yerlerine göç etmişlerdir.
Diğer yanda Yavuz Sultan Selim, bölgedeki Kürtlerle yaptığı
antlaşmaya sadık kalarak Kürt beyliklerinin muhtariyetlerini tanımış, muhtar
yani seçilmiş ya da seçilmiş olarak atanmış Muhtar Konfederasyonu şeklinde
Osmanlı hükümetlerine bağlanmışlardır.
Dersim bölgesinin Alevi ahalisi söz konusu antlaşmayı kabul
etmemiş olmasına rağmen, bilfiil kendisi Osmanlı-Kürt istilasından koruyabilmiş
olduğu için ve bu sırada Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonucu İslam
Halifesi olarak hilafetin Osmanlılara geçmesi üzerine Halife Yavuz Sulatan
Selim Dersim bölgesine karşı olan düşmanlıktan vaz geçmiştir.
Nerede ise barış dönemi sayılabilecek gelişmeler 1540 Kanuni
Sultan Süleyman dönemine kadar devam etmiştir.
Bu tarihten itibaren de Tanzimat dönemine kadar da
Osmanlılar Dersim bölgesine girmeye çalışarak, bu bölgeyi yerli Kürt Vali,
mutasarrıf ve kaymakamlarla idare etmeye çalışmışlardır.
Denebilir ki Dersim bölgesi egemenliği bu dönemde
tamamlanmış sayılıp bağımsız beylikler olarak varlıklarını koruya bilmişlerdir.
1635 yılına gelindiğinde IV. Sultan Murat Muhtar Kürt
beyliklerini tamamen ortadan kaldırmak üzere Erzurum’a bir askeri harekatla
gelmiş fakat Dersim bölgesine kesin olarak nüfus edememiş ama Dersim bölgesinde
silahsız olarak yaşam süren bazı aşiretleri yerlerinden ederek başka taraflara
göç ettirmiştir. Göçler daha çok Anadolu’nun iç bölgeleri olan Dersimin
batısına yapılmış ve asla Dersimin doğu ve güneyindeki Kürtlerin yaşadıkları
bölgelere yönelmemişlerdir.
Bu arada Dersimliler Osmanlı hükümet güçlerini sık sık
olmasa da sürekli rahatsız ederek tedirginlik yaşatmış olarak 1800’lü yıllara
gelinir.
Dersimlilerin Osmanlı hükümetinden yaptıkları rahatsız edici
istekler yüzünden, 1862-1866 yılları arasında Erzincan Ordu’sunun Mareşal
Mehmet Derviş Paşa kendisine bağlı askerlerle Dersim üzerine yürümüş, birçok
çatışma yaşanmış, Osmanlı kuvvetleri ilk yılın kış aylarında yerlerinde ya da
kışlalarına dönmeye, coğrafi konum olarak mecbur kalmıştır.
İkinci ve üçüncü yıllarda yeniden önemli askeri harekatlar
yapılmışsa da bunlar da Mareşal Mehmet Derviş Paşa kuvvetlerinin babasızlığıyla
sonuçlanmış ve Mareşal Mehmet Derviş Paşa’nın komuta ettiği ordu kuvvetlerine
karşı birlikte hareket eden bölgedeki Dersim aşiretleri Osmanlı kuvvetlerinden
çok önemli miktarda savaş ganimetleri ele geçirmişlerdir.
1877-1878 yılları arasında süren Osmanlı-Rus harbinde
Osmanlı ordularının yenilmeye başladıkları sırada, o zamanın hükümeti Dersim
aşiretlerinden yardım isteyerek, kendilerine silah ve cephane verileceği sözü
verilmiştir.
Fakat Dersim bölgesinde yaşayan Alevi aşiretleri bu
taahhütleri yeterli bulmamış, kendilerine muhtariyetlerini sağlayacak istekler
ileri sürmüşlerdir.
Osmanlının egemenlik hükümeti Dersimlilerin bu isteklerini
kabullenmiş gibi tavır takınarak, Osmanlı orduları Baş kumandanı Mareşal Semih
Paşa, Dersim Aşiretlerini Ruslarla çarpışmaya davet etmiş ama Dersimliler ilk
önce kendi istekleri olan bağımsız muhtariyetlerinin Osmanlı hükümetlerince
kabul edilmesini istemekte direnmişlerdir.
Bu istekleri kabul edildikten sonra Osmanlı orduları
saflarından Ruslara karşı savaşa katılabileceklerini bildirmişlerdir.
Karşılıklı bu görüşmeler devam ederken Dersim merkezinde
kendi hükümranlığını sürdürmekte olan Süleyman Ağa’ya bağlı durumda o zamana
göre silah ve teçhizatlı tam donanımlı on iki bin kişilik bir kuvvet Osmanlı
kuvvetleri üzerine aralıksız saldırılar başlatmıştır.
Yine Dersim merkeze bağlı kuvvetli beş Kale’de Dersimli
aşiretlerin kontrolünde idi. Bu kalelerin birinin yönetici Beyi, aynı zamanda
Kozican Kaymakamı olan Şahvsen’e, Semih Paşa bir mektup göndererek Dersimden
kendisine on bir kişilik bir silahlı kuvvet göndermesini rica etmiştir.
Şahvsen Bey, Dersim aşiretlerine bağlı halkın, sınır
komşuları olan Ruslara karşı, Osmanlı kuvvetleri ile iş birliği yaparak Ruslar
ile ilişkilerini bozmak istemediklerini öne sürerek Semih Paşa’nın isteklerini
ret eder.
Zaten bu görüşmeler sürerken Dersim aşiretleri Mazgirt ve
Hozat merkezlerinde bulunan Osmanlılar tarafından terk edilen askeri kışlaları
tamamen yakarak yok etmişlerdi.
Dersim bölgesinde yapıla harekatları cezalandırmak için 1878
yılında Kürt İsmail Paşa Dersim merkezine gönderilmiş ve ilk görüşme Hozat
dolaylarındaki Bağtiyaran aşiretini Osmanlıya itaate davet etmek olmuştur.
Bu çağrıyı reddetmelerine rağmen Bağtıyaran’lılar Hozat’ı
kuşatmış çıkan çatışmalar sonunda mağlup olacağını hisseden İsmail Paşa bazı
aşiretleri ikna ederek, kendi saflarına toplaya bildiği bir tabur askerle
birlik olup kuşatılan Hozat’ı kurtarmıştır.
Sağladığı bu başarıdan cesaret alan İsmail Paşa aynı
kuvvetlerle Bağtiyaran aşireti üzerine yürümüş fakat başarı sağlayamamış
emrindeki kuvvetlerin bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da Bağtiyaran aşiretine
esir düşmüştür. İsmail Paşa’ın yenilmesinden sonra yerine Muhtar Ahmet Paşa
getirilmiş fakat bu paşa da yöredeki aşiretlere karşı başarı sağlayamamıştır.
Bölgedeki Dersim Aşiretleri Kelkit-Bayburt sınırına kadar
Erzincan mıntıkasını da kendi nüfusları altına almak istiyor ve aşiret güçleri
silahlı akınlar düzenliyorlardı. Buna karşılık Ali Şefik Paşa’nın başkanlığında
bir heyet Dersime gönderilir fakat Dersimliler Ali Şefik Paşa’yı ve ekibinin
silahları ellerinden alınıp esir edilirken hükümet yetkililerince de Ali Şefik
Paşa’nın görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle görevinden uzaklaştırılır.
Dersim bölgesinde hükümet güçlerinin başarısızlıkları
sonucu, Osmanlı hükümeti 1893 yılında Mareşal Zeki Paşa’yı bölge halkı ile
Osmanlı hükümeti arasını düzeltmek için görevlendirilir.
Görevlendirilen Mareşal Zeki Paşa, Dersim bölgesindeki
birçok aşiret liderlerine özel hediyeler göndererek onların gönüllerini
okşamayı ihmal etmeyerek, aşiret liderlerini Erzincan’a davet ederek
gönüllerini okşuyor ve Aşiret liderlerinin çocuklarını İstanbul’da özel olarak
kurulan Aşiret Mekteplerine gönderdi ve mekteplerden mezun olanları, yaver,
yüzbaşı rütbeleriyle kendi emrinde bulunduruyordu.
Diğer taraftan Dersimliler bu sükûnet havasından ve
hükümetin gösterdiği hoşgörüden faydalanarak, etki alanlarını genişletmek ve
Mamuret-ul – Aziz ve Malatya yöresini de kendi etki alanı altına almak
istiyorlardı. Dersimlilerin bu duruma yönelik çalışmaları 1907 yılı sonuna
kadar Osmanlı Egemenlik Hükümeti’ni zor duruma sokmuştu.
Dersimli Kureyş’en Lideri Ali Çavuş dört bin kişilik bir
kuvvetle Elaziz de bulunan Osmanlı İdari merkezine sürekli baskınlar yaparken,
Koç, Reşik ve Şemkan aşiretleri de 1907 yılı ortasında, Kamaks ve Çemişgezek
üzerine yürümüşlerdi.
Kumandan Neşet Paşa Harput’ta bu eylemleri önlemeye mecbur
bırakılmış olarak görevlendirdiği Miralay Halis Bey, yedi tabur askerle
birlikte önce Şemkan aşireti alanına girmiş fakat aşiret güçleri geri çekilme
harekâtı gerçekleştirerek, önce Teğer ve Aliboğazı’nı savunma hattı olarak
kullanmışlar ve bu savunma Osmanlı Hükümet kuvvetlerini Değirmen dere yöresine
varınca oldukça güç duruma düşmüş olarak Aşiret güçleri bu dereye giren Hükümet
askerleri yaylım ateşi ile imha etmişlerdir.
Sağ kalan askerler teslim alınmış ve askerlerin silahları
alınarak, çatışmada öldürülen Kumandan Halis Bey’in cenazesiyle birlikte
Hozat’a gitmek üzere serbest bırakılırlar. Bu çatışmadan sonra mevsimin kış
olmasına rağmen Neşet Paşa Elaziz’e dönmek zorunda kalmıştır.
Bu aşiretlerden Kureyş aşireti içinde yakın
hısım-akrabalarım var olup, kimi Kahraman Maraş’ta Göksun de yaşamakta kimi
Balıkesir de kimlik değiştirmiş Sünni olarak yaşam sürmekte kimi ise
Hollanda-Fransa da çağımızın göçmenleri olarak yaşamakta olduklarını biliyorum.
Osmanlı Merkezi Hükümetlerinin, Dersim bölgesi üzerine
yapılan askeri harekatların en önemlisi 1907 yılında başlayan bu harekat
Bölgedeki Aşiretler arasında büyük heyecan yaratmış olarak 1908 yılının Nisan
ayının başlarında Koçan aşiret lideri İdareci İbrahim Ağa, aşiretler arasında
genel bir ittifak sağlamak maksadıyla, ilk önce ezelden beri hasmı olan Karabal
aşireti lideri Kangozade Mehmet ;Ağa’nın evine gidip barıştı ve Batı Dersim’de
var olan diğer aşiretleri de oluşan bu ittifak içine alarak genel bir ayaklanma
hazırlığına başladı.
Bu ittifakın oluşmasına Ferhadan aşireti lideri Alişer
Ağa’nın oğlu Keko Ağa yardım etti.
Merkezi Hükümet kuvvetlerine karşı saldırı planlaması
yapılırken, Hozat merkezde bulunan bir miktar asker kışlamaktayken ilk önce
bunların Hozat ile Soğuksu arasındaki erzak ve cephaneleri ondan sonra da Şavak
yöresinde bulunan jandarma kuvvetlerinin silah ve cephaneleri ele geçirildi.
Ve Hükümet kuvvetlerinin yetkili kişileri görevlerinden
uzaklaştırılarak yerlerine kendi aşiret üyelerinde bazı kişileri bunların
yerine görevlendirdiler.
Bu başarı bölgede bulunan diğer aşiretlerinde Merkezi
Hükümete karşı kurulan ittifakta yer almalarını sağlarken, görevlendirilen
Merkezi Hükümet kuvvetlerine bağlı görevli askerler de Kakper merkezinde bir
karakol yapımını başarmış oldukları halde aşiret kuvvetlerine yenilmiş olarak
Laçin aşiretinin himayesine sığınarak teslim olmuşlar ve silahları alınarak
Hozat’a gönderilmişlerdir.
Bu çatışmalar sürerken Hozat- Elaziz, Hozat-ovacık telgraf
hatları kesilmiş ve Fırat geçit merkezi olan Pertek geçitti ittifak halindeki aşiret
kuvvetlerince zapt edilmiştir. İttifak üyeleri olan aşiret üyeleri genel
ayaklanma durumuna geçmiş olarak Merkezi Hükümet’e karşı koymayan komşu
aşiretlere akınlar yaparken Elaziz’e genel bir saldırı planlanmıştır. Bu
saldırılar sonucu Pülümür de Kocalan aşiret lideri ünlü Bako Ağa Pülümür
merkezini kendi nüfusu altına almıştır.
Bölgedeki bu durumu kendi varlık nedenine karşı yabancı
ülkelerle iş birliği yapıldığını sanan merkezi hükümet yetkilileri durumu
korkunç görerek verdikleri bir emir üzerin, Erzincan da bulunan sekizinci
Tabur’la 26. Süvari Alayı Kamaks ve 25. Piyade Topçu Alayını da Tercan üzerinden
Pülümür’e gönderilirken, Kelkit, Bayburt, Trabzon, Erzurum, Karahisar, Hamidiye
ve Koçhisar yedek taburlarının silah altına alınmaları emrediliyor ve diğer
yedek taburlarına da harekât emri verilmiş, bu taburlar Erzincan’da bulunan
diğer taburlarla birleşerek, Ovacık ve Pülümür aşiretlerine karşı Munzur
dağlarında çatışmaya başlamışlardı.
Haziran ayının başlarında Merkezi Hükümet yetkililerin verdikleri
emir ile Dersim’in kuzeyinde başlatılan bu harekâtı Atıf Paşa kumanda ederken,
Diyarbakır da gelen hükümet kuvvetlerine ait Tabur’da Elaziz ’de bulunan Liva
kumandanı Neşet Paşa Fırkası ile birleşmiş ve 22 Tabur’dan oluşan Merkezi
Hükümet ordusu Elaziz ’den yürüyüşe geçmişti.
Osmanlı Merkezi Hükümetine bağlı bu askeri harekatın, yalnız
Batı Dersim aşiretlerine karşı saldırıyla sınırlı bir harekât olduğu emir ve
bildirilerle bölgedeki diğer aşiretlere bildirilerek ilan ediliyordu.
Dersimin batısında Merkezi Hükümet kuvvetleri ile merkezi
hükümet kuvvetlerine karşı ittifak kurmuş aşiretlere, Dersimin Doğu’sundan
Keçalan aşiretinin dışındaki aşiretler bu çatışmalara katılmadılar.
Batı Dersim de bulunan Ferhat, Karabal ve Koçan aşiretleri
Osmanlı Merkezi Hükümet kuvvetlerine karşı son nefeslerine kadar
çarpışacaklarına karar vererek ailelerini çatışma alanlarının dışında
saydıkları dağlara gönderdiler.
Çatışmaların başlangıcında Ferhat, Karabal ve Koçan
aşiretleri Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı şiddetli bir direnç gösteren
Bergin’i, Surpyan ve Cevizlik mıntıkalarıyla Pertek, Hozat boyunca şiddetli
çatışmalar oldu.
İttifak kuvvetlerinin oluşturduğu silahlı gurupları Kahraman
Ağa oğullarından Keko Ağa yönetirken emrindeki kuvvetlere hayranlık uyandıracak
beceri ve hünerler göstererek Merkezi Hükümet kuvvetlerini Hozat’a
sokturmamıştır.
Keko Ağa yönetiminde teslim alınan Merkezi Hükümet kuvvet
mensuplarının silahları teslim alınırken, Osmanlı askerlerinden biri silahını
Keko Ağa’ya doğrultarak “silahımı sen al Ağa” diye uzatırken tetiğe basmış ve
Keko Ağa’yı vurarak öldürmüştür.
İttifak eden aşiretler bu hazin olaydan sonra geri çekilmeye
başlamış ve bir hafta sonra Osmanlı Merkezi Hükümet kuvvetleri Hozat’ın
merkezine girmiş ve Keko Ağa’yı vuran asker Çavuş rütbesi ile terfi ettirilerek
ödüllendirilmiştir.
Neşet Paşa’ya bağlı Merkezi hükümet ordusu Hozat Merkezine
girer girmez, ittifakla ant içmiş olan Karaballı ve Bağtiyaran aşiretleri liderleri
Neşet Paşa’ya teslim olurlar.
Hatta Osmanlı ordusuna harekât nokta ve geçitlerini
göstererek yardıma başladılar ve yardımların katkıları sonucu 15 Haziran’dan
itibaren çarpışa-çarpışa 31 günde Batı Dersimin en önemli merkezi olan ve o
güne kadar hiçbir Merkezi Hükümet kuvvetlerinin girmediği Tujik (ucu sivri) dağına
varıp o civardaki köyleri zapt ederek, Seyid Rıza’nın köyü olan Ağdat merkezine
ordu karargahını kurdular.
7 Temmuz 1908’dan itibaren ihtiyat ve düzenli birliklerden
oluşmuş 35 Taburluk bir Merkezi Hükümetine bağlı ordu ile bu ordunun emrinde
çalışan Cibranlı aşiretine bağlı süvari alayı tam teçhizatla Batı Dersim’de
hükümete karşı direnen aşiret mensuplarıyla çarpışıyorlardı.
Bazı kayıtlara göre de Merkezi hükümet kuvvetleri olarak 26
Tabur asker, Cibranlı aşiretine mensup bir süvari alayı tam teçhizatı ile 2 dağ
taburu ile bu çatışmaya katıldıklarını yazar.
Çatışmalar boyunca çatışma alanı içindeki köyler insanlar ve
hayvanlarıyla beraber boşaltıldığı için iaşe bakımından Merkezi hükümete bağlı
ordu zorluklar çekiyor bir taraftan da dağlara çekilen ittifak kurmuş aşiret
üyeleri sağdan ve soldan saldırılar düzenliyorlardı.
Merkezi hükümet kuvvetlerine bölgenin dışında gönderilen
cephane ve erzaklar çete baskınlarına uğrayarak el konula biliniyordu.
Çatışmaya katılan aşiretler ailelerini Doğu Dersim bölgesinde
ki aşiretler içine naklederek hükümet ordusuna saldırılarına devam ediyorlardı.
Çatışmaya katılan bazı aşiret ise silah ve cephaneleri kısmen yiyecek
karşılığında trampa ederek, kısmen de hükümet birliklerine arkalarından
gönderilen silah ve erzaklar daha hükümet kuvvetlerine ulaşmadan yolda geceleri
önleri kesilip el konularak temin ediyorlardı.
Diğer yanda bölgede ve ordu içinde de Tifüs salgını baş
göstermişti. Öte yanda ise Pülümür yönüne hareket eden Bako Ağa kumandasındaki
Keçelan, Lolan ve Balan aşiretleri 28 Temmuz’da Danzi ve Harsi mıntıkalarında
şiddetli çarpışmalara girmişlerdi.
Çarpışlar giderek Doğu Dersim Bölgesine yayılmış olduğu için
Heyderan ve Demenan aşiretleri de yardıma başlamışlardı.
Eşkerek dağlarında Merkezi hükümet ordusuna hayli zarar
verilmiş olduğu sırada Trabzon’da yardıma gelen Osmanlı ordusunun baskısı
sonucu aşiret güçleri Heyderan dağlarına çekilmiş oldukları ve yörenin de
geçilmezi çok zor olan bu dağlarda ki aşiret güçlerine erişme imkânı
bulamamışlardı.
Kamaks tarafından gelen Osmanlı askerlerini Kışla denilen
merkezde bulunan su bentlerini yıkan ve çarpışan aşiret mensupları hükümet
kuvvetlerini teslime zorlamış olarak Hozat ve Ovacık yolunu tutarak ordunun
hattını kesmişlerdi.
Zordurum da kaldıklarını hisseden Neşet Paşa aşiretlerle
görüşme teklifinde bulunmuş ve isteklerinin yerine getirileceğini, görüşmeye
katılan bazı seyitler ve aşiretler arasında Keçalan (Kalan) aşiret lideri Halil
Ağa’nın oğlu Nuri aracılığıyla çatışmaya katılan aşiretlere, çatışmalardan vaz
geçmeleri halinde kendilerine taviz verileceğini yeminle vadettiler diyerek,
çatışma halindeki Şemikan ve Reşikan aşiret liderlerini, Koçan aşiret lideri
İdare ibrahim’i ve Ferhadan aşiret liderlerinden Diyap’ı ikna edip Osmanlı
ordusu merkezine götürür.
Kumandan Neşet Paşa görüşmeye gelen aşiret liderleri
vasıtasıyla Seyid Rıza ve Ovacık aşiret liderlerinin de gelmelerini, orduya yol
açmalarını ve meşrutiyet ilan edildiği için artık kan dökülmesinin uygun olmayacağını
bir bildiriyle ilan eder.
Seyid Rıza ve Ovacık aşiretleri bu bildiriye ve davete
karşılık olarak görüşmelere gelmeyeceklerini ve sonuna kadar bağımsızlıklarını
korumaya çalışacaklarını bildirirler.
Seyid Rıza ve Ovacık aşiretlerinin bu karşı tepkisi sonucu
Ferhan’dan aşireti lideri Diyap Ağa da Neşet Paşa’nın yanına dönmez.
Umduğu sonucu alamayan Neşet Paşa kendisine teslim olup,
mahiyetine katılan aşiret mensuplarının yardımı ile ordu merkezini Ağdat ’tan
kaldırıp Hozat yakınlarına götürürken Ali Ağa’yı kurşuna dizdirerek yanında
bulunan diğer aşiret liderlerini de beraberinden götürür.
Fakat yaygınlaşan Tifüs salgını bölgeyi ve orduyu önü
alınmaz bir halde perişan etmiş vaziyette Ordusuyla birlikte Elaziz’e çekilmiş
ama dört gün sonra kendisi bu hastalıktan ölmüş ve yanında getirdikleri aşiret
liderleri de Diyarbakır da bulunan hapishaneye gönderilirler.
Erzincan cephesinde ise Ovacık aşiretleri Erzincan’a hareket
eden iaşeden yoksun, kısmen silahsız ve bir taraftan da hastalıkla mücadele
ederken, hükümet askerlerini takip ediyorlar, yaşanan bu durumun yarattığı her
türlü zorluğuna rağmen hükümet ordu komutanı Atıf Paşa kendisine bağlı
askerlerini Pülümür yöresinde toplamak zorunda kalır.
Ayaklanma hareketleri bölgede umumi bir hal almak üzereyken
hükümet kuvvetlerinden dördüncü ordu kumandanı ihtiyat askerlerinin vazifesini
tamamlamış olmalarından dolayı düzenli ordunun terhisini Harbiye Nezareti’nde
istemeye mecbur olur.
Harbiye Nezareti’nin kararıyla 13 Eylül’de taburlar terhis
edilmeye başlamış, terhis edilmeyen askerler de Erzincan ve Elaziz’e
çekilirken, diğer taraftan Merkezi Hükümet güçlerine karşı ayaklanan aşiretler
arasında da “İhtiyat askerleri arasında emre itaatsizlik baş gösterir.
Özellikle Pülümür çevresindeki askerlerin isyan ettiklerini, ihtiyat
taburlarının terhislerini istediklerini” kendi aralarından yayıyorlardı.
Erzincan ve Elaziz’e çekilen hükümet kuvvetleri gözleyen
isyancı aşiretler de bölgenin kendilerine terk edildiğini bu nedenle galip
olduklarını ve her ihtimale karşı kendilerini savunacak konuma getirdiklerini
güvenerek, Osmanlı merkez hükümet kumandanlığına bir ültimatom göndererek,
tutuklu aşiret üyelerinin serbest bırakılmasını, aksi taktirde hükümete büyük
darbeler indireceklerini bildirirler.
Bu gelişmeler sürerken İsyancı aşiret ağalarından Ferhadan
aşireti lideri Diyap Ağa, tebdili kıyafetle Dersim’den Trabzon’a giderek,
Dersim’e yapılan askeri hareketleri İlgili mevkilere telgraf çekerek İstanbul
nezdinde protesto etmiş ve bunun üzerine İstanbul Merkezi de Diyap Ağa’nın
İstanbul’a bizzat gelmesini istemiş ve Diyap Ağa’da İstanbul’a gitmiş ve
Dahiliye ve Hariciye Nezaretiyle temasa geçer.
Diyap Ağa “bölgedeki hükümet kuvvetlerine bölgede
yaptıklarından dolayı takibat yapılmasını” istemiş ancak İstanbul Merkezi
hükümet yetkilileri de “Meşrutiyet ilan edildiğini bu nedenle zaten her yerde
herkese olduğu gibi bölgede yaşayan insanlarında yasal haklarının kendilerine
verileceğini” söyler ve isteklerinden ısrar eden Diyap Ağa da tutuklanarak
Diyarbakır’a gönderilir.
İstanbul Merkezi Hükümeti bölgeyi ve yaşanan olayları
yerinde incelemek üzere Ferik Ali Paşa’yı ve Devlet şurası üyelerinden Mustafa
Bey’i Anadolu’nun doğu bölgesine gönderir,
Heyet ilk önce Hozat’a gelir yaptığı inceleme sonucu Ferik
Ali Paşa “bölgede görevli ordu komutanı Neşet Paşa harekatının Osmanlı Padişahinin
millete ihanetinin ürünü olduğunu merkezi hükümete bildirdiğini ve İlan edilen
Meşrutiyet döneminde Dersimlilerin her türlü isteklerinin yerine
getirileceklerini bildirir.” Ve Ekim 1908 de de İstanbul’a döner.
Osmanlı-Rus savaşında Osmanlının düzenli ordu kuvvetleriyle
beraber Ruslara karşı savaşmak üzere 1877-1878 yıllarında bölgedeki aşiretlere
Osmanlı merkezi hükümetinin verdiği 20 bin Mavzer, on iki top, üç yüz katır,
beş yüz at, çok sayıda askeri malzeme ve cephane teslim edilmişti, ancak aşiret
üyeleri hem savaşa katılmamış hemde teslim aldıkları silahları merkezi hükümete
geri vermemişler ve bunların bir kısmı İran coğrafyasına bir kısmada bölgenin
dağlık arazinde muhafaza edilmiş olarak bu isyanlar sırasında isyana katılan
aşiretler bu silah ve malzemeyi Osmanlı merkezi hükümet kuvvetlerine karşı
kullanırlar.
1908 yılı sonunda İstanbul’a dönen Ferik Ali Paşa Harbiye
Nezaretine bölgede olup biten ile Neşet Paşa emrindeki ordunun durumunu anlatan
bir rapor sunarken bu mıntıkaya yeniden ordular gönderilmesi gerektiği, bölgede
ıslahat yapılması gerektiğini bildirir.
Bunun üzerine Meşrutiyet hükümeti bölgedeki Ordu
kumandanları ve Elaziz valisiyle haberleşirken olup bitenden de Dersimliler
haberdar olunurken, bölgedeki dördüncü Ordu kumandanlığına da 15 Mart 1909
yılında Müşir İbrahim Paşa tayin edilir.
Bölgeye uygulanacak ıslahat projeleri de uygulanmak üzere
bölge hükümet yetkililerine bildirilir.
Islahat çalışmalarına uymayacaklarını ilan eden Dersimin
Ovacık aşiret liderleri Kamaks ve Erzincan mıntıkasına saldırarak bu
mıntıkadaki köylerin kimini göçe zorlayarak kimine silahlı saldırılar
düzenleyerek ortadan kaldırmaya başlamışlarken;
Kimi kaynaklarca “Sakallı Nurettin Paşa’nın oğlu olduğu
söylenen” İbrahim Paşa, Osmanlı genel kurmayı tarafından iyi eğitim ve talim
görmüş ve mükemmel teçhizatlı, tam kadrolu 9 piyade taburuyla, iki batarya top,
bir süvari alayı ve bir muhabere takımından oluşan kuvvetlere hazırlık ve
hareket etme emri vermişti.
Erzincan’da bulunan yedinci ve sekizinci nişancı taburlarıyla
diğer iki tabur ve Erzurum, Muş, Hozat ve Kızılkilise’de bulunan beş tabur da
harekât için seçilmiş ve 30 Haziran 1909 da Gök’ü de bulunan taburun Pülümür’e
Diyarbakır ve Harput’taki taburların da Dersim’e hareketleri emredilir.
İbrahim Paşa 20 Temmuz 1909 da Erzincan’dan hazırlanan
kuvvetleri bizzat kendi kumandasına alarak, Sultan Seydi istikametinden
Dersim’e doğru hareket eder. Munzur dağlarının Mercan boğazından geçip, Hozat
kumandanlığı vasıtasıyla Dersim aşiretlerine bildirimde bulunarak, yapılmakta
olan askeri hareketlerin yalnız merkezi hükümet yetkililerine karşı çıkan
ovacık aşiretlerine yapılacağını, hükümet kuvvetlerine karşı koymadıkları
müddetçe diğer aşiretlere silahlı askeri saldırı tedbirlerin alınmayacağını
aşiretlere bildirir.
İbrahim Paşa komutasındaki bu ordu on iki saatlik bir
yolculukla ve hiçbir engelle karşılaşmadan ilk önce Mercan vadisinde ki boğazda
geçer ve 22 Temmuz 1909 da Ovacık’ın Hopik mevkiinde ordu karargahını kurar.
Karargahını kuran İbrahim Paşa daha 1877-1878 yıllarında
Osmanlı hükümetlerince kendilerine teslim edilen silah ve teçhizatı ordu
karargahına teslim edilmesini ister. Fakat
aşiretlerden silahları teslim alacak olan İbrahim Paşa’nın ileri karakol
birlikleri bölgedeki Aslan ve Beytan aşiretleri silahlı guruplarınca tuzağa
düşürülerek saldırıya uğramış bazı
askerler öldürülmüş ve aşiretlerden istenen silahlarını
teslim etmeyecekleri İbrahim Paşa’ya bildirilir.
Ve Ovacık köyleri ile aşiretlere bağlı halk tarafından
tamamen boşaltılarak aşiretler dağlara, ormanlara ve vadilere çekilirlerken
kendilerine bağlı önemli silahlı çete birlikleri de İbrahim Paşa komutasındaki
ordu birliklerinin arkasını sararlar.
Mercan boğazından başka hiçbir geçit bulunmadığından,
hükümet kuvvetlerinin arkasından gelen askeri yardım malzemesi, erzak, cephane
ve yardım kollarının orduya ulaşması engellenmeye başlamış olur.
Diğer taraftan Meksudan, Şemikan, Resikan ve diğer
aşiretlerde Hozat ve Ovacık arasında savunma hattı oluşturmuş Diyarbakır ve
Harput’tan Dersim merkezine gelen taburların İbrahim Paşa kuvvetleriyle birleşmelerini
engellenmeyi başarıla bilinirken, Merkezi hükümet kuvvetlerine diğer yollarda
gelebilecek yardam yolları da on beş gün süre ile kontrol altında
tutabilmişlerdi.
Bölgedeki Osmanlı ordu komutanı İbrahim Paşa, Seyid Rıza’nın
babası Seyid İbrahim ve bir diğer Seyid olan Seyid Kasım’a ve bölgedeki
tarafsız diğer aşiret liderlerini ordu karargahına davet ederek büyük bir
ziyafet vermiş ve yemekte Dersimlilerin isteklerini yerine getirecek konuşmalar
yapmış olarak, bölgedeki aşiret ve liderlerinde hükümet güçlerine karşı
girişilen bu silahlı başkaldırı durumuna diğer aşiret mensuplarının müdahale
etmelerini ister.
Yemekli toplantıya katılan aşiret liderleri kendilerine
bağlı aşiret mensuplarının ellerinde bulan pek de işlerine gelmeyen
kullanılamayacak nitelikte ki birkaç yüz silahları kendi aralarından toplayarak
İbrahim Paşa’ya teslim ederlerken “Bizde yardım isteyene hep yardım etme
geleneğimiz gereği ve sizin de İstanbul hükümetlerine karşı mahcup olmamanız için
elimizdeki silahları sizin karargahınıza elden teslim ediyoruz” diyerek ortak
vardıkları mutabakatı sağlamak üzere emrinize uymuş oluyoruz derler.
Sağlanan bu barış görüşmeleri sonucu İbrahim Paşa ordusu 15
Ağustos 1909 da Dersim’den Erzincan’a çekilmiş ve ordu karargahını Pülümür’ün
güneyinde Panceras civarına kurmuş ve daha önceleri görüşmeye davet edilip
fakat bu görüşmeye katılmayan ve hala savunma halinde bulunan Heyderan ve
Demenan aşiretlerini de ikna etmeye çalış ve görüşmeye katılan Heyderan aşireti
liderine merkezi hükümet kuvvetlerine ait 200 katır ve birçok hediyelik eşya
aşiret mensuplarına dağıtılmak üzer hediye verilir.
28 Ağustos 1909 da Ordu Erzincan’a döndüğünde Kamaks ’lı
Sağıroğlu Tahir Paşa Dersimliler ile özellikle Ovacık aşiretlerini ayaklanmaya
teşvik etmek suçuyla yargılanmak üzere Erzincan’a getirilir fakat daha
yargılama yapılmadan Tahir Sağıroğlu intihar ederek kendisini öldürür.
İbrahim Paşa’nın yardımcıları olarak Kurmay subaylardan
Korgeneral Fahrettin Paşa ve Tuğgeneral Basri Paşa görev yapmışlardır.
1912 yılında Kamakslı Sağıroğlu Sabit; Hozat’ta Valilik
yaparken Seyid Rıza merkezi hükümetin temsilcisi olarak gördüğü bu valiyi tanımak
istemeyip yok sayıyor, İttihat ve Terakki partisinin Elaziz ve Erzincan
mıntıkasında uygulamak istedikleri yapılandırma ve yeniden oluş çalışmalarını
sonuçsuz bırakmak için bunlara karşı, kendisine bağlı yöresel ve silahlı bir
harekât gücü oluşturur.
İttihat ve Terakki hükümet temsilcileri hazırlanan yeni
projenin bölgede uygulanmasına hazırlık olarak Vali Sağıroğlu Sabit vasıtasıyla
Hozat’ta jandarma ve milis alayları oluşturarak bölgede merkezi hükümetin
hazırladığı yenilikçi kalkına projelerini destekleyen bölgedeki diğer aşiret
mensuplarını yanlarına alarak Seyid Rıza’nın oluşturduğu silahlı gurubu etkisiz
hale getirmeye çalışır.
Seyid Rıza’nın hazırladığı silahlı kalkışmaya Doğu Dersimde
bulunan bazı aşiretlerde katılır ve hükümet güçleriyle çarpışmaya girişilir ve
merkezi hükümet güçlerine destek veren Boynukara Hıdır Ağa’yı esir alınır.
Bu çatışmalar sürerken İstanbul’daki İttihat ve Terakki
hükümet partisi iktidarda düşer ve bu hükümetin aldığı kararları uygulayan
Hozat valisi Sağıroğlu Sabit Dersimin çatışma bölgesinden çekilir.
İktidarda düşen İttihat ve Terakki Partisi hükümeti yerine
gelen Özgürlük ve İtilaf Partisi Vilayet ile kaza arasındaki idari bölümü
yönetmek için Dersim Mutasarrıflığına Bedirhan Paşazade Mithat Bey’i
görevlendirir.
Dersim bölgesi asilzadelerinden Mithat Bey gibi bir
asilzadenin merkezi hükümet adına bölgede yönetimde ki varlığı ayaklanan ve
ayaklanmaya katılmak üzere hazırlık yapan aşiretleri yatıştırır ve Hozat’ta
Seyid Rıza güçlerince teslim alınan Boynukara Hıdır Ağa’yı serbest bıraktırır.
Birinci Dünya Savaşı1914 yılında başladığında Osmanlı
Hükümeti 1877-1878 yılları arasında ki Osmanlı-Rus savaşı sırasında Anadolu’nun
doğusunda yaşayan bölge insanlarının Osmanlı hükümetlerinden yeterli silah,
cephane iaşe ve taşıma araçları olan Katır ve Atları teslim almalarına rağmen
Ruslara karşı Osmanlı saflarında savaşa katılmadıkları ve savaş bitince de
kendilerine teslim edilen silahları ve malzemeyi iade etmeyip bu silah ve
cephaneleri Osmanlı Sınır komşusu İran sınırlarına kaçırdıklarını bilen hükümet
yetkilileri,
Bir vatani görev veya zor kullanarak doğu bölgesindeki
insanları askere almak için cesaret etmedikleri gibi savaş ilerleyip savaşa
katılan Rus birlikleri Anadolu’nun Doğu bölgesinde bazı vilayetleri istilaya
başlaması sonucu Osmanlı orduları ile Rus ordularının bölgedeki çatışmalardan
bölge halkı büyük zararlara uğramıştır.
Dersimliler ise kendi vatanı saydıkları bölgelerini hem
Osmanlı hem Rus ordularına karşı koruma savunmasına girişmiş olarak savaşın
zararlarından kendilerini korumaya çalışmışlardı.
Savaş uzadıkça Osmanlı Hükümetleri Dersimlilerin bu tutumunu
siyasi hesaplara uygun görmemiş ve her ne pahasına olursa olsun bölge halkını
Osmanlı saflarında savaşa katmak istiyor.
Ve Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa 1915 yılının
İlkbaharında Ağrı’nın dağlık bölgesine giderek, Kürt Hamidiye Alaylarından ve
diğer bazı Kürt aşiret ağalarının oluşturduğu Kürt birliklerinden oluşan önemli
bir askeri kuvveti Allahuekber dağlarının kar fırtınalarında seksen bin
kadarını boğmuş olarak dönmüştür.
1915 yılının yaz mevsiminde Rusların büyük kuvvetlerle
Erzurum cephesinden Osmanlı coğrafyasına saldırıya geçmeleri nedeniyle Enver
Paşa, Dersim Aşiret liderlerini Vali Sağıroğlu Sabit Bey vasıtasıyla Elaziz’e
davet eder fakat Dersim aşiret liderleri bu daveti kabul etmeyip ret ederler.
Ama Talat ve Enver Paşa’lar Elaziz’e geldiklerinde Batı
Dersim aşiretlerinden Kangozade Mehmet ve Zeynzade Meco gibi bazı Aşiret
liderleri bir takım siyasi hesaplar için Vali Sağıroğlu Sabit’in ısrarları
üzerine Elaziz Merkezine giderek, Başkumandan Enver ve Sadrazam Talat’la Batı
Dersim adına görüşme yaparlar. Bu görüşmede Dersimlilerin büyük kuvvetler
oluşturarak savaşa Osmanlı hükümet orduları saflarında katılmaları teklif edilir.
Kendilerinde istenen bu isteğe karşılık Kangozade Mehmet Ağa
“Paşam Dersimliler Alevi’dirler, Hacı Bektaş Veli evlatlarından Çelebi
Cemalettin Efendiye saygıları vardır. Şu hâlde emir buyurup da adı geçen zatı,
cihada sevk ederseniz Bütün Dersimliler onunla savaşa katılırlar ve böylece de
hem biz sizlere karşı mahcup olmayız, hem de paşalarımız memnun kalmış olurlar.
Savaş için biz kendi aşiretlerimize söz anlatamayacağımız gibi, diğer Dersim aşiretlerine
ve özellikle de Seyid Rıza’ya hiç sözümüz geçmez. Yalınız şahsen bize emir
buyuruyorsanız iradenizi yerine getirmeye hazırız.” Der.
Ve Sadrazam Talat Paşa ve Başkomutan Enver Paşa bu görüşmede
memnun kalmış ve toplantıya katılan aşiret ağalarını yüklü paralar verirler.
Bu görüşmeden bir zaman sonra aldığı teklif üzerine o
zamanlar Kırşehir’e bağlı bulunan Hacıbektaş’tan yola çıkan Dergâhın temsilcisi;
Cemalettin Efendi büyük bir debdebeyle Kırşehir’den yola çıkmış ve Sivas
vilayetine gelir.
Sivas’tan etrafına topladığı Alevilerden alaylar oluşturarak
gönüllü subaylar tayın ettikten sonra Dersim’in Seyitlik bakımından Mürşit’i
olup Koçhisar ilçesinin Yalıncak köyünde oturan Ağucanlı Seyit Aziz’e uğramış
ve hep birlikte Koçgiri aşiretlerini ziyaret etmişlerdi.
Koçgiri’liler Alişer Efendinin Rusya’ya iltica ederek Kürt
davası uğrunda çalışması yüzünden kendilerinin Osmanlı Hükümeti nazarında iyi
gözle görünmediklerini ve aşiret liderlerinin ordu tarafından göz altında
tutulduklarını, bu nedenle ilk önce Dersim aşiretlerinin savaşa gererlerse
sonra Koçgiri’lilerin de savaşa katılabileceklerinden şüphe edilmemesinin
Celalettin Efendiye açıklayıp ve onu kandırarak Erzurum’a yolcu ederler.
Bu görüşmeler sürerken Menzil Müfettişliği Kurmay Kaymakamı
Ali Rıza, Erzincan merkezinde subay olan Baytar Nuri’yi Çelebi Cemalettin
Efendiye müşavir tayın eder.
Celebi Cemalettin Efendinin konaklaması için hazırlanan
daire Celebi Cemalettin Efendiye Müşavir olarak tayin edilen Baytar Nuri
Dersimi ’nin anlatımıyla “Kumandanlara yaraşır debdebeli dairenin kapısında
egemenlik hükümetine ait arabalar, özel nöbetçiler ve yaverler vardı.
Ziyaretçilerin arasında Alman Kurmayından bazı kumandanların varlığı da dikkat
çekiciydi. Çelebi Efendi siyasi toplantılara devam ederken, kendisiyle beraber
Erzincan’a gelmiş olan Seyid Aziz de ayrıca mahalleler içinde dolaşarak Alevi
çoğunluğu olan yerlerde toplantılar yapıyor ve Tarikatla ilgili vaaz vererek “Pençe-Tarik”
hakkındaki Alevi düşüncelerini anlatırken halkı “Pence-i Ali Aba Yoluna” davet
ediyor.
Celebi Celalettin Efendi’nin bölgedeki seyahati sürerken
emrine görevlendirilmiş Baytar Nuri Dersimi ’yi çağırır ve “İşittiğime göre,
Kistim denilen köyde Mar adlı bir Evliya varmış, Kürtler bu evliyaya
tapıyorlarmış; bu nedenle ben askeri kumandana söyledim, yarın sizinle gelecek,
siz bu birlikle Azizi, Kürtlerin saldırılarından korumakla görevlisiniz. Söz
konusu “Evliya” olarak tanıtılan şeyin bir ağaç parçasından başka bir şey
olmadığını duydum. İşte Aziz Efendi; “Tarik” adlı bu Evliya adlı ağaç parçasını
yakacaktır.”
Kendisine verilen görev emrine karşılık, olarak Doktor Nuri
Dersimi “Teklif buyurduğunuz be görevi ne yazık ki kabul etmeyeceğim.” Der ve
Celebi Cemalettin Efendi de nedenini sorar. Baytar Nuri Dersim’i de “Efendim,
bu mıntıkadaki Aleviler her yıl ocak ayı sonunda üç gün Hızır Orucu tutarlar.
Geçen yıl aynı mevsimde Balaban Aşireti lideri Gül Ağa beni davet ederek, kendi
köyü olan Hizori yakınındaki Kiştim köyüne götürdü. Çünkü her yıl binlerce
Alevi bu köyde Mar dedikleri Evliyanın evinde aynı günde büyük bir toplantı
yaptıkları için, Gül Ağa’yla bizde toplantı yerine gittik.
Toplantının yapıldığı içine bir iki bin kişinin sığabilecek
büyük bir odanın ortasında büyük bir direk vardı. Bu direkte yeşil sargıyla
sarılmış bir asa asılmış ve asanın sargıdan dışarıda kalan kısmı büyük bir
yılan başı şeklinde görünüyordu.
Buna herkes “Kiştim Mar” yani “Kiştim Evliyası” diyor. Odada
toplanan halk, bir taraftan inleyen seslerle” Huda’ya” yalvarıyor ve bir
taraftan da “Mara” karşı aynı anda huşuyla boyun eğiyorlardı.
Genel bir ağlama baş gösterirken, ben dahi genel heyecan ve
oluşmuş heybetten ağlamaktan kendimi alamamıştım.
Birikmiş cemaat’a göstermek için “Mar’ı” çıkarmağa yetkili
aileden çarpık yarı kötürüm bir zat ortaya gelerek direkte asalı sargıdan
“Mar’ı” “Ya Allah” diyerek çıkarmış ve yarı ayakta yarı yerde secdeye gelerek
Mar’ı insanlar üzerine uzatmağa ve onların tövbe ederek günah işlememelerini
istemişti. Şeyh’in elinde ki Mar bazen uzuyor bazen kısalıyor ve bazen eğri
vaziyetler alıyor; cemaati heyecana getiriyor ve bazen de sahibini yerlere
deviriyor ve Şeyh’in feryatları göklere çıkıyordu.
Binlerce halkın manevi kuvvetinin tam bir merkezde birleştiği
bu anda, ben artık kendimden geçmiştim. Gül Ağa’nın elini tutmuş, karanlık
geceden ve bu karanlık içinde nur fışkıran şiddetli ateşten, halkın coşkun
çığlıklarından şiddetli bir heyecana kapılmıştım.
Böylece saat geçti yüzlerce kurban kesildikten sonra Mar
tekrar yerine konurken tekrar Allaha yalvarmalar oldu ve toplantı dağıldı.
Bu toplantılara katılanlar arasında uzaklardan gelen pek çok
aşiret Liderleri ve mensupları vardı ve Ertesi gün Gül Ağa’dan ayrılıp
Erzincan’a geldim.
Şu açıklamam da gösteriyor ki Kiştim Mar’ı kırmak ve yakmak
aşiretleri rahatsızlığa ve husumetine neden olacağı gibi büyük bir ayaklanma
alevlendirmesi de söz konusu olabilir.
Aşiretler benden nefret eder, beni mazur görmenizi rica
ediyorum.” Der.
Anlatılanları dinleyen Celebi Cemalettin Efendi “Derin-derin
düşündükten sonra bu konuyu Aziz Efendi ile görüşeceğim ve sonucunu sana
bildireceğim.” Der.
Celebi Celalettin Efendi ile Baytar Nuri Dersimli arasında
geçen bu görüşmede ertesi günü aşiretler haber almış “Kistim Mar’ın” tahrip
emrini Aziz efendinin verdiğini öğrenmişlerdi. Bu nedenle Celebi Celalettin
Efendiye karşı beslenen saygı sarsılmış, diğer taraftan da Dersimliler Rus
ordularının galip geleceklerini anlamaları nedeniyle ve Rusları tahrik etmemek
için bu savaşa katılmamak için Celebi Celalettin Efendiye çeşitli mazeretler
gösterme yolunu tutarlar.
Dersimlilerin Osmanlı ordu saflarında savaşa katılmalarına
ve savaşın kaderini etkileyeceğine dair büyük ümitler bağlayan Osmanlı Genel
Kurmayı, bu düşünceyle Celebi Celalettin Efendi’nin müdahalesinde büyük fayda
doğar ümidiyle onu adete bir ordu kumandanı ihtişamıyla geniş yetkilerle
görevlendirerek ve yetkilerini kullanma yetkileri vererek Doğu’ya gönderir.
Bu maksatla gerek Osmanlı ordu merkezinde gerekse Erzurum ve
Elaziz vilayetlerinden Dersim’e yönelik aralıksız propagandalar yapılarak,
meseleye bir din savaşı görüntüsü verilerek, Dersimliler yapılan kutsal savaşa
teşvik ediliyor ve Celebi Celalettin Efendi nasihatlerine uymaları her fırsatta
halka tavsiye ediliyor.
Dersimli Seyid Rıza, Çelebi Celalettin Efendi’nin Dersim
aşiretleri arasına gelmesini dilemişti. Ama Çelebi Celalettin Efendiye tahsis
edilen egemenlik arabası Dersim dağlarında dolaşmaya hiç uygun değil. Diğer
taraftan Çelebi Celalettin Efendi’nin at sırtında yarım saat bile yolculuk
yapmaya sağlık sorunları izin vermez.
Bu nedenle Dersimli Aşiretlerin Erzincan’a gelmeleri için
Çelebi Celalettin Efendi adına Dersim’e haber ve Türkçe yazım dili kullanılarak
bildiriler gönderilir.
Dersimli aşiret liderlerinden Osmanlı hükümetine karşı
mücadele eden Bako Ağa, mahiyetinden bulunan bazı kişilerle Erzincan’ın
Kesmekür köyüne gelerek Çelebi Celalettin Efendi ile görüşmek istemiş ve Çelebi
Celalettin Efendiye Müşavir olarak görevlendirilen Baytar Muhammet Nuri Dersimi
Çelebinin özel kâtibi Sıtkı ile beraber Bako Ağa ile görüşmek üzere Kesmekür
köyüne gönderilirler.
Dersim aşiretlerinden Pülümür’ün Danziğ ve Aşksirek
köylerinde oturur ve kendisine bağlı köyleri bağımsız bir derebeyi gibi yöneten
Kalan aşiret lideri Munzur Ali Ağa’nın amcası Bako Ağa; Birinci Dünya
savaşından önceleri yani 1902 yılında Erzurum yolu ile Osmanlı Devleti’ne
görüşmeye gelmekte olan bir Rus konsolosunu, tutsak alır.
Bu durum iki ülke arasında bir savaş çıkmasına neden olacak
sorunlar yaratır, Bako Aga’nın talep ettiği şartları kabul eden Osmanlı
hükümeti tutsak edilen Rus konsolosunun serbest bırakılmasını sağlar ve
konsolos Osmanlı hükümet yetkililerine teslim edilir.
Erzurum ve Erzincan yöresinde ün salmış Simko Ağa kadar
ünlenmiş Uzun, kaba ve beyaz bıyıkları, gür kaşları, göğüs ve kollarında ki
kılları ağarmış Doğu Dersim adına Celebi Celalettin Efendiyle görüşmeye gelen
Bako Ağa, Celebi Celalettin ve yanındaki heyeti güçlü ve vakarlı bir sesle
selamladıktan sonra;
Zaza diliyle “Doğu Dersimliler adına Çelebi Efendiye hoş
geldin, demeye geldim. Erzincan merkezine kadar gelmek konusundaki arzuma
şansım elvermiyor. Çelebi Efendi çok iyi bilmektedir ki, Osmanlı camilerini
boşaltıp askeri sevkiyat yeri yapmışlardır. Bundan din meselesine önem
vermedikleri anlaşılıyorsa da Çelebi Efendi ile beraber gelen Seyid Aziz, din
ve tarikat meselesini ortaya atarak aşiretlerin maneviyatını bozmuştur. Bu
hareket tarzı tabii Çelebi Efendinin izniyle yapılmıştır.
Eğer Çelebi Efendi aşiretler arasındaki din ve tarikat
meselelerini hal etmek için geldiyse buna teessüf ederim. Şayet savaş için
geldiyse önce bu din meselesinden vaz geçmeli, Seyid Aziz Sivas’a geri
gönderilmeli ve kutsal Cihat atına binerek Dersimi kabul ettiğine dair teminat
vermelidir. Yalnız bu son şart Osmanlı Hükümetine ve Osmanlı hükümetinin
koruyucusu Alman hükümetine tasdik ettirmek şartıyla Dersim harbe katılır.
Bu şartlar yerine getirilir ve savaştan başarıyla çıkılırsa,
o zaman Seyidler bir araya toplanmalı; Ahlak, bağımsızlık ve törelerimize uygun
herhangi bir tarikatı beğenir ve ona uymaya karar verirlerse, biz aşiretler,
koyun ve kuzu sürüleri gibi verilen karara boyun eğeriz.
Şayet bu dediklerimi Çelebi Efendi kabul buyurmazsa başarı
elde edemeyeceğini şimdiden üzüntüyle bildiririm.” Der.
Bu hitabet sonrası Çelebi Efendi emrine Müşavir olarak
verilmiş Baytar Muhammet Nuri Dersimi ’ye Dersimde hangi tarikatlar var diye
sorup, gerekli cevapları aldıktan sonra:
“Yüz yıllar önce büyük dedem Hacı Bektaş Veli, Dersim
yöresine vaaz ve öğüt verici bazı kimseler göndermişti. Bu zatlar büyük dedemin
verdiği talimat çerçevesinde hareket etmiş ve Dersim aşiretlerini ceddim Hacı
Bektaş Veli’ye bağlamaya çalışmışlardı. Fakat bu zatların ölümünden sonra
bunların çocukları her nedense zamanla büyük dedemi unutarak, tamamen
Kürtleşmişler, kendilerine uygun ve akıl ve mantık dışında bir din icat
etmişler ve Dersimlileri de bu inançları peşine sürüklemişlerdir.
Kırşehir’deki Hacı Bektaş Tekkesinin bir bahçemiz var, ben
yılda ancak bir kere bu bahçeye çıkabilirim.
En son çıktığımda bir rüya gördüm, rüyamda büyük dedem bana
göründü ve dedi ki: “Sevdiklerimin ve özelliklede Dersimli müritlerimin başında
bir kara bulut görünmektedir, size emrediyorum: Gidiniz kendilerini
aydınlatınız. İleride hükümetin kendilerine bir kötülük yapması tehlikesi var.
Savaşa katılarak bu kuşkulu durumdan kurtulsunlar!” İşte ben buraya bu emre
göre konağımdan çıkıp geldim.
Şimdi, hem Dersimlileri cihada katılmalarını sağlayarak
karşılaştıkları bu tehlikeden kurtarmak, hem de bazı cahil Seyid ve Dedeler
vasıtasıyla adet edindikleri tarikatı ıslaha ve kendilerini doğru yola sevk
etmek isterim. Bu nedenle, emrim altındaki bir iki alay mürit ve eş ve dostumla
ben daha ileriye, hatta savaş cephesine kadar gidiyorum ve ceddimin batıni emirlerine
göre kendilerini de davet ediyorum.
Ben kendilerine yazdım, sizde yazın ve hatta Dersim’e kadar
gidin. Çelebi Efendi sözlerine ek olarak milli haklarla ilgili Kürt
isteklerinin yabancılar tarafından kışkırtıldığına değinerek, Kürtlerin ne gibi
istekleri varsa bunu savaşın sonunda ileri sürebileceklerini ve Seyid Aziz’in
de Sivas’ geri gönderildiğini söyler. Ve bir müddet sonrada Çelebi Efendi
kendisine bağlı alaylarla birlikte Erzurum’a hareket eder.
Rus orduları karşısında Osmanlı orduları gerilemeye başlamış
ve Osmanlı ordularına katılması istenen Dersimliler ise savaşa katılmadan geri
duruyor bir tarafta da geri çekilen Osmanlı ordularına saldırıp, silah ve
cephanelerine el koyarak, Rus ordularının Dersime girmemesi için tedbirler
alıyorlar.
Bu arada bazı Kürt gurupları da Elaziz vilayetini tehdide
başlamışlardı.
Rus ordularından kaçan Erzurumlu subay ve aileleriyle
birlikte Erzincan merkezine gelen ahali burayı bir mahşer bir kıyamet günü
haline sokmuş halk perişan bir halde sokaklarda feryat ediyor, barınacakları
bir tek oda bile bulamıyorlar.
Erzurum’a dönme kararı alın Celebi Efendi Müşaviri Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ‘ye bir telgraf çekerek konaklamak üzere bir konak
kiralanmasını istemiş fakat 14 Şubat 1916 da Erzurum düşer. Bu durumda Erzurum
da konak bulmak mümkün olmadığından Çelebi Efendi de mahiyetiyle birlikte
Erzincan’a döner ve yerleştirilecek başka bir yer kalmadığı içen, müşaviri Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ’nin konağına yerleştirilir.
Ordu kumandanı Mustafa Kâmil Paşa istifa etmiş ve yerine
Tuğgeneral Vahip Paşa gelir, Çelebi Efendi sağlığının bozulmasından dolayı
Sivas’a dönmeye mecbur olduğunu, girişimlerini orada yapacağını Müşaviri Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ‘nin ise fahri yüzbaşı rütbesiyle aşiretleri barışa davet
etmesi için Dersim bölgesine gönderileceğini Vahip Paşa’ya ilettiğini
bildirerek,
15 Mart 1916 da Sivas’a hareket eden Çelebi Efendiyi
uğurlamak için Baytar Muhammed Nuri Dersimi Çardaklı boğazına kadar eşlik eder
ve ayrılırlarken ede Çelebi Efendi Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘ye “Dersim’e
gidiyorsunuz, büyük dedem Hacı Bektaş size daima yardımcı olsun, sizden çok
memnunum. Dersimlilere selam söyleyiniz, Savaşa katılmadıkları ve gelmedikleri
için memnun kaldım. Bu sözümü gizli tutun ve aşiret liderlerinden yalnız en
güveniler olanlara söyleyin. Sizi Dersime göndermen zorunlu olduğu için
gönderiyorum. Sivas’a gideceğim. Oradan da çok kalmayacağım, Tekke’ye döneceğim
ve arzu ve emellerine nail olmaları için dua edeceğim.” Der.
Rus ordularının Erzurum’u işgal etmesi, Çelebi Efendinin
Tekkesine geri dönmesi özellikle Doğu Dersimliler arasında bir telaş ve
kaynaşmaya neden olur.
Doğu Dersim’in Demenan, Heyderan, Kreşan, Karsan, Alan,
Şeğan, Şuran, Yusufan ve Pilvenk aşiretleri 30 Mart 1916 da on bin kişilik bir
silahlı kuvvetle kısmen Mazgirt, Nazmiye ve kısmen de Hozat, Pertek merkezleri
üzçerine hareketle bu ilçeleri tamamen istila ederek Osmanlı memurlarını
ortadan kaldırırlar, Elaziz vilayetine doğru yürüyerek Kürdistan davasını emri
vaki şeklinde halletmeye çalışırken bütün yöreyi hakimiyeti altına alırlar,
Osmanlı hükümeti taraftarlığı yapan Çarsancak (Karaçor) köyleri yağma edilmiş
ve beyleri Elaziz’e kaçmak zorunda kalırlardı.
Bu harekâtı Haydarzade’lerden Paşa ve Fındık ağalarla
Kureşanlı Seyid Ali idare ederler.
Durumu korkunç gören Üçüncü Ordu Kumandanlığı, Elaziz’i On
birinci Kolordu merkezi yapmış ve askeri tedbirler almıştı.
İkinci Ordu Kumandanlığına Ahmet İzzet Paşa getirilmiş ve
merkez hükümeti Kürt beylerinden Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ziya’yı ivedilikle
Hozat mutasarrıflığına gönderir.
Cemilpaşazade Ziya; Seyid Rıza’yı idaresindeki kuvvetle
Hozat’a davet etmiş ve hücum eden aşiretleri Hozat merkeze girmekten
alıkoymasını isteyerek, kendilerince istemekte oldukları milli isteklerini Osmanlı
ve Rus hükümetlerine bildirmekte serbest ve haklı olduklarını da sözlerine
ekler.
Bölgedeki Kürt ayaklanmasının önlenmesi için Hozat’a görevlendirilen
Zıya Paşa’ya Seyid Rıza’ya güven duymuştu.
Çelebi Efendi’nin Dersim’de asayışı temini ve aşiretlerdin
hükümet merkezlerine saldırmalarının ve işgallerinin önlenmesinde yardımcı
olması için uygun görmesi üzerine , Ordu Kumandanı Vahip Paşa tarafından
huzuruna çağrılan Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘ye savaş sonunda Dersimlilerin
milli isteklerinin yerine getirilmesini ordu adına söz vererek, aşiret
liderlerine örtülü ödenekten verilmesi uygun görülen paranın dağıtılması için
İdari yetkili olarak Dersim’e gitmesi bildirilirken, bu durumu ikinci ordu
komutanlığına bildirdiğini ve “Dersimlilerin hükümet kuvvetlerine
yardımlarından vazgeçtim, bize dokunmasınlar yeter” dediğini Baytar Muhammed Nuri
Dersimi anlatır. Aldığı yeni görev üzerine beraberinde askeri bir birlik olduğu
halde Kamaks, Eğin ve Hosta dağları yönünden Çemişkezek yöresine giderken bir
gece Tekke köyünde konakladığı haberini ve civar aşiretler de bu vesileyle
harek’ten haberdar olurlar.
Ertesi gün Hozat merkezine gitmek üzere Ulukale yöresine
yetiştiklerinde, Koçan aşireti tarafından ablukaya alınmış ve teslim alınırlar.
Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve beraberinde alayı teslim
alan ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ile kirvelik bağları da bulunan Koçan
aşiret lideri Hüseyin Ağa “Dersime ne maksatla geldiklerini ve nereye
gideceğinizi biliyorum ve silahlarınızı alarak, milyonlara bedel meblağın yanınızda
olmasını bildiğim halde el dokundurmayacağım” der, 65 kişilik birliğin
silahlarına el koyarak onları serbest bırakır.
Yoluna devam eden Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve birliği
Hozat’a yetiştiğinde Seyid Rıza olup biteni anlatır.
Koçan Aşiretince el konan Osmanlı ordusuna ait silahların
geri verilmesi için Koçan aşiretinden rica edildiyse de bu rica kabul edilmez.
Baytar Muhammed Nuri Dersimi Hozat’ta Mutasarrıf Ziya ve
Seyid Rıza ile gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra Elaziz merkeze döner ve Vali
Sağıroğlu Sabit ile buluşup valiye Dersimliler hakkındaki düşüncelerini sorar,
Vali Sağıroğlu Sabit “Zor durumdayım, eğer Dersimliler sessizliklerini
korurlarsa, haklı ve akla uygun olan her çeşit milli isteklerini merkezi
hükümete kabul ettirmeğe kefil olduğunu, şeref ve namusuyla vaat ve temin
ederim.” Der.
Durumu idare etmek için tekrar Hozat’a hareket eden Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ve ekibi, Hozat’ın doğu tarafı saldırıya geçmiş aşiretler
tarafından bütünüyle abluka altına almış aşiretlere haberler göndererek,
çapulculuğa meydan verilmemesini ve milli isteklerinin makul bir tarzda ileri
sürülmesinin zamanının gelmiş olduğunu propaganda eder.
Fakat Hozat’ı ablukaya almış aşiretler Baytar Muhammed Nuri
Dersimi ve 65 kişiden oluşan yardımcı alayına haber göndererek “Hozat’ta
çıkmalarını, aksi taktirde, kuşatmaya karşı Hozat’ı savunan aşiretlerle beraber
katledileceklerini” söylüyorlar.
Bölgedeki hükümet temsilcili olarak görevlendirilen Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ve emrindeki alayı ikna edebilmek için bizzat çatışma
cephesinde bulunan Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin babası oğlunu ikna için
Hozat merkeze gelir. Cemilpaşazade Ziya, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin
babasını tutuklamak istiyor fakat Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin hatırı için
tekrar Hozat’a çatışma cephesine gitmesine izin verir.
Mutasarrıf Ziya, Hozat’ı savunan aşiretlere ve Seyid Rıza’ya
özel ödenekten çok miktarda para verir. Yaşanan bu kargaşa nedeniyle Vehip Paşa
Dersim merkezine bir şifreli telgrafla dağıtılan özel ödeneğin parasının harcanmasının
durdurulmasını ve Çanakkale 13. Fırka Kumandanı Miralay Galatalı Şevket
kuvvetlerinin Dersim’e hareket ettiğini bildirir.
Miralay Şevket’in kuvvetleri Elaziz’ varır ve on birinci
kolordu kumandan vekaletini üzerine alarak, beraberinde getirdiği kıtalar,
kolordu kuvvetleri ve bunlara katılan Çerkez alaylarıyla birlikte hareket
ederken kendisine öncülük eden Çarsancak beyleriyle beraber 23 Nisan 1916 da
Pertek ve Çarsancak mıntıkalarına saldırır. Pilvenk aşiretleriyle şiddetli
çatışmalar olur, güzergahı üzerindeki Pertek yöresinde rastladığı aşiret
üyeleriyle çatışmalar sürerken içinde Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin babasının
da ev i bulunan köy yıkılıp, yakılmış ve teslim alınan aşiret üyeleri bölgenin
dışına sürülmüşler.
Şevket ve komutasındaki ordu birliklerinin yaptığı bu
çatışmalar bölgede büyük yankı uyandırmış ve gerek merkezde Ziya ile iş birliği
yapmış gerek merkezi ordu güçleriyle çatışan aşiretler bir taraftan Ordu
merkezine bir taraftan Elaziz vilayetine tehdit dolu protesto telgrafları
çekerek,” yapılan askerî harekât derhal durdurulmadığı taktirde, yönetime karşı
silahlı saldırıya geçecekleri bildirirler.”
Şevket kuvvetlerine katılan Çerkez güçlerinin yörede
yaptıkları bölgedeki aşiretler arasında Çerkezlere karşı büyük bir kin ve
nefret uyandırmış ve aşiretlerle çatışmak için Mercimek Dağlarında mevzi alan
Çerkez Süvari Alayı kuvvetlerinin üzerine, silahlı aşiret kuvvetlerince
şiddetli saldırılar yapılır, büyük bir kısmı kumandanlarıyla birlikte imha
edilirken,
Dersimde başlayan genel ayaklanma üzerine Miralay Şevket
birliklerinin Dersimden çekilmesi emri telgraf emiri ile bildirilirken, sağ
kalan Çerkez Süvari Alayları da Elaziz merkezine çekilmek zorunda kalırlar.
Telgraf merkezi aracılığıyla bu emir hem Seyid Rıza’ya hemde
bölgedeki bütün aşiret liderlerine bildirilir.
Ve bu sefere katılan Erzurum Seyyar Jandarma Taburu da hemen
Kızıl kiliseden çekilerek Miralay Şevket’in birlikleriyle birleşerek İkinci
Ordu’ya katılırlar.
Bu çatışmalarda harap olan yakılıp-yıkılan köylere ve
köylüleri merkezi hükümetçe zarar ve ziyanlarını karşılamak üzere tazminatların
verileceği Vali Ziya vasıtasıyla aşiretlere bildirilirken, Elaziz Valisi Sabit,
bölgede görevli Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi ikinci ordu emrine alınmasını
ve idare bakımından Dersimde kalmasının uygun olacağını istemesine rağmen,
Üçüncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa buna izin vermeyerek Sivas’ın Kangal
merkezinde Üçüncü Menzil Müfettişliği emrinde görev almasına karar verir ve Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ‘nin Dersim’de ayrılmasını ısrarla emrederken, Baytar
Muhammed Nuri Dersimi rahatsızlığını baha ederek Dersim’de ayrılmak istemiz.
İkinci Ordu Kumandanı Ahmet İzzet Paşa, Dersimlileri daha
fazla okşamak ve hükümet ile bölge halkının daha kaynaşmasını sağlamak, oluşan
kargaşanın yatıştırılmasını sağlamak amacıyla aşiret liderlerini ordu merkezine
davet eder.
Dersimli aşiret liderleri bu daveti ret ederler, Vali Sabit
ve Ziya aşiretlere yeniden çağrıda bulunurlar ve bu Israrlara dayanamayan
aşiret liderlerinden bir heyet seçilerek Elaziz’e oradan da karargâh merkezi
olan Gazik yöresine gelirler ve heyetle birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi
’de Ahmet İzzet Paşa’nın aşiret usulü verdiği ziyafette bulunurlar,
Ziyafet sırasında askeri bandolar çalınır, coşkun
muhabbetler sürerken paşalar ile aşiret liderleri birbiri ağızlarına etli
lokmalar sunarlarken, Ahmet İzzet Paşa söze başlar ve “Dersimlilerin milli her
türlü isteklerinin savaş sonunda yerine getirileceğini, Miralay Şevket’in
birlikleri tarafından yakılan köylerin yeniden imarı ve yağma edilen mal ve
eşyanın bedellerinin tazmini için emirler verildiğini, İstanbul Hükümetinin bu
kararları onaylamış olduğunu anlattıktan sonra Dersimlilerin ne gibi istekleri
varsa bundan sonra vali ve mutasarrıflar aracılığıyla doğrudan görüşülerek bu
arzularının yerine getirileceğini ve esasen Dersim’in korunmuş olduğuna her
türlü vergi ve askerlikten muaf olduklarını sözlerine ekleyerek, dünyanın zarar
gördüğünü bu genel savaştan ve onun doğurduğu afet belalardan Tanrı’nın
Dersim’i korunmuş olduğuna şükredilmesi gerektiğini öğütledikten ve Kurmay
Başkanı İsmet Bey’i de ziyaret etmelerini ”söyler.
Yemekli buluşmadan sonra heyet topluca Kurmay Başkanı İsmet
Bey’i ziyaret eder ve İsmet Bey’de İzzet Paşa gibi nasihatlerde bulunduktan
sonra kendisinin de Şamlı ve aşiret mensubu olduğunu söyler.
Görüşmeye katılan aşiret liderleri kendilerine verilen
hediyeleri ret ederken, kendilerine silah ve cephane verilmesini isterler, bu
istek üzerine İzzet Paşa ağalara mavzer tüfeklerinin verilmesini emreder ve
silahlar verilerken “bunları dostlarınıza değil, düşmanlarınıza karşı kullanın”
der ve heyet Dersime döner.
25 Mayıs 1916 da Ruslar Tercan (eşek meydanı) dan Mamahatun
yöresine çok kuvvetli bir orduyla saldırıya başlar, Ahmet İzzet Paşa,
Dersimlileri heyecanlandırarak, Kasım Paşa vasıtasıyla Geki’nin Karer ve Hormek
aşiretleriyle, Pülümür’ün Çarekan ve Kureşan aşiretlerine kolordu kuvvetleriyle
birleştirerek, ilerlemekte olan Rus kuvvetlerine karşı savaşa sokar.
Savaş alanına giren civardaki Alevi köyleri harap olur,
Çarekan aşireti lideri Mustafa ve Hasan, Batı Dersim’e Ğormek ve Karer
aşiretleri de çok perişan bir halde can ve mal kaybına uğrayarak Mazgirt,
Çarsancak ve Malatya’ya göç etmeye mecbur kalırlar.
Bu çatışmalarda büyük bir cesaret ve kahramanlık gösteren ve
Şemdinan mıntıkasında şehit düşen, Kureşan aşiretinden Haydar hakkında kardeşi
Dursun tarafından Zazaki dilinden şu övgüyü söylediği halk arasında dilden dile
aktarılır,
Şemdina, Şemdino Harbe Şemdino,
Durs vano, bra Şa Heyder, sere kxo vadare
Tic biya şyirine tifank erzina,
Xa Paşyren vaho, .na Runb, qenore, ma perodime
Ba devlet ra, mare par vecino
Durs vano, bra, pare tırki perskennay
Fincana kafadi Jao ne şimino
Pane, pane, pane Şa Heyder pana!
Milis taburan miande,
Ze zereci neri, buvane
Drebmetyan e tobi goni şonna,
Bra, deho kemer şane
Şemdino, şemdino, habe yalle!
Mar vano, mayte lace mın bere seka vialle!
Bıko dorme to yar u axyaro kano!
De hore gran, gran bınalle
Pane, panre-panre Şa Heyder pane!
Şemdino, şemdino, habe kare!
Durs vano, biramin vadare şeka fiare (piare)
Maye vano, nad ne, ne ça’e? Şarire bia, mal ü mılke
Lace mın ra bira vare,
Pane, pane… pane Şa Heydar pane!
Diye ağıt söylenmektedir.
Ahmet İzzet Paşa’nın bu çalışması bölge halkı ile Osmanlı
hükümetleri arasında yakınlık ve kaynaşma sağlamış olup, Rus orduları da çok
dağlık ve engebeli olan Dersim bölgesine girmekten vaz geçerek Munzur dağları
sınır olmak üzere 1916 Temmuz başlarından itibaren, bir koldan Mamahatun ve Sansa
deresinden Kamaks, diğer koldan da Kelkit-Bayburt istikametinden Çardaklı
boğazlarına ve Trabzon çevresine hâkim olmak isterler.
İkinci Rus ordusu da Elaziz cephesinden Geği üzerinden
Palandöken dağlarıyla Eşekmeydanını istila ederken, bazı Dersim aşiretleri de
kendilerini ikinci ve üçüncü Rus orduları arasında kurtarmış, savaş anında
ordularının aşiretlerine yapa bilecek saldırılarına karşı savunma halinde
kalırlar.
25 Haziran 1916 da Rus orduları büyük kuvvetlerle Erzincan
üzerinden saldırıya başladıklarını Dersimliler görür fakat yalnızca kendi
yörelerini korumayı düşünüyorlar.
Çanakkale’den gelen Miralay Şevket’ e bağlı Çerkez
birlikleri ile askeri kuvvetlerin daha önceleri Doğu Dersimde yaptıkları kıyım
Doğu Dersimliler arasında önemli bir intikam duygusu uyandırmış, aynı intikam
duygusu Batı Dersimliler arasında da yeniden yayılmış ve Osmanlı Rus savaşının
yarattığı ilk fırsatta faydalanarak yeniden Osmanlı ordu kuvvetlerine
saldırmaya başlarlar.
Osmanlı- Rus savaşı devam ederken Osmanlı kuvvet komutanlarından
Vehip Paşa, Balaban aşireti lideri Gül Ağa’yı davet ederek Balaban aşiret
kuvvetlerinin Osmanlı ordularıyla beraber Ruslara karşı savaşmasını başarır ve
savaş esnasında yaralanan Gül Ağa Ruslara karşı mağlup olan Osmanlı ordu
birliklerinin peşine takılmayı bırakıp Erzincan’a gelir ve 5 Temmuz 1916 günü
de Dersime sığınmaya mecbur kalır.
Osmanlı ordusuna bağlı Üçüncü Ordu merkezi, Peteriç’ten
Erzincan’a oradan da bozguna uğramış bir biçimde Suşehri’ne çekilirken Ruslar
Erzincan’ının kuzeyinden, Çardaklı boğazına inmiş ve 11 Temmuz 1916 da Erzincan
düşer kontrol Rus ordu birliklerin eline geçer.
Dersimliler Osmanlı ordu kumandanlarının kendilerine hile
yaptıklarını ve aşiretleri bu savaşta felaket ve sefalete sürüklediklerini ve
bunun intikamını almak üzer, Rus ordu kuvvetinin saldırıları karşısında Kamaks
boğazına doğru çekilmekte olan 28 ve 36.
Osmanlı Ordu kuvvetleri fırkalarının çekilme hattı Dersim’in Ovacık ve
Gülap aşiretleri tarafından kesilerek, karşı koymaya çalışan Osmanlı subayları
öldürülür ve fırkalar teslim alınarak, askeri teçhizatları ellerinden
alındıktan sonra serbest bırakılırlar.
Erzincan merkeze gelen gönüllü Ermeni birlik
kumandanlarından Gövdinli Murat Paşa ve Rus ordu birlikleri kumandanı General
Lahof, Ermenilerin Osmanlı topraklarından göçleri ve katliamları sırasında;
Ermenileri “kardeşlerimizdir” diye koruyan ve onlara sığınacak yer veren Dersimlilerle
iş birliği yapmasını teklif etmek için Dersimli Alevilere haber gönderip,
“Osmanlı ordularına karşı hep beraber hücuma davet ederler.
Ermeni gönüllü kuvvetleri ile Rus ordu kumandanının bu
davetine Elaziz vilayetinin Koruk köyünden olup, Osmanlı Ordu Alay Kumandanı
göreviyle bulunan Kürt Murat Paşa emrinde bulunan taburuyla birlikte Erzincan
cephesinden Ruslara katılır.
Koçgiri aşiret liderlerinden Alişer Erzincan’a gelip,
Ruslarla Kürdistan üzerine görüşmeler başlatmak üzere yanında bazı Rus
subaylarıyla birlikte Koçgiri yöresine döner.
Rus subaylar Koçgiri aşiret liderleri Alişer ve Haydar’la
görüşmelerde takip edilecek iş birliği ve kabul edilecek stratejiyi tespit
etmek üzereyken, Osmanlı Ordu Komutanlarından Üçüncü Ordu Kumandanı Vehip Paşa,
Alişer ve Haydar’ı ordu merkezine getirterek göz altına alır ve Ruslarla
kurulan bu ittifak ilişkisi kesilmiş olur.
Koçgiri aşiret lideri Alişer efendi, Koçgiri ve Dersim
aşiretlerinin birleşmesini sağlamak, Osmanlı orduları Sivas yöresinden
atıldıktan sonra Kürdistan’ın bağımsızlığını düşünüyor fakat, Koçgiri aşiret
liderlerinin Osmanlı ordu merkezinde gözaltına alınarak, Koçgiri-Dersim ve Rus
orduları ile Gönüllü Ermeni güçlerinin
irtibatlarının kesilmesi sonucu iki yöre arasında Osmanlı ordu kıtalarının
bulunması, Alişer, Efendi’nin planladığını tatbikinin ertelenmesini zorunlu
kılıyor ve umulan ise Rusların Sivas cephesine yönelmiş saldırılarının sonucunu
beklemek oluyor.
Bu dönemde Fırat nehrinin Doğu ve Güney mıntıkaları
bütünüyle aşiretlerin nüfus etkisi altında olarak, Dersim’e bağlı
bulunuyorlardı.
Rus ordu kuvvetlerinin himayesindeki 220 kişilik mevcutlu
Gönüllü Ermeni ve Kazak birliğinin Erzincan’dan gelip Munzur dağlarını aşarak
Ovacık merkezine ve oradan Koçgiri Aşireti yöresine geçmesine Dersimliler izin
vererek yardım ederler.
Bu Ermeni-Kazak -Rus birliği kumandanının, Koçan ve Şemkan
aşiretleriyle, ne görüştükleri Osmanlı hükümet yönetimi tarafından bilinmeyen
esaslar üzerinde görüşmelerde bulunarak gizli kararlar aldıktan sonra
Erzincan’a geri dönmeleri Osmanlı egemenlik ve ordu çevrelerini telaşa
düşürmüştür.
Diğer yandan Ovacık aşiretleri Pulur’daki Osmanlı hükümet memurlarını
kovarak hükümet konağını işgal ederler ve Erzincan’a bağlı yerli bir yönetim
kurarlar, Erzincan yöresindeki köyleri etkisi altına alan aşiretler merkezi
yönetimle tüm ilişkilerini kestirmişler. Ve bu olay Dersim’de büyük sevinç
yaratmıştır.
Rus ordu birlikleri kumandanı Lahof ve Gönüllü Ermeni
kuvvetleri kumandanı Murat Paşa Osmanlı birliklerine baş kaldıran bazı Dersimli
aşiretleriyle yaptıkları anlaşma gereği Fırat Nehrinin Doğu ve Güney
mıntıkasıyla, Doğu ve Batı Dersim de özellikle Ovacık mıntıkalarında Kürdistan
hakimiyeti altında geçici bir siyasi varlık taraflarca tanındığı için Rus
birlikleri bu mıntıkaya müdahaleden vaz geçmişler ve Kürt-Ermeni mıntıkasını
belirlemek ve sınır çizmek üzere, Fırat’ın Güney kısmında Abbasan aşiret
merkezi olan Gırlevik köyünde, Ermeni Garbis’in de katılmasıyla görüşmeler
başlar.
Dersim’in bu bölgesi bugüne kadar üzerindeki Osmanlı
hakimiyetini atmış olduğu sırada, Güney Dersim bölgesi ve Anadolu’nun Güneyinde
varlık sürdüren ve Osmanlı hükümetlerine bağlı tamamı bölgedeki aşiret
mensuplarından oluşan Hamidiye Alayları hem Gönüllü Ermeni kuvvetlerine hem Rus
ordu kuvvetleri karşı intihar saldırılarına devam edeler.
Çarlık Rusya’sında 1917 yılı sonlarında yapılan Sosyalist
Devrim sonrasında Rus ordularının Erzincan’da çekilme emriyle beraber
cephelerde başlayan genel çekilme hareketi sonucu; Gönüllü Ermeni kuvvetlerini
yeni askeri tedbirler almak zorunda bırakır.
Kumandan Lahof ve Rus ordu kuvvetleri 1918 Ocak ayı
itibariyle Erzincan’ı tamamen terk ettiği için, Ermeni Kumandanlarından Murat
Paşa Dersimli aşiretlerle bir antlaşma yapmak ister. Alişer Efendi’nin bu
hususta yaptığı açıklamaya göre Ermeni Komutan Murat Paşa yalnız Büyük
Ermenistan emelini takip eden bir proje teklif etmiş ve Kürdistan’ın özerk ve
bağımsızlığı hakkında ittifaka girmeye çekindiğinden, kendisiyle uyuşarak
anlaşmak mümkün olmamış ve Alişer Efendi Batı Dersime çekilmeye mecbur kalır.
Ermeni Kumandan Murat Paşa, Doğu Dersim aşiret liderlerinden
Keçelen aşiret liderinin kayın biraderinin ağabeyi Abbasan kabilesi lideri
Seyid Aliağazade Hüseyin’i, Lolan aşireti liderlerinden Mehmet, Ali ve
Yusufağazade Keko Ağa’yı aşiretlerin temsilcisi sıfatıyla Erzincan’a davet
ederek Dersimliler adına görüşmeye başlamış ve Ermeni Kumandan Murat Paşa: “Bütün
savaş malzemelerinin ve erzaklarının Ermeni Komitesi tarafından temin edilmesi
şartıyla Dersim’den kendi kumandası altında önemli savaş kuvvetleri
oluşturulmasını ve derhal ortaklaşa Ermenistan-Kürdistan’ın bağımsızlığı ilan
edilerek, oluşturulacak devletin idaresinin kendi nüfusu altında bulunmasını”
gibi bir takım ağır şartlar ileri sürdüğü için toplantıya katılanlar aralarından
uyuşmak mümkün olmamış ve aşiretlerin temsil edildiği heyet Erzincan’ı terk
ederek Dersime dönmüş olur.
Osmanlı hükümet temsilcisi Vehip Paşa aşiret Lideri Alişer
’in Rusya ordu komutanlarıyla görüşmesini hoş görmüş olduğunu söyleyerek,
Alişer’i ve Ovacık aşiret liderleriyle birlikte Suşehri ordu merkezine davet
ederken Ordu merkezinde gözetim altında bulundurduğu Koçgirili Alişan ve
Haydar’ı serbest bırakır.
Fakat Vehip Paşa’nın vaatlerine inanmayan Alişer Ovacık
yöresine döner ve orda kalır.
Daha önce Kangal da görev yapmak üzere Menzil müfettişliği
emrine verildiği Dersim Mutasarrıflığına
bildirilen Baytar Muhammed Nuri Dersimi Kangala gelir ve “ Dersimlileri
bağımsızlık ve ayrılıkçı Kürt davasına yönelterek oluşturulacak bu tür
çalışmalar için, Ordu kumandanlığının emrine rağmen görevliyken, izinsiz, uzun
süre Dersim’de kalmak suçlamasıyla Menzil Müfettişi Abdurrahman tarafından
sorgulanıp tutuklanır, ama Dersim Valisi tarafından Vehip Paşa’ya gönderilen
protestolar ve o sırada Menzil Yaveri
görevini yürüten İzol aşireti mensubu Yüzbaşı Yusuf’un da yardımları üzerine
serbest bırakılırdık tan sonra Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin bu bölgede görev yapmasını sakıncalı gören
Menzil Müfettişliği kumandanlığınca orduya verilen bilgi üzerine, Giresun Bölge
Müfettişliği emrine görevlendirilir.
Osmanlı ordu kumandanı Vehip Paşanın Ovacık aşiretleriyle
görüşmesi Erzincan’daki gönüllü Ermeni kuvvetlerini kumandanı Govdan’lı Murat
Paşa’yı kuşkulandırmaya başlar ve mıntıkasındaki aşiret köylerine silahlı
saldırı düzenleyerek ayrılıkçı silahlı kalkışma başlamış aşiretler aleyhine
propagandaya başlar.
Fakat Erzincan bölgesindeki Alevi köylerini korumak amacıyla
Dersimliler Erzincan yöresine silahlı milisler göndererek, Murat Paşa’ya bağlı
Gönüllü Ermeni kuvvetlerine karşı cephe almaya başlamışlar.
Diğer taraftan Osmanlı ordu kuvvetleri bölgedeki birtakım
aşiretlerle birlikte silahlı milis alayları kurduklarını ve Gönüllü Ermeni
kuvvetlerine saldırı hazırlıklarını öğrenen Ermeniler Erzincan’ı boşaltmaya ve
güzergahlarındaki köyleri yağmalayarak, halkı imhaya başlamışlar.
Gönüllü Ermeni kuvvetlerinin bu saldırı ve imha hareketleri
bölge halkının Osmanlı merkezi yönetimine yakınlaşmalarına ortam hazırlarken,
halkın ordu birliklerine destek olmaları için Palu yöresinde bulunan dokuzuncu
kolordu kumandanı Ali İhsan Paşa: Hasan Lütfi adındaki bir binbaşıyı Doğu
Dersime, Halit adında diğer bir subayı da Batı Dersim’e göndermiş ve birçok
yerel örgütlenmeler kurmuş olurlar.
Bu çalışmalar sonuç vermiş, Erzincan ve Erzurum yörelerini
kurtarmak ve Kazım Karabekir Paşa ordusuna öncülük etmek için Dersimlilerden
önemli kuvvetler seferber edilmiş olur.
Daha önceleri Rus ordu kuvvetleri ve Gönüllü Ermeni
kuvvetleriyle beraber Osmanlı ordularına saldıran bazı aşiret mensupları
Rusların savaştan çekilmesi sonucu sadece Ermeni kuvvetleriyle beraber
bağımsızlık savaşı veremeyeceklerini anlamış olarak Osmanlı hükümetinin gönlünü
destekçileri almak için Kazım Karabekir Paşa kuvvetlerine silahlı milis olurlar.
Ovacık’ta ki Seyid Rıza ise bu durumu tehlikeli bularak,
katiyen razı olmuyor bölgedeki kargaşadan dolayı aşiretlerin tarafsız kalmasını
istiyor ve bölgedeki birçok aşiret Seyid Rıza’nın bu fikrine katılıp hazırlanan
bu girişime katılmıyorlar.
Ama Erzincan mıntıkasındaki aşiretler Ovacık’a Seyid Rıza’ya
temsilciler göndererek, bir hafta içerisinde Dersim’de Erzincan’a yardım
yetişmediği taktirde bütün Erzincan aşiret mensupları Gönüllü Ermeni kuvvetleri
tarafından imha edilme tehlikesiyle karşı-karşıya bulunacaklarını Seyid Rıza’ya
bildirdikleri için, Seyid Rıza kendisine bağlı aşiret mensupları ve Ovacık’ta
yaşayan bazı aşiret lider ve onlara bağlı kuvvetlerle birlikte kendisine gelen
aşiret liderleriyle hareket eder ve 13 Şubat 1918 de Erzincan merkezine Gönüllü
Ermeni kuvvetlerle çatışarak girerler.
Erzincan işgal edildikten sonra, Erzurum’a doğru hareket
eden, Seyid Rıza ile beraber bulunan ve Deli Halit diye tanınan kumandanı,
Seyid Rıza’ya: “Aman Seyidim, Kara Kazım Paşa’dan önce Erzurum’a biz girelim.”
Ve gerçekten de Erzurum’a ilk olarak giren Seyid Rıza kuvvetleri olmuş ve
Bayburt istikametinden Erzurum’a doğru ilerlekte olan Kazım Kara Paşa
kuvvetlerine Erzurum’u terk ederek, Dersime dönerler.
Erzincan ve Erzurum mıntıkaları Rus ve Ermeni kuvvetlerinden
arındırıldıktan sonra, Aldatıldıklarını iddia eden bası Ovacık aşiretleri
Dersim’de yeniden bazı mahalli ayaklanmalara başlayıp bazı yöresel mıntıkalara
akınlar başlatırlar.
Bu ayaklanmalar nedeniyle Osmanlı hükümeti 1919 da Cibranlı
Miralay Halit Bey’e bağlı aşiret alayı kuvvetleri mahalli ayaklanmaya
kalkışanların üstüne gönderir.
Dersimli aşiretler gerek Alay Kumandanı Miralay Halit Bey’in
şahsına ve gerekse emrindeki yakınlarına karşı iyi niyet göstererek, Alay
hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, Ovacığa ulaşır. Ve Ovacık’ta Osmanlı
merkezine bağlı yeniden bir Kaymakamlık kurulur.
Bu olay Osmanlı hükümetinin dikkatinde kaçmaz ve Kumandan
Halit Bey’in Alayı Merkez orduyla birleşmesi için geri çekilir.
Mondros mütareke görüşmeleri sürerken Koçgirili Mustafapaşazade
ile birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi İstanbul’a gelir Kürt Teali
Cemiyetine katılırlar. O zaman, Kürt Teali Cemiyeti ve Devlet Şurası Başkanı
Seyid Taha’nın oğlu Seyid Abdulkadir aşiret gençleri arasındaki milli kaynaşma
sağlayarak yerli ve yabancı siyasi heyetlerin dikkatini çekmeye çalışmak için
milli hakları için çalışmalara başlarlar.
Yapılan bir genel toplantıda gençler “Kürdistan bağımsızlığının
ilanına karar verilmesini ve Kürdistan’da bundan sonra bir tek yabancı kuvvet
kalmamasını” isterler. Fakat Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdulkadir,
bu gençlerin isteklerine karşı çıkarak, ülkenin bu kötü zamanında ülkeye yeni
bir darbe indirmeyi doğru bulmaz ve bu konuda başarıda sağlanamaz iddiasıyla
karşı çıkarken de Osmanlı hükümetlerinin Osmanlı Padişahına bağlı özerk bir
Kürt yönetiminin kurulmasına rıza gösterdiklerini bildirir ve Osmanlı
vaatlerinden vaz geçtikleri takdirde, Kürt ulusunun bileğinin kuvvetiyle
hakkını almaya muktedir olduğunu söyleyerek toplantıya katılan gençlerin milli
gururlarını okşar.
Gençlerin Kürdistan’a giderek cemiyetimizin programı
dahilinde örgütlenme yapmasını tavsiye eder ve Amerika Birleşik Devletleri
Başkanı Wilson’un Prensiplerine göre Kızılırmak’a kadar uzanan ve Kürdistan
Vilayetleri ’nin büyük bir kısmını
içerisine alan “Büyük Ermenistan” yaratılmasına asla razı olmayacağımızı
ve Sevr Antlaşması gereğince Kürdistan’ın bağımsızlığının savunulması değil
ancak bir Osmanlı vilayeti şeklinde bir fikirden yana olduğunu bu nedenle
Ermenistan ile ortak bir Kürdistan
fikrine de asla taraftar olunmaması gerektiğini ileri sürer.
Meclis üyelerinden İstanbul Polis Müdürü Dersimli Miralay
Halil’in katılmasıyla Seyid Abdulkadir’in başkanlığında yapılan bir başka
toplantıda bazı gençlerin örgütlenme yapmak için Doğu vilayetlerine
gönderilmelerine karar veriler. Dersim-Sivas-Koçgiri ilişkilerinin
sağlamlaştırılması İstanbul’da bulunan Dersimli Binbaşının Eğin Kaymakamlığına
ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin de Sivas aşiretleri Veterinerliğine
atanmaları uygun bulunur ama Binbaşının atanması Harbiye Nezaretince kabul
edilmez, Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ekim 1918 de alınan bu karar gereğince
İstanbul’dan ayrılarak görevli olarak Koçgiri merkezine gelir.
Bu sırada Ümraniye Nahiyesi müdürü Koçgirili Mustafa
Paşazade Alişan Bey dir ve yapılan görüşmelerden sonra ilk iş olarak Koçgirili
aşiret liderlerinin Dersim’e giderek oralarda örgütleme yapmalarına karar alınırken,
Sivas merkezde bazı Fransız subay ve sivil kişilerinin halk arasında dolaşmakta
oldukları haber alınmış ve bu haber aşiretler arasında genel bir kaynaşma ve
heyecan uyandırmış olarak bölgede bir kararsızlık havası estirmeye başlatır.
Dersim’de Alişer örgütlenme yapmaya devam ederken Baytar
Muhammed Nuri Dersimi de Zara-Divriği-Kangal- Hafik ilçeleri arasında temaslara
geçerek Ümraniye-Beypınar- Celalli-Sincan-Hemo-Zımara ve Domurca nahiyeleri
merkezlerinde birer “Kürdistan Teali Cemiyet’i” şubesi açarak halk arasında
kuvvetli bir milli dayanışma meydana getirmeyi başarmak istenirken, Halk bir
taraftan yapılan bu örgütlenmeyle, diğer taraftan da Erzurum’da bulunan Kuvayı
Milliye Lideri Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle ilgileniyor.
Mustafa Kemal Paşa kendisiyle iş birliği yapmak için Erzurum
da bulunan Kürdistan Beyleri ve Aşiretlerinde kuvvetli bir destek almayı başarır.
Mustafa Kemal Paşa Erzurum’dan Sivas’a geçmek için
Erzincan’dan geçerken Dersim ve Koçgiri aşiretlerinden bazılarının kurdukları
örgütlerden haber almış, bu çalışmalardan kuşkulanan Mustafa Kemal Paşa bazı
güvenlik tedbirleri almış olarak Çardaklı boğazından Zara ve Sivas’a geçmiş ve
Sivas Valisi Reşit Paşa vasıtasıyla Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi ve örgüt
arkadaşlarını Sivas’a gelmesini ister. Bu davete Baytar Muhammed Nuri Dersimi
’den başka aşiret liderlerinden sadece Alişan Bey katılmış, Sivas Sultani
Mektebi’ni kendisine merkez yapan Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkan Alişan
Bey’e her ne kadar ne amaçla çalıştığınızı biliyorsam da bunu bir defa da
bizzat sizden duymak istediğini belirtir.
Alişan Bey; “ Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un
Prensipleri ’ne dayanarak, Doğu Vilayetleri ‘nin Sivas’ın Kızılırmak sınırına
kadar Ermenistan’a verildiği ve Kürtlerin haklarının dikkate alınmadığı, ve bu
nedenle Kürdistan topraklarında Kürt çoğunluğu bulunan yörelerde nüfus miktarı
tespit edilmek üzere, Osmanlı egemenliğine bağlı bir Özerk Kürdistan
yönetiminin kurulması için, siyasi heyetlerin görüşünü almak doğrultusunda çalışmalar
yapmaktan başka bir amacımızın olmadığını” bildirir.
Mustafa Kemal Paşa bu beyanlara karşılık olarak “Wilson
Prensipleri ’nin Doğu Milletinin azim ve iradesi karşısında paçavraya döndüğünü
ve yırtılıp atıldığını” beyan ettikten sonra kendisiyle “derhal Dersim
temsilcileri sıfatıyla iş birliği yapmalarını ve ileriye doğru hareket etmeleri
gerektiğini teklif ettikten sonra, “Sizlerin İstanbul’da Devlet Şurası Başkanı
Seyid Abdulkadir’den aldığınız direktif doğrultusunda örgütlenme yapmakta
olduğunuzun farkında olduğunu ve ne yazık ki, Seyid Abdulkadir’in Ferit Paşa
hükümetine alet olduğunu ve bir İngiliz uşağı konumuna düşmüş olduğunu” da
sözlerine ekledikten sonra “ Kara Kazım Paşa’dan aldığı bir telgrafla, İngiliz
casuslarından Binbaşı Noel’in Malatya’ya gelerek Ferit Paşa hükümeti tarafından
gönderilen Bedirğanaki ve Cemil Paşa
ailelerinden bazı kimselerle birlikte
Elaziz Valisinin de adı geçen casuslarla işbirliği yaptıklarını ve Sivas
Kongresi üzerine Kürt aşiretleri tarafından saldırı planlara yapılmakta
olduğunun bildirildiğini,” Alişer Bey’e söyler. Ve “Bölgede yaşayan halkın
Ferit Paşa hükümetinin bu planına oyuncak olmayacaklarından emin olduğunu,
Erzurum Kongresinden bütün Kürdistan’ın Kuvayı milliye ve yardım edeceğine dair
söz aldığını ve işte bu nedenle özellikle Doğu Vilayetlerini temsil etmekte
olduğunu” söyledikten sonra görüşme odasından ayrılır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri
Başkanı Wilson tarafından yapılan açıklama üzerine Ermeniler Anadolu’da Adana
Vilayet ’inde itibaren içine Kürdistan coğrafyasını da alan ve Kafkasya’ya
kadar uzayan geniş topraklar üzerinde bir “Büyük Ermenistan” Devleti
kurulmasını istiyorlar.
Bu nedenle Paris’te toplanan Barış Konferansı, Kürt ve
Ermeni istekleri hakkında bir çözüm şekli bulmak üzere Noel adında bir İngiliz
yerinde araştırma yapmaya bölgeye gönderilir.
Eylül 1919 da İngiliz görevli Binbaşı Noel Birecik
istikametinden bahsi geçen bölgeye girerek bölgedeki bazı Kürt ve Ermenilerin
ileri gelenleriyle temasa geçmiş ve nüfus sicillerinin tespiti için bazı
yollara baş vurur. Malatya’ya
yetiştiğinde Malatya’dan daha ileriye gitmesine Mustafa Kemal Paşa’nın silahlı
kuvvetlerinin engel olması üzerine, araştırma gezisini yarıda bırakarak Paris’e
dönmek zorunda kalır.
Bölgede hareketlenen gelişmeler üzerine artık İstanbul’daki
Kürdistan Teali Cemiyeti Merkezi’yle bölgede ki ayrılıkçı hareketleri
örgütlemeye çalışan aşiret ve görevli kişilerin irtibatları kesilmiş ve kendi
milli menfaatlerini sağlamak için mahalli tedbirlere başvurulmaya başlanmış
olur.
Bölgede yapılan faaliyetler arasından da Alişan Bey’in Sivas
vilayetinden mebus adayı gösterildiği bildirilirken bölgedeki bazı ayrılıkçı
aşiretler ve kişiler arasında aykırı akımlar, aşiretler arasında ikilik
doğurmuş ve “bazı çıkarcı kişiler Para ve rütbeye kapılarak yeni kurulacak olan
Türk hakimiyetini desteklemek için Mustafa Kemal Paşa’nın lehinde propaganda
yapmaya başlar.” Diye gizliden gizliye halkın kulaklarına fısıldamalar başlamış
olur.
Koparılan bu yaygara nedeni ile oluşacak tehlikeyi önlemek
için Alişan Bey Sivas mebusluğu adaylığından çekilirken, Baytar Muhammed Nuri
Dersimi de Mustafa Kemal’in başkanlığındaki “temsil heyeti hükümetine”
katılmayacağını Sivas vilayet mektupçusu Divriğili Ayanbeyoğlu vasıtasıyla
temsili heyete bildirir.
Niçin katılmadığı Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye
sorulduğunda: cevaben “Dersimdeki örgütlerimizin son derece kuvvetli oluşu
umutlarımızı arttırmıştı.” Der. Ve Dersime giderek babası ve Seyid Rıza’yla
görüşür, “Alişer Beyle iş birliği yapmalarını sağladıktan sonra Ovacık
halkından bazılarının yardımını alarak Koçgiri ’ye döner.
Örgütlenerek sağlanan bu tür çalışmalar bölgede büyük bir
kaynaşma sağlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan Muhtariyetinin kabul edilmesi
isteği ileri sürülür.
Oysa Kürdistan mebusları İtilaf Devletine bir telgraf
çekerek, “Türklerden ayrılmayacaklarını” bildiriyorlardı.
Kürdistan Mebuslarının “Türklerden ayrılmayacağız”
bildirimine karşı olarak, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ve arkadaşları
Dersimliler adına ayrıntılı bir rapor hazırlayarak “Kürdistan Mebuslarının
Türklerden ayrılmayacağız” iddiasını ret ederek ve tekzip etmekle beraber
bağımsız bir Kürdistan kurulmasını isteyerek” Kürdistan Teali Cemiyeti
vasıtasıyla İtilaf Devletleri Temsilcilerine gönderirler.
Dersim’den Kangal-Zara yöresine dönen Baytar Muhammed Nuri
Dersimi; Ginniyan Aşiret Lideri Murat Paşa’nın Kürt Teali Cemiyeti örgütünün
bölgedeki çalışmaları hakkında Zara kaymakamlığına detaylı bilgi verdiğini
öğrenir.
Baytar Muhammed Nuri Dersimi bu ihanetin yapıldığına ilişkin
kuşkularını “Zara Kaymakamının benden bazı açıklamalar istemesi ve Dersim’e
yolculuğumun nedenini vilayete resmen bildirdiği kuşkusunu kuvvetlendirmişti.
Zara Kaymakamı’nın Vilayete verdiği bildiride; örgütümüzün gizli konularına ilişkin
bilgilerin bu örgütün kurucu üyelerinden Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa
tarafından verildiğine de işaret olunmuştu. Bu nedenle artık Murat Paşa’ya
karşı dikkatli davranmaya ve ancak idareten ilişki içinde bulunmaya karar
vermiştik” diye anlatır.
1920 yılında Sivas ili Kangal ilçesinin Yellice
Nahiyesindeki Hüseyin Abdal Tekkesinde önemli bir toplantı düzenleyen Baytar
Muhammed Nuri Dersimi toplantıya katılan Canbegan, Kurmeşan ve diğer aşiretler
ile altı yöredeki bütün aşiret liderleri katılırlar yapılan görüşmeler
sırasında toplantıda bulunanların hepsi ant içerek,
10 Ağustos 1920 de İtilaf Devletlerinden İngiltere-
Fransa-İtalya- Japonya-Ermenistan- Belçika-Yunanistan-Hicaz
Krallığı-Polonya-Portekiz-Romanya- Sırp-Hırvat ve Sloven Krallığı-Çekoslovakya
ile Mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Sevr Antlaşmasının
uygulanmasını ve Diyarbakır, Van, Bitlis Elaziz-Dersim-Koçgiri mıntıkalarını
içine alan bağımsız bir Kürdistan kurmayı başarmak için silaha sarılmaya ve bu
uğurda sonuna kadar savaşmaya tam ittifakla karar verirler.
Alınan karar gereğince Kürtler, civar merkezlerden cephane
topluyorlar, Dersim’den gelen son raporlarda muntazaman örgütlü kırk beş bin
kişilik bir aşiret kuvvetinin Batı Dersimde hazır bulunduğunu ve bu harekete
Doğu Dersim kuvvetlerinin de katılacağı bildirilirken, Elaziz merkezinde de
Kürdistan Teali Cemiyeti Şubesi’nin oluşturulduğu bu bölgelerin her tarafından
Milli heyecanın çok yüksek olduğu bildirilir.
Sivas yöresinin Doğu ve Kuzey bölgelerinde Aleviler tamamen
hakimdirler ve Temmuz 1920 de Mısto’nun kumandasında oluşan birlikler Zara’nın
Çulfa Ali adlı askeri karakola baskın yaparak karakola bağlı askerleri esir
alırlar. Bu nedenle Merkezi hükümet Sivas ve Erzincan’dan Kangal ve Zara
merkezlerine cephane sevk ediyor ama Misto komutanın emrindeki kuvvetler
karakollara hücum ederek gönderilen cephanelere el koymaya devam ediyor.
Ağustos 1920 de Jandarma komutanı ve Refahiye ilçesinin
Şadiyan Aşiret Lideri Paşo, emrine aldığı önemli bir kuvvetle hareket ederek,
Merkezi ordu birlikleri için Kuruçay’a gönderilmekte olan silah ve cephaneye el
koymuş, askerleri esir almış ve bu başarısından dolayı da Refahiye İlçe
merkezini işgal etmiş, kendisini de o yörede resmen Aşiretler Milli Kuvvetleri
komutanı ilan etmiştir.
Bu duru korkunç gören Sivas Valiliği, Ankara’dan aldığı
talimata göre, bölgedeki durumu düzeltmek amacıyla, Koçgiri Aşiret Lideri
Alişan’ı Refahiye- Kaymak vekaletine ve kardeşi Haydar’ı da Ümraniye Nahiye
Müdürlüğü’ne tayin edildiği ilan edilmişti.
Genel duru yakında incelemek için yeniden Dersim’e gitmek
gereği duyan ayrılıkçı güçlerin temsilcileri arasında doğrudan doğruya siyasi
bir tutum içine girerek Kürdistan’ın bağımsızlığını resmen ilan etmek
isterlerken Dersim’deki silahlı güçlerini istedikleri anda harekete geçecekleri
konusunda kesin bir inanca sahip olup, sonuçta Alişan Bey’in Dersim’e giderek
durumu tespit etmesi ve mahallinde yapılacak programa göre hareket edilmesinin
daha uygun olacağı, bu nedenle Koçgiri ’den yapılacak hareketin bütün Kürdistan
da destek göreceği kararlaştırılır.
Ayrılıkçı silahlı gruplar bu kararı alırlarken, 20 Ekim 1920
de Dersimden hareket eden bir silahlı grup kuvveti; Giresun’dan Eğin’e gelmekte
olan Merkezi hükümet kuvvetini Kuruçay ilçesinin Kamko yöresinde kuşatmış ve
cephanelerine tamamen el koyarlar.
Alişan Bey, Refahiye Kaymakam vekili olması sıfatıyla Dersim
kuvvetlerini takip edilmesini bahane ederek, yüz kişilik bir birlik
Kuruçay-Kaymak’tan Dersim’in Ovacık yöresine girer.
Buradaki aşiretler Alişan Beyi iyi niyetle kabul ederler.
Çünkü Bağımsız Kürt Devleti kurmayı amaçlayan örgütünün merkezi Ovacık’tı ve
Ovacıklılar Alişan’ın Kürt Milliyetçisi olduğu biliyorlar ve Alişan Bey’in
yanlarına gelmelerinden faydalanarak, Kürdistan’ın bağımsızlığı davası uğruna
canlarını fedaya hazır olduklarını bir defa daha tekrarlayarak antlarını
yenilerler.
Yanına aldığı aşiret liderleriyle beraber Alişan Bey
Ovacık’tan Hozat yöresine gitmiş ve oradaki aşiretlerle görüşür, Hozat,
Çemişgezek aşiretleri ile genel bir toplantı yaparak, Kürt Milli Kurtuluş
hareketlerinde birlik olduklarını, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilana hazır
bulunduklarını, Batı Dersim’den kır beş bin kişilik muntazam bir kuvvetle
örgütlendiklerini ve Doğu Devrimlilerin de aynı oranda yardımda bulunacaklarını
bildirirler.
Yapılacak bu hareketi takiben bütün Kürdistan’ın elbirliği
yaparak ayaklanacağından emin olduklarını söylemiş bulunan bu aşiretlerin
oluşturduğu Milliyetci toplantısının üyeleri Alişan’a güven verirler.
Bu kararlarından dönmeyeceklerine dair de Dersimlilerin Seyid
zümresi, adetlerine uygun olarak, Zülfikar Murtaza ve parçalayarak niyaz
makamında yedikleri elma üzerine yemin ederler.
Hozat aşiretlerine güvenmeyen Seyid Rıza bu toplantıya
katılmamış ve Ovacık aşiretleriyle kuvvetli bir birlik kurmakla yetinir.
Alişan Bey’in de bulunduğu Hozat’taki toplantıda yapılan bu
ittifak sonucunda, Ankara Hükümet’inden aşağıda yazılı sorulara karşılık
istenmesine gerek görülerek,
Kürdistan muhtar yönetimini kabul eden İstanbul Egemenlik Hükümeti’nin
bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de resmen kabul edip
etmeyeceğinin açıklanması.
Kürdistan muhtar yönetimi hakkında Mustafa Kemal
Hükümeti’nin görüşünün ve aldıkları kararların hangi noktada ve ne olduğu
konusunda Dersimlelerse acele cevap verilmesi.
Elaziz, Malatya, Sivas ve Erzincan bölgeleri
hapishanelerindeki Kürt tutukluların hemen serbest bırakılması;
Kürt çoğunluğun bulunan bölgelerde Türk Cumhuriyeti Devleti Hükümetine
bağlı memurların çekilmesi,
Koçgiri bölgesine gönderildiği haber alınan askeri
birliklerin derhal geri alınması 15 Kasım 1920 de Ankara hükümetinden
iletilmesi istenen ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin babası İbrahim Efendi
tarafından yazılan bu nota metni Abbasan Aşireti lideri Meço Ağa tarafından
Dersim mutasarrıfı Rıza’ya verilirken; Meço Ağa mutasarrıfa hitaben “Bu
isteğimize 24 saat zarfında cevap gelmediği taktirde parmaklarımla senin
gözlerini çıkarırım” diyerek mutasarrıfı tehdit eder.
Mutasarrıf o gece Dersim merkezini terk ederek, Elaziz’e
giderek durumu Ankara hükümetine bildirir. Ve bu amaçla Ankara hükümeti Elaziz
’den Dersim’e bir heyet göndererek bu heyetin aşiretlerin isteklerinin kabul
edileceği bildirilir, fakat Dersimliler heyeti tehdit ederek Dersimden kovarlar
ve Ankara hükümetine;
Elaziz vilayeti vasıtasıyla Ankara Büyük Millet Meclisi
Riyasetine hitaben;
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır-Elaziz-Van ve Bitlis
vilayetlerinde Bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor, bu teşkil
edilmelidir, aksi takdirde bu hakkı silah kuvvetiyle almağa mecbur kalacağımızı
beyan eyleriz.”
25 Kasım 1920
Batı Dersim Aşiretleri Liderleri
Ankara hükümeti bu telgrafa yazılı olarak karşılık vermez ve
Elaziz Vilayeti aracılığıyla bölge insanının taleplerine hak verdiklerini ifade
ederken, Sivas bölgesine askeri yığınaklar yaparken Dersim dağlarına da
şiddetli karlar yağmaya başlamış olduğundan dolayı ayrılıkçı grupların Ankara
hükümetine karşı ayaklanma başlatmasını imkansızlaştırmakta olup, silahlı
ayaklanmanın ilkbaharın sonlarında yapılması gerektiğini Dersimliler Kürt Teali
Cemiyeti Merkezine bildirirlerken Malatya’nın Arapgir İlçesi yöresinde Dırejan
ve Atma aşiretleriyle, Divriği dağlarındaki Parçikan aşiretleri de bu Millî
harekete katılacaklarını vadettikleri bildirilir. Fakat arada geçen zaman
sonucu aşiretlerin vadettikleri milli harekete katılmazlar.
Ayaklanmaya katılan silahlı gruplar Dersim’de Kürdistan’ın
bağımsızlığını ilan edip, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilerek oluşturdukları
silahlı kuvvetleri Erzincan- Elaziz ve Malatya doğrultusunda Sivas’a doğru
hareket ederek Ankara hükümetinden resmen Kürdistan’ın bağımsızlığının
tanınmasını isteyecek ve Ankara hükümeti bu isteği kabul etmek zorunda kalacak
inancında hem fikir olurlar, çünkü planladıkları istekleri silah kuvvetiyle
desteklenmiş olarak örgütlenmişlerdi.
Kürdistan’ın bağımsızlının ilanı ilk adım olarak atıldıktan
sonra bütün Kürdistan’ın kendileriyle iş birliği yapacaklarına asla şüphe
etmiyorlar ve diyorlardı ki “milli gururu olan her Kürdün amacının bu olduğunu
biliyoruz” kanaati oluştururlar.
Durumu dikkatle takip eden Ankara hükümeti mahalli asayışı
sağlamak amacıyla Koçgiri etrafına askeri birlikler gönderir. Bu birliklerin
asli görevi Ankara hükümetine karşı oluşan bu hareketi bulunduğu yerde etkisiz
hale getirirken, bir yandan da Meço ve Diyab ağaların Dersim mebusu olarak
tayin edildiklerini ve Kürdistan’ın her yerinde Ankara’ya temsilciler geldiğini,
Kürtlerin arzularına uygun kararlar verileceğini, aşiretlerin isteğini kabul
etme konusunda hiçbir sakınca bulunmadığını Elaziz Valisi Mustafa Kemal adına
ilan ediyor ve bizzat Pertek ilçe merkezine gelerek Dersim ’li Meço Ağa’ya
bildirir. Ve yanına aldığı Meço Ağa ile önce Elaziz’e oradan da Mustafa Kemal
ile görüştürmek üzere Meço Ağa’yı Ankara’ya götürüp görüşmelerini sağlar.
Meço Ağa’nın bu ilişkisini duyan Diyab Ağa, Ankara
hükümetinin kendisine gösterdiği ilgi nedeniyle daha önceleri beraber olacağı
sözü verdiği Milli ayaklanma gruplarına sırtını döner.
Ankara Askerlik Şubesi Başkanı Dersimli Mustafa’yı -Sivas’ın
Aziziye kazasına uzun seneler önce yerleşmiş olan Dersim’in Ğorebal aşiretinden
kolağası olarak görev yaparken emekli olmuş Kangozade Ahmet Rami’si ve Binbaşı
Hasan Hayri Dersim mebusu olarak seçildiklerini Dersimlilere duyurur.
Fiilen bağımsız gibi görünen Dersim’in yönetimini Seyid Rıza
ele almış olarak aşiretler adına faaliyetlerine devam ederken gittiği her yerde
yaptığı her toplantıda ve yaptığı kongrelerde Ankara’da oluşturulan Millet
Meçlisine seçilen mebusların menfaatlerine düşkün kimseler olduklarını herkese
ilan ederken Ankara’dan bulunan Dersim mebusları, Seyid Rıza’ya gönderdikleri
mektuplarda, kendilerinin Mustafa Kemal Hükümetiyle işbirliği yapmakta ki
gayelerinin Kürdistan haklarının barışçı yollarla sağlamak olduğunu
bildiriyorlar.
Diğer yandan Mustafa Kemal Alişan Bey’e Dersim mebusları
aracılığıyla haber göndererek Sivas mebusu sıfatıyla Ankara’ya gelmesini ve
bunu arzu etmediği taktirde Sivas’ta yüksek bir memuriyete tayin edilmek üzere
Dersim’de ayrılmasını önerirken, Dersime bir başka Dersimlinin Mutasarrıf
olarak atanacağını bildirirken, Mutasarrıf Alişan Bey de mevsimin kış olması ve
sağlık durumunun bu mevsimde yolculuğa el vermediğini bildirir.
Önemli bir silahlı kuvvetle Dersim Merkezini işgal eden Seyid
Rıza Dersim adına seçilip Ankara’da bulunan mebusların Dersimi kesinlikle
temsil etme yetkisini layık olmadıklarını, Dersim’in bağımsız bir Kürt yönetimi
istediğini ve bu milli istek Ankara hükümeti tarafından kabul edilip resmen
ilan edildikten sonra, Kürdistan’ın bir Konfederasyon şeklinde Ankara
Hükümetiyle iş birliği yapabileceğini bir telgrafla Mustafa Kemal’e bildirilir.
Dersim’de Bir yanda bu işgal ve direnişler ile Ankara
Hükümeti ile ilişkiler sürerken diğer yandan Baytar Muhammed Nuri Dersim’i
babası vasıtasıyla Seyid Rıza ile ilişkilerini koruyor ve bulunduğu
Zara-Kangal-Divriği ilçelerindeki aşiretlerin milli maneviyatlarını
kuvvetlendirmek için gereken propagandalara devam ediyor ve bu aşiretlere ayaklanan
silahlı grup liderlerinden alınan direktifler iletilir.
Bu sırada Mustafa Kemal, İstanbul’dan Baytar Muhammed Nuri
Dersim’i hakkında almış olduğu bir ihbar mektubunda “Veteriner Doktor Nuri
Dersimi ’nin İstanbul’da Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla Balya Maden’inde
çalışan 1200 Dersimli ameleyi silahlandırmış olduğunu, Sivas-Dersim
mıntıkasında Kürdistan bağımsızlığı için örgütlenme yapmakta olduğunu ve Ankara
Hükümeti milli kuvvetleri aleyhine çalışan hain biri olduğunun yazıldığını”
bildiren bu ihbar mektubunu dikkate alarak gerekli araştırma ve kovuşturmanın
yapılmasını gerekiyorsa derhal tutuklanmasını Sivas Valisi Reşit Paşa’ya
bildirmiştir. Sivas Valisi Reşit Paşa bu durumu Divriği Kaymakamlığı’na havale
etmiş ve durumdan haberdar olan Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ankara Hükümetinde
kendisine verilmiş resmi görevini izinsiz bir halde ve resmi görevinden istifa
etmeden görevli bulunduğu yeri terk ederek, açıktan açığı yürütülen silahlı
kalkışma ve bağımsızlık hareketi faaliyetlerine başlar. Dersim’deki silahlı
grupların ve bu amaçla kurulu örgütlerin başarılı çalışmaları Sivas yöresi
aşiretlerini galeyana getirmiş ve her tarafta milli hakimiyet faaliyetleri
başlatılır.
Ankara Hükümetine karşı, bölgede oluşan fiili silahlı kalkışma
hareketlerine bir şekil vermek ve dikkate değer bir hazırlık ihtiyacı baş
gösterir.
Bu nedenle Sivas-Kangal-Divriği Ankara Hükümetine ait Türk
postası Dumurca dağlarında Canbegan Aşireti tarafından kuşatılarak Posta Müdürü
Divriğili Ayanoğlu Mustafa 20 Ağustos 1920 de öldürülürken aynı gün Baytar
Muhammed Nuri Dersimi ’de Divriği merkeze gelmiş bulunur.
Yaşanan bu olaydan sonra mıntıka da görevli Ankara Hükümeti
temsilcileri Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi bu olayın zanlısı olarak
tutuklar, ifadesi alınırken Ayanoğlularına hakaret eden Baytar Muhammed Nuri
Dersimi ayağına pranga vurularak Ceza evine konur.
Kendisi gibi aynı suçlarla tutuklanan kişilerce ceza evinde
kaçma planları yapan ayrılıkçı silahlı örgüt mensupları kaçma hazırlıkları
yapar ve ceza evi duvarını yıkıp kaçma planları yapılırken, Divriğili bir
tutuklunun ihbarı sonucu tam kaçacakları gece Divriği Savcısı Mustafa, Jandarma
kumandanı ve Kaymakam Sermet tutukluların bulunduğu ceza evini basarak kaçma
girişiminde bulunan tutukluları boyunlarında zincire vururlar.
Bu ruh haliyle azap ve heyecan içinde olduğunu ifade eden Baytar
Muhammed Nuri Dersimi Kürdistan Milli istekleri hakkında pek çok söz
söylediğini söyler ve “Savcı Mustafa yanıma yaklaştı ve içten gelen bir
sevgiyle beni kucaklayarak, yüzümü öptü ve kulağıma: “Bende Kürdüm diye
fısıldadı” Der. “Ben de Kürdüm!” Bu sesin Kürtleri yok etmeye karar vermiş olan
zorba yönetime hala hizmet eden Kürtlerin vicdanında yankılanmasını diliyorum.”
Diye yazar.
Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin tutuklanmasını Dersim
bölgesi haber almış Seyid Rıza: Mustafa Kemal’den “tutuklunun tahliyesini
istemiş ve aksi taktirde kışın şiddetine rağmen büyük silahlı kuvvetlerle
Sivas’a hücum edeceğini bildirdiğini bunun üzerine Mustafa Kemal Şifreli bir
telgraf çekerek Sivas Valisi Reşit Paşa’ya derhal tahliye emri vermiş ve işe
resmi bir şekil vermek için Sivas Daimî Encümeni’nin acele idari bir kararıyla
serbest bırakıldım. Diye anlatırken Sivas Valisinin ısrarlı davetine uyarak
Sivas merkezine gittim.
Fakat Sivas’ta yayınlanan Yerli Gazetesi çeşitli yazılarında
beni Kürt Cihangir Çetesi önderliğini yapmak ve cinayet işlemekle suçluyordu.
Vali Reşit, beni Mustafa Kemal adına çağırdığı ve hakkımda
İstanbul’dan aldıkları haberlerin mahiyetini bildirdikten sonra, kurduğumuz
örgütün artık gereğinin kalmadığını ve bu hususta Dersimlilere tavsiyede
bulunarak Ankara Hükümeti’ne sadık kalmalarını sağlamaya çalışmamı rica etti.
Beni kandırmak amacıyla Vali, bir harita çıkardı ve bu harita üzerinde Osmanlı
İmparatorluğunu işaret ederek: “İngiliz Hariciye Nazırı Loyd Corc, Türkiye
Dünya haritasında siyah bir lekedir, bu siyah lekeyi bıçakla kazıyıp çıkarmak gerektir”
dedi ve umutsuzca başını sallayarak; Böyle nazik bir zamanda Türklerle
işbirliği yapmamız gerektiğini ve memleketimiz hakkındaki yabancı ihtirasları
yok ettikten sonra Türkiye Hükümeti’nin aşiretlerin haklarını kabul edeceğinden
kesinlikle emin olmamızı, Türkler ’in darda kaldıkları zaman yapmasını pek iyi
bildikleri riyakar ve nazikane bir edayla sözlerine ekledi. Beni şahsen tatmin
ve milli heyecanımı rüşvetle köreltmek maksadıyla, hilebaz bir oyunla şu planı
hazırlamıştı: Mustafa Kemal’in emriyle ve aşiretleri İskân Kanunu’na uygun
olarak, bana bir çiftlik tahsis edilmiş, çiftliğin adına tapuyu tescil için
İskân Müdürü vasıtasıyla tapu dairesine emir gönderilmişti.
Bu çiftlik, Sivas’ın Koçhisar ilçesinde bulunan ve
Fertallizadeler’den hazineye intikal etmiş olan Süleymaniye adındaki çiftlikti.
Vali Reşit, Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek tahliyem
adına bir çiftlik teşkil edilmiş olmasından dolayı teşekkür etmen konusunda
ısrar ediyordu. Vali ayrıca her iki olayı Dersimlilere bildirmemi eklemeyi
unutmuyordu.
Tapu dairesince, Süleymaniye çiftliğinin adıma tesciline
başlanmıştı, fakat bu rüşvet güttüğümüz amaca yetişmek için takip ettiğimiz
yolda bir saniye bile durmamızı sağlamamıştı. Çünkü vatanı olmayan bir millete
mensup birinin malikânesinin de düşmanını istediği zaman geri alınacağını
aldatıcı bir varlık olduğunu çok iyi bilen biriydim. Bu nedenle milli ideal
uğrunda çarpışmak sevkini, dünya malikâneleriyle değişemezdim.” Dedikten sonra “Kişi
Secatını arz ederken sırkatını söyler” misali:
Çiftlik, Kurmeşan aşiretimin sınırları dahilinde bulunuyordu
ve bu durum hareketimiz için bize başkaca kolaylıklar sağlıyordu. Bu sayede o
yöredeki Kürtleri yüreklendirme ve milli emellerimizi anlatma imkanına sahip
olmuştuk.” Diye ilave eder.
Sivas Vilayeti ’nin Doğu ve Kuzey mıntıkalarının bütünüyle
Kürtçe konuşan Alevi nüfusundan oluştuğunu ve “Kürt Fedai Kuvvetleri” ismi
altında oluşturdukları silahlı gruplar bulundukları “her tarafa hâkim bir
durumda olduklarını gördükçe, gözlerimizden sevinç gözyaşları akıyordu.” diye
sevinerek anlatır.
Burada kolaylıkla şubeler kuruyor ve örgütlerini
genişletiyor, “hatta bu havalide uzun zamandan beri yerleşmiş ve Kürt
olduklarını unutmaya başlamış olan Türkleşmiş Kürtler istisnasız hareketimizi
onaylıyor ve Kürt fedai birliklerine silahlarıyla ve malzemeleriyle birlikte
katılıyorlardı.” Diye ifade eder.
Kurdukları Kürt Fedai Birlikleri kuvvetlerini ise Ankara
Hükümetine bağlı Türk ordusundan, Koçgiri örgütüne katılan Yüzbaşı Sadık’ın
yönetimine teslim edilmişti. Askeri hazırlıkları ve harekâtı Sadık tanzim
ediyor, aşiretlere ve Dersim’le ilişkiyi ve haberleşmeyi de Baytar Muhammed
Nuri Dersimi temin ediyordu.
Durum bu şekli almış ve genel ayaklanmaya geçmek için
ilkbaharın gelmesini, Dersim dağlarının geçit vermesini ve Büyük Kürt Davası’nı
silahla halledecek günün kutsal şafağının doğmasını sabırsızlıkla beklerken, Silahlı
gruba mensup “Fedailerin söyledikleri Kürt Milli Marşı ve Kürt kahramanlık
şarkıları her köyde, her evde, Kürt erkek ve kız çocuklarının dudaklarından
Kürt’ün asırlardan beri sönmeyen özgürlük aşkının bir zemzeme ’si gibi akıyor,
adeta Kürdistan’ın efsanevi ruhunun bütün Kürt bölgesine kanatlarını germiş
olduğu hissediliyor, Hükümet kuvvetlerine karşı yapılan saldırı ve baskınlarda
Kürt Milli Marşı’nın nağmeleri, Kürdistan’ın yüce dağlarının yalçın ve azametli
yamaçlarında sönmez büyük Kürt imanının bir tekbiri gibi inlerken, milli bir
gururla Kürt göğsünün kabarmaması mümkün değildi.” Diye anlatır Baytar Muhammed
Nuri Dersimi.
Bu sıralarda Sivas Jandarma Taburu, Zara’ya hareket emri
almış, Sivaslılar arasında Zalim Çavuş lakabıyla anılan Şadiyan aşireti
yiğitlerinden Hüseyin Ağa kuvvetleri, bu taburla çarpışmaya başlar ve
Karacaören Nahiyesi ’nin Kaya bölgesinde adı geçen birliğe indirdiği bir
darbeyle teslime mecbur eder. Bu seyyar jandarma birliğinin silahı ve erzakına
el konulduktan sonra askerler serbest bırakılırken, bu haber Sivas merkezinde
korku ve heyecana yol açar. Ve Sivas’ta ki piyade birliği kumandanı bir kısım
kuvvetini Zara’ya gönderir.
Vilayet Başmühendisi Emin ve adı gizli tutulan Baytar
Muhammed Nuri Dersimi tarafından aydın bir Aşiret mensubu olarak anlatılan kişi
Kürtlük davasına yardım maksadıyla Sivas dışında Baytar Muhammed Nuri Dersimi
ile buluşurlar.
Bu sayede Mustafa Kemal’in Baytar Muhammed Nuri Dersimi
hakkında Vali Reşit’e yazdığı gizli şifreleri öğrenirken, gençleri örgütümüzün
hedeflerine bağlı saymağa hakları olduğuna inanan bölgedeki Kürt Fedai
birlikleri yöneticileri olarak “bu sıralarda Güney Kürdistan’da amaçları doğrultusunda
çalışmalar yapan örgütten yine bu gençler vasıtasıyla gereken bilgileri
alıyorduk.” Der.
Ayaklanmak üzere örgütlenen hareketin sorumlu kişisi Baytar
Muhammed Nuri Dersimi, “artık Sivas merkezine gitmeme ne zemin ve ne de zaman
müsaitti. Şu hâlde Kangal, Koçhisar ve kısmen Divriği bölgelerinde bilfiil
hareketin başına geçmen zorunlu hale gelmişti.” Diye anılarını anlatmaya devam
eder.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Sivas’a göçmen olarak gelip
bu mıntıkaya yerleşen Bitlisli Kürt Aziz, hükümette aldığı özel talimat
gereğince Celali mıntıkasına gelmiş ve Aşiretler arasında, oluşmak istenen
milli hareketleri sonuçsuz bıraktıracak gelişmeler yaratmaya çalıştığı
ayrılıkçı silahlı grup olan “Kürt Fedaileri Kuvvetleri’nce” anlaşılır. Hain
saydıkları bu kişinin susturulması için kuvvet gönderilmiş ve yapılan çatışmada
yenilgiye uğrayan Bitlisli Kürt Aziz, kaçıp Sivas’a döner.
“Aziz haininin bu son teşebbüsü, yönetimin, birliğimizi
bozmak için hileli yollara başvurmaktan geri kalmadığını ispatlamak için hileli
yollara başvurmaktan geri kalmadığını ispatladığı için Kürt kuvvetleri, Türk
askeri birliklerine karşı saldırıya başladı.” Diye devam eder Baytar Muhammed
Nuri Dersimi.
Sivas Merkezi yönetimi durumu tehlikeli bulduğundan
Ankara’dan yardım ister. Bunun üzerine 18 Ocak 1921 de birlik kumandanı
Malatyalı Miralay Halis, Sivas’ta bıraktığı Altıncı Süvari Alayı’yla ve bu alay
kuvvetine bir kısım makineli tüfek ve birkaç top ilavesiyle Erzincan’a geçmek
üzere Zara’ya gönderilmiş ve Zara Kaymakamı vasıtasıyla, Ümraniye Nahiye Müdürü
Haydar’dan, imha edilen Seyyar Jandarma Taburunun askeri araçlarının geri
verilmesini ister.
Bu teklif ret edilir, bunun üzerine Ankara Hükümeti,
Haydar’ın Ümraniye Nahiye Müdürlüğü görevinden alındığını Zara Kaymakamlığı’na
tebliğ eder.
Miralay Halis’in alayı da 15 Şubat 1921 de Ümraniye üzerine
yürüme emri alır.
Halis, Ümraniye merkezine yerleştikten sonra, bir müddet
istirahat edeceğini, istirahatini bitirdikten sonra, Erzincan’a gideceğini
ilanla duyurur.
Halis’in bu ilanında bir hile olduğu sezen bölgedeki “Kürt
Fedai Birlikleri” yöneticileri, bu nedenle durumu Dersim’e bildirilerek
direktif ister. Alınan cevapta, “genel hareketin ancak ilkbahar sonlarında
yapılması mümkün olduğu, o zamana kadar sessizliği korumaya gayret etmeniz, yolların
kış yüzünden kapalı olduğu bildirilir.”
Koçgiri aşiretine gelince: bunları sessizlik içinde tutmak
oldukça zor bir işti, çünkü bu aşiretler yalnız başlarına Kürt Milli emellerini
gerçekleştirmeyi başaracakları inancıyla, vakit geçirmekten harekete geçmek
için ısrar ediyorlar.
Kumandan Halis ise Ümraniye’de görev yapmak için Baş
kumandanlıktan yeni bir emir aldığını ve hatta Mustafa Kemal’in aşiretlerin
isteklerine dair gizli emirleri hakkında aşiretlere açıklama yapmaları için
Haydar, İzzet, Mahmut, Azamet, Mehmet ve Naki Beylere ve diğer kabile
liderlerini bir araya toplayarak onlara bilgi vereceğini ilan ederken,
“Bu sözlerin yalan ve bizi avutmak için tertiplenmiş bir
komedi olduğunu anlamak güç değildi. Böyle olmakla beraber, ilkbahar sonlarını beklemek
zorunda olduğumuz göz önünde bulundurarak, bizim de vakit kazanmaya ihtiyacımız
vardı.” Diye anılarına anlatmaya devam eder Baytar Muhammed Nuri Dersimi.
Ankara Hükümeti ise, kış geçmeden ve Dersim’in yolları
açılmadan, Koçgiri yöresindeki Aşiretleri bir şekilde ikna ederek örgütlerini
dağıtmak ve silah patlamaksızın bunları kısmen tutuklamak ve kısmen de
uzaklaştırarak yapılacak Dersim genel harekâtında Sivas ve Koçgiri
mıntıkalarının katılmalarına engel olmayı planlamakla uğraşır.
Ankara Hükümetine bağlı Asker alayı, bahar yaklaştıkça
projesini çabuklaştırırken,
İlk önce oluşturulmuş “Kürt Fedai birliklerinin” kayıtsız
şartsız teslim olmaları ilan ediliyor, aksi takdirde köylerinden imha edilecekleri
bildirilirken. Aşiretler arasında genel heyecan ve kaynaşma son haddine ulaşır
duruma gelir. Ayrılıkçı hareketlere katılmak isteyen Aşiretler artık arkası
kesilmeyen toplantılarda, derhal harekete geçmek istekleri ileri sürülür.
4 Mart 1921 de Miralay Halis, Ümraniye merkezinde bazı “Kürt
Fedai Kuvvetleri” mensuplarını yakalayarak bir bölük asker himayesinde Zara’ya
Sevk eder.
Bunu haber alan “Kürt Fedai Kuvvetleri” Zara’ya hareket eden
birliğin önünü Yazıhacı mevkiinde keserek teslim olmaya mecbur edip ellerindeki
tutsak “Kürt Fedai kuvvetlerine” mensup tutukluların serbest bırakılmasını
sağlamışlar; başardıkları bu girişimden sonra Miralay Halis’e ihtar çekilerek,
“Alayıyla birlikte kayıtsız şartsız olarak teslim olması, aksi takdirde doğacak
durumun sorumluluğunun kendisine ait olacağı” bildirilir.
Bu bildirimi ret eden Halis Paşa Ankara Hükümeti emrindeki
Türk Ordu kuvvetlerine bağlı alayının Zara ve Sivas’a dönmesi
kararlaştırıldığından geri çekilme hareketine yol verilmesini bildirirken; Kürt
Fedai birlik kuvvetleri 6 Mart 1921 de Ümraniye Merkezini her taraftan
kuşatarak çember altına alırlar. 24 saat süren şiddetli çatışmalardan sonra Ankara
Merkezi Hükümetine bağlı asker alayı teslime mecbur olurken, Ordu kumandanı
Halis özel olarak kurulan “Kürt Askeri Divanı Harbi” tarafından yargılanır ve
ölümü mahkûm edilir, ölüm kararı Ümraniye Merkezinde Halis kurşuna dizilerek
infaz edilir ve Ankara Hükümeti kuvvetlerine ait top, makinalı tüfek ve askeri
teçhizat gibi binden fazla at ve çok miktarda nakliye katırı elde ettikleri bu başarı
üzerine, Ümraniye Merkezinde Kürdistan bayrağı göndere çekilir.
Tutsak alınan Ankara Hükümeti emrindeki ordu alayında
görevliler arasında Kürt saydıkları Subay ve askerlere terhis vesikası
verilerek serbest bırakırlarken adı geçen bu askerler arasında bulunan Kürt
subay ve neferlerine hatta Çerkez subay ve erlere oluşturulan Kürdistan Silahlı
Fedai kuvvetlerine katılma izni verirler.
Ankara Hükümeti bu durumun pek korkunç olduğunu tespit
ederek,” Koçgiri Kürt Olayı” diye adlandırdığı bu duruma, özel bir önem
verirken;
Oluşturulan Kürt Fedai Birlik kuvvetleri Ümraniye’den
Koçhisar mıntıkasına geçilerek Kurmeşan aşireti harekâtını Seyid Aziz ve Kürt
Fedai Birlik subayları arasında seçilen Zalim Çavuş ve kardeşi Hasan üzerine alır.
Kangal mıntıkasında ise, Çarekan- Ginniyan- Zaza- Çebekan ve
Şadiyan aşiretleri seferber edilmiş olarak bir savunma hattı oluşturulmuş olur.
Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa, kardeşinin oğlu Efendi’yi
bir heyetle Ümraniye’ye göndererek hakkındaki kötü düşüncenin unutulmasını
istemiş ve Milli davaya sadık olduğunu yeminle temin etmiş olarak Sivas-Kangal
cephesinin savunmasını da kendi emir ve komutası altına alarak kendisine bağlı
grupların yönetimine alır.
“Kürt Fedai Birlikleri” kuvvetlerinde bulundukları bölge
sınırları savaşa hazır hale getirilirken Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa’nın
da aldığı görevlere sadık kaldığı gözlemlenerek kendisine güven oluşturmuş
olduğu görülürken,
Alişan Beyin oğlu İzzet’in kuvvetleri, 12 Mart 1921 de
Divriği’nin Hamo Nahiyesi ’ne gelen Divriği Jandarma Bölüğünü tamamen esir
alır.
Ümraniye’deki çatışma, durumunun ciddi tedbirler alınmasının
gerektirdiği, Dersim, Erzincan ve Malatya aşiretlerine bildirilir ve bunlardan
yardım istenir. Oysa mevsim kış olduğu için acil bir yardımın yetişmesinin
imkânı olmadığı bilindiği için Urfa ve Antep’e kadar gelmiş olan Fransız
kuvvetlerinden yardım istemek düşünülür, ancak bazı milli inançlı gençler bu
yabancı güçlerden yardım istemeyi kendi gururlarına hakaret sayarak bu teklife
ret ederek yalnız başlarını çarpışma karar verirler.
Ve Alişan Bey oğlu Mahmut, Divriği Cephesi Kumandanlığını
üzerine alır, Azamet ve Aşkı ise Kuzey Cephesini koruyorlar, kadınlar ve
çocuklar cephedeki çatışmalara erzak ve cephane taşıyorlarken bazı kadınlar da
cephelerde süren çatışmalara ellerinde silah ve teçhizatlar la katılırlar.
Kangal-Koçhisar-Divriği- Zara-Refahiye-Kuruçay ve Kamaks
kazaları Dersim sınırına kadar ayrılıkçı kuvvetlerin işgali altındayken. Bu
sırada Ankara Hükümeti Temiz Mahkemesi Başkanı Bitlisli Şefik’in başkanlığında
Koçgiri ’ye bir nasihat heyeti gönderilir.
8 Mart 1921 de Ovacık aşiretlerinden ancak 2500 mevcutlu bir
kuvvet ayrılıkçı grubun durumunu iyileştirme amacıyla hareket etmek zorunda
kalır ve silahlı grup kuvvetleri karda ayaklarına taktıkları hedikler ve lakan
denilen ayaklıklar takılı olarak yoğun karla kaplı Munzur dağlarını aşarak,
Kaymak’sa gelirler.
Dersim kuvvetlerini kumanda eden Pezgevan Aşireti Lideri
Bira İbrahim, Maksudan Aşiret Lideri Polis Munzur, Çırpasın Nahiyesi sabık
müdürü Mustafa, Aslanan Aşiret Lideri Mahmut Ağa ile Alişer ve bu silahlı
ayrılıkçı grup kuvvetleri Kamaks merkezinde bulunan askerlerin direncini
kırarak, hükümet konağını ve Kamaks derebeylerinin konaklarını yakmış ve
Kaymakamla Jandarma Kumandanını esir alırlarken elde ettikleri bu başarı sonucu
Fırat Nehri üzerindeki Şeytan Köprüsünü tamir ederek, Kuruçay ilçesine girerler
ve buradaki askeri direnci etkisiz hale getirdikten sonra hükümet konağını
işgal eder Kaymakam ile beraber buradaki Dere beylerden Şehsuvaroğlu Mahmut ve
arkadaşlarını tutuklayarak muhakemeleri görülmek üzere Ümraniye merkeze
gönderirler. Bu ayrılıkçı silahlı grup kuvvetleri Refahiye ilçesini, Divriği
mıntıkası nahiye merkezini ve Koçhisar ilçesinin Celalli Nahiyesini de işgal
ettikten sonra, Ankara Merkezi Hükümetine telgraf ile;
Ankara Büyük Millet Meclisi Riyasetine
Nefsi Zara hariç olmak üzere ekseriyet azamisi Kürtlerle
meskûn olan Koçgiri Kazasıyla Divriği, Refahiye, Kuruçay ve Kamaks kazalarının
mümtaz bir vilayet haline ifrağ ve teşkiliyle yerli Kürtlerden bir valisinin
tayininin, memurin adliye ve mülkiyenin yine vazifeleri başında bulunmasını
dileriz.
11 Mart 1921 H
Koçgiri Aşiret Lideri
Sadtattan Muhammet ve Taki Alişer
Dersim Aşiret Liderlerinden
Mustafa, Seyidhan, Muhammet, Munzur
Bu gelişmeler sürürken ayrılıkçı gruplar ile Ankara
Hükümetince görevlendirilen Bitlisli Kürt Şefik Doğuya doğru hareket ederken
Sivas Beylerinden bazılarını yanına alarak Boğazviran köyündeki Haydar Beyin
konağına gider.
Bitlisli Şefik yaptığı görüşmelerde kendisinin de Kürt
olduğunu, Kürtlerin bağımsızlığından yana olduğunu, bunun temini için
hükümetten her çeşit yetkiyi aldığını bu konuda Kürt önderleriyle görüşmeye
geldiğini, bütün şartları hükümet adına kabule yetkili olduğunu ancak
görüşmeler süresince çatışmalı ayaklanmaların tamamen durdurulmasını ister ve
bu durum başta Haydar Bey olmak üzere görüşmeye katılan Aşiret liderlerince
benimsenirken diğer taraftan Merkezi Ordu Kumandanı Nurettin Paşa kendisine
bağlı orduyu toparladığı yerel gazetelerin yayınladığı haberlerden okunur hatta
12 Mart 1921 de Yozgat’taki haberler Süvari Alayı’nın Sivas’a hareket ettiği ve
14 Mart 1921 de Amasya’daki 5. Fırka ’ya bağlı
hücum taburu, kuvvetli dağ ve grup toplarıyla donatılmış olarak Sivas’a
geldikleri Silahlı kalkışmaya kalkan ayrılıkçı gruplarca öğrenilir.
Bu grupların 11 Mart 1921 tarihinden Türkiye Büyük Millet
Riyasetine gönderdikleri telgraf üzerine, Ankara Hükümetine bağlı Merkezi Ordu
13 Mart 1921 de İcra Vekilleri Heyeti tarafından aldığı geniş yetkiye yanarak
14 Mart 1921 tarihinden itibaren Silahlı ayrılık hareketi başlatan Dersimli
ayrılıkçı kuvvetlere karşı seferberlik ilan etmiş ve 1906 doğumlular silah
altına alınmış olarak bu tedbirlerle beraber Genel Jandarma Kuvvetleri de Sivas
Askerlik Şubesi emrine verilmiş ve 54 Süvari Alayı Sivas’tan Koçhisar’a 32.
Süvari Alay’da Tokat’tan Sivas’a Erzincan Jandarma ve milis kuvvetleri
Refahiye’ye gönderilir, ve 15 Mart 1921
‘den itibaren Sivas, Elaziz, ve Erzincan vilayetlerinde sıkıyönetim ilan
edilir.
Gelişmelerin seyri bu mühmelden devam ederken Bitlisli Şefik
ile görüşenler arasında bulunan Baytar Muhammed Nuri Dersimi “Ankara
Hükümeti’ni temsilen müzekkere ve Kürdistan haklarını kabul ve şartları tetkike
geldiğinizi iddia eylediğiniz halde, diğer taraftan Merkez Ordusu’nun Koçgiri
‘ye karşı tedhiş hareketi devam etmektedir. Şu hâlde hükümetin her türlü
salahiyetine malik iseniz, evvel emirde askeri hareketin durdurulmasını temin
ediniz, çünkü ciddi samimiyet ancak bu suretle ispat edilmiş olabilir. Aksi
taktirde, vazifeniz bizi aldatmaktan başka bir şey olmadığı, vaat ve
sözlerinizce güvenilemeyeceği malumunuz olsun.”
Bu konuşma; görüşmeye katılan Haydar Bey ve konuklarınca pek
hoş karşılanmaz ve Ankara Merkezi Hükümeti ayrılıkçı silahlı grupların her
türlü planını öğrenmiş olarak kendi hazırlıklarını tamamlamış olarak Sivas
Valisi Elaziz Vilayeti vasıtasıyla Dersim aşiret liderlerine bir telgraf
çekerek silahlı mücadeleye devam edip etmeyecekleri hakkında bilgi vermelerini
ister.
Bu telgrafa cevap olarak, Dersim aşiret liderlerinden
bazıları yine aynı yolla ve telgrafla gerek Sivas Vilayetine ve gerek Ankara
Hükümetine “Türk Hükümeti’nin, Kürtleri ’de, Ermeniler gibi tehcir ettirmek
emelinde olduğunu bildikleri için, milli istekleri uğrunda ve meşru müdafaa
durumunda savaşa devam edeceklerini.” Bildirirler.
Alişan Bey’in Dersim’de kalarak ayrılıkçı örgütlenme
çalışmalarına devam etmesi Ankara Hükümeti’ni zor durumda bırakacağı çünkü
Dersimde yapılacak muhtemel bir müdahaleye karşı, ülkenin batısında Yunan
işgaline karşı savaşmakta olan Ankara Hükümetine bağlı Türk kuvvetlerinden bir
kısmını bu cepheden çekerek Dersim bölgesinde gerekli tedbirleri almak üzere
burada alıkoymak zorunda bırakır.
Ayrılıkçı silahlı kalkışmaya katılan ve bu örgütlenme ile
meşgul gruplar ise Kürt hareketi başarı ile sona erdiği taktirde, Ankara
Hükümetinin mevcut konumunu koruyamayacağını ve dağılacağı inançları hakimdir.
Diğer cepheden ise Ankara Hükümetinin Koçgiri ’ye gönderdiği
Nasihat heyetleri vasıtasıyla bir silahsız barış yollarını ararken, bir yandan
da Sivas ve Ankara üzerine yapılacak olası saldırıları önlemek için de Ankara
Merkezi Hükümeti Kurmay Heyeti, 14. Süvari Fırkasıyla 13. Süvari Livası’nı
acele olarak Sivas’a göndermiş ve harekâtın doğu ve kuzeye yayılmamasını
sağlamak için Elaziz ve Erzincan merkezlerine önemli sayıda askeri kuvvet sevk
etmiş olur.
Bir yandan gelişmeler böyle seyrederken bir yandan da Aşiret
Lideri Haydar’ın Nasihat Heyetine katılması sonucu Sivas Vilayeti ayrılıkçı
hareketler tarafından işgali imkânsız hale gelmiş olarak Ankara Hükümeti
üzerine silahlı kalkışma ile yürüyüşlerine engel olunmuş olur. Bu sırada
Ankara’da Büyük Millet Meclis’inde Merkez Ordusunun Koçgiri üzerine hareketi
görüşülür ve Kürdistan Mebusu adını taşıyan millet vekilleri başlatılan bu
hareketi uygun bularak yapılan oylamadan hareketi onaylıyorlarken, Erzurum
mebusu Hüseyin Avni bu hareketin Kürtleri yok etme planı sayarak hareketin
yapılmasına onay vermezken Mustafa Kemal’in Hüseyin Avni’nin bu itirazına
cevaben “Ordunun Koçgiri ‘ye hareketi tenkil (katliam) maksadıyla olmayıp
ileride düşünülen tedip (benimseme-sakinleştirme-uslandırma) hareketi olduğunu”
açıklayacak ve Büyük Millet Meçlisinde istediği kararı aldırırken Nurettin Paşa
acele olarak Sivas’a hareket etmiş olur.
Koçgiri de Aşiret lideri Haydar’ın konağında Nasihat Heyeti
ile Aşiretlerin görüşmeleri devam ederken Merkez Ordunun Sivas’a yetiştiği
haberi üzerine Nasihat Heyeti Ankara Hükümetine bağlı ordunun Koçgiri üzerine
yürümesini önlemek üzer görüşmek üzere konaktan ayrılırken
Sivas-Kangal-Malatya-Elaziz ve Sivas-Zara yolları Merkezi Ordu Kuvvetlerinin
kontrolü altına alınarak, seyahat etmek yasaklanır.
Dersim’le Elaziz, Arapkir, Malatya, Eğin ve Kamaks
arasındaki köprüler kapatılmış ve geçit noktalarına askeri birlikler konmuş,
nehirlerde çalışan deniz araçları bu askeri kuvvetlere teslim edilerek, ulaşım
tamamen askeri kontrol altına alınır.
Dersim bölgesinde ise bu bölgedeki karlı ve başı dumanlı
Munzur dağlarından geçmek gerçekte çok zordur ve vadilerde ise sular, nehirler,
çaylar coşkun bir halde akar olup, yağmurlar sürekli yağmaya devam ediyor ve
tabiatın tüm engelleri çatışan kuvvetleri engellerken ayrılıkçı silahlı gruplar
ise artık durumun bir ölüm-kalım noktasında olduğu kanaatiyle eli silah tutan
erkek, kadın, kız hatta çocuklar dahi güçleri yettiğince ellerinden geldiği
kadar çatışmalara katılarak yakınlarına destek verirler.
Biryandan Dersimli Baytar Muhammed Nuri ise Koçgirili Alişer
‘e inanmamaları için halka tavsiyelerde bulunurken Nasihat Heyetiyle hareket
eden Aşiret lideri Haydar ise ayrılıkçı gruplardan yana dönerek kendisine bağlı
bütün silahlı kuvvetleriyle çatışmalara
destek vermeye başlamış ve Sivas-Koçhisar-Zara ve Sivas-Kangal hatları üzerinde
şiddetli çatışmalar devam etmekte olup Sivas istikametinden, Hafik cephesinde,
Kurmasan aşiretiyle çatışan Ankara Hükümetine bağlı orduya, Seyid Aziz Bey
kuvvetleri öncülük ediyor, savaşın ağırlık merkezi önce Sivas ve Kızılırmak
hattıyla sınırlandırılmışken kuzeydoğudan Giresunlu Topal Osman Çete Alayı ile
Ankara Merkezi hükümete bağlı Seyyar jandarma kuvvetiyle beraber 20 Mart 1921
de Refahiye üzerinden Koçgiri’ye hücum cephesi açarlar.
“Laz Alayı” adını taşıyan bu kuvvetler zapt ettikleri
köylerde her çeşit zülüm ve kötülüğü yapıyor, Masun çocuklar ateşlere atılarak
yakarlarken tüller ürperten bu manzara karşında zevk ve cümbüş yaptıkları ve bu
durumun da halkı çileden çıkarıyor olmasına giderek çatışmaların
şiddetlenmesine neden olur ve 25 Mart 1921 de Koçgiri ’li Beko kumandasındaki
kuvvetler bu canavarların üzerine şiddetli saldırılar düzenler ve Topal
Osman’ın kuvvetlerini bozguna uğratır ve Refahiye’nin Taş dibi mevkiinde
kuşatmış olan Laz birlikleri; ve bunlara yardıma gönderilen Erzincan’dan gelen
11. Alay’ın iki taburu ve kuvvetli dağ bataryaları, Lazların yardımına
yetişerek bunları mutlak bir ölümden kurtarırlar.
Birçok aşiretlerin ayrılıkçı silahlı gruplardan ayrılması ve
Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerinin kontrolü ellerine almaları nedeniyle
Koçgiri aşiretleri artık yalnız kalmış olarak silahlı kalkışmalarına devam
ederken Topal Osman’a bağlı kuvvetlerden birçok kişi Koçgirili silahlı
grupların eline düşüyor ve kurşuna diziliyorlar.
Dersimden yardıma gelen aşiretlerin İliç ve Şeytan
köprülerinde geri çekilme hatlarını savunma amacıyla bırakılmış silahlı
ayrılıkçı gurup kuvvetleri Eğin ve Erzincan’dan gelen Ankara Hükümetine bağlı
ordu kuvvetlerine büyük zararlar vermeye devam ediyorlarken Erzincan Merkezi
yönetimi Dersimlilerden kuşkulanarak kısmı seferberlik ilan etmiş ve bütün
subay ve erlerini silah altına alırlar.
Kamaks halkı Ovacık aşiretlerine teslim olduğu için silahlı
ayrılıkçı grupların dönüşü kendileri açısından daha güveniler bir hale gelmiş
Divriği’nin Zimara Nahiyesi Mahmut Bey’e bağlı kuvvetlerce işgal edilirken,
Dosttan ve Lordin geçidinde Divriği Jandarma taburu tamamen mağlup edilir.
30 Mart 1921 de Divriği’nin Sincan Nahiyesi ’ne silahlı
ayrılıkçı güçlerince hücum edilmiş ve Nahiyede görevli Ankara merkezi
hükümetine bağlı mevcut askeri birlik teslim alınır ancak Hükümetin aldığı
tedbirler nedeniyle Divriği Merkezine bu ayrılıkçı gruplar giremezler.
Bu arada Drajen ve Atma aşiretleriyle bağlantı kurularak
yardım isteyen ayrılıkçı silahlı guruplara hiçbir yardım gelmez ve Arapkir
Jandarma Bölüğü, Divriği’ne hareket ederken ayrılıkçı silahlı güçlerce çembere
alınarak teslime mecbur edilirler ve Bayburt’tan 11. Alay’la Dağ bataryaları da
Erzincan’da toplanmak üzere hareket ederken Kuzeyden ise Filik Ali Paşa ve Beyler
aralarında çetin çatışmalar yapılarak devam eder.
Bölgede durum buyken İttihat ve Terakki Partisi üyesi Kangal
Ağası Hacı Ağa Ankara Merkezi Hükümetten aldığı talimat üzerine Ginniyan Aşiret
Lideri Murat Paşayla gizli bir görüşme yapar ve çatışma cephesinden süren
ayrılıkçı silahlı kalkışmaların durdurulmasını Murat Paşa’dan ister. Bu görüşme
sonucu her iki liderin yaptığı plana göre Murat Paşa Beypınar nahiyesine
dönerek, Celali mıntıkasında bulunan cephe kumandanlarından Seyid Azizi ile
Zalim Çavuş ve kardeşi Hüseyin Çavuş silah ve erzak dağıtım bahanesiyle
konağına davet eder. Daveti kabul edip Murat Paşa’nın konağına gelen silahlı
kuvvet liderleri ve yanlarındaki kolluk kuvvetleri ile Murat Paşa’nın konağına
gelirler ve yanlarında bulundurdukları silahları misafir odasına bırakarak
oturma salonuna geçerlerken konaktan içeri 40-50 kişilik Murat Paşa’dan talimat
alan bir silahlı grup girer ve Seyid Azizi ile Zalim Çavuş ve Kardeşi Hüseyin ile
beraber gelen fedai gurubunu derdest ederek elleri ve kolları bağlanarak teslim
alıp tutuklamış olan Ginniyan aşiret lideri Murat Paşa Ankara merkez hükümeti
emrindeki Ordu komutanına mektup yazarak “Öteden beri Ankara Hükümetine bağlı
sadakat’ından dolayı ordu ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu ve bunun ispatı
içinde yaptıklarından bahseder.”
Bu olayı haber alan Silahlı kalkışma gruplarının bu
bölgedeki sorumlusu ve planlayıcısı Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ginniyan
aşireti lideri Murat Paşa’nın konağına görüşmeye gider ve tutukladığı ayrılıkçı
silahlı güç liderleri ve emrinde görevli isyancıları serbest bırakmasını ister.
Murat Paşa kendisini ziyarete gelen Baytar Muhammed Nuri
Dersimi ile beraberindeki ricacı heyeti yemek ikramı için yemek odasına davet
ederken, bulundukları yerden bu odaya hareket eden misafirlere yaklaşan Murat
Paşa’nın kardeşinin oğlu Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye yaklaşarak gayet
sessizce bir ses tonuyla kulağına seslenerek “Aman Nuri Bey, ellerini öperim,
şimdi bu cani herif seni de Zalim Çavuş gibi tutuklayacaktır. Rica ederim hiç
durmadan burada gidiniz.” Der. “Bu diyalog üzere Ginniyan aşiret lideri Murat
Paşa’nın benim içinde plan kurduğunu anladım ve belki Murat Paşa’yı sabaha
kadar kandırır ve tutukluları serbest bıraktırabilirim ümidiyle konakta
kalacağımı söylediğim için, Murat hakkımızdaki ihaneti sabaha bırakarak harem
dairesine çekilmiş ve hizmetçilerine bizi misafir odasında bekletmeyi tembih
etmişti. Biz bu odadan Zalim Çavuş’un sesini işitiyorduk. Bu Kürt kahramanı
sürekli, “Yaşasın Kürdistan, kahrolsun hainler.” Diye bağırıyorlarken
aşiretlere mensup bazı kimseler ede Murat’ın bu ihanetini lanetliyorlardı” der.
Ve kendi aralarından şifreli işaretlerle geldikleri binekler
hazırlanır ve kimseye görünmeden o gece Murat Paşa’nın bölgesinden
uzaklaşırlarken yaptıkları yeni plana göre de Beypınar Nahiyesi ’ne saldırarak
silah zoru ile Murat Paşa’nın elinde tutsak olarak bulunan ayrılıkçı silahlı
gurubu kurtarmaktı, Fakat Murat Paşa aynı gece 200 kişilik silahlı bir kuvvetle
ile tutsakları Kangal Merkezine götürüp Ankara Hükümeti emrinde görevli hükümet
görevlilerine kendi eliyle teslim eder ve bu tutsaklar hiç bekletilmeden derhal
Sivas merkeze gönderilir ve 24 saat içinde de Divanı Harp tarafından ölüme
mahkum edilmiş olup, dar ağacına giden her birey “Yaşasın Kürdistan, Yaşasın
Kürdistan Teali Cemiyeti, Kahrolsun Nurettin Paşa” diye haykırmışlardır.
Aynı silahlı ayrılıkçı grubun mensuplarından aynı aşiret
fedaileri Çığız Mehmet Ali’nin kumandasında oluşturulan yeni kuvvetler Koçgiri
ve daha sonrada Dersime katılmışlarken ayrılıkçı gruplardan Ateş Kuvvetleri
olarak isimlendirilen silahlı gurup Erzincan Kamaks arasını keserek geri
çekilme hattını kuvvetlendirmeyi başarırlar.
Diğer yandan, silahlı ayrılıkçı harekete katılan Kureşan
aşireti Lideri Eymerli Güzel Ağa ve kendisine bağlı silahlı grupla Ankara
Merkezi Hükümetine bağlı Nurettin Paşa Ordusuna saldırırken öldürülür ve bu
silahlı güce destek vererek silahlı grubu yöneten Zalim Çavuş ve Seyit Aziz’in
de hükümet kuvvetlerince yakalanışı ve Kangal Ağası Hancı’nın Konağına görülüp
teslim edilmesi ve oradan da Sivas’a götürülüp Sıkıyönetim Divanı Harbi’ne
verilişi, ve idam cezaları ile yargılanmaları, gerek Sivas gerek Dersim silahlı
ayrılıkçı aşiretlerin tepkilerine neden olmuş ve Ankara’ya protesto telgrafları
çekerek Büyük Millet Meçlisinde bulunan Kürt Mebusların dikkatlerini çekmiş ve
idamlar anında uygulanılmamış o mıntıkadaki aşiretlerin dağılması ve yenilmesine
neden olur, sağ olarak kurtulanlarda Koçhisar yönünden Doğu’ya doğru
çekilirken, Yalıncak ve Karabet dağları, merkez hükümete bağlı ordu tarafından
tamamen kontrol altına alınarak silahlı ayrılıkçı gruplardan arındırılır ve
Kurmeşan aşireti kısmen Koçgiri - Zara yönüne ve kısmen de Kangal ve Divriği
yönünden Şadiyan ve Canbegan aşiretlerinin bulunduğu bölgelerine çekilirken,
Çatışmalar bütün şiddetiyle Koçgiri ve Ümraniye yöreleriyle sınırlı kalır.
Bir kısım ayrılıkçı aşiretlere bağlı kuvvetleri Zara civarında
çatışırken ayrılıkçı grubun Ümraniye cephesi kumandanı Azamet Bey öldürülür ve
Topal Osman çeteleriyle Şebinkarahisar Jandarma Kuvvetleri tarafından,
Haydar’ın konağı yakılırken, Dersim’den Kasımoğlu Munzur kuvvetleri, Beytin
aşiretleriyle Kamaks mıntıkasına gelerek, Kamarik Nahiyesi aşiretleri de
kedilerine katılır ve Erzincan’da toplanan Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerinin
Koçgiri üzerine hareketini geciktirirler.
Erzincan’ın güney mıntıkasında bulunan Aşuran Aşireti,
Dersimli Seyid Rıza’dan aldıkları ilham üzerine, Erzincan’ı sıkça tehdit ettiği
için, doğu cephesinde bulunan ayrılıkçı silahlı gruplar bir dereceye kadar
üstünlük sağlıyor ve bu tür çatışmalar sürerken Günel ve Batı cephesinde
yardımsız kalan Ankara Merkezine bağlı hükümet kuvvetlerini dört- beş parçaya
bölmeyi başarırlarken Aşiret cephe kumandanlarından Sabit ve Bahri Beylerde
öldürülürler.
Çatışma alanında bulunan kadın ve çocukların Dersime nakli
kararlaştırılır ve Haydar bey yönetiminde ki
ikibin kişilik silahlı bir kuvvetle 24 Nisan 1921 de Erzincan ve Pülümür
yönlerinden Dersim’e katılmak üzere kuzey doğuya doğru yola çıkar ve Ankara
Merkezi hükümetine bağlı ordu kuvvetleri de bunları takip ederken Haydar Bey ve
yanındaki silahlı kuvvet ile kadın ve
çocuklardan oluşan kafile Erzincan’ın Kuzeyinden geçerek Kureşan aşireti
mıntıkasına erişirlerken varmak istedikleri yer ise Kureşan ve Balaban
aşiretleri içerisinden, Pülümür, Mamahatun geçitlerinden geçerek Dersim’e
yetişmektir.
Haydar Bey’in hedefi aile ferleri ve aşiret mensuplarını
Dersime bıraktıktan sonra yanına alacağı silahlı grup ile yeniden Koçgiri ’ye
dönmekti, fakat Haydar’ın aşireti Kureşan sınırına yetiştiğinden, yardım
umarlarken Kurmeşan aşireti Lideri Kör Paşo Erzincan’ın yönetimini ele
geçirilmesi sebebiyle birkaç bin kişilik silahlı kuvvetle Haydar Bey’e karşı çıkar
Dersime geçmesine engel olur ve kendisine karşı çıkılması halinde çatışmaya
gireceğini bildirir. Haydar Bey buna cevaben “Ben ırkdaşlarımla savaşmak ve
onlara kurşun atmak istemem, geri döner giderim, mıntıkamda ölürüm ve ölünceye
kadar da ancak milli haklarım uğrunda çarpışırım.” Yanındaki kafilesiyle geriye
dönerken, Dersimli Seyid Abbas kuvvetleri, Kamaks’ın Hoks geçidinde ve Seyid
Rıza’nın kardeşinin oğlu Zeynel’in kuvvetleri de, Erzincan’ın Arkagan geçitlerinde
mevzilenmiş olarak Haydar’ın kuvvetlerine geçiş yolu açmış olmalarına rağmen
Haydar Bey ve kafilesindekiler, kendilerini takip eden Merkezi hükümet
kuvvetlerine bağlı silahlı gruplarla çatışarak Koçgiri dağlarına geri
çekilirlerken Koçgiri ’nin her tarafından cehennemi bir çatışma sürerken, yağan
şiddetli yağmur fırtınaları geriye dönüşü daha da zorlaştırır.
Haydar Bey ve kafilesini takip eden Topal Osman Çetelerinin
vahşeti son haddini bulurken ormanlar yakılır evler yıkılır teslim olan gençler
öldürülür, ihtiyarlar ise batıya zorla gönderilirken kaçabilen insanlar dağlara
vadilere ve mağaralara saklanmaya çalışırlarken Baytar Muhammed Nuri Dersim’in
oğlu Ali de bu çatışmalarda öldürülenler arasına katılır.
Olayların seyrini takip eden Kureşan Aşireti Lideri Erzincan
Merkeze gelerek yaptığı hizmetlere karşılık, Ankara Merkezi Hükümeti
yetkililerinden ödül isterken diğer taraftan da Dersim Mebusu sıfatıyla Türkiye
Büyük Millet Meçlisi üyesi ayrılıkçı harekatlara karşı aşiretlerin mensupları
Ankara’ya telgraflar çekerek ayrılıkçı silahlı Koçgiri’lilerin “eşkıya” diye
nitelendirir olurlar.
Daha önceleri bu ayrılıkçı harekatlara katkı verecekleri
tahmin edilen Arapgir ve Malatya aşiretlerinden de beklenen yardım artık
beklenemez olmuş ve Şair Alişer ’in bugünlerde yazdığı şiirde de meramları
şöyle anlatılıyor:
Koçgiri başladı harbe
Sesi gitti, şarka garba
Bir ordu asker geldi
Dayanamadılar bu darba
Dılo yaman, yaman, yaman
Çıyan gırto berf ü duman
Mera bışın şahe merdan
Ev dermana he mi derdan
Ovacığın aşireti
Zapt eyledi memleketi
Geride imdat gelmedi
Hozat çekmedi gayreti
Dılo yaman, yaman, yaman
Çiyon girto barf ü duman
Mera bışın şahı merdan
Ev dermene ha mü derdan
Yemin edenler elmaya
Zülfükarı Mürteza’ya
Geriden teller çekilir
Biz uymayız eşkıyaya
Dılo yaman, yaman, yaman,
Çıyon gırto berf ü duman
Mera bışın şahe merdan
Ev dermene hem-ü derman
ALİŞER
Çatışmaların böyle sürdürülmesi Dersim’den Seyid Rıza ve
Doğu Dersim aşiretleri, telgraflar çekerek Ankara Merkezi Hükümetini devamlı
uyarırlarken olay Büyük Millet Meclisi’ne yansıtılmış ve Koçgiri olayı
nedeniyle mebuslar arasında tartışmalar olurken Erzurum Mebusu Hüseyin Avni
Ulaş , Hasan Hayrı ve birkaç şark mebusu, Merkezi Hükümete bağlı ordunun Koçgiri
üzerindeki hareketini ve Topal Osman çetelerinin kanlı vahşetini belirterek, Büyük Millet
Meclisi üyeleri olan Kürt mebuslarını uyandıracak açıklamalar yaparken diğer
yandan asırlardır Osmanlı sultanlarına hizmet eden birçok Kürt Aşiretleri
mensubu Büyük Millet Meclisi üyesi mebuslar Meclis kürsüsünü işgal ederek
insafsızca sürdürülen acılara hizmet edercesine Kürt ayrılıkçı silahlı
gurupların acılarına ilgisiz kalınmasını sağlarlar.
Ve Büyük Millet Meclisinde yapılan tartışmalar sonunda,
“Seçilecek bazı mebuslardan bir komisyon kurulmasına ve askeri bir heyetle
birlikte Sivas’a gönderilmesine, bu heyetçe olaylar yerinde incelenerek sonucun
Büyük Millet Meclisi’ne bildirilmesini, ordunun da adil ıslahat yapmakla
yetinmesine ve alınacak raporlara göre son kararın verileceğine” karar verilir.
Fakat çatışmaların devam etmesi sonucu Haydar Bey’in aşiret
üyelerinden bazıları ile aile üyeleri Ankara Hükümeti Merkezine bağlı ordu
kuvvetlerince yakalanır ve Sivas merkezine gönderilirler.
Bir yandan da Ginniyan Aşiret Lideri Murat Paşa’nın
kuvvetleri ile Merkezi hükümete bağlı ordu kuvvetlerine teslim olmak zorunda
kalan Kurmeşan, Canbegan, ve Şadiyan aşiretlerinden teslim olmak mecburiyetinde
kalanlar imha edilmiş ve teslim olmayanlar ise Koçgiri silahlı ayrılıkçı
gruplarla birleşerek ordu kuvvetleriyle çatışmaya devam ediyorlarken Nurettin
Paşa Haydar Beyi elde etmek için Sivas yöresi beylerinden bazılarını yanına
alarak Zara’ya getirip çatışma alanında Haydar Bey ile görüşür ve Sivas Beyleri
Haydar Beyi ikna ederek mahiyetinde
bulunan bin kişilik silahlı kuvvetiyle birlikte Ordu Merkezine götürülür
ve Ordu kumandanına teslim olan Haydar Bey’in arkadaşlarından 400 kişi Sivas
hapishanesine gönderilirken kalan 600 kişilik aşiret mensubu batı Vilayetlerine
götürülmek üzere sevk edilirler fakat yolda çıkan tartışma ve yeni başkaldırı
sonucu öldürülürler.
Olayların beyle seyretmesi üzerine Koçgiri de bulunan Dersim
kuvvetleri yeni bir cephe tutarak geldikleri Dersim’e geri dönmeye karar verir
ve ayrılıkçı gurubun silahlı kuvvetlerini Haydar Bey’in yerine Koçgiri
aşiretlerini amcası Mahmut idareyi ele alarak, Dersim’e katılmak üzere dönmeye
başlarlar.
Bir başka cepheden de ayrılıkçı silahlı grup aşiret
fedaileri liderlerinden Alişer, Nuri, Sabri, Çığız Mehmet Ali, Tarbaslı Meme,
Kımıl Aziz, Dılo, Paşo ve Abbas gibi aşiret kuvvetleri komutanları ada
komutasındaki silahlı güçlerle Divriği-Kuruçay-Arapgir dağlarında çatışa-çatışa
Dersime dönmeye mecbur kalırlar.
Doğu’dan Dersime dönüş hattında ilerleyen silahlı ayrılıkçı
gurupların önlerini kesen 27. Süvari Lirası’na bağlı 53. Alay’ın Erzurum,
Bayburt, Kelkit ve Kamaks Jandarma kuvvetleriyle çatışmak zorunda kalarak,
çatışmalarda sağ kalan bazı silahlı gurup üyeleri Fırat nehrinin geçit
mahallerinden ve İliç köprüsünden geçmiş olarak Dersim’e ulaşmayı başarırlar.
Dersime gelen bu önderle, ovacık aşiretlerinin desteğini
alarak geri dönüp Kamaks kazasını kuşatırlarken, çatışmalar sırasında Topal
Osman’ın yaralandığı ve Giresun’a gittiği haberi duyulurken ayrılıkçı silahlı
kalkışmaya katılan aşiretler arasında da Nurettin Paşa’nın “Türkiye’de Zo
diyenleri imha ettik, lo diyenleri de kökünden temizleyeceğim.” Dediği
propagandası yaygın bir şekilde yayılır.
Ve Koçgiri mıntıkası askeri denetime tabi olmak şartıyla
mülkiye idaresine verilirken Ordu Kurmayı “Koçgiri liderlerinden Azamet ve
biraderleri Bahri ve Sabit beylerle Filik Ali ile Hamo ve Zara’nın Çevirme
Han’ından Aziz, Taki ve Haydar Bey müteallikatından Pehlivan’la Hüseyin ve Aşur
ile beraber 159 kişi ve ayrıca 113 kişi ölü olarak ve 113 kişi yaralı olarak
ele geçirilmiş olarak, aynı zamanda 2 000 tüfekle 218 beygir ve 207 asker
kaçağı yakalanmıştır.” Şeklinde bir açıklama yaparak Ankara Merkez Hükümetine
bağlı Merkez ordusu karargâhı Sivas’a döner.
Ayrılıkçı silahlı aşiretleri “Giresun Jandarma
Kumandanlığından atılan yüzbaşı Kürt Sadık ayaklanmayı idare ederken 180
kilometre boyunda 80 kilometre eninde ve 14.400 yani takriben 15.000 kilometre
alandaki yöre ayrılıkçı güçlerin işgali altında devam etmiş olarak sona ererken.”
Türk Tarih Savaş Encümeninin bu
notlarıyla yazılı kayıtlara not edilerek sonuçlanır.
14 Mart 1921’den itibaren Koçgiri ayaklanmasına katılan
ayrılıkçı silahlı grupları ve komutanları ise kayıtlara şöyle geçmiş olur.
“Dersim Kuvvetleri: Nuri, Alişer, Munzur, İbrahim
kumandasındaki Ümraniye silahlı grubu 500 kişi,
Divriği deki Dersim Kuvvetleri: Nuri, Alişer, Munzur,
Kumandasında 300 kişi
Koçgiri Terkioğlu Dağlarındaki deki Dersim Kuvvetler 200
kişi Dersimli Ateş kumandasında Koçgiri Dersim kuvvetleri Kamaks’ın Erkiloğ
geçidinde 300 kişi
Kasımoğlu Munzur kumandasında Dersim kuvvetleri Fırat Nehri
üzerinde İliç ve Şeytan Köprüsünde 400 kişi
Seyit Abbas kumandasında Hogos dağlarında Dersim kuvveti 300
kişi.
Zeynel kumandasında Kamaks cephesinde 150 kişi ve toplamda
2.150 kişilik Dersim cephesinde silahlı kalkışmaya katılan ayrılıkçı silahlı
gurup üyeleri ve,
Koçgiri cephesinde ise
Koçgiri kuvvetleri: Alişanbeyzade, Mahmut ve Nuri
kumandasında Tuzla köyü ve Çamözü dağlarında 300 kişi
Koçgiri kuvvetleri: Alişan, Mahmut ve Nuri kumandasında
Karaibo Köyü ve cıvarında 150 kişi.
Koçgiri kuvvetleri: Bağlama dağlarında Filik Ali
kumandasında 85 kişi.
Koçgiri kuvvetleri: Haydar Bey, Azamet, Taki beyleri
kumandasında Boğazviran ve Karataş mıntıkasında 1500 kişi.
Koçgiri Kurmeşan kuvvetleri: Koçhisar cephesinde Güzel Ağa
kumandasında 500 kişi.
Koçgiri Kangal aşiretleri kuvvetleri: Zalim Çavuş
kumandasında Kangal – Divriği dağlarında 1500 kişi
Olmak üzere Koçgiri de silahlı çatışmaya katılan aşiret
mensupları toplamda 6.185 kişi” olmak üzere,
Toplam ’da 8.335 kişi Ankara Merkezi Hükümetine karşı kendi
milli kültürlerini öne sürerek ayrılıkçı silahlı bir ayaklanmaya katılmış
olarak kayıtlara geçmişken,
Sivas’ta kurulan Sıkıyönetim Divanı Harpı yakalanan 400
mevcutlu suçluyu sorguya çekerken, Ankara’dan görevli gönderilen Büyük Millet
Meclisi üyelerinden oluşan Tetik heyeti ve yardımcıları bölgedeki
incelemelerini sürdürüyorlardı.
Tutuklananlardan Haydar Bey ve arkadaşları verdikleri
ifadelerinde, silahlı kalkışmayı bağımsız bir Kürdistan mücadelesi olarak
gösterirken bu kalkışmanın önder ve neden olanların başından Dersimli Baytar Muhammed
Nuri ve Koçgiri ’li Alişer olduğunu söyler ve Merkezi Hükümetin gönderdiği
“Nasihat Heyeti’nin vaatlerinin yerine getirilmediğini ileri sürerek bu
çatışmaya sürüklenmek zorunda kaldıklarını ama Dersimli Baytar Muhammed Nuri
ile Alişer ’in şimdi Dersimde serbest bulundukları söyler.
Yargılamayı da takip eden Nasihat heyeti de yazdıkları
raporda Aşiret lideri Haydar Bey savunulurken olaylara neden olan liderler
olarak Koçgiri ‘li Alişer ile Dersimli Baytar Muhammed Nuri gösterilir.
Kurulan Sıkıyönetim Savaş Divanı Haydar Bey ile Aziz ve
diğer 15 silah arkadaşını yüzüne okuyarak Koçgirili Alişer, Dersimli Baytar Muhammed
Nuri, Mustafa, Paşazade Mahmut, Tarbazlı Meme, Dılo, Sabri ve diğer 95 kişinin
de gıyabı idamlarına, kalan sanıkların suç işleme derecelerine göre muhabbet,
on beş ve beş yıl olmak üzere muhtelif hapis cezalarına çarptırılmalarına karar
verilirken bu 400 kişilik sorgulamada ancak 110 kişinin doğrudan sorumsuzluğuna
ve onlarında bölge dışına sürülmelerine karar verilerek onaylanarak bu karar
Tetik Heyeti’nin hazırladığı raporu ile birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisine
gönderilir.
Diğer taraftan bu yargılamalara tepki olarak Dersim’de
Türkiye Büyük Millet Meclisine sürekli protesto telgrafları çekilerek
Sivas’taki tutukluların serbest bırakılması istenirken bu başvuruları fiili
desteklemek maksadıyla var olan Dersim ve Koçgiri kuvvetleriyle
Erzincan-Kamaks-Eğin yönlerinden Zara ve Divriği yönlerine önemli silahlı
saldırılar yaptırmaya başlarlar. Bir yandan Zara- Erzurum ve
Sivas-Kangal-Divriği hatlarında ulaşım çok tehlikeli bir hal alır.
Domurca-Yılanlı dağlarında Beypınar ve Zara kapılarında Jandarma kuvvetleri
aralıksız olarak ayaklanan kendilerini “Kürt Fedai Birlikleri” diye
isimlendiren gruplarla çatışmaya girerlerken Türkiye Büyük Millet Meclisi
Dersimdeki bu durumu, oluşturulan Türkiye’nin genel siyasetine aykırı bulurken
Mustafa Kemal Hükümeti Koçgirili Alişer ile Dersimli Baytar Muhammed Nuri
istisna olmak üzere bütün mahkumların affını ve Sivas’taki Sıkıyönetim Divanı
Harbin dağıtılmasını Türkiye Büyük Millet Meçlisinde ister. Meclis hükümetin bu
isteğini kabul eder. Ve kabul edelin bu karar sonucu Sivas ve Koçgiri
yörelerinden ilan edilerek, ölüme mahkûm tutuktular ile diğer bütün tutuklular
serbest bırakılırken Haydar Beyin Koçgiri ’ye gitmesi yasaklanarak Sivas’ta
ikamete ve Seyid Aziz ise Celalli Nahiyesine göz hapsine tabi tutulurlar.
Tahliye edilen tutukluların büyük bir kısmı, hürriyetlerini sınırlayan bazı
şartlarla Koçgiri ‘ye dönerlerken, Dersim’de bulunan Koçgirililer “Kürt Fedai Birlikleri”
ayrılıkçı hareketlerinden vaz geçmedikleri için söz konusu bu af kapsamamıştır.
Aksdat denilen Seyid Rıza’ya bağlı yörede, kendilerine
seçtikleri Kürdistan Bayrağı dalgalanır, Ankara merkezi hükümetine bağlı
merkezlere ve ordu kuvvetlerine taciz ve saldırı akınları düzenlenirken Ankara
Hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisinin Dersim mebusu üyelerinden bir kısmını
Erzincan Mebusu Hacı Fevzi ile birlikte “Nasihat Heyeti” olarak Dersim’e
gönderir.
Nasihat Heyetindeki Dersim mebusu Diyap Ağa, Mustafa
Kemal’le oldukça samimi olduğunu ve Mustafa Kemal ile beraber çektirdiği
fotoğrafları gösterir ve bu sırada da Yunanlılar Ankara’ya yaklaşmışken;
Mustafa Kemal’in kendisine “Eğer bir gün Ankara’dan çıkarak Dersim’e gelirsem,
mücadelemizin başarıya ulaşması için yüksek dağlarınız ve büyük mağaralarınız
var mı?” diye kendisine sorduğunu anlatır.
Ankara hükümeti bir taraftan Yunanlıların ileri harekatları
diğer taraftan Dersimlilerin bağımsızlık uğruna başlattıkları silahlı
ayaklanmalar Türkiye Büyük Millet Meclisini ikinci bir af çıkarılmasına karar
vermek zorunda bırakır.
Bu af kararı; Dersimli Baytar Nuri ile Alişer’i af kapsamına
almadan Alişan ve arkadaşlarını da af kapsamı içine alır. Bu aftan sonra Mustafa Kemal Hükümeti, Dersim
aşiretleri adına Seyid Rıza ile telgraflarla haberleşmeye başlayarak
sessizliğin sürmesini ve bu durum korunmasını rica ederken, Erzincan Mebusu
Hacı Fevzi, Erzincan’a gelmiş, Seyid Rıza ve Alişan’ı görüşmeye davet eder.
Bu davete katılmak üzere yanına aldığı Ovacık aşiret
üyelerinden oluşturduğu bin kişilik silahlı bir kuvvet ve yanına aldığı Alişan
Bey ile birlikte Erzincan’ın Kismikor köyüne giderler burada Erzincan Valisi
Ali Rıza ve bir kısım Erzincan eşrafı görüşmeler başlarken söze başlayan
Erzincan Valisi Ali Rıza Bey, bu konunun nazik bir mesele olduğunu, Dersim’in
Ankara hükümetine bağlı bir bölge olarak kabul edilmesi şartıyla görüşmelerin
süreceğini belirtirken , görüşmeye katılan bazı aşiret liderleri ise “Ankara merkezi hükümetin
oluşturdukları Kürdistan’ın haklarının itiraf edilmesi, Koçgiri’ye çatışmalar
sonucu oluşan kayıplara karşılık savaş tazminatı verilmesini, yerli
aşiretlerden bir kişinin Vali olarak Koçgiri’ye atanmasını Kürtçe öğrenim için
konuştukları dille eğitimin başlatılması için Kürt mekteplerinin açılmasını
Kürtler adına ısrarla istemeleri, bu isteklerinin sağlanmaması durumunda, artık
biz Türk hükümetiyle anlaşamayız” diye itiraz ederler.
Fakat toplantıya katılan Alişan Bey ise bu talepleri yersiz
bulur. Ankara merkez hükümeti adına katılan heyet ise Alişan Bey’in Dersimden
ayrılmasını, bu çatışmalar sonucu Koçgiri ’nin çok zarar görmüş yörelerine
zararlarının giderilmesi için gerekli tazminatın verileceğini sözünü vererek,
nüfusun çoğunluğun bu aşiretlerden oluştuğu yörelerde Kaymakam ve diğer
memurların bu aşiret mensubu kişilerin atanacağını kabul ve taahhüt eder.
Ve Vali Ali Rıza toplantıda istedikleri isteklerin birçoğunu
Ankara Hükümeti’ne yazarak bunları kabul ettireceği sözünü verir ve bu
görüşmelere katılan Erzincan’da ki bazı aşiretler ve Eşrafı, Erzincan halkı
adına onaylarken Toplantıya katılan Hacı Fevzi ise Mustafa Kemal’den aldığı
yetkiye dayanarak bu isteklerin Ankara Büyük Millet Meclisi tarafından kabul
edileceğine yemin ettikten sonra, Alişan Bey’in Erzincan Merkezinden ikamet
etme şartıyla Dersim’den çıkmasını ısrarla rica ederken görüşme ertesi güne
bırakılır.
Seyid Rıza civar köylere giderken, Alişan ve Müftü Hacı
Fevzi Kismikor köyünde kalırlar.
Ertesi günü görüşmeye katılmak üzere Kismikor köyüne
geldiğinde, Alişan Bey ile Müftü Hacı Fevzi’nin o gece Erzincan’a gitmiş olduklarını
öğrenirken Seyid Rıza 15 Haziran 1921 de beraberindeki kolluk güçleriyle üzgün
bir halde Dersim’e döner.
Alişan Bey’in Erzincan merkeze gelmesi Ankara Hükümetince
olumlu bulunur ve ailesi Sivas’tan Alişan Bey’in yeni ikameti olan Erzincan
Merkeze gönderiler fakat bir süre sonra Alişan ve Haydar Beyler Koçgiri’ye
gönderilirler.
Müftü Hacı Fevzi Ankara’dan Seyid Rıza’ya bir mektup
göndererek ve bu mektupta isteklerinizin Ankara hükümetince prensip olarak
kabul edildiğini, Alişan ve Haydar Beylerin Koçgiri’ye gitmelerine ve Kuruçay
ve Refahiye Kaymakamlıklarına tayinlerine karar verildiğini ve bu durumun
Ankara hükümetine bağlı Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa’ya bildirildiği
yazar.
Müftü Hacı Fevzi, Erzincan beylerine yazdığı mektupta ise:
“İsteklerinizin tamamen kabul edilebilmesi için, yörenizin asayışı ve selameti
adına Erzincan Valisi Ali Rıza Bey’in Ankara Hükümeti’ne yaptığı teklif; Koçgiri olaylarının sonlandırılması için
görevlendirilen Nurettin Paşa tarafından reddedildiğini ve aralarından çıkan bu görüş ayrılığı ve
tartışma sonucu Erzincan Valisi Ali Rıza Bey’in Heyeti Vekilliye ye verdiği
istifa dilekçesinin taktimi kabul edilmez ama Vali’nin dilekçede, istifa
konusundaki ısrarı üzerine Vali olarak tayini Oltu’ya atanması sonucu Erzincan’dan
ayrılmıştır.” Diye yazar.
Daha sonraları Vali Ali Rıza Bey Diyarbakır ve Elaziz
Valiliklerinden bulunduktan sonra memurluk hayatından ayrılır.
Ankara hükümeti Yunan ordularını tamamen yendikten sonra
Alişan ve Haydar Beyleri İstanbul’da ikamete mecbur eder ve 1931 yılında ilan
edilen genel aftan yararlanarak Koçgiri ’ye dönmelerine izin verilir ama Zara
Kaymakamı Şükrü’nün planlamasıyla hazırlandığı söylenen ve her iki aşiret
liderinin Ümraniye’deki evlerine bomba atılarak bir suikasta hedef olurken
Alişan Bey paramparça olurken Haydar Ağa ise yaralı olarak kurtulur.
Bölgede yaşanan olaylardan sonra Ginniyan aşireti lideri
Murat Paşa Sivas-Zara-Divriği ve Kangal mıntıkalarında büyük bir şöhret kazanır
Ormanlık mesire alanlarında konaklar evler yaptırır bölgede görevli tüm devlet
memurları bu konak ve evlere misafir olarak gelirken hoşuna gitmeyen bölge
insanlarını ya öldürür yada hükümete teslim ederek zindanlara attırdığı söylentileri
yayılmaya başlarken 1926 da Dersim’den Cığız Mehmet Ali komutasında Sivas’a
gönderilen “Kürdistan Teali Cemiyeti ”ne bağlı silahlı “Kürt Fedai Kuvveti” üyelerinden oluşan yüz kişilik bir güç ile
Ginniyan aşireti lideri Murat Paşa’nın oturduğu Merkez köyü çevresinde siper
almış olarak Murat Paşa’nın o gece konağında bulunduğunu tespit ederek Haydar
isminde bir genç ile yanına aldığı dört “Kürt Fedai’si” Merkezi Hükümet Ordu
mensuplarının giydikleri askeri kıyafetler giyerek sabahın ilk saatlerinde
Merkez köyü ’ne girerek kendilerini karşılayan Murat Paşa’nın muhafızlarına tam
bir soğuk kanlılıkla; Zara’dan geldiklerini ve
yanında getirdikleri bir mektubu da göstererek, bu mektubu paşadan
getirdiklerini ve bizzat Murat Paşa’nın
kendisine teslim edecekleri talimatı aldıklarını söyleyerek izin alıp süratle
merdivenlerden çıkarak Murat Paşa’nın bulunduğu odaya girer ve Murat Paşa’ya
hitaben “Kürt düşmanı hain, senden hesap sormaya geldik” diyerek Murat Paşa’nın
kafasına bir çok kez silahla yaylım ateşi ederek beynini parçalayarak
öldürürlerken duyulan silah sesleri üzerine daha önce siperlere yerleşmiş “Kürt
Fedai Birlikleri” yerlerinden çıkarak
konağı işgale başlarlar.
Üstlendikleri bu katliamı gerçekleştirdikten sonra, Fedailerin
Dersim’e dönüşleri sırasında Sivas-Zara-Divriği -Hafik ve Erzincan-Kamaks-
Kuruçay merkezlerinden bölgeye gönderilen Ankara hükümetine ait kuvvetler ile
çatışarak dört gün sonra sağ kurtulabilen “Kürt Fedai Birlik” üyeleri Dersim’e
dönerlerken 1920 de başlayan ve Ginniyan Aşiret lideri Murat Paşa’nın 1926
yılında öldürülmesi ile Ayrılıkçı Koçgiri ayaklanması sona erer.
1924 yılında Mustafa Kemal: Dersimli ve milletlerarası üne
sahip hukukçu Lütfi’nin amca zadelerinden Feridun Fikri’yi mebus adayı
göstererek Halk Fırkası adına Hozat merkezine gönderir ve onun mebus
seçilmesini sağlamak için yörede propagandalar başlar,
Fakat Milletler arası bir üne sahip ve Mustafa Kemal ile iş
birliği yapan bu adayın Dersim mebusu adaylığını Seyid Rıza kabul etmezken, bu
arada Kürt Terakki Perver Partisine geçmiş olan Dersim Mebusu Hasan Hayri;
Mustafa Kemal aleyhinde çalışmak üzere Seyid Rıza’ya sığınır.
Seyid Rıza, Mustafa Kemal’e telgrafların birinde Feridun
Fikri’nin ileride Mustafa Sağır gibi kendisine suikastta bulunacağını
bildirmesi üzerine, Mustafa Kemal; Seyid Rıza’ya cevabında, Feridun Fikri’nin
sadık ve vatanperver bir şahıs olduğunu bildirerek, Baytar Muhammed Nuri’yle
Hasan Hayrının ihanetleri dolayısıyla Dersim’den çıkartılmalarını tavsiye eder.
Dersimlilerin Hasan Hayrının Dersim mebusu olarak
Dersimlileri temsil etmekte olduğu konusunda ısrarlı davranmaları ve Seyid
Rıza’nın bir iki bin silahlı aşiret mensubunu yanına alarak Hozat Merkezini
kuşatarak Merkezi Ankara hükümetini zora sokmak için baskı yaparken Hasan
Hayri’nin yabancı ülke temsilcileriyle görüşüp bağımsız Kürdistan konularında
bazı görüşmeler yaptığı ve vatana karşı işlediği bu suçtan dolayı da kanunca sakıncalı oluşunu
dikkate almayan Dersimliler kendi istediklerini mebus seçmek isterler ve mebus
seçilmekten çok tayinen Hasan Hayri’nin mebusluğunda ısrar ederek, Hozat Valisi
basit bir mazbata tanzim ederek, “Secimde kazanmıştır.” Diye mazbata
düzenlenmesini isterler.
Fakat Feridun Fikri’nin mebus seçileceği haberini alan
aşiretler Hozat’ın kuşatmasında Jandarma ile şiddetli çatışmalar olurken
Feridun Fikri yaralanır ve bu sırada Elaziz ’de gelen askeri taburların himayesinde
Feridun Fikri Elaziz’e nakledilirken Hozat’ın zaptı Seyid Rıza’nın hedefi
olmasına rağmen kendisi de aşiret mensubu olan Hozat Jandarma Kumandanı
Yahyaefendizade Ali Avni, Mezra köyünde Seyid Rıza’yla bir görüşme yaparak
Hozat’ı kuşatmadan kurtarmayı başarır.
ŞEHY SAİT İSYANI
1922 yılında Cıbranlı Albay Halit Bey başkanlığında ve
Bitlis mebusu Yusuf Ziya birlikte birçok Kürt asıllı subayın katılımıyla Kürt
İstiklal Cemiyeti adlı bir parti Erzurum’da kurulur ve bu partiyle iş birliği
yapan, Bitlis, Darahane, Diyarbakır, Urfa, Siirt ve daha birçok yerde parti
şubeleri kurulurken, Kürt kökenli subay ve aydınlarının amacı, bütün
Kürdistan’ı kapsayan bir örgütlü kuruluş yaratmak çalışmaları sürerken:
Bu havalide süren” Nesturî Hareketi’ni” önlemek için
Şemdinli’de bulunan Ankara hükümetine bağlı bir askeri fırkasının Kumandanı
Kürt asıllı İhsan Nuri ile fırkada görevli Vanlı Rasim, Hurşit, Tevfik Cemal ve
Rıza isimli Kürk kökenli subaylar ile beraber; kurulan “Kürt İstiklal Cemiyeti”
adlı partiden aldıkları talimat ile bulundukları bölgede aşiretler arasında
ayaklanma hazırlıklarını yaparak Kürtleri kendi töreleri gereği birleşmeye
davet çalışmaları sürdürürler ve Kürdistan saydıkları yerlerin hemen her
tarafında, bütün Kürtler ve özellikle Kürt kadınları, özgür ve bağımsız bir
Kürdistan yaratmak amacıyla çatışma hazırlıkları sürdürürler.
Komutan Albay Halit Bey; Bölgede: Zeki, tedbirli ve
vatansever bir aydını olarak tanmış olduğu ve yaptığı propaganda ve uyarılar
başarılı sonuçlar verirken bu örgüte bölgedeki başta Şeyh Said olmak üzere
Melekanlı Şeyh Abdullah, Çabakçur’un Çan Şeyhler, Palulu Şeyh Şerif ve daha
birçok Şeyh bu örgütte çalışmak üzere örgüte katılırlar.
1924 yılın sonlarında Bitlisli Yusuf Ziya Ankara’dan İstanbul’a
gitmiş ve orada Mustafa Kemal’in muhalifi olan Terakkiperver mensupları ve
diğer muhalif partilerle görüştükten sonra Erzurum’a döner.
Buradan yaptığı çalışmalar sırasında, Hizan ilçesi
yakınlarında askeri hareket yapan fırkada bulunan kardeşi Teğmen Rıza’ya
verdiği şifreli bir telgraf Rıza ve diğer subay arkadaşları tarafından yanlış
yorumlandığı söylenen ve ne yazık ki bir genel ayaklanma işareti sanılmasına
neden olmuş ve Kürt asıllı subaylar emirlerinde bulunan çoğunluğu Kürt olan
askeri taburlarını yanlarına alarak İhsan Nuri kumandasında ayaklanma bayrağını
çekmiş olarak dağa çıkarlar, ancak hiçbir başarı sağlayamazlar.
Yusuf Ziya’nın Erzurum’dan kardeşi Rıza’ya çektiği bu
şifreli telgraf delil kabul edilerek tutuklanarak, Askeri Savaş Divanında
duruşması yapılmak üzere 10 Ekim 1924 de Bitlis’e gönderilir.
20 Aralık 1924 de Motkanlı Hacı Musa ile Bitlisli bazı
kimseler tutuklanarak Miralay Halit Bey’le birlikte Bitlis askeri mahkemesine
gönderilmişler.
Bitlis Vali Vekili ve fırka kumandanı Kazım Paşa, ilk önce
Hacı Musa Bey’i serbest bıraktırmış ve diğer bazı şahıslarla görüşerek bunlara
da birtakım güvenceler vererek Muş-Bitlis-Hizan bölgelerini sakinleştirmeyi
başarırken Bitlis askeri mahkemesinde yapılan yargılamada Şeyh Said ve
Hasananlı Halit Bey’in ifadelerinin alınmasına gerek görülmüş fakat gönderilen
celpnamelere rağmen bunlar mahkemeye gelip ifade vermeyi kabul etmezler.
Hasananlı Halit Bey; İlk fırsatta Kendisine bağlı büyük
kuvvetler hazırlayarak, Bitlis üzerine yürümek ve tutukluları kurtarmak amacı
güderken, Zırkanlı Kerem, Cıbranlı Kâmil ve Albay Halit Bey’den alacakları
talimatı beklemek istemişler. Fakat Halit Bey bu kuvvetlerin Bitlis’e
saldırmasını uygun görmez.
Şeyh Said ise Hınıs’ın Solğan Köyünde oturmayı uygun
bulmadığından, tarikat ve şeyhliğinin en çok yayılmış bulunduğu Genç
Darahane’nin Zaza aşiretleri arasına gitmek ister ve 30.12.1924 te Hınıs’tan
çıkıp Şuşar bölgesine 12.01.1925 Çapakçur’a ve 15.1.1925 Darahini vilayeti
merkezine gelir ve bu bölgedeki Zaza aşiretleri pek fazla bir itiraz etmeden
Şeyh Said’in emrine girerler. Şeyh Said taraftar toplama gezisini Lice ilçesine
ve Hene nahiyesinden Diyarbakır Merkezine 30 kilometre mesafede Piran köyüne
kadar uzatır.
Şeyh Said’i adım adım izleyen Ankara Hükümetine bağlı yöneticiler
Şeyh Said’in daha fazla kuvvet toplamasını önlemek amacıyla, ilk önce Piran
Köyünde Şeyh Said emrinde bulunan bazı Kürtleri yakalarken Şeyh Said genel
ayaklanmanın tamamlanmaması nedeniyle Jandarmaya karşı bir hareketin
yapılmasını istemez ve sonucun korkunç alacağını söyleyerek, Jandarma Birlik
Kumandanlarından yakaladıkları bu Kürtleri serbest bırakılmasını rica eder.
Ancak Jandarma Kumandanı Şeyh Said’in bölgedeki nüfusunu ve
konumunu sarsmak ve mahiyetindeki kuvvetleri dağıtmak için talimat almış
olduğundan tutukluları serbest bırakmadığı gibi yeni tutuklamalar yapar.
İşte bu nedenle Şeyh Said’in Jandarmaya karşı bir silahlı
ayaklanmanın yapılmaması iradesine rağmen 8.2.1925 de Şeyh Said’in yanında
bulunan kardeşi Abdürrahim, Jandarma Birlik Kumandı subayı ve emrinde askerleri
Piran merkezinde öldürür.
Şeyh Said olayın genele yayılmaması ve yerel bir olay olarak
kalmasını sağlamak için derhal olay yerinden ayrılır ve Hani yoluyla tekrar
Genç ve Darahini taraflarına gitmek ister ve Hadiseyi Hani’de haber alan
Kürtler, Şeyh Said Haniye varmadan önce ayaklanma bayrağını kaldırmış ve
Hükümet memurları ile Jandarma’yı esir alırlar ve ayaklanmanın başladığını
gören Şeyh Said “Kader böyleymiş.” Diyerek ayaklanmanın yönetimini eline alır.
14.2.1925 te Darahini vilayeti ayaklanan Kürt aşiretlerince
işgal edilir Vali ile beraber görevli hükümet memurları tutsak edilerek Modan
aşiret lideri Fakı Hasan Darahini valisi olarak Kürt işgal kuvvetince vali
olarak görevlendirilir ve acele bir kanun çıkarılarak bu kanun hükmüne göre
Darahini: Kürdistan’ın geçici hükümet merkezi olarak tespit edilmekte ve her
Kürdün bir mücahit sayılarak, Şeyh Said : Maddi ve manevi bütün Kürt
kuvvetlerin temsilcisi kabul edilerek “Emir – el mücahidin el Nakış bendi “
unvanı verilerek, sözü edilen kanuna göre bütün vergiler ve Türklerden alınmış
ve alınacak askeri esirler Darahini ’ye gönderilecektir diye Kanun Şeyh Said
tarafından imzalanır.
Kürt İstiklal Cemiyeti Partisine bağlı hareket eden silahlı
Kürt gurupları Mistan ve Botan Zaza aşiretleri Lice merkezini işgal ederek
orada bulunan Ankara hükümetine bağlı askeri taburu kuşatarak Şeyh Abdülrahim
kumandasındaki silahlı grup ile 29.2.1925 te Ergani, Maden ve Siverek
kazalarını işgal ederlerken diğer bir silahlı Kürt Grup’ta Diyarbakır’
kuşatarak, Diyarbakır Ordu Müfettişi Kazım ve
Kolordu Kumandanı Mürsel Paşalardan şehrin kendilerine teslimini istemiş ve beş gün süren kuşatmadan
sonra 2.3.1925 te silahlı Kürt grupları şehri kuşatan surlardan içeri girerek hükümet kuvvetleri arasında şiddetli çatışmalar
sürerken Mardin ve Siverek üzerinden Ankara Merkezi hükümetine bağlı Ordu
birlikleri harekete geçerek 27.3.1925 te Diyarbakır’ı kuşatmak isteyen silahlı
Kürt grupları geri çekilmek zorunda kalırlar. Çan şeyhlerinden Mustafa ve İbrahim
17.2.1925 te Çapakçur’u işgal ederek, Çanlı Şeyh Hasan ‘ı Kaymakam olarak şehre
atamasını yaparak aynı kuvvet Varto’yu da işgal ederek varlık sahalarını
genişletmeye çalışlarken Ankara Merkezi hükümetine bağlı 8. Kolordu bunlara
karşı hücuma geçer, çetin ve engebeli mıntıkalarda geçerlerken silahlı Kürt
guruplarının kurdukları pusulara düşerler ancak Karer ve Varto havalisinde
bulunan Kormek ve Lolan Kürt aşiret liderleri silahlı Kürt gruplarına arkadan
saldırarak merkezi hükümet kuvvetlerinin galibiyetini sağlarlar.
Hizanlı Halit Bey’in silahlı Kürt gurupları Solğan, Varto,
Malazgirt ve Muş havalisini tamamen işgal etmiş ve Erzurum’a doğru yürümeye
başlamış, bir koldan da Ağrı ve Bitlis üzerine saldırıya geçilmiş 19.2.1925 te
Şerafettin dağları aşılarak Karlıova’ya inilir ve Halit Bey topladığı çok
sayıda silahlı Kürt grubuyla 19.3.1925 te Muş’a saldırıya başlar ve tam bu
sırada Cıbranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın Bitlis’te idam edildikleri haberini
alırlar ve 23.3.1925 te Arpa Deresi’nde Ankara Merkezi hükümetine bağlı 9. Ve
12 Fırka ile şiddetli çatışmalara girer her iki taraftan da ölümlü kayıplar
olurken Merkezi hükümete bağlı 8. Kolordu’dan alınan takviye kuvvetle Fırka
Kumandanı Osman Paşa’nın Merkezi hükümet kuvvetlerine destek veren Kormek aşiret
lideri ve mensuplarının da verdiği takviyeli silahlı destekle ayaklanan silahlı
Kürt gruplarına karşı çok önemli başalar sağlanır.
Silahlı ayaklanmaya kalkışmış ayrılıkçı-dinci Kürt
gruplarına karşı 8.1.1925 Erzurum’dan çatışma alanına hareket eden Erzurum 8.
Kolordu Bitlis havalisinde bulunan Kürt aşiretleri ve Varto yöresindeki Kormek
ve Lolan aşiret Liderlerinin oluşturdukları silahlı gruplarda; öteden beri
aralarındaki düşmanlıklar nedeniyle Cıbran ve Hasanan aşiretlerine vurdukları
darbe ile Merkezi hükümete karşı silahlı kalkışmaya katılan silahlı Kürt
gruplarını geri çekilmeye mecbur ederler.
Kormek aşiretinin kılavuzluğunda Osman Paşa’ya bağlı 34.
Alay Kumandanı Talat kumandasındaki Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerini
Malazgirt’e sevk etmiş olarak Şirvan mıntıkasındaki birçok Kürt aşiretleri
Lolan ve Bitlisli Motkan aşiretlerinin de Ankara hükümetine bağlı ordu
kuvvetlerine verdikleri destekle çatışmaya katılan Hasananlı aşireti lideri
Halit Bey ve Ali Rıza kuvvetleri bulundukları yerden doğuya doğru çekilmek
zorunda kalırlarken, tam bu sıralarda, Karaköse’deki Ankara hükümetine bağlı
ordu birlikleri Van bölgesindeki Haydaran ve Ademan Kürt aşiretlerinden
aldıkları yardım kuvvetleri ve özellikle Muradiyeli Yusuf’un takip ve
tertibiyle meydana gelen kanlı çatışmalar sonucu Hasananlı Halit Bey İran’a
çekilerek, arkadaşlarıyla beraber Kato kasabasına sığınmaya mecbur kalır.
Fakat İran hükümeti bu sığınmayı kabul etmez ve askeri
kuvvetle buna engel olurken mülteci Kürtler ile İranlı askerler arasında
çatışmalar başlar ve Mako Kaymakamıyla Halit Beyin oğlu Şemsettin, Şeyh Said’in
oğlu Abbasetin, Zergan aşiret lideri Kerem ve birçok arkadaşları bu
çatışmalarda ölürlerken, Hasananlı Halit Bey ve Ali Rıza, Mako çarpışmalarında
sonra kuvvetlerini çekmeye ve Kürt derebeylerinden Sımko’ya sığınmaya mecbur
olurlar.
Hasanan aşiret lideri Halit Bey 1926 yılının ilk baharında
yeniden ayaklanma çıkarmak üzere Malazgirt’e dönmüş olarak Ankara Merkezi
hükümetine bağlı ordu birlikleriyle birçok kere çatışmalara girmiş bir gece
Şirvanşeyh Köyünde dinlenmeye çekildiği sırada bazı Kürt aşiretleri
liderlerinin kılavuzluğuyla Ankara hükümetine bağlı ordu birliklerince
tutuklanarak 31.7.1926 tarihinde Diyarbakır’da İdam edilir.
Gökdereli Şeyh Şerif ve Yado liderliğinde bir araya gelen
silahlı bir grup Palu’yu işgal ederek, buradaki aşiretlerinde katılımıyla
5.3.1925 te Elaziz Vilayetini ele geçirirler ve Elaziz ahalisinin nerede ise
tamamı bu silahlı Kürt grubuna katılırken, Şeyh Şerif Huseynik merkezinde
Dersimli Hasan Hayrının evine misafir olur ve 6.3.1925 te Elaziz Merkezine
gelen Şeyh Şerif; Müftü Mehmet efendiyi Elaziz Valiliğine atarken Hasan Hayri
ile birlikte Dersim’e şu telgrafı çekerler:
“Hozat’ta Celalzade Mehmet Efendi vasıtasıyla bilumumu
Dersim aşiretleri rüesasına:
Sükûneti muhafaza ediniz. Yakında bir heyet ile Dersime
geleceğiz. Muvaffakiyetler.
Elaziz Cephesi Kumandanı Dersim Mebusu Sabıkı
6 Mart 1925 Hasan
Hayri
Şeyh Şerif
Çatışmalar devam ederken ayaklanan silahlı Kürt gruplarına
ait Hüseynik’te ki cephane depolarından çok büyük bir patlama soncu halktan pek çok kimsenin
ölümüne neden olur ve silahlı Kürt gruplarını yöneten liderler arasında
önlenemez bir anlaşmazlığa neden olur ve
anlaşmazlık git gide bir anarşiye dönüşerek Şeyh Şerif ile Yado arasındaki
çatışma bir türlü engellenemezken, bu olaylardan yararlanan Ankara Hükümetine
bağlı Kazım Paşa yönetimindeki ordu
kuvvetleri Malatya’dan Elaziz’e doğru silahlı Kürt gruplarına karşı
saldırıya geçerek bu grupların Diyarbakır ile olan irtibatını keser ve Palu
istikametine doğru geri çekilmelerine mecbur bırakırken daha önce silahlı Kürt
grupları ile iş birliği yapan Elaziz eşrafı ve halkı bu defa Ankara hükümeti
emrinde ilerleyen Kazım Paşa kuvvetleriyle iş birliği yaparak onları izler ve
Palu ovasında çetin çatışmalar olur 2 Nisan 1925 te Mendo boğazında Kazım Paşa
ordu kuvvetleri silahlı Kürt gruplarınca kuşatılır esir alınmak istenirken
arkadan gelen Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetlerinin baskısı sonucu
8.4.1925 silahlı Kürt grupları liderlerinden Şeyh Şerif Ankara hükümetine bağlı
ordu kuvvetlerince yakalanır, silahlı Kürt gruplarında Zaza Yado ’ya bağlı
grupta Çabukçur dağlarına çekilmeyi
başararak buralarda zaman zaman bazı çatışmalara katılırlarken silahlı Kürt
guruplarına destek veren Palu ve Çabakcurlu
Elaziz Beyleri ve aşiret mensubu 400 kişi İstiklal mahkemelerine sevk
edilerek yargılanır ve idam cezası verilirken, Elaziz halkında bir çok insanda
Batı vilayetlerine sürgün cezasına çarptırılırlar.
Çabakcur Dağlarına sığınan zaman zaman bazı çatışmalara
katılan Zaza Yado liderliğindeki silahlı grup bu gelişmeler sonucu 1927 yılının
başlarında Suriye’ye sığınırlar.
Diğer yandan Şeyh Said ve Melekanlı Şeyh Abdullah’a bağlı
silahlı Kürt grup 3.1.1925 te Solhan İlçesinde Ankara hükümetine bağlı
Sekizinci Kolordu kuvvetleriyle şiddetli çatışmalarla, Eşek Meydanı’na doğru
ilerlemişken, Ankara hükümetine bağlı 12. Fırka ’nın 35. Alay kumandanı
Kaymakam Galip, emrinde olan Komeks ve Lolan aşiret liderlerine bağlı silahlı
kuvvetler Şerafettin Dağlarında çatışmalara girerken, 12. Fırka ’da Bağdan
gediğini kuşatmaya almış ve Güneyde ilerleyen Ankara hükümetine bağlı ordu
kuvvetleri de 6.4.1925 te Darahane’yi
kuşatırlar.
21.1.1925 te Şeyh Said liderliğinde hareket eden silahlı
Kürt grupları Eşek Meydanından ilerleyerek Boğlana gediğini aşarak Muş ovasının
Murat köprüsüne gelmiş ve Ankara hükümetine bağlı 34. Alay kuvvetleriyle kanlı
çatışmalar yaparak Varto yönünden geriye dönmek zorunda kalırlar.
Şeyh Said, Derik mıntıkasından, Varto’nun Abdurrahman
köprüsünden ve Bulanık üzerinden İran’a geçmek isterken, Arkadaşı Cıbranlı
Binbaşı Kasım, Ankara hükümetine bağlı askeri birliklerle iş birliği yaparak
Şeyh Said’i tuzağa düşürür ve kendisi de bu ordu birliklerine hemen teslim
olur.
Şeyh Said ve arkadaşlarından İsmail, Melekanlı Şeyh
Abdullah, İbrahim, Hüseyin, Boğan’ lı Hacı Halit, Cıbran’ lı Hunozade’ lerden
Mehmet, Reşit ve diğerleri ile Ankara hükümetine bağlı askerler tarafından
köprü üzerinden çıkan çatışmalar sunucu 27.4.1925 te tutuklanırlarken, az
sayıda da olsa kurtulabilen silahlı Kürt grubunun bazı üyeleri geri çekilmek
zorunda kalırlar.
Ankara hükümetine bağlı ordu kuvvetinde görevli Osman Paşa;
Tutsak edilerek Varto’ya getirilen silahlı Kürt gruplarını bir Fırka asker
himayesinde Çabakçur’a ve oradan da Diyarbakır İstiklal Mahkemesine gönderir.
Garzan’daki Fencinarak ve Reşkotan aşiretleri ayaklanarak
Batman köprüsü üzerinde, Ankara hükümetine bağlı ordu birliğinden iki alay
askeri kuvvetleri tuzağa düşürerek imha etmişler, fakat Kazım Paşa
kumandasındaki 2. Fırka, Cemil Cahit kumandasında 12. Ve 18. Fırkalar bu
ayaklanma bölgesine gelerek çatışmalar olur sağ kurtulan silahlı Kürt grup
üyeleri Suriye ve Irak’a sığınmak zorunda kalırlarken Fransız hükümetinin de
izniyle Suriye ilçelerine kadar silahlı Kürt gruplarının takipleri yapılmış
tutuklananlar da Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemelerinin faaliyete geçirilmesine
neden olur.
Bu mahkemelerin faaliyete geçmesi üzerine Şeyh Sait
ayaklanmasını planlayıp örgütleyenler arasında sayılan Kürdistan Teali
Cemiyetinin başkanı Seyid Abdulkadir ve oğlu Seyid Muhammet, Palulu Said,
Bitlisli Avukat Kemal Fevzi, Diyarbakırlı Doktor Fuat, Avukat Muhammet ve daha
başkaları istiklal mahkemeleri tarafından idama mahkûm edilerek Diyarbakır’da
bu idam kararları infaz edilir.
Şeyh Said ve beraberinde 17 tutsak aşiret lideri de
Diyarbakır’da 4 Eylül 1925 idame edilirken yalnız Cıbranlı Binbaşı Kasım
serbest bırakılarak Anadolu da kendisine yer ve toprak verilerek bölgede
uzaklaştırılır.
Şeyh Said isyanına katılıp çatışmalardan tutuklanan
Diyarbakırlı Cemilpaşazadelerden Kadri, Ekrem, Memduh, Muhittin, Ahmet ve diğer
birçok kişi yargılanarak bunlardan bazıları ağırlıklarınca altın karşılığında
kefalet kararıyla serbest bırakılırken yalnız Ekrem on beş yıl hapse mahkûm
edilerek Kastamonu hapishanesine gönderilir.
Hınıs’ta açılan Askeri Savaş Divanı mahkemesince sürdürülen
yargılamalarda silahlı Kürt ayaklanmasına katılmış yüzlerce kişi idama mahkûm
edilirler.
Şeyh Said’in idamından sonra isyana katılan aşiretler batı
illerine sürgüne gönderilirken ellerinden silahlar ile Muş dağlarına sığınan
Ğuveyt aşiret lideri Hacı Musa’nı kardeşi Nuh, Çevakcur dağlarından Mıstan
aşiret lideri Ömer Mahi, Sason dağlarından Mehmet Ali Yunus, Ağrı dağlarında
Celali aşiret liderinden Berko adlı aşiret lideri ellerinde Kürtdistan bayrağı
ile Ankara hükümet kuvvetlerine karşı silahlı çatışmalara girmeye devam
ediyorlarken;
Dersimde; Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne mensup, Mustafa
Kemal’in partisine muhalif ve 1924 yılında Dersimli Seyid Rıza’ya sığınmış
olan, Dersim Mebusu Hasan Hayri; Elaziz Fırka kumandanı Nurettin Paşa’nın
aracılığıyla Elaziz’e gidip Hüseynik köyüne yerleşirken 1925 yılında
Elaziz’i işgal eden silahlı Kürt gruplarıyla
iş birliği yapar ama Ankara hükümetine bağlı hükümet güçlerince Dersimlilerin
tepkisine neden olmamak için sürdürülen bu tevkifatlar sırasında hükümet
kuvvetlerince tutuklanmazken Seyid Rıza;
Hasan Hayriye haber göndererek Dersime katılmasını önerir fakat Hasan Hayri bu
öneriyi de ret ederek Ordu kumandanı Nurettin Paşa’nın kendisine verdiği söze
dayanarak Dersimlilere de daima sükûnette kalmalarını önererek kendisi Elaziz ’de kalır.
Hasan Hayrının Dersim aşiretlerinden Karabal aşireti liderlerinden
Ganko ailesine mensup oluşu nedeniyle hem kendi aşireti hemde cıvar aşiretler
üzerinde önemli etki yaparken buna paralel nitelikte Şeyh Şerif’te aynı
nitelikteki tavsiyeleri yörede bulunan diğer aşiretlerin sükûnet içinde
kalmasını sağlarken, diğer taraftan da Ankara hükümetine bağlı Erzincan- Elaziz
cephelerinden ayaklanacak herhangi bir Dersimlilere karşı önemli tedbirler alınmış
olur.
Dersimli Seyid Rıza: Elaziz’i işgal eden Şeyh Şerif
kuvvetlerinin Malatya üzerine hücum edebileceğini ümit ederken, Malatya
-Siverek cephesinden 5. Fırka Kumandanı Kazım Paşa’ya bağlı askeri birlikler
Elaziz’e doğru saldırıya başlamış ve bu askeri kuvvetlere destek veren Elaziz
beylerinden Şadiyan aşiret lideri Oğki’li Necip Ağa bağlı silahlı grupları, o
sırada Elaziz ‘de bulunan Doğandedezade
Hayri’nin de tahrikiyle Doğu Dersim aşiretlerinden Palu mıntıkasına sınır olan
Kıran, Lolan ve Suran aşiretleri
1.4.1925 te Şeyh Şerif’e bağlı silahlı gruplarına arkadan saldırırlar ve
silahlı Kürt silahlı guruplarını Palu istikametine doğru çekilmeye mecbur bırakırlar.
Gelişen bu durum karşısında Dersim’in güçlü aşiretleri
sükûnetle kendi varlıklarını tamamen koruyabilmiş ve Ankara merkezi hükümetine
bağlı askeri ordu birliklerinin Dersim mıntıkasını etkilemesine engel olabilmişlerdir.
Dersim mebusu Hasan Hayri ve amcasının oğlu Celal Mehmet
bölgede yaptıkları ayrılıkçı Kürt faaliyetlerine yeniden başlamaları sonucu
hükümet yetkililerinin bölgede yaptıkları inceleme ve tahkikatlar sonucu
tutuklanıp yargılanırken İstiklal Mahkemesi başkanı Ali Saip, Hasan Hayriye
hitaben “Ankara Büyük Millet Meclisinden Kürt Milli kıyafetleriyle hazır
bulunduğunda Kürtçülük amacıyla hareket edip, etmediğini” sorması üzerine, Hasan Hayri; Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle
Kürt Milli Elbisesini giyerek Lozan Konferansına telgraf çektiğini ve Türk
camiasından ayrılmayacağını, söyleyerek kendisini savunmuş olmasına rağmen
savunması yeterli görülmemiş ve bir Dersim mebusu olmasına rağmen, ayrılıkçı
Kürt Terakkiperver partisine mensup olarak, ayrılıkçı Kürt faaliyetlerine
katılması nedeniyle idam cezası ile cezalandırılır ve idam infazı
gerçekleştirilirken Hasan Hayri “Yaşasın Kürt Milleti, ey Kürdistan şehitleri,
işte Hasan Hayrı size kavuşuyor.” Diye seslenerek dar ağacından asalı bir
vaziyette son nefesini verir.
1926 yılında da gelişen Şeyh Said olayları nedeniyle yapılan
yargılamalar ve verilen cezaları durdurmak için Seyid Rıza tarafından Ankara
merkezi Hükümet’ine yapılan başvurular alının cezaların infazını durduramaz,
fakat Diyarbakır Valisi Ali Cemal Seyid Rıza ile görüşmek üzere Dersime gelir,
görüşmelerin yapılacağı Karaca Köy ’üne,
Baytar Muhammed Nuri ile beraber birçok seyitlerinde bulunduğu bir
içkili yemek masasında Vali Ali Cemal söze başlayarak; Yaşadığınız Elaziz
mıntıkalarında terk edilmiş Ermeni arazilerini Dersimlilere verileceğini,
Dersim’de okullar açarak Alevi törelerine uygun öğrenim yapılacağını ve
Koçgirililer hakkında ilan edilmek üzere genel af çıkarılacağını bildirir.
Ertesi gün, Diyarbakır’ dan Umumi Müfettiş İzzettin ve
Elaziz Valisi Rıza da Hozat’a gelirler ve Diyarbakır Valisi Ali Cemal bu
görüşmede toplantıya katılan aşiret mensubu temsilcileri Umumi Müfettiş
İzzettin Paşa’yla görüştürmek için ısrar ederken Umumi Müfettiş İzzettin
Paşa’nın aniden Hozat’a gelişi Seyid Rıza’nın şüphelenmesine neden olur.
Teklif edilen bu görüşmelere katılmayı kabul edip etmemekte
tereddütte düşen Seyid Rıza’yı anlayan Ali Cemal, cebinden tabancasını
çıkararak şunları söyler: “Tabancamı alın ve arkamda gelin, size en ufak bir
yan bakan olursa, beni tabancamla imha edin, size şerefimle söz veriyorum, beni
mahcup etmeyin.”
Bu diyaloglardan sonra yanında Baytar Nuri olmak üzere Seyit
Rıza’yla birlikte Hozat Merkezine İzzettin Paşa’yla görüşmeye gitmeye söz
verilerek, Vali Ali Cemal ile beraber Hozat’a ulaştıklarında Hozat hükümet
konağı önünde askeri bir kıta tarafından resmi bir selamlamayla karşılanıp,
doğruca İzzettin Paşa’nın huzuruna çıkarlar.
Ve Seyid Rıza ile Baytar Muhammed Nuri üzerlerinde kendi
milli kıyafetleri giymiş olmaları Umumi müfettiş İzzettin Paşa’nın dikkatini
çekerken “Seyid Rıza ve Baytar Muhammed Nuri siz mi siniz?” der. Ve Baytar Muhammed
Nuri; evet biziz dedikten sonra, Seyid Rıza “Ben Dersim ’li Rizo’yum. Dersim’de
her meşe altında ve her dağ başında pek çok Rıza var. Hangi Seyid Rıza’yı
soruyorsunuz?” der.
İzzetin Paşa da “Mademki Ağdad Köyünde oturuyorsunuz, Seyid
Rıza’da siz siniz.” Dedikten sonra uzun öğütler verirken Ali Cemal’in Elaziz’e
vali olarak geleceğini, Dersimlilerin her türlü isteğini yerine getirileceğini,
Mustafa Kemal’in bütün aşiretleri selamlamak için kendisine görev verdiğini”
bildirirken, “Baytar Muhammed Nuri’nin de Dersimden çıkarak Elaziz ’de oturması
merkezi yönetim tarafından gerekli görüldüğünü ve hiçbir sorgu ve sorumluluğa
maruz kalmayacağını ve yakın zamanda bu konuya dair özel bir karar çıkacağını”
sözlerine ekler.
Bu görüşmeden sonra Seyid Rıza, Alişer ve Baytar Muhammed
Nuri: Baytar Muhammed Nuri’nin Dersim’den çıkması konusundaki teklifi
aralarında tartışırlar ve sonuçta Seyid Rıza’nın Elaziz’e gelmeyerek, daimî
surette Dersim’de kalacağını ve Baytar Muhammed Nuri’nin hayatının Elaziz ‘de
güvencede olacağını düşünerek Elaziz’e gitmesine karar verilir ve bu karardan
20 gün sonra ailesini Dersim’de bırakarak Elaziz’e gelir ve Vali Ali Rıza’ya
misafir olur.
Aradan geçen üç gün sonra ise Ali Cemal Elaziz’e gelir, Ali
Rıza da Diyarbakır’a giderken;
Doğu Dersimli İbiş Zeki: Ali Cemal’e samimi görünerek Ankara
Hükümeti dostu olduğunu göstermek için Doğu Dersimli bazı aşiret liderlerini
Ali Cemal’in ziyaretine getirir ve Ali Cemal iş olarak Elaziz Vilayeti Daimî
Encümen üyeliklerine bu aşiret liderlerini ve İbiş Zeki’yi seçtirirken, Baytar Muhammed
Nuri de Elaziz ‘de olup biteni ve bu olayları günü gününe Seyid Rıza’ya bildirir.
Bu arada Ankara Merkezi hükümetince yeni çıkartılan İskân
Kanunu gereğince Elaziz’e yerleştirilen Dersimli 2.000 aileye Elaziz ovasında
arazi verilirken, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’ye de muhasebeden hususi satışı
yapılmış gibi Holvenk manastırı verilir.
Elaziz Valisi Ali Cemal: “Seyid Rıza’nın da Elaziz’e gelip
yerleşmesi için Baytar Muhammed Nuri aracılığıyla haberler gönderip ricalarda
bulunsa da her defasından Baytar Muhammed Nuri bu isteğin karşılanmasının
mümkün olmadığını valiye söylediğini” yazar.
Yine Baytar Muhammed Nuri: “Doğu Dersimliler Elaziz Valisi
Ali Cemal’in kesin Alevi olduğuna inananmışlar ve Ali Cemal, Dersimlileri
kendine bağlamak için Ankara merkezi hükümetince kullanmasına izin verdiği
örtülü ödenekten yüklü harcamalarda bulunuyor, hatta arada sırada: “Hükümet
Dersim’i ıslah için ordular gönderse milyonlarca para sarf etmek zorunda
kalacak. Dersim bu masrafların yarısıyla ve idari olarak ıslah edilirse daha
başarılı olur ve ben de Dersim’i korumuş ve esirgemiş olurum.” Dediğini
yazarken, Dersimde parasız yatılı okulun açılması: Kürt öğretmenlerin
yetiştirilmesi bazı gençlerin İstanbul’da, Ankara’da ve Avrupa’ya öğrenim için
gönderilmesi, yollar, köprüler yaptırılarak, tarım ve ekonomi alanından yatırım
yapılması ileri sürülüyorsa da Ali Cemal’in güttüğü siyaset, bu isteklerin
gerçekleştirilmesinden uzaktı.
Vali’nin tek amacı sükûneti sağlamak, ayaklanmaları önlemek
ve özellikle Seyid Rıza ile bazı önemli şahsiyetleri bir yolunu bulup Dersim’de
çıkartarak onları ilk önceleri Elaziz’e ve daha sonra batı vilayetlerine sevk
etmeye ve böylece Dersim’i önderlerinden yoksun bırakmaya çalışıyordu.” Der.
Elaziz Valisi Ali Cemal: Ankara merkezi hükümet ile görüşmek
üzere Dersim aşiretlerinden oluşan bir iyi niyet heyeti göndermek için Elaziz
Holvenk manastırında ikamet eden Dersimli Baytar Muhammed Nuri’yi Elaziz
Vilayet konağına çağırır ve kendisiyle birlikte Dersim’e gitmesini ister ve
Dersimli Muhammed Nuri de arkadaşlarımla görüşürüm düşüncesiyle kendisine gelen
teklifi kabul ederek beraberce Hozat’a giderler.
Dersim Hozat’taki görüşmelerde Seyid Rıza: kendisinin bahsi
geçen iyi niyet heyetiyle Ankara’ya gitmesinin mümkün olmadığı nedenlerini
anlatarak Baytar Muhammed Nuri’nin oluşturulacak bu iyi niyet heyetiyle
Ankara’ya gitmesi gerektiğini söyler ve Baytar Muhammed Nuru, Seyid Rıza ile
yaptığı bu görüşmeden sonra Seyid Rızanın ikamet ettiği Ağdat köyünden ayrılır.
Amcası, Seyid Rıza ile aralarında bazı köylerin kime ait
olduğuna dair bazı ihtilafları bulunan Seyit Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber amcası
Seyid Rıza’nın aleyhine hareket etme fırsatını kaçırmaz ve amcası gelmediği
için kendisi aşiret liderlerinden İbiş Zeki vasıtasıyla Bakstırıyan aşiret
lideri Yusuf, Arsalanan ve Maksudan aşiretlerinden Keko ağalarla Vali Ali
Cemal’in düzenleyeceği toplantıya katılmak üzere Hozat’ta gelir.
Hozat Mutasarrıflık Konağında Aşiret liderleri ile
sürdürülen toplantılardan birinde bir içki alemi düzenlenir, Vali Ali Cemal
keman, Baytar Muhammed Nuri bağlama ile birlikte koşma çalıyor, “Hu Alim Hu”
diye sürekli deyişler söylerken, bir aralık Vali Ali Cemal : Baytar Muhammed Nuri’ye
“Sana bir sır söyleyeceğim diyerek, sözü Seyid Rıza’nın bu İyi niyet
toplantısına niye gelmediğini sorar ve Güney sınırlarından Kürt, Ermeni ve
Fransız casuslarının Seyid Rıza’nın yanına geldiklerini hatta son zamanlarda
Cemil paşazade Ekrem’in de tebdili kıyafetle geldiğini, bu konuda bilgisi olup
olmadığını” sordu der ve “İki cambaz bir ipte oynamaya başlamıştık, sorduğu
şeylerin Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rahber’in iftirası olduğunu kendisine
söylemem, yüz ifadesi değişti, benden gücendiği anlaşılıyordu.” Diye anlatır ve
ertesi günün sabahı hep beraber Elaziz’e hareket ederler, Elaziz Belediyesi,
gelen “iyi niyet heyeti” şerefine bir balo tertip eder, bu baloya Fırka
Kumandanı Mustafa Haydar da hazır katılırken düzenlenen baloda Alevi inancına
mahsus sema yapılmakta ve Gazi Mustafa Kemal’in yarenlerinden Diyap ve Meço
ağalarda ortaya atılarak “Şah, şah” nidalarıyla el çırparak dönmeye başlamışlardı.
Bunlar Gazi Mustafa Kemal’in Alevi olduğuna inanıyorlardı.” Der.
İbiş Zeki vasıtasıyla çoğunluğu Doğu Dersim’den gelen heyet
ile Vali Ali Cemal’in ısrarıyla Baytar Muhammed Nuri de oluşturulacak” iyi
niyet heyetine” katılmak üzere, Karabal aşiret lideri Kangozade Mehmet Ali, Koç Mustafa, Abbasan aşiret
lideri Meço, oğlu Hüseyin ve kardeşi Beko, Ferhadan aşiret lideri Cemşid, Diyab
oğlu Veli, Pilvenkan aşiret lideri Süleyman ve Hıdır ,Kırğan aşireti lideri
Ağa, Bektiyaran aşiret lideri Yusuf, Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rahber,
Arslanan ve Maksudan aşireti lideri Keko, Yusufan aşiret lideri Kanber, Alan aşiret lideri Ali,
Kıran aşiret lideri Mustafa, Şadiyan aşiret lideri Veli Kake, Gexi aşireti
adına Mehmet ve Süleyman, Elaziz Belediye Başkanı emekli Miralay Halil, Özel
İdare başkanı Sabri, Encümen üyelerinden İbiş Zeki ve Vali Ali Cemal’den oluşan
“iyi niyet heyeti” Diyarbakır yoluyla Ankara’ya gitmek için yola çıkarlar.
“Böyle uzun bir yol güzergâhının seçilmesini bu iyi niyet
heyetinin Kürdistan üzerinde etki bırakmak olduğunun farkındayım” diye kendi
kanaatini ifade eden Baytar Nuri, heyetin uğradığı Diyarbakır da ordu kumandanı
İzzettin Paşa ve Urfa’da Vali Fuat Paturay tarafından yine iyi niyetle iyi
niyet heyetine geldikleri için şereflerine hoş geldiniz balo düzenlenerek yine
aynı amaç güdülmekte olduğunun farkında olduğunu” ifade ederek, yolculuklarının
devamında Gaziantep ve Maraş mıntıkalarından geçerlerken yanlarına bir kamyon
dolusu muhafız asker verilir, bu askerlerin niye yanlarında yolculuk ettikleri
sorulduğunda: “Güneyde bulunan Kürtlerden ve özellikle Hoyboncuların iyi niyet
heyetine karşı olası bir silahlı saldırıya karşı alınmış bir ihtiyati
tedbirdir” diye cevap verilirken Adana’ya yetiştiğimizde Vali Ali Cemal
Dersimli Baytar Muhammed Nuri’ye yaklaşarak “Dersimlilerin memnun kalıp
kalmadıkları konusundaki fikrini sorarken Baytar Muhammed Nuri de “Beyefendi
Dersimlileri tamamen memnun etmek için bir dileğimiz vardır. Seyid Rıza’nın da
ricası budur: Seyid Rıza: Şeyh Sait ayaklanmasından sonra batı vilayetlerine
sürgün edilen Kürtler af edilir ve memleketlerine dönerlerse, ben de istenilen
yere giderim.” Diyordu. Heyetimizi oluşturan aşiret liderlerinin de dilekleri
bu dur. Bütün Dersim halkı bunu arzu ediyor. Bu arzular yerine getirilir de
Batı’da bulunan Kürtler yerlerine dönerlerse, bu sizin kadir kıymetiniz, son
derece arttıracaktır.” Der ve buna cevaben Vali Ali Cemal de: “Dersimliler
Alevidirler, diğer Kürtlerle ne gibi bir ilişkisi var?”
Dersimlilerin dini ve mezhebi adetlerinden çok milli ve soy
adetlerine bağlılıkları vardır, bu nedenle Batı’daki sürgün halkın durumuna
üzülüyorlar. Sürgünler arasında Şadiyan aşiret lideri Necip Ağa ve Çamsancak
Beyleri de vardır.
Vali Ali Cemal de: “Oğkili Necip Ağa’nın Hoybuncularla
ilişkisi olduğundan eminim. Bununla beraber Ankara’da bu fikrinizin kabulü için
çalışacağım.” Der.
İyi niyet heyeti Konya’ya yetiştiklerinde Dersimli Baytar Muhammed
Nuri Konya da sürgün bulunan Dersim’in Çarsancak Beylerinden Yumni ve kardeşi
Paşa ve İzol aşireti liderlerinden Harputlu Hacı Kaya ile görüşür ve
memleketlerine dönmeleri için Ankara’da teşebbüste bulunacağına dair Vali Ali
Cemal’den söz alır.
“İyi Niyet Heyet’i “Ankara’da Mustafa Kemal’e vekaleten
Meclis Başkanı Kazım Paşa’yla Büyük Millet Meclisinde görüşürken heyeti Kazım
Paşa’ya Vali Ali Cemal tanıtırken, Kazım Paşa “Baytar Muhammed Nuri’yi
tanıyabilir miyim? “Der ve Vali Ali Cemal: Baytar Muhammed Nuri’yi taktim eder.
Kazım Paşa: heyete dönerek “Ziyaretinizden Gazi’ Mustafa Kemal’in ve kendisinin
memnun olduğunu, Seyid Rıza ve diğer aşiret liderlerinin gelmemesinden üzüntü
duyduğunu; Dersimin pek yakında yol, okul ve ulaşım araçlarına kavuşacağını. Vali
Ali Cemal’in talebi üzerine Doğudan Batıya sürgün edilmiş olan bütün Kürtlerin
memleketlerine döndürüleceklerini, bu hususta pek yakında Meclis’e bir af
kanunu tasarısı sunulacağını, Gazi Mustafa Kemal’in de bu hususu kesin olarak
vaat ettiğini ve Dersimlilere Erzincan- Elaziz ve Malatya’nın yaylalarında ve
ovalarında toprak dağıtılacağını, Dersimlilerden sükûnetlerini korumalarını
beklediğini” söylerken” bu sözleri tarihi nutkunu yazmakla meşgul olduğu için
Gazi Mustafa Kemal’in kendileriyle bizzat görüşemeyen Gazi Mustafa Kemal’in
emriyle söylediğini” heyete bildirir.
İyi Niyet Heyeti üyeleri İsmet Paşa ile görüşürlerken de
“aynı sözleri dinlemiştik der” Baytar Muhammed Nuri.
Ankara’dan ayrılmadan önce Dahiliye Vekili ile görüşen Vali
Ali Cemal “Kürt sürgünlerinin affedileceğine ilişkin kesin söz aldığını heyete
anlattıktan sonra, iyi niyet heyeti Ankara’dan Dersim’e dönerlerken heyet üyesi
Baytar Muhammed Nuri ve bazı arkadaşları ve Vali Ali Cemal İstanbul’a giderler.
İzmir’e sürgün olup bu sırada İstanbul ‘da bulunan
Diyarbakırlı Cemilpaşazade Kadri’yle Reşadiye otelinde gizli olarak buluşan
Baytar Muhammed Nuri İyi niyet heyetinin Ankara Hükümeti yetkilileriyle
yaptıkları görüşmelerin amacını açıklar ve Milli haklarımızın kazanılması için
ilelebet çalışacağımıza dair Dersimliler adına Genel Merkez’e bildirilmek üzere
bir taahhütname imzalayarak kendisine verdim.” Diye yazar.
Baytar Muhammed Nuri İstanbul’dan Elaziz’e dönüşünden az bir
zaman sonra Büyük Millet Meclisince onaylanan af kanunu ilan edilir ve Batı
vilayetlerine sürülen bütün Kürdistan sürgünleri memleketlerine dönerlerken
Dersim, Elaziz ve Erzincan merkezlerindeki bütün tutukluların cezaları tecil
edilerek serbest bırakılırlar.
Dersimlilere karşı gösterilen bütün bu hoşgörülere rağmen
Seyid Rıza ihtiyatlı davranır ve Merkezi Ankara hükümetine güvenemez ve devamlı
olarak Ankara Merkezi hükümetlerine “Kürt Milli haklarının nelerden ibaret
olduğu hakkında ısrarlı isteklerde bulunarak, Dersimde Kürtçe öğrenim yapan
okullar açmak olduğunu bu isteği Batı Dersim’in Koçgiri aşiretlerinde ısrarla
desteklediklerini söylerken, Vali Ali Cemal :bu isteğe son derece sinirleniyor
ve Dersimlilerin bu dağlarda yaşayan Alevi olduklarını, aslında bütün Türkler
’in ilk önceleri Alevi oldukları halde sonraları Sünni mezhebe girdiklerini
söyleyerek bütün gayret ve cabalarına rağmen Vali Ali Cemal: Seyid Rıza’yı ikna
edemeyeceğini anlarken; benim de Seyid Rıza’nın görüşlerini desteklediğini ve
bu nedenle şüphelenmesine rağmen görüşmelerini sürdürdüğünü anlıyordum” Der.
Bazı Dersimli aşiret liderleri ile beraber Dersimli İbiş
Zeki ‘nin kılavuzluğuyla, Vali Ali Cemal: Seyid Rıza’nın itibarını kırmak ve
mümkün olursa vücudunu ortadan kaldırmak amacıyla Dersimliler arasında Seyid
Rıza’ya karşı güç yaratmaya koyulur ve Doğu Dersim aşiret liderleriyle beraber
Batı Dersim aşiret liderlerinden birkaçı Hozat merkeze gelerek Vali Ali
Cemal’in başkanlığında bir toplantı yaparlar.
Bu toplantıda yapılan tartışmalar sonunda hükümete karşı
yapılacak bütün ayaklanmaların, tek sorumlusunun Dersim’in Koçgiri aşireti
olduğu ileri sürülerek imhasına karar verildiğini” söylerken “toplanan bu
kongreden alınan bu karar Vali Ali Cemal için önemliydi, çünkü Koçgiri aşiretlerinin
imhası Seyid Rıza’yı önemli bir kuvvetinden mahrum bırakacak ve bu aşiretin
imhasından sonra sıra Seyid Rıza’ya gelecekti.” Der Dersimli Baytar Muhammed
Nuri.
Vali Ali Cemal’in Dersimli İbiş Zeki aracılığıyla Dersim
aşiret liderlerinden oluşturulan heyet ile düzenlenen kongre niteliğindeki
toplantıya bir çok Dersimli birçok aşiret lideri katılmak istememiş ve Kongreye
katılmak istemeyen Ovacık aşiretleriyle Kalan aşiretlerinden de faydalanmak
için Baytar Muhammed Nuri’nin bu aşiretler üzerindeki etkisinden faydalanmak
için Baytar Muhammed Nuri’yi yanına çağırarak Baytar Muhammed Nuri’ye Ovacık
mıntıkasına bir seyahat yapacağını ve Munzur suyu kaynağında bütün Ovacık
aşiretlerinin toplanmasının sağlamasını ve Vali olarak toplanan aşiret
liderlerine bazı açıklamalar yapacağını söyler;
“Valinin tekliflerine karşı gelmemek planlarımızın
gereğiydi” der Baytar Nuri.
Toplantıyı hazırlamak için Ovacık’a ulaştıklarından Baytar Muhammed
Nuri ve Vali Ali Cemal: Aşiret liderlerini Jane köyünde toplantıya katılmalarını
isterler ve bu toplantıya Aslanan Aşireti, Beytan aşireti, Pezgevran aşireti ve
Maksudan aşiret liderleri ile bazı aşiret liderlerileri katılırlar.
Toplantı başladığından Vali Ali Cemal: Aşiret liderlerinin,
aşiret usullerine göre ant içmelerini teklif eder, bu teklife uyarak aşiret
mensupları, Munzur suyuna ilerler ve Munzur suyundan avuçlarıyla aldıkları
birer avuç su içen liderler her koşula uyacaklarına dair geleneksel usule göre
ant içerler.
Dersim de halk arasında uyulan bu geleneklere dayalı ant
içme: Bölgedeki mitolojiye göre Munzur Dağı kutsal bir dağdır ve su Tanrıçası
Anahit, bütün Ari kavimlerin mitolojik Anası olup, su içmek sayılır ve Zerdüşt
geleneğine göre de “avuçla su içmek: bir şeye söz vermek sayıldığı ve aksine
hareket edersem Tanrıca annemin sütü bana haram olsun” demek olduğuna dair söz
vermiş sayılıyor.
Seçilen bu aşiret liderleri avuçlarıyla su içtikten sonra
Vali Ali Cemal ayağa kalkarak Munzur suyunun kaynağına yaklaşarak hazır bulunan
halka hitaben “Ağalar, ben de sizinle sadakatle konuşup, sadakatle hareket
edeceğime dair bu kutsal Munzur suyundan bir bardak su içmek suretiyle yemin
ediyorum.” Diyerek yanında bulundurduğu bir bardakla Munzur’dan su alıp içer ve
“Ağalarım, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sizlere selamı var. Beni size o
gönderdi. İçtiğim suya yemin ederim ki, O Alevidir ve dünyadaki bütün Aleviliği
canlandıracaktır. Ben Aleviyim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız
yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan’da ve Elaziz ’de
toprak verilecek, ancak sizden bir hizmet bekliyorum: oda yakında hükümet
kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim’in adını lekeleyen Koçan aşiretini
biraz ıslah edecek, siz bütün aşiretiniz mensuplarıyla bu harekete
katılacağınıza dair şimdi söz vereceksiniz. Bu suretle Koçan aşireti ıslah
edildikten sonra, Dersim’de her şey yoluna girmiş olacak, hükümet Dersim’de
emin olacak ve Dersimlilerin her türlü isteği yerine getirilecektir.” Der ve
aşiret liderlerinden Kazımzade Munzur Ağa: aşiret liderleri olarak kendi
aralarından özel bir toplantı yaparak, ertesi günü son sözlerini
bildireceklerini söyler ve Munzur’daki toplantıya o gün son verilir.
Ancak toplantıya katılan Dersimli aşiret liderleri istenen
bu yirmi dört saatlik zaman içinde kendi değerlendirmelerini yaparlar ve
varılan kanat sonucu olarak Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin gelip Koçan
aşiretini bulundukları yerden sürüldükten sonra, diğer aşiretlerinde birer
bahaneyle aynı akıbete uğrayacaklarını anlamış olarak bu yirmi dört saat
içerisinden Vali Ali Cemal’e ret cevabı vermeden önce Koçan Aşiretine yardım
için gereken araç gereçleri sağlamak ve Koçan aşiretinin bu mıntıkadan
uzaklaştırdıktan sonra, Merkezi hükümet kuvvetlerince bulundukları bölgede
Koçan aşiretinin uzaklaştırılması ve ıslah edilmesi için yapılacak çalışmalara
katılacaklarına dair Vali Ali Cemal’e
söz verilirken ileri sürdükleri bazı şartları da iletirler.
Bu şartlar arasında Koçan aşiretine karşı, Ovacık
aşiretlerinin tutacakları cepheye Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin
gönderilmemesi, buna neden olarak da Silahlı Aşiret mensuplarının, silahlı
Merkezi Ankara hükümetine bağlı askeri kuvvetlerle uyum sağlanamayacağı ileri
sürülerek, Aşiretlerin oluşturduğu silahlı cephe kumandanlığını da Baytar Muhammed
Nuri Dersimi ’ye verilmesi istemleri olarak öne sürerler.
Vali Ali Cemal Dersim aşiretlerinin bu isteklerini kabul
ederken, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’nin kayınpederi olan Ali Ağa’ya bağlı
bulunan Kalan aşireti; Koçan aşiretine karşı yapılacak Ankara Merkezi hükümeti
kuvvetlerinin harekâtına katılmayacaklarını ilan eder.
Bu sırada Vali Ali Cemal, Elaziz’e gitmiş ve Haydar Paşa’nın
kumandasında iyi donanımlı bir Fırka asker Elaziz ’den hareketle Çemişgezek- Hozat
mıntıkalarında bulunan aşiretlerinde katılımıyla Koçan aşiretini kuşatırlar.
Koçan aşireti, Resik ve Şemken aşiretleriyle ittifak kurduğu
için, bu aşiretler ayrılmaz bir kitle halindeyken, Ankara Merkezi hükümetine
bağlı askeri birlik kumandanı Haydar Paşa bir bildiri yayınlayarak adı geçen
aşiretleri kayıtsız-şartsız teslim olmaya davet ederek, Teslim olanların Elaziz
vilayetinde iskân edileceklerini vadederken, aksi taktirde hiç kimseye merhamet
edilmeyeceğini bildiriyor.
Ovacık aşiretleri, Koçanlar’la mükemmel bir ilişki kurmuş
“Koçan aşireti mensupları, kendileriyle iyi ilişkiler kuran ve Vali Ali Cemal’e
kutsal saydıkları “ant içerek” söz veren Ovacık aşiret mensuplarına “Cephanemiz
olursa Türkiye Cumhuriyeti Hükümete bağlı askeri birlikler ’in bütün orduları
üzerimize gelse bile hiçbir şey yapamazlar.” Diye bol miktarda cephane isterlerken
Vali Ali Cemal 150 katır yüklü cephaneyi Yüzbaşı Faik ile beraber Ankara
Hükümeti Kuvvetleriyle birlikte hareket edeceklerine söz veren Ovacık
aşiretlerine göndermiş ve Yüzbaşı sürekli olarak cephane dağıtma bahanesiyle
cephede kalmak isterken Baytar Muhammed Nuri ve komutasındaki ovacık aşiretleri
kuvvetlerinin Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerince faaliyetlerinin kontrol
altında olduğu inancının oluşmasına neden olur.
Diğer yandan silahlı Koçan aşireti gurupları bir gece
baskını yaparak Amutka mevkiinde bir bölük hükümet kuvveti bağlı askeri tamamen
imha ederek çok sayıda savaş malzemesi ele geçirir ve bu olay sonun da var olan
çatışmalar çok daha fazla alevlenir. Ovacık Aşiretler güçlerinin oluşturduğu
Cephe’de cephane az verdiniz, çok verdiniz dedikodusu çıkartılarak Cephane
dağıtımında sorumlu Yüzbaşı Faik’in Cepheden kalması Ovacık aşiretlerinin
hükümet kuvvetlerine destek vermeden dağılacaklarına neden olacağı Vali Ali
Cemal’e bildirilerek Yüzbaşı Faik’in cepheden geri çağrılması sağlanır ve Baytar
Muhammed Nuri komutasında oluşan ovacık aşiretlerinin oluşturdukları silahlı
gruplara teslim edilen Ankara Merkezi Hükümeti kuvvetlerine ait silah ve
cephanelerin büyük bir kısmı Koçan Aşiret liderlerinden Seyithan Ağa’ya teslim
edilmek üzere gönderilir. Koçan aşiretine mensup ihtiyar, kadın ve çocukların
büyük bir çoğunluğu Ovacık aşiretlerinden Pejgar ve Maksudan aşiretlerinin
sınırları içine yerleştirilmiş olarak Koçan aşireti bütün gücüyle bulundukları
mıntıkanın Güney ve Batı cephelerine yükleniyor ve gece baskınlarıyla Ankara
Merkezi hükümet kuvvetlerinin dağılmalarını gören Ordu Fırka kumandanı Haydar
Paşa: yanında bulunan Kozat aşiret liderine “Benim bu silahlı aşiretlerden bir
Fırka düzenli askerim olsa, billahi dünyanın Fatihi olurum.” Dedirtir.
Bu kuşatmalı çatışmalarda Ankara Merkezi hükümeti
kuvvetlerine önemli zayiatlar verilmiş ve orduya ait bir adet Uçak’ta
düşürülmüş olarak, arada geçen bir ay gibi zamanla istenen sonuca varılmamış
olması Vali Ali Cemal ile Fırka Kumandanı Haydar Paşa arasında ciddi bir
anlaşmazlık baş gösterirken, Koçan aşiretine karşı sürdürülen çatışmalara
destek verecekleri sözü ile Ovacık aşiretlerince oluşturulan cephe göçlerine
güvenmediğini bildiren Fırka Kumandanı Haydar Paşa, Erzincan’dan gönderilen üç
piyade alayını Ovacık’a getirerek, onları Baytar Muhammed Nuri komutasında
bulunan Ovacık aşiretlerinin bulunduğu yere çekilmelerini emreder ve aşiret
bulundukları yerden kendi yerlerine dönerler.
Fakat Fırka Kumandanı Haydar Paşa’nın aldığı bu tedbir yine
Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı gelişen olaylara neden olur. Çünkü
kendi yerlerine çekilen aşiretler geceleri Ankara Merkezi hükümetine bağlı
askerleri kuvvetlere karşı sağdan ve Soldan şiddetli saldırılar yaparak kanlı
çatışmalara girerlerken engebeli arazide geceli- gündüzlü yol alan askeri
kuvvetleri büsbütün sarsılırken arkadan gelen cephane ve erzakları da çoğu kez
zamanında yetiştirilememesi bu kıtaları büsbütün perişan bir duruma düşürmeye
başlar, ve askerler cepheden çatışmaktan çok karınlarını doyurma yollarını
aramaya çalışmak zorunda bırakılırlar ve
silahları karşılığında aşiretlerden koyun-kuzu ekmek ve un satın
alıyorlardı.
Ovacık aşiret mensupları hem kendi ellerinde bulunan hem
askerlerde yiyecek karşılığı satın aldıkları silah ve cephaneleri hemde gece
baskınlarıyla elde ettikleri silahlar ve malzemeleri Ankara Merkezi hükümetine
karşı silahlı olarak ayaklanan Kocan aşiretlerine gönderiyorlar.
Çatışmaların sona erdirilememesi Vali Ali Cemal ile Fırka
Kumandanı Haydar Paşa arasındaki anlaşamamazlık sonucu Vali Ali Cemal cepheden
ayrılarak Elaziz’e döner ve her ikisi de birbiri aleyhine İç İşleri Bakanlığına
şikâyette bulunurken mevsim son bahara döner ve başlayan soğuklar nedeniyle
bölgede geceleri dışarıda barınma imkânsız hale gelir ve Ankara Merkez Hükümetine
bağlı Ordu Fırkası Elaziz’e çekilmek zorunda kalır.
Aradan çok zaman geçmeden, Dersim’de Koçan aşiretine karşı
düzenlenen askeri harekatta tamamen başarısız sayılarak, Fırka kumandanı Haydar
Paşa, Elaziz ‘den ve İzzettin Paşa’da Diyarbakır’dan Erzincan’a tayinleri
yapılarak, neden oldukları başarısızlığın cezasını çekmiş sayılırken, Koçan
aşiret lideri Seyid Rıza’nın Vali Ali Cemal ile iş birliği yapmak istememesi
Dersimde bulunan aşiretlerin büyük çoğunluğu üzerinde önemli etkiler bırakır ve
bu aşiretler de Ankara Merkezi Hükümetine karşı daima uzak kalmak istemiş olurlar.
Gelişmelerin böyle seyretmesine rağmen Vali Ali Cemal:
Dersim aşiret mensubu İbiş Zeki’nin tavsiyesiyle, “Karşılıklı kefalet”
konusundaki talimatname uyarınca, Ziraat Bankasından alınan yüz bin lirayı
Dersim aşiretlerinden birçok kişiye dağıtıp, bunların eski borçlarını
ertelemeye çalışırken, Ankara Hükümeti’ni tatmin edecek bir başarı
sağlayamadığı için buradaki durumu giderek zorlaşıyor ve Bölge Umumi
Müfettişliği adlı bir plan hazırlanarak yeni bir idari girişim hazırlanır ve
plan sonucu oluşturulan üç umumi müfettişlik ise Birinci Umumi Müfettişlik
Merkezi Diyarbakır’da, ikinci Umumi Müfettişlik Merkezi Trakya’da ve Üçüncü
Umumi Müfettişlik Merkezi de Erzurum olmak üzere sonradan da dördüncü Umumi
Müfettişlik Merkezi olarak da Elaziz de kurulur.
Anadolu’nun doğu vilayetlerinden 1920 de başlayan Dersim
ayaklanmasından sonra 1925 den silahlı
ayaklanmaya başlayan Şeyh Sait isyanları nedeniyle Ankara Merkezi Hükümetince
1928 de Merkezi Diyarbakır olmak üzere kurulan Birinci Umumi Müfettişlik
kurumunun başına Arap asıllı İbrahim Tali atanmış ve kendisine verilen görev
ise bu isyanlara katılan ve işledikleri suçları mahkeme kararlarıyla tespit
edilen fakat sürgün ve yeni ikamet yeri cezası almış aşiret üyelerini
bulundukları yerlerden alıp batı Anadolu’ya göç ettirilerek nakillerini
sağlamaktır.
Erzurum vilayeti dışında Elaziz-Van-
Bitlis-Diyarbakır-Muş-Hakkâri-Mardin ve Sivas mıntıkalarında Batı’ya sevk
edilen aşiret mensupları olan çocuk-kadın ve yaşlılar kafile, kafile Birinci
Umumi Müfettişlik mıntıkasından çıkartılıp Batı Anadolu’ya göç ettirilirken
Dersim bölgesinden yeni bir ayaklanmaya sebep olmamak için bu göçler Dersim
mıntıkasından uzak yollardan Batıya gönderilir.
Van vilayetine bağlı köylerden göç ettirmesine karar verilen
1400 hanelik bir kafile yaya olarak Erzurum vilayetinden, Bayburt, oradan
Trabzon’a ve oradan da deniz yoluyla Trakya’ya sevk edilirken bu kafileden 1000
kişi bu yolculuk sırasında çektikleri yorgunluk ve yakalandıkları hastalıklar
sonucu perişan olmuş bu sebeple yollarda bazı ölümler dışında sağ kalanlar
gayet perişan bir vaziyette Trakya’ya yerleştirilirler.
Hazro ve Sason Kürtler ’inden on yedi tutuklu 1928 yılının
mayıs ayı sonlarında Elaziz mahpushanesine getirilirken, bu mahkumlardan bir
genç Mazgirt’i Zekeriya adında bir Jandarma onbaşısı tarafından tutuklu bulunan
kafileden ayırarak bilinmeyen bir yöne götürülürken Sarini nahiyesine bağlı bir
köyünden geçerlerken gencin durumu köylülerin dikkatini çeker ve Zekeriya
onbaşıya bu gencin kim olduğunu ve bu akşam vakti nereye götürüldüğünü
sorarlar. Tutuklu genç de “Beni nerede öldüreceklerine karar veremedikleri için
dolaştırıyorlar. Ben ölsem de Kürt Milleti ölmez.” Diyerek Zekeriya Onbaşının
yüzüne bakar ve kelepçe takılı elleriyle sigarasını içmeye devam eder ve
Zekeriya Onbaşı da köylülere bu gencin yargılanması için Pertek’e götüreceğini
söyler ve birlikte yollarına devam ederler. Ertesi günü bu gencin cesedi Fırat
suyu kıyılarında çobanlar tarafından bulunur ve Hazık köyü yörede görevli
hükümet birimlerine haber vermeden gizlice cesedi alarak kendi törelerine uygun
bir halede cesedi köy mezarlığına gömerler.
Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali, Dersim merkezine
kadar gelerek aşiret liderlerinden sükuneti korumalarını ve hükümetin
emirlerine itaat ederek bölgede sürdürülen “Silahlı Kürt Fedai” akınlarının
durdurulmasını ister.
Ancak İbrahim Tali Dersim merkezden Diyarbakır’a döndükten
sonra olup biteni kabullenmeyen Dersimliler “Kürt Fedai” akınlarına devam eder
ve aradan geçen iki ay sonra Vali Ali Cemal Dersime gelerek Seyid Rıza’ya
giderek Dersimlileri ilgilendiren meseleleri dostane bir hava içinde çözmek
için, Seyid Rıza’nın Diyarbakır’a giderek İbrahim Tali ile görüşmeye davet
eder. Bu teklif Seyid Rıza tarafından kabul edilerek “Kürt Fedai”
faaliyetlerinin saldırıları geçici olarak sona erdirilirken, Seyid Rıza yanına
Baytar Muhammed Nuri’yi de alarak Diyarbakır’a gider ve İbrahim Tali’yle
görüşürler.
İbrahim Tali: Dersimde silahlı çatışmaları durdurmak için
bölgeye askerî harekâtı kendisinin durdurduğunu ve bu nedenle de ayaklanan
Dersim aşiretlerinin oluşturulan asayışı ve sükuneti muhafaza etmeleri
bildirirken Seyid Rıza ve Baytar Muhammed Nuri’nin iki aydır sağlanan bu
sükûnet ve asayışı sürmesine karşı isteklerinin hiçbirini kabul etmez.
Seyid Rıza, Dersim’e döndükten sonra yeniden karışıklık
başlarken yapılan çalışmalardan istenen sonucu alamayan Vali Ali Cemal ile
Birinci Bölge Umum Müfettişi İbrahim Tali’nin araları açılır ve birbirleri
aleyhine Ankara’ya şikâyet dilekçeleri verdikleri haberi Dersim bölgesinde
duyulmaya başlar.
Tekrar Dersim’e gelen Vali Ali Cemal, Sivaslı Ginniyan aşiret
lideri Murat Paşa’nın öldürülmesinde parmağı olan çetelerin hükümete teslimini
Seyid Rıza’dan rica eder. Fakat bu ricası Seyid Rıza tarafından kabul
edilmeyince Vali Ali Cemal hayal kırıklığına uğramış olarak Dersim’den geri
dönmek zorunda kalırken; Umumi Müfettiş İbrahim Tali ile aralarının açılması ve
Dersim olayları sırasında hükümeti yanılttığı gerekçesiyle suçlu bulunarak
Elaziz ’den uzaklaştırılır.
Vali Ali Cemal yeni görev yeri olan Çorum’a giderken
Dersimli Baytar Muhammed Nuri ile baş başa bir görüşme yapar ve Baytar Muhammed
Nuri’ye kendisinin “Dersimlilerin ve Alevilerin samimi bir dostu olduğunu,
kendisinin bu muhitten ayrılmasının Dersimlilere büyük zararlar doğuracağını,
Dersimlileri kurtarmak için çalıştığını, hatta Seyid Rıza’nın imhası için
düzenlenen planları ret ettiğini.” Anlatırken ne yazık ki Dersimlilerin bunu
anlayamamış, kendisini mahcup düşürmüşlerdi ve bu yaptıklarından bir gün
mutlaka pişmanlık duyacaklar.” diye söyler.
1929 Temmuz ayı başlarında Vilayet hükümet konağı koridorların
da bir iş takibi için bulunan Dersimli Muhammed Nuri’ye yaklaşan vilayet
mektupçusu Nurettin, Dersimli Baytar Muhammed Nuri’yi görür yanına yaklaşır ve
“ben de senin gibi şüpheli kişiler gibi polis takibindeyim,” dedikten sonra”
Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali seni Diyarbakır’a istiyor, müthiş
planı var, güzel idare et, ben Vali muavininin yanına gidiyorum seni isteriz.”
Dedikten sonra Vali muavini Mithat’ın odasına girer. Az sonra Baytar Muhammed Nuri
odaya çağrılır ve kendisinin acilen Diyarbakır’a istediklerini ve acilen hemen
yola çıkması gerektiği söylenir ama Baytar Muhammed Nuri de özel idarede 570
lira alacağı olduğunu bu parayı tahsil edemediği taktirde yola çıkamayacağını
söyler. Bunun üzerine Vali Muavini telefon ile İdare Müdürü Sabri’yi çağırır ve
elden 570 liralık bir çek tanzim edilerek Baytar Muhammed Nuri’ye verilir.
Ve Baytar Muhammed Nuri Diyarbakır’a gitmek üzere yola
çıkar, Diyarbakır’a vardığında İbrahim Tali’ Baytar Muhammed Nuri’yi misafir
olarak ağırlar ve Baytar Muhammed Nuri’den Vali Ali Cemal hakkında ne
düşündüğünü ve neler bildiklerini sorduktan sonra: “Kendisinin Sünni olduğunu
bu konuda dürüst hareket ettiğini ve Dersimlilere doğru yolu gösterdiğini,
Güneyden Kürt çetelerinden aldığı mektup üzerine sınıra gittiğini ve burada
çete liderleriyle görüştükten sonra onları serbest bırakarak geri döndüğünü ve
on beş gün sonra teftiş için Van ve Muş vilayetlerine gittiğinde, Güney’de
görüştüğü Kürt çetelerinin oralara kadar gelerek kendisine sığındıklarını, buna
rağmen onları silahlarıyla serbest bıraktığını” söylerken “Yaptığı bu
davranışlardan dolayı Kürtlere karşı müşfik olduğunu ispat ettiğini ve tabip
olduğu için mesleki açıdan da hastayı tedavi ettiğini” söyledikten sonra Vali
Ali Cemal’in “Ben Aleviyim diye yalan söylediğini, kızını Kürtlere göndererek
hediye toplamak suretiyle de vazifesini kötüye kullandığını” ve bundan başka “
İyi niyet heyetini” Ankara’ya götürürken yol masrafı olarak Elaziz Özel
Muhasebe İdaresi’nden aldığı 75.000 lirayı şahsi işlerine harcadığını.”
Sözlerine eklerken, Vali Ali Cemal’in siyasi faaliyetlerine değinerek, “Koçan
aşiretine karşı yapılan askeri harekete onun neden olduğunu ve bu yüzden orduya
çok zarar verdirildiğini.” Söylerken “Aşiretlerin hükümet tarafından düşman
görülmesinin bütün sorumluluğunun Vali Ali Cemal’in omuzlarında olduğunu.”
Söylerken arkasında oturduğu masanın çekmecesinde bir dosya çıkartarak Baytar Muhammed
Nuriye uzatarak “Buyurun okuyun “diye uzatır.
Uzatılan dosya ’da Birinci Umumi Müfettişlik İstihbarat
Dairesi başlığıyla Latin harfleriyle yazılı olan:
“1-Cemilpaşazade Ekrem’in bir İngiliz kadını kimliğiyle Yado
çetesiyle iş birliği yaparak, Dersimli Baytar Muhammed Nuri aracılığıyla Seyid
Rıza’yla görüşmesi.
2- Sultan Hamit’in oğlunun padişahlığına dair gelen mektubun
Malatya’dan yakalandığı.
3- Batı’dan kaçan Aziz’den Dersim’e gelen mektubun Hozat’ta
yakalandığı.
4-Hoybun Cemiyetinden gönderilen bildirinin Koçgiri Alişer
tarafından Dersim aşiretlerine okutulması ve dağıtılması.
5-Seyid Rıza’nın oğlu Seyid Hasan’ın Batı Dersim
mıntıkasında aşiretler arasında dolaştığı.
6-Gevvi aşiretinin silahlandığı.
7-Dersimliler’in özerk yönetimin sağlanması için Avrupa
hükümetleriyle teşebbüste bulunmak üzere Alişer’in delege olarak gönderilmesi
için Para toplanmakta olduğu.
8-Güney’den gelen Mektubun Hozat’ta Doktor Cafer Sadık
tarafından yakalandığı.” Bu notları
Baytar Muhammed Nuri’ye okuduktan sonra Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim
Tali “Görüyorsunuz ya haberler çok önemli. Ancak Hükümet Dersimliler hakkındaki
bu ihbara inanmıyor. İnanacak olsa Dersimlileri İmha eder. Siz Dersim’in aydın
kişilerinden biri olduğunuz için Sizi Dersim’e göndereceğim. Orada halkınızla
görüşerek bu meseleler hakkında fikir ve amaçlarının ne olduğunu bana
bildirmelerine aracılık etmenizi, memleketimizin selameti için, sizden istirham
ediyorum.” Der.
Dersimli Baytar Muhammed Nuri kendisine yapılan bu teklifi
olumlu karşılar ve görüşmeden ayrılır
ve doğruca Seyid Rıza’nın yanına
gider, Seyid Rıza ile birlikte Hozat civarında Ferhadan aşireti lideri Cemşit
Ağanın evine giderler ve Karabalan aşiret lideri Kangozade Mehmet Ali’yle
beraber diğer aşiret liderlerini de oraya davet ederler toplandıklarında durumu
kendi aralarında tartışırlar ve Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin
birtakım bahaneler ileri sürerek, Dersim’e ordu göndermek ve ayaklanan
aşiretleri imha etmek istediğine kanaat getirerek şu kararları alırlar:
1-Bu istihbaratları yalanlamak üzere, Dersim aşiretleri
adına bir heyet oluşturarak Müfettişliğe gönderilmesi.
2- Ankara Merkezi Hükümeti’nin Dersime yapılması muhtemel
askeri harekata karşı savunma tedbiri alınması.
3-Hükümet’in Dersim’e karşı birtakım bahanelerle askerî
harekât yapmasına gerekçe yaratmamak için Dersim aşiretlerinin geçici olarak
sükuneti korumaları.
4-Genel bir çatışma durumunda Kürt Milli haklarını, siyasi
ve askeri alanda korumak için, Dersim’de aşiretlerin birliğini sağlamak için
Alişer ve arkadaşlarının aşiretlere arasında çalışmalara devam etmeleri.
5-Bu çalışmaların sürekli olarak Seyid Rıza’nın oğlu Baba
İbrahim tarafından kontrol edilmesi ve yapılan hazırlıklar sırasında aşiretler
arasında anlaşmazlık halinde Seyid Rıza’ya bilgi verilmesi.
Erzincan ve çevresinde silah ve cephane tedariki gibi
meseleler kararlaştırıldıktan sonra, Diyarbakır’a şu telgraf çekilir.
Diyarbakır Birinci Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey’e,
Dersim hakkındaki vaki ihbarların ret ve yalanlanması
maksadıyla teşekkül eden Heyet huzur devletinize yönelik son hareket olduğunu
Dersim aşiretleri namına arz eylerim efendim.
6 Mayıs 1929 Hozat Baytar Nuri
Bu telgraftan sonra Diyarbakır’a gidecek heyet tespiti
yapılır ve Seyid Rıza’nın Büyük oğlu Şıh Hasan, Karabalan aşiret lideri
Kangozade Mehmet Ali, Ferhadan aşiret lideri Cemşit, Abansana aşiret lideri
Zeynozade Ahmet’ten oluşan heyet ile beraber Baytar Muhammed Nuri Diyarbakır’a
İbrahim Tali ile görüşmeye giderler.
Yapılan görüşmede heyet adına söz alan Seyid Rıza’nın oğlu Şıh
Hasan söze başlarken “Dersim aşiretleri hakkında yapılan ihbarlar tamamen
uydurmadır. Abdülhamit’in oğlunu tanımadığımız gibi, zaten onun Türk olduğu
bilindiği için, biz Dersimliler bir Türk egemenliği davasına karışmak
istemeyiz.
Şayet bu gibi bahanelerle hükümet emeli, biz Dersimlileri
vurmak ve imha etmekse, buna da bir diyeceğimiz yoktur. Der ve buna cevaben
Umumi Müfettiş İbrahim Tali: “Babanız Seyid Rıza niçin gelmedi? Sorusuna Seyid
Rıza’nın oğlu Şıh Hasan’da “Yaşlılığı yolculuğa engel olduğunu” söyler.
Görüşmenin yapıldığı akşam Umumi Müfettiş İbrahim Tali
yalnız görüşmek üzere, Baytar Muhammed Nuri’yi yanına ister ve Baytar Muhammed Nuriye
hitaben “Seyid Rıza: Karga Bülbül olmaz” demiş bu sözdeki amaç nedir? Diye
sorduğunda Baytar Muhammed Nuri de “bu sözdeki amacının birtakım türedilerin
iktidar mevkiine geçmiş olduklarını işaret etmektedir.” Deyi açıklama yapar.
Ertesi günü Umumi Müfettiş İbrahim Tali’nin yanında
ayrılırken görüşmeye gelen aşiret liderlerine her birine ayrı ayrı biner lira
para ve hediyeler verir ve Seyid Rıza’ya da iletilmek üzere iki bin lira para
ile bir sandık içerisinde de bazı şekerlemeler, İpekli kumaşlar gibi hediyeler
olmak üzer Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye teslim eder.
Fakat durum bu iken ve verilen hediyeler daha Seyid Rıza’ya
teslim edilmemişken, aşiretler arasında Seyid Rıza’ya bir teneke dolusu altın
gönderildiği dedikodusu yayılmaya başlar.
Bu hediyeler Seyid Rıza’ya yetiştirilir ve Dersim’in
sükunetini sağlamak için gereken tedbirler alınır, ama bölgede bulunan mahalli
memurlar kimden emir aldıkları belli olmayan nedenlerle Seyid Rıza’nın damadı
olan Abasane Jerin aşireti liderlerinden İbrahim Ağa’yı öldürtürler.
Bu cinayet Hozat Kaymakamı Kazım tarafından verilen bin lira
para karşılığında Maço Ağa’nın oğlu Hüseyin tarafından işlenmiş olduğu
söylenirken, İbrahim Ağa’nın öldürülmesi Seyid Rıza’yı son derece üzmüş ve
yanına aldığı silahlı adamlarıyla beraber katilin bulunduğu köye inmiş ve bütün
köyü kuşatmış diğer taraftan da “Silahlı Kürt Fedai Kuvvetleri” de diğer
mıntıkalara silahlı saldırılar yapmaya başlarken Hakkari’den görevli bulunan
Fahri, Elaziz’e Vali olarak gelir.
Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin yeni Elaziz
Valisi “Deli Fahri” adıyla ün salmış bu Valiye Dersimliler’in bütün
elebaşlarını bir yolu bulunarak imha edilmesi için gereken tüm tedbirlere
başvurmasını gizlice emrettiği hükümet dairelerinden çalışan ayrılıkçı Kürt
gençliğince oluşturulan “Kürt istihbarat şebekesi” tarafından Dersimli Aşiret
liderleri ile “Kürt Fedai Birlikleri” komuta kademesine haberler verilir.
Silahlı ayrılıkçı aşiret liderleri ve bunlara bağlı hem
aşiret mensupları hem de silahlı “Kürt Fedai Birliği” nin oluşturduğu ve bu
hükümet dairelerinde resmi görevli olarak çalışan ama inandıkları kendi Kürt
milli hedefler için Ankara hükümetine bağlı kişi ve kurumların aldıkları ve
planlanarak alacakları tüm hükümet tedbirlerini günü gününe ayrılıkçı silahlı
gruplar halinde örgütlenmiş birim örgütlerine biliyorlar.
9 Mayıs 1930 günü
Elaziz Belediyesinde Umumi Müfettiş Deli Fahri başkanlığında Ordu Fırka
Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ve bölgenin ileri gelenlerinden oluşan bir heyet
toplanmış, konuşma sırası Vali Muavini Mithat Doğu’ya geldiğinde bulundukları
bölgenin orta kısımlarında bulunan Dersimli’lerin “Halis Türk” oldukları,
Osmanlının egemenlik döneminde bu Türk unsurların ihmal edildiğini, kanuni
yollarla ve olumlu yönde alınacak tedbirlerle bunların Türkiye Cumhuriyeti
devletinin oluşturduğu topluluklar içinde refah içinde, mutlu bir hayat
geçirmelerinin mümkün olduğunu” belirtirken, Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ve Belediye Başkanı Halil
Bey ile Ticaret Odası Başkanı Ahmet Bey’de aynı görüşü paylaştıklarını ifade
ederek bu görüşün savunularak uygulanmasını söylerler.
Fakat Birinci Bölge Umumi Müfettişi Deli Ferit
“Dersimlilerin Türk olmadıkları, Türk köylüsündeki özelliklerin hiç birisinin
Dersimlilerden bulunmadığını ileri sürdükten sonra, Dersim Bölgesinin
yabancılara, “Kürt Hoybun Cemiyeti” emellerine hizmet ettiklerini ve bu nedenle
bunların bir an evvel etkinliğinin sonlandırılması ve bu durumun bir an evvel
ortadan kaldırılması gerektiğini” ifade ederken, Sözlerine de Kanunlara uygun
olarak davranılması gerektiğini ileri süren Vali Muavini Mithat Paşa’ya hitap
ederek, “Kanun-kanun, kanunun içerisine tükürürüm. İki dudağımın arasında çıkan
her söz kanundur. Dersimlilerden maddi, manevi hiçbir hizmet beklemiyorum,
hadiseler bu kanaatimi doğrulamıştır.” Dedikten sonra: “Beş yıldan beri
Dersimliler “Kürt Fedai Çetelerine” yardım ve sığınak sağlamaktadır. Koçgiri
’li bu asilerin hükümete teslim edilmesi kendilerine birçok defa bildirilmesine
rağmen hükümetin bu teklifini kabul etmedikleri gibi, adı geçen çetelere
yardıma devam etmektedirler.” Diyerek konuşmasını tamamladıktan sonra toplanan
heyet sıkıntılı bir hava içerisinde dağılırlar.
1931 yılı İlk Baharın sonlarına doğru hükümete bağlı
jandarmalar Baytar Muhammed Nuri’nin evine gelerek Baytar Muhammed Nuri’yi alıp
bir zanlar hastalan ve tedavi için “Tımarhane” de tedavi edilen ve bu nedenle
de halk arasında lakap olarak adına “Deli Fahri” denilen Birinci Bölge Umumi
Müfettişi Deli Fahri’nin huzuruna götürürler.
Oda da ayakta bekletilen Baytar Nuri “Beni bir süre ayakta
beklettikten sonra, adeta çıldırmış bir biçimde masasından kalkarak, kin ve
intikam dolu gözlerini gözlerime dikti ve dişlerini gıcırdatarak, bana doğru
ilerleyerek önüme dikildi ve sağ elini başına götürerek sert ve haşin bir
kuvvetle bir tek kıl çektikten sonra bana gösterdi ve vahşi bir tavırla: Bu
nedir? Diye sordu. Beyefendi başınızın bir kılıdır diye cevapladım. Bilmedin,
bilemedin! Diye odanın içerisinde bir tur yaptıktan sonra, korkunç ve vahşi bir
tavırla önümde dikilip başından bir kıl daha çekerek yeniden:
Bu nedir? Diye sordu.
Beyefendi zannedersem başınızın bir kılıdır diye cevaplamam
üzerine Fahri çılgın bir kahkaha atarak:
Bilemedin. Bilemedin!” dedi ve bir çocuk tavrıyla ziyaretçi
koltuklarından birinin üzerine oturarak ayaklarını yerden keserek sallamaya ve
aynı, “Bilemedin. Bilemedin!” nakaratını tekrarlamaya başlamıştı. Bir müddet bu
deli eğlencesini yaptıktan sonra yine başından bir kıl çekerek, gözümü
sokarcasına bana uzattı ve yeniden:
Bu nedir? Gözünü patlatırım bu nedir? Diye sordu. Vali Bey
şu hâlde bunu bilmek, bilgimin dışındadır. Yapılan bütün melanetleri ve
fesatları biliyorsun da bunu neden bilmiyorsun? diye sordu. Ve söz söylememe
meydan bırakmadan yine başında hırçınca bir kıl daha çekerek yeniden bana
gösterdi. İşte bu Dersim’dir. Dersim. Şu gözlerinle gördüğün başım ’da Türkiye
Cumhuriyeti’dir.
Bu kılı başımdan çekip attığımda bileğimle bir kuvvet
sarfetim demesi üzerine: “Hiç olmazsa, bir sarsıntı oldu, bir şey duyuldu.”
Diyecektim. Kendimi geri aldım, tuttum, derin bir sükûn ve hüzünle: “Hayır
beyefendi.” Diye bildim. O sözüne devam ederek “Bu bir kılın başımdan
çıkmasıyla başımın vaziyetine bir zarar geldi mi, başımdan bir noksanlık olduğu
mu? Hayır efendim! Şu hâlde? Size emrediyorum, şimdi gidiniz, emrettiğim şekil
kendilerinin kalın kafalarına sokmak üzere, Seyid Rıza’ya bir mektup yazınız.
Benim hiçbir Valiye benzemediğimi, Yozgat’ta Millî Mücadele sırasında ayaklanan
Çapanoğullarını mahveden Deli Fahri’nin ben olduğumu, emirlerime itaat
etmedikleri taktirde kendilerini de Çapanoğluları gibi mahvedeceğimi,
boyunlarına ip takarak gezdireceğimi bildiriniz! Yanlarında barındırdıkları
“Koçgiri Kürt Fedailerini “ve takip müfrezesi kumandanı Münir Beyin katillerini
hemen teslim etmelerini, aksi taktirde sonlarının fena olacağını kendilerine
anlatınız! Derken içeriye kısa boylu centilmen tavırlı elinde bir dosya ile
Vali Muavini Mithat Bey girer hürmetkar bir tavırla bu konuşulanları dinlerken
Baytar Muhammed Nuri bu emirlere cevaben beyefendi bu emirlerinizi Kaymakamlık
vasıtasıyla Seyid Rıza’ya bildiriniz, çünkü Seyid Rızayla hiçbir alakam
kalmamıştır. Der. Fahri Bey de sana emrediyorum, yazacaksın! Baytar Muhammed Nuri,
Beyefendi beni affediniz, mazur görünüz. Fahri Bey: Sana yaz dediğim halde, sen
hala ısrar ediyorsun be ayı! Baytar Muhammed Nuri: Beyefendi affedersiniz,
benim ayıya benzer hiçbir yanım yok, ben ufacık bir adamım dediğimde, Fahri vahşi
bir canavar gibi üzerime hücum etti ve Vali Muavini Mithat aramıza girdi.
Bunun üzerine Baytar Muhammed Nuri: “Ben şimdi hakkınızda
savcılığa şikâyete gidiyorum, sözlerinizi de aynen size iade ediyorum” diyerek
dışarı çakar.
Doğruca aynı koridorda bulunan aynı zamanda kendisiyle kadeh
arkadaşı olan Savcının odasına girer ve Savcı “Doktor gene ne var üzgün ve
incinmiş görünüyorsun.?” Diye sorduğunda Baytar Muhammed Nuri: Umumi Müfettiş
Fahri Bey’i şikâyet edeceğim, emir veriniz odacı bir pul ve beyaz kâğıt
getirsin, elden makamınıza bir dilekçe veriyim. Fahri Bey hakkında Kanuni Takibat
yapılmasını sizden rica ediyorum.” Der ve meseleyi bütün ayrıntılarıyla anlattıktan
sonra “Umutsuz bir ruh haliyle çiftliğime döndüm.” Der.
Durumun vahameti karşısında, bir fırsatını bulup yurt dışına
çıkmak orada Avrupa Devletlerinden birine sığınmak ister, fakat bundan vaz
geçip yurt içinde kalarak aşiretler arasında Milli davasının gerçekleşmesi için
çalışmak, tehlikeleri göze alarak gerekirse bu uğurda ölmek konusunda karar
verir ve “kararımda direnmeye vicdanım önünde yemin ettim.” diye anlatırken
“kendimi kanuni gerekçelere uydurmak için de Sivas’a giderek hakkımda gıyaben
“Vatana hıyanet Kürtçülük maddelerinden verilmiş olan 23 numaralı idam
kararına” itiraz etmeyi uygun görür. Bu bahaneyle de diğer aşiretlerle de temas
edebilecektim. Planından Seyid Rıza’yı haberdar ederek Sivas’a gitmek için
yanına bir atlı süvari alarak resmi dairelerden hiçbirine haber vermeden
zorunlu ikameti olan Elaziz ’deki çiftliğinden yola çıkar. Birinci gün Geben
Maden’ine bağlı Denizli Köyünde bir Kürt Milliyetçisinin evinde konaklar ve
ertesi günü Yama Dağları eteklerinde Atma aşireti merkezi olan Şotik Köyüne
gider ve aşiret lideri Hulusi Bey ile görüştükten sonra, Sarıçiçek dağları
üzerinde bulunan Parçikan aşiretiyle görüşür, Divriği ve Domurca dağları
eteklerindeki aşiretleri ziyaret ederken Çamşıhı yöresinden beş gün kalıp
istediği propagandayı yaptıktan sonra Sivas’a ulaşır.
Baytar Muhammed Nuri’nin Elaziz ’den Sivas’a hareketinden
dört gün sonra Dersim silahlı çetelerin faaliyete geçmesi ve Seyid Rıza’nın
hükümet yetkililerine bir takım can sıkıcı haberler göndermesi Fahri Bey’i
telaşa düşürür ve ilk önce Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’yi aratır. Sivas’a
gittiğini öğrenir ve Malatya ve Sivas vilayetlerine şu şifreli telgrafı çeker.
Malatya Vilayeti ’ne-Sureti Sivas Vilayeti ‘ne
Dersimli Baytar Muhammed Nuri esasen Koçgiri hadisesinin
amili olduğu malumdur, sözü edilen kişi ani surette vilayetimizde kayıplara
karışmıştır. Tahkikatımıza göre Sivas mıntıkasına geçtiği anlaşılmıştır.
Elaziz, Malatya ve Sivas aşiretleriyle temasta bulunarak memleket aleyhinde
propaganda yapmak tasavvurunda bulunan hakkında tarassudat ve incelemenin
yapılmasıyla neticeden acilen malumat itası mercudur. (Umulan-beklenen bilgiyi
vermek)
Elaziz 1 Eylül 1931
Elaziz Valisi
Fahri
Baytar Muhammed Nuri: Sivas merkezinde arkadaşlarıyla
görüştükten sonra hakkında gıyaben verilmiş karara itiraz ederek muhakemenin
tekraren yeniden yapılmasını ister. Baş vurduğunu mahkemenin incelemesi sonucu
çıkarılmış af kanunu gereğince daha önceleri gıyabından verilen cezanın “Zaman Aşımına
uğramış” olduğundan, tekrar yargılanmasına lüzum görülmediği için mahkemeden
buna dair bir karar örneğini alır.
21 gün süren Sivas seyahatinden Elaziz’e dönerken Karabal’ın
Yellice Nahiyesinin Çapulu boğazından geçerken önemsediği bazı kişilerle
birtakım görüşmeler yapar ve bu yolla Malatya’ya inmek niyetiyle Yellice
Nahiyesinin Yalnız söğüt istikametinde yola devam ederken, Zara-Divriği-Kangal
Dağlarının batı yönünde, Kangal askeri birlikleriyle Koçhisar’ın Celalli
Nahiyesi Müdürünün kendilerini takip ettiğinin farkına varır. Biraz sonra
başında bir Çerkez başlığı ve sırtında bir Çerkez yamçısı bulunmasına rağmen
yakasında takılı yaka işaretiyle apoletlerden, bu kişinin bir Jandarma
Yüzbaşısı olduğunu anlar.
Hava hem soğuk hemde ortalığı bir sis kaplamış durumda
Jandarma Kumandanı Kimsin? diye sorarken karşılık olarak da aldığı Baytar Muhammed
Nuri cevabına rağmen “Dersimli Baytar Muhammed Nuri sen misin? Evet benim. O
halede buyurunuz diye yol gösterirken arkalarında gelen birliğe seslenerek evet-
evet budur! Diye seslenir.
Birkaç dakika yürüdükten sonra birlik kumandanın emri
üzerine Jandarmaca gerekli çevrim işlemleri yapılırken Dersimli Baytar Muhammed
Nuri “Kumandan Bey burada bize ne yapacaksınız? Eğer hakkımızda verilmiş bir
karar infaz edilecekse, bu infazın bir vilayet, bir kaza, bir nahiye, hiç
olmazsa bir köy merkezinde yapılmasını istiyorum. Böyle yolda, ormanlar ve
dağlar arasında bize ceza infazı muamelesi yapılmak isteniliyorsa, bunu büyük
bir şerefle karşılarız. Fakat bir çete idaresine yakışır şekilde ceza infazı,
Türklük namına bir küçüklüktür, kanaatindeyim.” Der.
Jandarma kumandanı da Baytar Muhammed Nuri Bey
yanılıyorsunuz. Sakin olmanızı rica ederim. Bana verilen emir, Jandarma
Kumandanı olarak sizi yakalamak ve üstünüzü aramaktır. Şimdi bu görevi yerine
getireceğim.” Der.
Baytar Muhammed Nuri de: “O halde buyurunuz” der ve
Jandarmalar tepeden tırnağa üstelerini ararlar ve bir miktar para ile 173 adet
yazılı evrak ve üzerlerinde bulunan iki adet tabanca teslim alınır. O akşam
Yellice Nahiye Merkezinde tutulur ve ertesi günü Kangal merkeze götürülerek
ceza evine konurken burada Baş Kâtip, Kaymamak ve Jandarma Kumandanında oluşan
bir heyet üzerlerinde çıkan evrakları incelerken, Baytar Muhammed Nuri’ye de
sorulan sorulara Vali Süleyman Sami Beyi tatmin edici cevaplar verdiği taktirde
telefon başında beklemekte olan Süleyman Sami Beyin tahliyelerini emredeceğini
söylerler. Baytar Muhammed Nuri de “rahatsızım ifade veremeyeceğim” der.
Karlı ve fırtınalı bir gün olan ertesi günü Sivas’a varırlar
ve Jandarma Alay Kumandanının huzuruna çıkarırlar. Kumandan Sıtkı Bey hükümeti
haberdar etmeksizin Elaziz ‘den ayrılmanızın hata olduğunu söylerken Baytar Muhammed
Nuri’nin oturması için yer gösterirken kahve ısmarlar. Ve yanlarında bulunan evraklarıyla
beraber tutukluları Savcılığa gönderir.
Savcı Gani Bey ifadeleri alınıncaya kadar kimseyle
görüştürmemeleri için ayrı bir yere konmalarını emreder.
Ertesi günü Polis Müdürü, bir Baş Kâtip ve Savcı Gani Bey
Polis Müdürünün odasında “artık onların gelmesine gerek kalmadı” diyerek odadan
ayrılır Savcı Gani Bey.
Savcı Gani Beyin odadan ayrılır, ayrılmaz Polis Müdürü
Baytar Muhammed Nuri’ye “Karga Bülbül Olmaz” cümlesinin ne anlama geldiğini
sorar ve “Rica ederim Baytar Muhammed Nuri Bey kendinizi bu kadar saf
göstermeyiniz, siz bir komitacısınız 1920 yılında Sivas’ta çıkan yerli (…)
gazeteden Dersimli Baytar Muhammed Nuri aşiretler arasında” Cihangir Çetesi”
adlı bir girişim kurmaktadır, diyen yayınlar o zamanlar hakkınızdan sürdürülen
soruşturmaları doğrulamaktadır.” Der ve Baytar Muhammed Nuri de “Sizin benim
hakkımdaki düşüncelerinizi değiştiremem ne gerekiyorsa onu yapınız.” Diye cevap
verirken, Polis Müdür sözlerine devamla “Dersimlilerde asalete, familyaya,
şahsiyete aşırı derecede bağlılık var, bu nedenle Cumhuriyet Rejiminin
aleyhindedirler, Egemenlik hanedanına bağlı oldukları için Cumhuriyet rejimini
imhaya çalışıyorlar, derken söze Baytar Muhammed Nuri karışır ve “hayır
Dersimliler egemenlik hanedanına hiç de bağlı değiller, çünkü bu hanedanların
kötü yönetimi yüzünden pek çok haksızlıklara uğradılar.” Der. Polis Müdürü
yeniden sorar: “Siz geldiğiniz yol üzerinde bir gence el yazınızla Dersimlilere
ait bir şiir verdiniz mi?” Baytar Muhammed Nuri de “evet ben bunu iyi niyetle
yazdım ve gence verdim.” Der.
Sözleri Alişer’i ait olduğu bilinen şiir.
Gönül gel gezelim Dersim dağını.
Ne hoş memlekettir Eli Dersim’in.
Seyran eyleyelim Sultan Bağını.
Ne hoş çiçekler var gülü Dersim’in.
Nice padişahlar geldi cihana
Bunu almak için düştü gümana
Her biri bir çeşit attı bir yana
Kesilmedi kolu kılı Dersim’in
Aslanlar yurdudur tilkiler girmez
Gerçekler sırrıdır akıllar ermez
Kürdistan gülüdür zalimler dermez
Onlara bağlıdır yolu Dersim’in
Kürdistan eline kim ki bulaşır
İmdada kavuşur hemen ulaşır
Coşa gelip şimşek gibi sataşır
Etrafları yıkar seli Dersim’in
Kahramanı çoktur kılıç takınır
Bütün Kürdistan’a yardım dokunur
Havariçler yedi devlet sakınır
Allah’tandır kavi deli Dersim’in
Aşayiri cömert hakkın rahna
Munzur dağı durmuş kıblegahına
Tujuk dağı derler onun şahına
Atılır topları beli Dersim’in
Takinin Türk Ahmet cedidi alası
Seldan Şıh Hasan ondan binası
Şükür, hakka geçmiş onun duası
Cümleye üstündür eli Dersim’in
ALİŞER
Bu arada ceza evinde tutuklu bulunan Baytar Muhammed Nuri’yi
yeniden sorgulamak üzere Savcı Gani Bey çağırtır. Ceza evi Müdürü Fehmi Bey’in
nezaretinden sorguya giderken havaların çok soğuduğunu söyleyen Baytar Muhammed
Nuri’ye cevaben söylenen Fehmi Bey “Yürü- yürü! Artık hiçbir şey bırakmadın da
Allah’ın işine de karışmaya başladın.” Der.
Baytar Muhammed Nuri’nin Sorgusunu yapan Savcı Gani Bey
bundan sonra sorguya getirilirken ellerinin kelepçelenmemesi hapishane müdürüne
emrederken, Jandarmalar odadan dışarı çıkartılır ve Gani Bey samimi bir şekilde
Elaziz ‘deki çiftliğinizden araştırma yapıldığını ve bazı silah ve önemli
kağıtlar elde edildiğini, Sivas’ta yapılan aramada üstünüzde çıkan kağıtlar
incelendikten sonra Elaziz’e gönderileceğini ve İç İşleri Bakanlığı’ndan acele
bilgi istendiğini Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’ye söyler.
Sivas’taki incelemeden sonra Elaziz’e gönderilen Baytar Muhammed
Nuri Dersimi Elaziz Vali Muavinin huzurunda Savcılıkta soruşturma başlar ve
Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin Çiftliğinden elde edilen bazı kağıtlar ve
hatta öğrenciliği zamanında babasının İstanbul’a gönderdiği mektuplarda gecen
bazı sözler hakkında sorguya çekilirken, “Hoybun Cemiyeti” mensuplarıyla, Oğki
Ağası Necip hakkında sorulan birçok sorulara muhatap olduktan sonra tutulan
tutanak Dahiliye Vekaletine ve Savcılığa gönderilir.
Bu arada Umumi Müfettişlik, Seyid Rıza’yı yatıştırmak
amacıyla yapıldığı söylenen Savcılığı bildirdiği gizli bir talimatla işe kanuni
bir işlem ve tören yapılmış görüntüsü verilerek, verilen Berat kararıyla
birlikte Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin serbest bırakılmasını emretmiş ve bu
durum şu telgrafla Dersimlilere bildirilir.
Elaziz-Sivas-Kangal arasında aşiretlerle görüşerek memleket
aleyhinde propaganda yapmak keyfiyetinden maznun (zan altında) Dersimli Baytar Muhammed
Nuri hakkında yapılan tahkikat neticesinde bir güne delail (kanıt) elde
edilemeyecek takibata mahal olmadığına karar verildi.
30 Kasım 1931
ELAZİZ SAVCIS
1932 yılı ortalarına doğru Dersim’de yeniden ayaklanma
faaliyetleri başlamış olduğundan Baytar Muhammed Nuri Dersimi Ankara’ya gider,
orada Ziraat Vekaletine başvurur hakkında kaldırılan idam kararının bir
suretini ekleyerek, mesleğiyle ilgili bir göreve tayinen atanmasını isterken,
Devlet şurasına da aynı şekilde başvurur. Fakat Elaziz ’den bazı gençler:
İsmet Paşa Hazretleri’ne
Ankara
1-Ben asıl Dersimli olup Kürtlük ve Kürtçülük gaye ve
maksatlarını yükselmek, kısır Kürtlük fikrini desteklemek emeliyle, Kürt
karıştırıcılarından Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin milli kuvvetlerimizin ilk
teşekkül ve faaliyeti devrelerinde sahip olduğu Türk üniformasını yerlere
atarak kalbinde saklı olan Kürtlük hissiyatını ortaya koyduğu, Koçgiri’yi
ayaklanmaya teşvike muvaffak olduktan sonra ayaklanmanın da başına geçtiği ve o
sırada Türklere yaptığı hakaret malumu devletleridir. Milli kuvvetlerimizin
cihana izhar eylediği kuvvet, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bütün amalini
kırmış ve mahvetmiş bulunduğundan, firar etmeyi başaran adı geçen kişi,
Dersim’de gizlenerek Kürtlere Türklük aleyhinde telkinat ve teşvikatta
bulunmakta asla vaz geçmemiştir.
2-Büyük Savaş’ta Sivas havalisinde mıntıka baytarı bulunduğu
sırada, intikam maksadıyla Türkler ’in birçok hastalıksız hayvanını katletmek
suçundan da Ağır Ceza mahkemesince beş sene müddetle hapse mahkûm olmuş ve işbu
kararın infazından kurtulabilmiştir.
3- Birinci maddede arz olunan ihaneti vataniye cürmünden
dahi devletten hizmetinden ebediyen ihraç ve sureti katiyede idama mahkûm
edilen adı geçen kişi, genç cumhuriyetimizin cömert imkanlarından istifade
ederek, affa mazhar olmuş ve Elaziz ’in Holvenk köyüne iskân edilmiştir. Fakat
kısır fikirlerini terk etmemiş ve Türklüğe asla bağlı kalmamıştır.
Resmi sıfatla Türklere daha fazla hakaret ve ihanet yolunu
temine muvaffak olan adı geçen kişi kesinleşmiş birkaç türlü ağır suçun sahibi
bulunduğu halde, yine vazife ve baytarlık almak üzere tarihten bir hafta önce
Ankara’ya gelmiştir. İhanetinden başka Türklüğe ve Türklere hiçbir menfaat ve
yakınlığı olmayan böylesi bir şahsın genç devletimizin hizmetinde
kullanılamayacağına kesin olarak bildiğimiz için durumu muhterem paşamıza arz
eyleriz efendim.
Elaziz ‘den
Müdür ve
Kömürcü kariyerlerinden çiftçi
Ve öz Türk Gençler namına
Nafi ve Avni
İsmet Paşa’ya gönderdikleri ve Baytar Muhammed Nuri Dersimi
hakkında şikayet dilekçesi ile Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bölgede bazı
ailelerin hayvanlarına tedavi maksadıyla zararlar verdiğine dair ihbarda
bulunmuşlar ve İsmet Paşa’da kendisine yapılan bu ihbarı şikayet konusu ile
ilgili gördüğü ve gerekli araştırma ve incelemelerin yapılabilmesi için Ziraat
Vekaletine verilmek üzere Devlet Şurasına göndermiş ve
T.C. Şurayı Devlet Deavi D.H.H.
No: 32.504
Karar 872
TÜRK
MİLLETİ NAMINA
Kazaya memur Şurayı Devlet Deavi Dairesi H. Tarafından icabı
müzekkere olundu. Biltetkik: Hakkındaki ilam münderecatına nazaran, gıyaben
verilen kararın her nasılsa uzun müddet kendine tebliğ edilmeyerek bilahare
vaki olan müracaatında yapılan tebligat üzerine söz konusu karara itirazı
üzerine mahkemece kanunen tetkikine gidildiği ve kadar ki, aradan geçen müddet
müruru zaman süresini doldurmasına neden olduğundan hukuku amme davasının
sukutu kararıyla neticelendiği anlaşılan anlaşılmış ve mahkemece meselenin
vicahen tetkikine girişilmesi, kararı gıyabinin ortadan kaldırılması demek
olduğu cihetle mahkûmiyet kararının mevcudiyetini iddia kabil olmayacağı tabii
bulunmuş ise de, hakkındaki ihbarı ahire nazaran memuriyette istihdamını mani
ahvali, sairesi bulunup bulunmadığının tetkikiyle ona göre kanun dairesinde
muamele ifası Ziraat Vekâlet’inin cümlei salahiyetinden bulunduğuna 26.7.1932
tarihinde ittifakla karar verildi.
Diye verdikleri kararlarını ilgili kişi ve kurumlara
gönderirler.
Bir aralar Seyid Rıza’nın oğlu Şıh Hasan Elaziz’e getirilir
bir süre burada tutuklu kaldıktan sonra Diyarbakır’a nakledilir, Seyid Rıza’nın
bu olaya kayıtsız kalması soncu oğlu Şıh Hasan serbest bırakılırken Vali Fahri
bölgeyi Jandarma kuvvetleriyle takviye ederek, Mutasarrıf ve Kaymakamlıklar da
önemli tedbirler alıp Dersimlileri hükümete itaat etmeye, silahlarını ve
Koçkiri “Kürt Fedailerini” devletin kolluk kuvvetlerine teslim etmeye
aşiretleri zorlamaya başlar ve Elaziz Belediye ve Halk evleri salonlarında bu
konuları anlatan nutuklar verirken, Dersim halkı bu nutuklara hiç aldırış
etmeden yapılan çalışmaları karşılarken Vali Fahri bizzat Çemişgezek, Hozat ve
Mazgirt merkezlerine giderek aşiret liderleriyle birer birer görüşürken;
Dersimde bulunan “Kürt Fedai Birlikleri” hükümet kuvvetlerinin bulunduğu bazı
yerleşkelere ve karakollara, nahiye merkezlerine sık sık saldırılar
düzenleyerek zararlar vermeye başlamış olurlar.
Seyid Rıza bölgede gelişen bu olayların bütün sorumluluğu
Deli Fahri’ye ait olduğuna dair şikâyet telgrafları yağdırır ve İsmet İnönü
bizzat Elaziz’e gelip incelemeler yapmış Çemişgezek eşrafını hükümet sarayına
toplayarak Vali Fahri ve Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali’nin
yaptıklarından memnun olmadığını bunları Elaziz ve Çemişgezek eşrafına bildirdikten
sonra, İsmet İnönü Elaziz Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü’nün de Vali Fahri’den
memnun olmadığını da fark etmiş olarak Ankara’ya döner.
Elaziz Fırka Kumandanı Hüseyin Hüsnü’nün Vali Fahri ile
arasının iyi olmaması sebebiyle Vali Fahri, Elaziz Merkezi terk ederek Mazgirt
Kaymakamlığını kendisine karargâh yapar ve buradan Dersimi yönetmeye başlar, bu
arada Yusufan Aşiret lideri Kanber Ağa’yı yakalayarak Mazgirt’e getirmek için
120 süvari Jandarmadan oluşan bir kuvvetle aşireti abluka ederek silahlarının
alınması ve bu birliğin kumandanı vasıtasıyla Deli Fahri’ye alaylı bir selam
göndermesi Vali Fahri’ye iyiden iyiye çileden çıkarma ve bu nedenle aşiret
lideri Kamber Ağa’yı bizzat kendisinin yakalayacağını elindeki tabancamla
öldüreceğim diye yemin etmesine ve yanında bulunan şehrin ileri gelenlerin
yanında haykırmasına yeterken, derhal Elaziz deki Jandarma alay kuvvetlerini
Mazgirt’e getirtir.
Vali Fahri’nin bizzat kumanda ettiği bu kuvvetle Mazgirt’ten
hareketle Paksuyu önüne geldiklerinde, Yusufan aşiretinin burada toplanmış ve
mevzi almış olduğunu görünce, aşiret lideri Kanber ve Yusuf Ağalara barışçı
yollarla görüşme yapmayı teklif eder.
Bu teklife karşılık aşiret liderleri Vali Fahri’ye
mahiyetindeki bütün kuvvetleriyle birlikte kayıtsız şartsız aşirete teslim
olmasını ilk önce silahların ve alay teçhizatını aşirete bıraktıktan sonra
görüşmenin yapılabileceğini, aksi takdirde kendinin ve komuta ettiği askeri alayının
mahvedileceğini bildirirler.
Aşiret liderlerinin Vali Fahri’ye gönderdikleri bu habere
çok üzülerek sinirlenen Fahri Bey “beyin kanaması” geçirerek felç olmuş Elaziz
‘den istenen sağlık heyeti yanlarına vardıklarında valiyi ölmüş bulurlar ve
mahiyetindeki askeri alayı Mazgirt’e çekilmek zorunda kalır.
Fahri Beyin ölümünden sonra Elaziz’e Van Valisi Mithat
getirilirken Fırka Kumandanlığını Hüseyin Hüsnü’de bir başka tarafa
nakledilirken Birinci Bölge Umumi Müfettişi İbrahim Tali de Dersimdeki
çalışmalarından ve istenen sonuçları alamaması nedeniyle Umumi Müfettişlikten
çekilerek, Ankara’ya mebus olarak dönmek zorunda kalır.
Dersim’deki bu çatışmaların bir türlü durdurulamaması ve bu
Dersim işinin bir “iç bağımsızlık savaşı “niteliğinde önemli bir sorun olduğu
ve Birinci Umumi Müfettişliğe bazı önemli askere şahsiyetlerin getirilmesi de
istenen başarının sağlanmasına yetmediği için Ankara merkezi hükümetince
ciddiyetiyle tanınan Sivas valisi Vehbi Birinci Umumi Müfettişlik görevine
atanır.
Dersime karşı alınan tüm önlemler hükümetçe istenen sonuca
ulaşamaması soncu 1935 te Gazi Mustafa Kemal’in önerisi üzerine Dersim meselesi
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin özel olarak gündemine alınmış gizli ve açık
olmak üzere tartışmaların yapıldığı basından yayınlanmaya başlamış, Dersim
hakkında yapılan hemen hemen her
tartışma ’ya Gazi Mustafa Kemal’in de katıldığı Dersimlilerce konuşulur
olmuşken nihayet Dersim tartışmalarının sona erdiğini, mahkemelerce
verilen “ölüm cezalarının başka cezalara
dönüştürüldüğünü aldıkları diğer cezaların genellikle ertelendiğini ve Türkiye
Büyük Millet Meclisi kararlarının Dersim’de uygulanması en geniş yetkilerle
donatılmış bir Kumandanın tayinine” dair resmi bir bildiri yayınlıyor. Bu
olağanüstü Kumandanlık’a Abdullah Alpdoğan tayin edilmiş olarak eski
görevlilerin tümü bölgeden uzaklaştırılmış olurlar.
Ankara Merkezi hükümetine karşı 1925 yılında Şeyh Sait’in
yönettiği Şeriatçı Bağımsız Kürdistan talepli silahlı ayaklanmalı ve ayrılıkçı
isyanları, Ankara merkezi hükümet emrindeki ordu kuvvetleriyle bastırılması, bunların
liderlerinin idam edilmesi ve bu olaya karışan diğer liderler ile aşiret
mensuplarının bulundukları yerlerde alınarak Batı vilayetlerine sürülmesine
başlanılması üzerine Ağrı Dağına sığınan Celali, Hasanan, Cibran ve Heydaran
aşiretlerriyle, bu aşiretlerin başında bulunan önderler, Celali Berko’nun
liderliğinde 1926 yılında önemli bir ayaklanma merkezi kurulurken bu
ayaklanmaya daha önceki ayaklanmalara katılmış ve sıkışınca Irak’a kaçarak
oraya sığınarak iltica etmiş İhsan Nuri Hoybun Kürt Cemiyeti’nin Askeri
Delegesi sıfatıyla Iraktan gelerek yeni kurulan bu ayaklanma merkezinden
temsilci olarak katılır.
İyi bir örgütleyici olan İhsan Nuri, Ağrı bölgesinde Celali
aşiret lideri İbrahim-e Hasik-e Telli adıyla ünlü İbrahim Paşa’nın silahlı
guruplarını düzenleyip, eğiterek ve Ağrı (Ağırı: Kürtçe ağrılı- ağrıyor
demektir) isimli birde haftalık Kürtçe gazete ’yi 1927 yılından itibaren
çıkararak, Askeri ve İdari bakımdan düzenli bir Kürt yönetiminin esaslarını
oluşturarak yayınlamaktadır.
Ağrıda oluşturulan bu yeni ayrılıkçı Kürt grupları Ankara
merkezi hükümeti kontrolünde bulunan mıntıkalara silahlı saldırılar yaparak
kendi egemenlik alanlarını biraz daha genişletmeye çalışırlarken Ankara Merkezi
hükümetine bağlı bölgedeki yetkililer silahlı Kürt gruplarını yöneten İhsan Nuri’yle
barışçı yollarla görüşerek anlaşma girişimlerinde bulunurlar.
Barışçı yollarla anlaşma teklifi yapılan İhsan Nuri anlaşma
için ilk şart olarak, Anadolu’ya sürgün edilmiş olan Kürtlerin yerlerine iade
edilmesini, mal varlıklarının kendilerine geri verilmesini ister bu istekleri
Dersim, Sason ve Çavakçur’daki Kürt ayaklanmalarına katılan aşiretlerde
destekleyip istedikleri için de Ankara Merkezi Hükümeti Türkiye Büyük Millet
Meçlisinde geçirerek 1928 yılında yerine getirir.
Fakat Ankara Merkezi Hükümetinin çıkardığı bu kanunla
silahlı ayaklanmaya katılan aşiretleri oyalayacağı ve Başlayan Kürt Bağımsızlık
hareketini yok etmek için öldürücü son darbeyi hazırlamak için hazırlanmış bir
ateşkes olduğu fikriyle ve Kürtleri yok etmek için zaman kazanmaya yönelik bir
faaliyet olarak yorumlayan Hoybun Cemiyeti yeni ayaklanma ve çatışmalar
çıkarmak üzere var gücüyle çalışmalarına devam eder.
1928 de çıkartılan bu yasa ile Batı vilayetlerinden aşiret
liderlerinden Diyarbakırlı Cemil paşazadelerden Kadri, Ekrem, Mehmet Bedri;
Argın (Ergani) Madenin’de Doktor Ahmet Nazif ve kardeşi Nurettin Zaza, Elaziz
vilayetinden Arif Abbas ve daha birçok Kürt aşiret lider ve mensupları daha
aktif çalışabilmek için Anadolu’da Ankara Hükümet merkezine bağlı topraklardan
ayrılarak 29 Mart 1929 da Suriye’ye geçmiş ve silahlı Kürt ayaklanması için
örgütleme yapan Hoybun Cemiyetine katılırlar.
Ağrıda başlatılan silahlı Kürt ayaklanmasını yurt içerisinden
kontrol altına almaya çalışan Ankara merkezi hükümetine bağlı kuvvetler Suriye
topraklarından örgütlü silahlı gruplar halinde Türkiye Cumhuriyeti’ne ait
topraklarda Ankara hükümetine karşı faaliyet gösteren silahlı “Kürt Hoybun
Cemiyeti” mensuplarını arkadan çevirip bulundukları yerlerde etkisiz kılmak
için İran hükümetiyle bir sınır anlaşması düzenleyerek Ağrı Dağlarının Doğu ve
Kuzey bölgelerini bütünüyle Türkiye Cumhuriyeti egemenliğine alır.
Anadolu’da silahlı Kürt ayrılıkçı ve Şeriatçı ayaklanmalara
katılan Kürt aşiretlerini İngilizlerin yönlendirdiğine inan Anadolu’nun Kuzey
Doğusu ve Doğusunda bulunan komşu devletlerin bu tur isyanlarla ayaklanan
silahlı guruplara olan desteğini kesmeyi başarırlar.
Ve böylece 1930 yılında Ağrı Kürt ayaklanma bölgesine,
Askeri araç ve gereçlerle donatılmış kuvvetlerle saldırıya başlarken
Suriye-Türkiye sınırında bulunan Hoybun Cemiyeti merkezi silahlı örgüt
mensuplarını Türkiye sınırı boyunca harekete geçirir ve bu silahlı Kürt
gruplarının bir kısmı Türkiye sınırları içlerine girer Mardin ve Midyat
Dağlarında, bir kısmı da Suruç ovasında Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu
kuvvetlerini üzerlerine çekerlerse de başarılı olamazlar ve büyük bir kısmı
çatışma alanında öldürülürlerken, sağ kurtulanların komşu ülkelere sığınma
talepleri de ret edilerek sonuç vermez ve sağ kalanlar da çatışma alanında
bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı ordu kuvvetleri komutanlıklarına teslim
olurlar.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Ankara Merkezi Hükümeti
tanımayıp bağımsızlık talepleriyle ayaklanan ve çatışmalar sonucu yenilerek
Irak-Suriye-Mısır’a kaçarak sığınan Kürt aşiret liderleri ile Kürtler arasında
liderlik yapan aşiret mensubu ve ileri gelenleri daha önceleri gizli örgüt
şeklinde faaliyet gösterdikleri İstiklal ve Özgürlük çalışmalarına: 1927
yılında “HOYBUN”(Hoybun: Kürtçe: İstiklal-Özgürlük denektir) adında bir cemiyet
kurup ilk kongresini de Ağustos 1927 de Lübnan’da Bihamdun merkezinde toplar ve
bu kongreye Ermeni Taşnak Cemiyeti lideri Vanlı Vahan Papazyan (Goms) da
katılır.
Hoybun Cemiyeti: Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürdistan
olarak bilinen bazı yerlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde
kaldığını ve Kürdistan olarak bildikleri yerleri kurtarmayı hedeflerken daha
önceleri yaratılan Ermeni- Kürt ayrımının yok edilmesi için, Ermeni Taşnak
Cemiyeti’yle iş birliği yapmayı gerekli görür fakat bu zorunlu ittifak
Sovyetler Birliği Hükümetlerinde ters tepkiye neden olur.
Çünkü Ermeni Taşnak Partisi, Sovyet rejimine karşı olup,
Batılı devletler lehine çalışmaktaydı. Bu nedenle bu partinin birçok önderi
Erivan’dan kovulurken, Ermeni Taşnak Partisiyle ittifak kurmuş olan “Kürt
Hoybun Cemiyeti’nin” etkisiyle gelişen Kürdistan olayının bir İngiliz teşviki
olduğuna dair çıkartılan Türkiye Cumhuriyeti Devleti iddiasına Sovyetler
Birliği tarafından doğru tespit edilmiş bir durum olduğu kabul edilerek
gelişmekte olan Kürdistan olayların hiç birinde Kürtlere ilgi gösterilmemiş
olup, zaten Yedi düvele karşı verilen Bağımsızlık Savaşı sırasında Türkleri ve
Ankara Merkezi Hükümetini Batı Emperyalizminin etkisinde kurtarmak için o sıralarda
Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında dostluk antlaşmaları
da yapılarak karşılıklı çıkarlar gözetilmeye başlanmış olur.
Hatta 1928 yılında Ermeni Taşnak Cemiyeti’nin Ağrı Kürt
harekâtına yardım amacıyla Tebriz’den temsilci olarak gönderilmiş olduğu
Elaşgirt’li Ardeşes, Ağrının Iğdır yöresinde askeri malzeme sağlanacağı vadiyle
Sovyet askeri kumandanı tarafından yakalanmış Erivan’a ve oradan da Tiflis’e
gönderilir, fakat daha sonraları öldürülmüş olduğu haberi alınır.
Diğer taraftan İngiliz ve Fransız hükümetleri; bir taraftan
Musul Petrolleri, diğer taraftan Fransızlar ile Türkiye Cumhuriyeti arasında
henüz çözümlenememiş Suriye sınırları anlaşmazlıkların kendi çıkarları
doğrultusunda sonuçlanması için Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı “Kürt
Hoybun Cemiyeti’nin” faaliyetlerini kullanmışlarsa da Kürtlere fiili bir yardım
yapmaktan çekinmişler ve Türkiye Cumhuriyetiyle olan sorunlarını kendi
çıkarlarına uygun olarak çözdüklerinde ise “Kürt Hoybun” hareketlerine de engel
olmuşlardı.
Özet olarak anlatılan bu nedenlerle 1939 yılına kadar faal
bir halde bulunan “Hoybun” hareketi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kürtlere
karşı yaptıkları faaliyetleri medeni dünyaya bildirecek birçok yayında
bulunduktan sonra, kendileri de gelişen dünya siyasetine uyarak ayrılıkçı
faaliyetlerine son vermek zorunda kalmış olurlar.
AĞRI ÇATIŞMALARI VE 1930 DERSİM
Fakat: 1925-1926 dan beri Ağrı’da toplanmış olan ayrılıkçı
Kürt aşiretlerinin faaliyetleri 1930 yılı başlarından daha fazla şiddetlenmiş
olarak bütün Kürdistanı içine alacak şekilde yayıldığını Dersimli Seyid Rıza’ya
bildiren Baytar Muhammed Nuri Dersimi bu hareketin desteklenmesi gerektiğinin
zorunlu olduğunu bildirir ve bunun üzerine Seyid Rıza ve Kecalan aşiretleri
1930 yılı İlk baharında silahlı olarak ayaklanır Erzincan ve Erzurum
mıntıkalarında bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devletine bağlı Ordu kuvvetlerine
şiddetli saldırıya başlar. Seyid Rıza’nın başlattığı bu ayaklanma günden güne
yayılarak genişlemeye başlar ve ordu birliklerini zorlamaya başlamış ve korkunç
sonuçlara neden olmuşlar.
Bu gelişmeler nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümet
yetkilileri Mareşal Fevzi Paşa’yı bu çatışmalı bölgeye gönderirken Mareşal
Fevzi Paşa’ya bağlı ordu birliklerinin asıl görevinin gizli tutulduğu halk
arasında yayılırken, gelen ordu birliğinin asıl görevinin yıllardan beri asker
ve vergi vermekten kaçınan Pülümür İlçesinin Danziğ, Aşkirek ve Harsi köyleri
ve civarı halkını yasalara boyun eğmeğe zorlamak amacıyla geldikleri ileri
sürülür ve bu gelişmeler sürerken de üçüncü Ordu’nun da hareket emri almış
olması, Kurmay Başkanı Albay Rüştü’nün harekatı yönetmekte görevlendirildiği
aşiretlerin bulundukları bölgede yaptıkları araştırma ve gözlemlerini aşiretler
arasındaki istihbarat faaliyetlerince birbirlerine iletilerek durum
değerlendirilmesi yapılarak konuşuluyor.
Albay Rüştü: on piyade taburuyla on beş top, beş-on uçak ve
civar vilayetlerin genel Jandarma kuvvetlerini harekete geçirmiş olarak maddi
olarak da birçok fedakarlıklara katlanarak, Erzincan ve Erzurum çevrelerinde
Dersimin coğrafi yapısını bilen Kürtlerden kurulu silahlı milis taburları da
oluştururmuş ve bunların öncülüğünden Dersim’e saldırı başlatılır.
20.10.1930 tarihinde Dersim’in Doğu yamaçları üzerine hücum
uçuşu yapan bir uçak filosu üzerine ayaklananmış silahlı Dersim gruplarınca
yapılan savunma ateşi sonunda uçaklardan birisi düşürülmüş ve diğerleri bölgede
sürdürülen bu uçuşlardan çekilirlerken Seyid Rıza; Batı Dersim’den Pülümür
aşiretlerine yüklü miktarda silah cephane, araç-gereç göndermiş ve Briman,
Heyderan, Demenan aşiretleri de çatışan aşiretlerin yardımına yetişerek Hükümet
kuvvetleriyle işbirliği yapmış silahlı Kürt guruplarına saldırarak önemli
zararlar verirler ve Hükümet kuvvetleriyle işbirliği yapan bu silahlı Kürt
kuvvetler Dersime giremezken, Silahlı Dersim gruplarıysa Erzincan üzerinde
yaptıkları saldırılarda Hükümete bağlı Ordu birliklerini kuşatır ve imha ederek
cıvar köylerden de bulunan silah ve benzer teçhizatlar ile ihtiyaçları olan
iaşeleri de yanlarına alarak Dersim’e dönerler. Başardıkları bu iş nedeniyle
Balan, Lolan ve Karsan aşiretleri de hücuma geçmiş olarak Erzincan’ı tehdide
başlamışlar. Dersimliler
Merk gediği dedikleri yerde çok fazla silahlı grupları ve
gerekli miktarda silah ve cephane yığınağı bıraktıktan sonra, Esir aldıkları
Pülümür Kaymakamı vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine Bağlı ordu
komutanlarına bir ültimatom göndererek teslim olmalarını isterlerken, Ordu
kumandanı Rüştü aldığı yeni takviye kuvvetleriyle harekete geçer ve Erzincan’a
komşu olan Abbasan Aşireti’ne bağlı köyleri çembere alıp kuşatır.
27.10.1930 da Silahlı Dersim gurupları Hükümet kuvvetlerine
karşı saldırıya geçmiş önemli zayiatlar vererek on birinci tabur kumandanı
Sırrı komutan teçhizatıyla teslim alınmış olduğu andan itibaren Albay Rüştü de
emrindeki ordusunu dinlendirmek için çatışma mıntıkasının dışına çeker.
Ağrı çatışmalarından geri dönenmekte olan Üçüncü Fırka
Kumandanı Ömer Halis Paşa 7.11.1930 da Albay Rüştü komutasındaki kuvvetlerle
birleşerek, Dersime karşı saldırı başlatır ancak istenen sonuç alınamadan geri
çekilirler.
1930 lu yılların ortalarına doğru Dünya’nın gidişi ikinci
bir Dünya Savaşı’nın çıkacağını hissettirirken. Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti
Devletini yöneten Hükümetlerin devlet yönetirken en önemeli sorunları iç
problemler yaratan “Kürdistan Meselesi” olarak sürekli çıkarılan iç çatışmalar
ve iç isyanlarla uğraşmaktır. Devletin bu çatışmalara zaman-zaman askeri
müdahale, zaman zaman konuşarak, görüşerek yatıştırılan ayrılıkçı silahlanmış
aşiret yada silahlı grupların bulunduğu mıntıkaları yatıştırsa da, asırlardır
ülkeyi yöneten hükümetlere boyun eğmemiş olan Dersim bölgesi nüfus yoğunluğunu
korudukça, yeni bir dünya savaşının çıkması halinde, ülkeye karşı büyük bir
tehlike oluşturacağı, genel bir dünya kargaşası ve bunun sonucu yeniden
bağımsızlık isteğinden bulunabilir, yahut yabancı ülkelerin kışkırtmalarına
alet olabilir ve Türkiye Devletinin sınırları dışında kurulan Kürtlerin
Bağımsızlığını isteyen Kürt Siyasi Partilerine us olabilirdi.
Bu nedenle 1936 yılında Türkiye Büyük Millet Meçlisinin ilk
yasama döneminde bir konuşma yapan Gazi Mustafa Kemal: “İç işlerimizden en
önemli bir şey varsa, oda Dersim meselesidir. İçerde bulunan bu yarayı, bu
korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi, her ne
pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu husustan en acil kararların alınması
için, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmelidir.” Der ve bu konuda önerilen
kanun teklifi nerede ise Millet Vekillerinin tamamına yakın oylarıyla
onaylanarak kabul edilir.
Onaylanarak yayınlanan bu kanunda Dersim Bölgesi Valiliği
adıyla idari bir oluşum yaratılarak bu oluşumun başına geçecek kişiye orduyu
gerekli gördüğü zamanda harekete geçirme, mahkeme kararlarını uygulama veya
yeni yasalar hazırlayıp yürürlüğe girmesini ve yürürlükten kaldırma veya
değiştirme ve uygulamasını erteleme yetkisinin sağlanmasını veriyor olarak
yapılacak çalışmalar yasallaştırılır.
Türkiye Büyük Millet Meçlisinde çıkarılan bu geniş yasa
yetkilerini uygulama işi, daha önceleri Dersimde görev yapmış ve sonraları geri
çağrılan Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı olan General Abdullah Aldoğan
Dersim’e Vali ve Kumandan olarak atanır.
Bu konuda gerekli araştırma-soruşturma yapılarak Dersimde
bir Merkez kurmak sakıncalı görülür ve Elaziz Merkezinde Dersim Valiliği adıyla
bir girişim merkezi şebekesi kurulur ve bölgedeki mezralarda birçok özel bina
devlet tarafından kullanılmak üzere kiralanır. Ve oluşturulan bu girişimlerin
şubeleri olarak: Askeri Müşavirlik, Özel Kurmay, Mektupçuluk, Bir reis ve iki
üyeden oluşan Askeri Mahkeme, Adliye Müşavirliği, Maliye Müşavirliği,
İstihbarat Müşavirliği.
Bunların dışında General Abdullah Aldoğan’a ikinci bir görev
olarak da Mıntıkası Elaziz vilayeti, Dersim Vilayeti, Çamakscür (bu günkü
Bingöl) vilayeti olan Üçüncü Umumi Müfettişliği diye bir başka görev daha
verilmiş olur.
Böylece General Abdullah Alpdoğan: Hem üçüncü umumi müfettişi
hem Dersim umumi kumandanı hem de Dersim valisi olarak çıkartılan bu yeni
yasayla üç vilayeti idare etme yönetme ve kumanda etme yetkisiyle
görevlendirilmiş olur.
General Abdullah Alpdoğan görev yeri olan Elaziz’e ilk defa
girerken, kendisini karşılamak için istasyona kadar giden kişiler arasında
Baytar Muhammed Nuri Dersimi de bulunur ve O mahiyetiyle birlikte özel
vagonunda inerken, askeri üniformasını giymiş vaziyette, kendisini alkışlayan
halka Güleryüz göstermeden sert bir selam vererek otomobiline bindiği halk
arasında konuşulur. “Kendisinde bir düşman memleketine giren bir fatih azameti
ve gururu vardı.” Diye anlatır.
General Alpdoğan göreve başlar başlamaz bir bildiriyle
Dersim, Elaziz ve Bingöl vilayetlerinin sınırları içinde bulunan mıntıkaların
Sıkıyönetim bölgesi olduğu ’nu ve bütün halka alınan ve kendilerine duyurulun
tedbirlere uymayı ilanen duyururken, alınan tedbirlerle içerisinden de Dersim
adının, Tunceli olarak değiştirildiğini bildirir.
Bir başka bildiride de Çemişgezek’in isminin Amutka,
Ovacık’ın isminin Burnak ve Hozat isminin Karaoğlu ve Mazgirt ilçesinin Mamıkan
merkezinde birer askeri kışla ve bu kışlaları biri birine bağlayacak birçok
askeri binanın Karakol yapılacağı halka açıklamış oluyor.
Akabinde bu karakol binalarının müteahhitliğini alan
Dersimli askeri kaymakam emeklisi Hıdır ve Palulu Abdurrahman isimli
müteahhitlere civarda oturan halktan ters bir tepki olmuyor, yapılan bu binaları
ciddiye bile almıyorlardı.
Fakat Dersimli aşiret liderleri toplantılar yapmalarına
rağmen ortak bir çalışma planı üzerinde karar alamadıkları için de ortak bir
anlaşma sağlanamıyor, bu duruma daha çok aşiretler arasında eskiden beri var
olan anlaşmazlıklar neden olurken ancak geçmişte birbirileriyle dost olan
aşiretler arasında ittifaklar kurulabiliyor.
Başta Seyit Rıza olduğu halde, Abasane Jorin aşireti,
Ferhadan aşireti, Karabalyan aşiretleriyle, Bahtiyar, Yusufan, Demenan,
Heyderan ve kısmen ’de Kalan aşiretleri kuvvetli ve sıkı bir ittifak
kurabilmişler.
Ovacık, Ğoçan, Şemkan, Mazgirt, Plümer ve Nazmiye
mıntıkaları aşiretleri tamamen tarafsız ve yalnız kendilerini savunmaya, Hozat
aşiretleriyse hükümete teslim olmaya karar vermiş olarak Elaziz’e gelerek
General Abdullah Alpdoğan’a görüşür ve hükümetin bu teklifini kabul ettiklerini
bildirirlerken, General Abdullah Alpdoğan da kendisi için önemli olan Seyid
Rıza’nın Elaziz’e gelmesi olduğunu ve bu konuda da Müteahhit Hıdır’a bir
taraftan kışla binalarının inşaatının yapılması görevi verilirken diğer
taraftan da Seyid Rıza’yı Elaziz’e getirme görevi verdiğini anlatır.
Müteahhit Hıdır aldığı görev gereği tekrar Dersim’e gelir ve
Seyid Rıza’yı ikna ederek Elaziz’e getirir ve Elaziz ’de geçirdiği yirmi dört
saat içerisinden sadece Seyid Rıza tek başına olmak üzere, General Abdullah
Alpdoğan ile görüştürür.
Bu görüşmeden ayrıldıktan sonra Baytar Muhammet Nuri Dersimi
ile bir görüşme yapan Seyid Rıza: Baytar Muhammet Nuri Dersimi ‘ye “General
Abdullah Aldoğan’ın Dersim hakkındaki düşüncelerini hiç beğenmediğini, bu
yüzden de direnmek gerektiğini, bundan başka hiçbir çare kalmadığını, Ankara
Merkez Hükümetine bağlı ordularının Dersimlilerle başa çıkamayacaklarını, fakat
her ihtimale karşı, Baytar Muhammed Nuri Dersimi ‘nin bir an önce ülke dışına
çıkarak Dersimlilerin durumunu büyük ve adil devletlere bildirmesini” ister.
Aradan geçen bir süre sonra, General Abdullah Alpdoğan,
Kurmay Binbaşısı ve İstihbarat Başkanı olan Şevket’i Dersim mıntıkasına görevli
olarak gönderir ve Kurmay Binbaşı Şevket
önce Hozat ve daha sonra Ovacık merkezine giderek, oradan yanına aldığı
bir iki aşiret liderleriyle birlikte Seyid Rıza’nın mıntıkasına gitmek
istemişse de, bu ziyareti Seyid Rıza uygun bulmamış ve Kurmay Binbaşı Şevket de
daha önceleri kendisine verilen istihbarata göre, Seyid Rıza’nın öteden beri
hasmı olan ve arazı meşalesinden aralarında ciddi anlaşmazlıklar bulunan
kardeşi Rehber’e misafir olmak üzere Haçili köyüne gideceğini bildirmiş ve
Rehber’in gönderdiği muhafızla beraber Haçili’ye gitmek üzere yola çıkar.
Fakat, Rehber ile amcası Seyid Rıza’nın aralarının bozuk
olduğunu bilen ve bu görüşme sonrasında amca yeğenin aralarının daha da
bozulmasının mümkün olduğunu ön gören Alişer: bu görüşmeyi engellemek için
Kurmay Binbaşı Şevket’in yolunu keserek karşısına çıkar. Bu görüşmeyi
engellemek ister ama başaramaz ve Kurmay Binbaşı Şevket Rehber’in evinde bir
gece misafir kalır ve ertesi günü Seyid Rızanın kardeşinin oğlu Rehber’i
Elaziz’e getirir ve General Abdullah Alpdoğan ile görüştürür.
Bu çalışmalardan sonra General Abdullah Alpdoğan bir bildiri
yayınlayarak, bütün Dersim aşiretlerinden 200 bin martin tüfeğinin Ankara
Merkezi Hükümeti yetkili kıldığı ordu birliklerine teslim edilmesini ve bu
sayıya her aşiretin kendi nüfusu oranında katılacağını bildirir.
Kurmay Binbaşı Şevket düzenli olarak Dersimli aşiretler
arasında dolaşıyor, hükümetin aldığı bütün tedbirleri Dersim’in
iyileştirilmesine yönelik bulunduğunu, Dersimde ıslah edileceklerin, Seyid Rıza
ve tarafları olan aşiretler olduğu, diğer aşiretlerde silahsızlaştırıldıktan
sonra bulundukları yerlerinde serbest bırakılacaklarını söylüyor.
Bu sıralarda Demenan ve kısmen de Nazmiye aşiretleri,
sınırlarında yapılması planlanan askeri karakollara saldırarak henüz tam olarak
yerleştirilmeyen binaları tahrip ediyor ve muhafızların silahlarını alıyorlar.
Seyid Rıza ise, General Abdullah Alpdoğan’a; Dersim
hakkındaki kanunun yürürlükten kaldırılmasını ve Dersim için özel ve Milli
hakları içeren seçkin bir idarenin oluşturulmasını istiyor. Bu teklife karşı
General Abdullah Alpdoğan Jandarma Alayını ve 9. Fırkayı Dersim’in sınırlarına
yığıyor ve Diyarbakır’dan her sabah onar tayyare getirterek Dersim üzerinden
uçuruyorken artık bu bölgede huzur kalmamış ortalık karışmış olduğundan her
taraftan çatışmalar başlamış fakat başlayan kış ile beraber de çatışmalar uzun
sürmemiş ve Dersim mahsur durumda kaldığından çatışmalara son vermek zorunda
kalınır.
1937 yılı İlk baharında Ankara Merkezi Hükümet kuvvetlerince
Dersim Merkezi ve civarında Dersimliler, toplanılarak askeri kıtalara askerlik
görevlerini yapmak üzere sevk edilirlerken hükümetçe yaptırılan kışlaların
yaptırılmasına yeniden başlanmış olarak bina yapım çalışmaları süratle devam
eder.
Elinde bulundurduğu silahları Ankara Merkezi Hükümet
kuvvetlerine teslim etmeyen Yusufan aşireti üzerine askeri birlikler
gönderilmiş ve bu birliğe bağlı bir manga askeri müfreze de görevli bir asker
fakir bir kıza tecavüz etmiş ve bu tecavüzün haberini alan aşiret liderinin
oğlu Fındık, aşiret mensubu silahlı kişilerle birlikte içlerinde kıza tecavüz
etmiş olan askerinde bulunduğu Ankara Hükümetine bağlı bir manga askeri birliğe
saldırarak içlerinde tecavüzcü bir onbaşının da bulunduğu bir manga müfrezeyi
bölgenin dışına püskürtmüş olur.
Bu olayla Mazgirt bölgesinde çatışmalar başlamış ve Seyid
Rıza’nın oğlu Bira İbrahim Hozat’a gelerek, General Abdullah Alpdoğan
idaresindeki hükümet memurlarıyla temasa geçmiş ve yapılmakta olan askerî
harekâtın, adil bir şekilde yapılmasını babası Seyid Rıza adına istemiş olan, Bira
İbrahim geri dönerken, Kırkan aşiretine bağlı Deşt köyünde misafir bulunduğu
evde gece uyurken Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber tarafından Kurmay
Binbaşı Şevket’e bildirilmiş olduğu ve yapılan plan sonucu öldürüldü şüphesi
Seyid Rıza’nın canını sıkar. Oğlu İbrahim’in öldürülmesini Rehberin ihbarıyla Kurmay
Binbaşı Şevket’in planladığına inanan Seyid Rıza: Kırkan aşiretinin merkezi
olan Sin köyünü kuşatarak oğlunu öldüren katillerin kendisine teslim edilmesini
Ankara Merkezine bağlı Hükümet temsilcileri olan yerel askeri kolluk
kuvvetlerinden ister, fakat bölgede sorumlu Kurmay Binbaşı Şevket: Seyid
Rıza’nın oğlunun katillerini teslim alır ama cinayet sanıklarını Seyid Rıza’ya
teslim etmezken, durum Seyid Rıza tarafından bu cinayetin planlayıcısı ve
katillerin kendisine teslim edilmemesi nedeniyle tek sorumlusun Kurmay Binbaşı
Şevket olduğu kanaatini oluşturur ve katillerin değil ceza verilmesi bunların
böylece ödüllendirildiğini düşünür.
Bu sıralarda Suriye’ye iltica eden Hasanan aşiret
liderlerinden Mehmet Emin Bey’in oğlu Fasih bir “Kürt Fedai Birliği” ile
Diyarbakır’a 12 kilometre mesafede Kara köprü mevkiinde Hükümet Karakol
görevlilerine tesadüfen baskın yapar ve Ankara o baskını Dersim ile ilgili
olduğunu düşünerek Dahiliye Vekilini Diyarbakır’a kadar gönderirken, Diyarbakır
Kolordusunu da Yusuf’an aşiretinin üzerine gönderir, diğer taraftan da Elaziz
Fırka Kumandanı İsmail Hakkı’ya bağlı ordu kuvvetleri, Seyid Rıza’nın bulunduğu
mıntıkaya hücuma başlamışlar ve General Abdullah Alpdoğan ile işbirliği yapan
Kırkan aşiret mensupları da yer göstermede ordu birliklerine öncülük ederlerken
Seyid Rıza’yla birlikte Bağtiyaran aşireti de hükümet kuvvetlerine karşı
çatışmaya girmeye mecbur kalmış olarak böylece de çatışma alanı giderek daha
çok genişlemiş ve Hozat’ın Bağtıyari aşireti, Abbasane Jorin aşireti, Karabalan
ve Ferhadan aşiretleriyle Nazmiye ilçesinin’ Heydaran aşireti Margirt ilçesinin
Demenan ve Yusuf’an aşiretlerinden oluşan yedi aşiret üzerinde şiddetli
çatışmalar olmuş, diğer aşiretler ise tarafsız kalmış olarak bölgelerinde
olup-biteni izler olmuş vaziyete beklemek gerektiğine inanmışlar.
Çatışmalar bazı bölgelerde şiddetlenirken İsmail Hakkı’ya
bağlı kuvvetler geri çekilmeye mecbur kalırlarken, bu durum üzerine
Erzurum-Erzincan Kolorduları da bölgeye hareket etmiş ve Diyarbakır’da bulunan
7. Kolorduya bağlı uçak karargâhı da Elaziz’e getirilmiş çatışma alanına
bombalar yağdırmaya başlamış ve çatışan Dersimliler hükümet kuvvetlerine bağlı
bir adet ordu tankını tahrip etmişler olurlar.
Ankara Merkezi Hükümeti ülkenin batı vilayetlerinde kısmı
seferberlik ilan ederek 1926-1927-1928 yıllarda doğan erkekleri silah altına
almış ve General İsmet İnönü Dersim’deki teftişe gitmişken Seyid Rıza General
Abdullah Alpdoğan’ a doğrudan başvurarak Aşiretlerin Milli Kürt haklarına saygı
gösterebilmek ve oğlunun katilleriyle onları teşvik edenin kanun pençesine kendisine
teslim edilmesi şartıyla, kendisine bağlı silahlı grupların Ankara Merkezi
Hükümetine bağlı askeri kuvvetlerden alınan savaş teçhizatını ve ellerinde
tutuklu olarak tutulan subay ve erlerin hükümet güçlerine teslim etmeye razı
olacağını bildirir.
Kendisine yapılan bu teklife karşılık olarak General
Abdullah Alpdoğan ise Seyid Rıza’nın yaptığı bu teklife karşılık Seyid Rıza’ya
bağlı aşiret mensupları ve bunlarla iş birliği yaptığı diğer aşiret lider ve
mensuplarının ellerinde bulunan 80.000 mavzeri ile beraber kayıtsız şartsız
olarak hükümet kuvvetlerine teslim olmaktan başka çare olmadığını bildirir.
Fakat çatışmalar yeni bir şiddet safhasına girmiş, çatışan
taraflar birbirlerine çok büyük zararlar vermeye başlamışken, Seyid Rıza’nın
kardeşinin oğlu Rehber, Hozat civarında Peyami Köyünde bu çatışmalarda kendisi
ve kendisine bağlı grupların tarafsızlığını ilan eder ve Ankara Merkezi Hükümet
güçleriyle ilişkisini düzenli olarak sürdürürken, bölgede görevli hükümet
kuvvetleri bir bildiri yayınlayarak Seyid Rıza’nın kardeşinin oğlu Rehber’in
bulunduğu mıntıka olan Hozat’tan kaçarak Ankara Merkezi Hükümetine karşı
ayrılıkçı milli bir çatışma içinde bulunan aşiretlerle işbirliği yapmakta
olduğunu resmen ilan eder.
Ve Rehber kendisine bağlı bazı kimselerle birlikte ilk önce
Beğtiyar aşiret mensuplarıyla birleşmiş, bir hükümet casusu olarak silahlı
ayrılıkça Kürtler arasına girmiş olarak elde ettiği istihbaratı bilgileri günü
gününe General Abdullah Aldoğan’ın sorumluluğu altında bulunan ordu
kuvvetlerine ulaştıra bildirirken, diğer yandan amcası Seyid Rıza’ya haber
göndererek, elini öpüp af dilemek istediğini Ankara Merkezi Hükümetin
planlarını ve ne yapmak istediklerini öğrenmiş bulunduğunu ve bunlardan nefret
ettiğini, hükümet kuvvetlerine karşı çarpışmak istediğini bildirir, Seyid Rıza
ise bu teklife ve yalanlara inanmadığını kendisine bildirir.
Seyid Rıza’nın bütün bu karşı koymasına ve ısrarına rağmen
çatışmakta olan diğer silahlı aşiret liderleri Rehber’e inanmış ve hükümet
kuvvetlerine karşı batı cephesinden çatışmalara katılmak üzere Rehber ve
kendisine bağlı silahlı grupların gelmesine razı olmuşlar.
Rehber’in yaptığı plana gereğince, Alişer’in yönetimindeki
çatışmalı bölgede amcazadelerinden olup, ikna etmeyi başardığı Misto-yu
Sure’nin torunu Vanklı Efendi’yi yanına alarak General Abdullah Alpdoğan’a
bağlı hükümet kuvvetleriyle çatışmalara başlamış olan Rehberin cesareti,
silahşörlüğü ve cesur kudreti bölgedeki tüm aşiretler tarafından bilenir.
Çatışmaların ağırlık merkezi Seyid Rıza’nın bulunduğu
bölgede ve onun omuzlarında olup hükümet güçlerine karşı yapılacak çatışmaların
ve saldırıların planlarını da Alişer üstlenmiş Seyid Rıza adına yapar ve
uygular olmuş.
Bu nedenle de General
Abdullah Aldoğan’ın da tüm hesapları ve öncelik planı Alişer’i imha etmek
üstüne olur.
General Abdullah Alpdoğan’a bağlı hükümet kuvvetlerine karşı
giriştiği on beş günlük çatışmalarda aşiretlerin yanına emrindeki silahlı
güçleriyle beraber katılmış bulunan Rehber: Amcası Seyid Rıza dışında başka
diğer aşiret liderleri ve hatta Alişer’in güvenini kazanmış olur.
Çatışmalar sürerken Seyid Rıza kendisine karargâh merkezi
olarak Halvori Vank’ı mevkiinde; ailesiyle birlikte sığındığı bir mağara ve
Alişer’in ise Bağdat’ın Tujik Dağı eteklerinde ailesiyle birlikte sığındığı birçok
insanın sığınabileceği mağaralar dahi var. Ve Rehber sık sık Alişer ile
görüştüğü için Seyid Rıza’nın bütün planlarının haberlerini alabiliyor.
Seyid Rıza: daha fazla kan dökülmesini önlemek için
Alişer’in İran veya Irak’a iltica ederek İngiltere ve Fransa hükümetlerinin bu
çatışmaların durdurulması ve istenilen taleplerin yerine getirilmesini Ankara
hükümet yetkililerini nezdinde bazı girişimlerde bulunmaları için aracılık
etmelerinin sağlanmasına karar verir ve bu girişimlerin yerine getirmesi için
Alişer’i görevlendirir.
Bu konuda alınmış olunan kararı öğrenen Rehber: Alişer’in
çatışma bölgesinden uzaklaşması kararlaştırılan günden bir gün önce sekiz
silahlı arkadaşıyla birlikte Alişer’in ziyaretine gitmiş ve bu ani ziyaretin
sebebini soran Alişer’e aç ve yorgun olduğunu ve birkaç saat istirahat
edeceğini söylemiş olduğu için Alişer ’de ani misafirine yiyecek hazırlamakla
meşgulken Rehber ansızın Alişer’in üzerine ateş ederek orada öldürür. Koçasının
Saldırısına şahit olan Alişer’in karısı kendisini vurulan kocasının üzerine
atarak “Eman hevale’mın mekujın” (aman arkadaşımı öldürmeyin) diye feryat etmiş
ve Alişer’in öldüğünü görünce de tabancasını çekerek Rehbere ateş etmiş fakat
sıkılan mermi Vanklı Efendi’nin başına isabet ederek cansız yere düşerken,
Rehber de Alişer’in eşine ateş ederek onu da kocasının cesedi üzerine cansız
düşürmüş olarak öldürmüş olur.
Öldürdüğü Alişer ve Eşinin başlarını kestirerek torbalara
koydurmuş ve aynı gün bulunduğu mıntıkadan kaçarak daha önceleri
kararlaştırılan parolayı söyleyerek silahlı ayaklanmaya katılmış aşiretlerin arasında
geçerek Ankara Merkezi Hükümetlerinin kontrolünde bulunan mıntıkaya geçmesini
başarır.
Rehberin öldürdüğü Alişer ve Eşinin başlarının tam teşhisi
yapılarak torbalar içinde muhafaza edilen bu kesik başları Rehber bizzat
Elaziz’e gelerek kendi eliyle General Abdullah Alpdoğan’a teslim eder.
Alişer ve eşinin öldürülmesi Seyid Rıza ve çatışmaya katılan
aşiretler üzerinde büyük üzüntü ve öfke uyandırırken Rehber artık açıktan açığa
Merkezi Hükümet kuvvetleri istihbaratı ile çalışmaya başlar.
Diğer taraftan çatışmaların ağırlık merkezi Bağtiyaran
aşireti üzerine yoğunlaşmış ve Seyid Rıza bizzat çatışmaların bulunduğu
alandadır. Çatışmalar sırasında bölgedeki ormanlar ateşe verildiğinde yangınlar
Dersim’in pek çok yerini sardığı için yangınlar geceleri dehşetli yanardağ
görüntüsü verir olmuşlardı diye anlatılır.
Çatışmalar devam ederken Kureşan aşireti’de Seyid Rıza’nın
yardımına koşarak çatışmalara katılırken Bağtiyaran aşireti lideri Şahin,
çatışmalara katılan silahlı ayrılıkçı grupları yönetir.
Rehberin çatışan aşiretlerden Bağtiyaran aşireti saflarına
katıldığı zaman Rehbere inanan ve onunla işbirliği yapan Pırço’nun (Kıllı) oğlu
Hıdır’ın da hainler safına geçtiğini ispatlar:
Çünkü bir iki gündür uykusuz ve yorgun kalan Şahin Ağa bir iki saat
uyumak zorunda olduğunu Pırço’nun oğlu Hıdır’a söyler, uyanıncaya kadar nöbet
tutmasını ister ve uykuya dalar dalmaz Pırço’nun oğlu Hıdır; Uyuyan Şahin’ Ağa’nın
başına sıkarak onu yatağında öldürür ve öldürdüğü Şahin’in başını keserek gece
karanlığından da yararlanarak aşiretlerin bulunduğu mıntıkanın dışına çıkmış ve
doğruca Hozat’a giderek Hıdır’ın kesik başını ordu kumandanına teslim ederken
bu hizmete karşılık da kendisinin affedilmesini ister.
Fakat Ankara hükümeti kuvvetleriyle iş birliği yapmış
Hıdır’ın Hozat’tan dönüşünde önlerini pusu kurarak kesen Şahin’in kardeşi ve
amcazadeleri tarafından mitralyöz ateşiyle pusuya yakalandığı yerde imha
edilir.
Ancak liderleri Hıdır’ı kaybeden Bağtiyaran aşireti
çatıştığı ordu kuvvetlerine karşı bir süre direndikten sonra direnci kırık
olarak kısmen yenilgiye uğramış kısmen ’de çatışmalarda imha edilmiş olarak sağ
kurtulanlar Seyid Rıza’nın silahlı gruplarına katılarak bulundukları bölge
tamamen Merkezi hükümet kuvvetlerinin kontrolüne girer.
Çatışmalar sürerken Seyid Rıza’nın küçük oğlu Hüseyin Resik,
çatışmalar sırasında tayyare ’nin yarattığı şarampollerden yaralanır, bunun
haberi alan ordu kuvvetlerine bağlı istihbarat Başkanı Şevket Paşa; Seyid
Rıza’nın büyük karısına haber göndererek kendisiyle görüşmek istediğini
bildirir. Seyid Rıza’nın küçük karısına küskün olan Elif Hatun, Şevket Paşa’nın
görüşme teklifini kabul etmiş ve görüşme sonunda Şevket Paşa, Elif Hatunu ikna
ederek, yarılı olan küçük oğlu Hüseyin’i tedavi ettirmek üzere annesi Elif
Hatundan emanetten teslim alır.
İstihbarat başkanı Şevket Paşa; teslim aldığı yaralı
Hüseyin’den babası Seyid Rıza’nın Merkezi hükümet kuvvetlerine karşı ne gibi
planları olduğunu öğrenmek için hayli baskı yapar ancak yaralı Hüseyin’den bu
konuda hiçbir istihbaratı bilgi elde edemez ve Hüseyni’nin hükümet kuvvetlerine
karşı yaptığı ayrılıkçı silahlı eylemlerinden dolayı idam ettirir.
Olayların seyri giderek kanlı çatışmalara sahne olurken
Elaziz merkezi ordu birliklerinin oluşturduğu askerlerle dolmuş, her mıntıkadan
hummalı hazırlıklar gece-gündüz devam ederken Dersim’e doğru hareketlenen
asker, savaş malzemeleri ve tankların akınları görülür olmuşken Seyid Rıza
bulunduğu ve çatışarak koruduğu bölgeyi terk etmek mecburiyetinde kalarak
çatışmalar sırasında tarafsız kalan aşiretleri kendi yanına çekmeyi düşünerek
bu aşiretlerin bulunduğu bölgeye geçerek, çatışma alanını genişletmeye çalışır.
Merkezi hükümete bağlı silahlı kuvvetler Tujik dağı
eteklerini tamamen kuşatmış çatışmalarda nerde ise sağ çıkan kalmamış
Çatışmalarda kurtulan silahlı guruba bağlı aşiret mensupları İksor vadisindeki
büyük mağaralara sığınmış ancak çatışma anında hükümet kuvvetlerince bunlar öldürülmüşler
ve 1 numar,2 numara ve 3 numara ile işaretlenen mağalar bir daha kullanılmamak
için taş ve çimento ile örülerek kapatılırken, bir takım Magaların girişlerine
odun ve ağaçlar yığılarak ateşe verilir ve çıkan dumanlar yada tütsüler bu
mağaraların içlerine yayılarak içeride kalanlar dumandan boğularak ölmüş,
dışarı çıkabilenlerden bazıları hükümet kuvvetlerine ateş ederken çıkan
çatışmadan öldürülmüş çatışmaya girişmeden dışarı çıkanlar da derdest edilip
tutuklanmışlar.
Çatışmalara katılmayan ancak hükümet kuvvetlerine de teslim
olmayan bazı kadın ve kızlarda hükümet kuvvetlerine teslim olmamak için
kendilerini Munzur ve Parçık sularının kurtarıcı derinliklerine atlayarak kimi
kurtulabilmiş kimi de boğularak ölmüşlerdir.
Diğer taraftan Seyid Rıza ve Bağtiyaran aşiret kuvvetlerinin
bulunduğu bölgede çekilmesinden sonra daha önceleri hükümet kuvvetleriyle iş
birliği yaparken Seyid Rıza’nın oğlu Bire İbrahim’i tuzağa düşürerek öldüren
Kırkan aşireti liderlerinden Şatzade Salman ile karısı Hatice hükümet
kuvvetlerini dinlemeyip çatışma bölgesinde kaldıkları ve hükümet
kuvvetlerine silahlı olarak karşı
koydukları için ordu güçlerince yakalanır ve hem Seyid Rıza’nın oğlu Bire
İbrahim’i öldürdükleri için işledikleri planlayarak işledikleri cinayet,
nedeniyle Divanı Harp Mahkemesinin haklarında gıyaben verdiği İdam cezasının
yerine getirilmesi işlemleri, Sin köyünde idam edilirler.
Yakalanmamak için ahır ve samanlıklara gizlenenler de çıkan
çatışmalar ve çıkan yangından ölürler.
Çatışma bölgesi isyancı aşiret ve mensuplarından
arındırılarak onların bulundukları yerlere Ankara Merkezi Hükümetine bağlı
askeri karargahlar kurulmuş, sahipsiz kalan ve meydanda bulunan malları ordu
tarafından envanterine kaydedilmiş olarak teslim alınmış olur.
Seyid Rıza’nın Koçan aşireti mıntıkasının Uzun Meşe
bölgesinde bulunduğunu öğrenen Ankara Merkezi Hükümet kuvvetleri, bu bölge
üzerine uçaklarla bombardıman ve topçu atışlarıyla şiddetli hücumlar yaparak bu
mıntıkayı kuşatma altına alırken, durumun ciddiyetini gören Seyid Rıza ani bir
yarma hareketiyle kuşatma çemberini kırmaya ve Ovacık istikametine doğru
çekilirken çıkan çatışmalarda Seyid Rıza’nın küçük karısı Bese ve büyük oğlu
Şıh Hasan ile üç torunu ve bin kişiye yakın bir silahlı grup öldürülmüş olarak
bu çekilmeyi ağır kayıplar vererek de olsa başarabilirler.
Bölgedeki kış mevsiminde gerekli çatışmaları sürdürmek,
hükümet kuvvetlerine karışı yapılacak saldırılara karşılık verip başarı
sağlamak, bölgenin sap ve erişilmesi güç olduğundan hükümet kuvvetlerince
çatışmalara ara verilmiş olup: ordu kumandanı tarafından uygun görülen Erzincan
valisi vasıtasıyla Munzur dağlarından mevzilenmiş Seyid Rıza’ya haber
göndererek, Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğini, şimdiden bütün orduya
ateş kes emri verilmiş olduğunu bildirerek Seyid Rıza’yı Erzincan merkezine
getirmeyi sağlayabilmiş ve yanında bulunan mahiyetiyle birlikte 5 Eylül 1937 de
tevkif edilmiş olur.
Seyid Rıza, tutuklu olarak Erzincan vilayet konağından
çıkartılırken etrafından bulunan ahaliye hitaben “şerefsiz ve yalancı hükümet”
sözlerinden başka hiçbir söz sarf etmemiş olarak, Askeri Divanı Harp de
yargılanmak üzere Erzincan’dan Elaziz’e sevk emri ile gönderilir.
Seyid Rıza; Askeri Divanı Harp ’de verdiği ifadede:
Kendisinin ve aşiretinin milli amaçları uğrunda çalıştığını, yaptığı her işte
vicdanının sesine uyduğunu, milletinin ve vatanının yüksek menfaatlerinden ve
hürriyetinden başka bir amaç gütmediğini, yetmiş yaşını geçmiş bir ömürden
sonra da inandığı Milli borç uğurunda ölümü yüce bir sonuç bildiğini, mensup
olduğu ailenin hiçbir zaman kötü emellere, dış propagandalara kulak asmadığını
ve asırlardan beri yalnız vatani duygular uğurunda çalıştıklarını ama başarılı
olamadıklarını, cesaret ve vakarla söylerken, sorgu mahkemesi başkanı ise Seyid
Rıza’nın aşireti olan Koçan aşiretinin İngiliz-Fransız ve bir zamanlar da
Çarlık Rusya’dan yabancı kurmay subaylarının bulunduğu iddiası ve sorgulama işlemlerinin
ve yargılama mahkemesinin uzun sürmemiş olup:
Seyid Rıza’ya verilen idam kararı mahkemece yüzüne okunarak kendisine tebliğ
edilmiş olarak sonuçlanırken.
Seyid Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin ve Seyid Rıza’nın diğer
kardeşleriyle birlikte, aynı gece Yusufan aşiret lideri Kanber, Kureşan aşiret
lideri Seyid Hüseyin ve Ali ağalarla diğer üç kişi ve toplam on bir kişiye 10
Kasım 1937 tarihinden verilen idam kararı: 18 Kasım 1937 tarihinden Elaziz
Buğday Meydanında şafak vakti idamları infaz edilerek mahkemece verilen idam
kararı yerine getirilerek sonuçlanmıştır.
Seyid Rıza idam edilirken son söz olarak “75 yaşındayım,
şehit oluyorum, Kürdistan şehitlerine kavuşuyorum, Dersim mağlup oluyor, fakat
Kürtlük ve Kürdistan yaşayacaktır. Kürt genci intikam alacaktır. Kahrolsun
zalimler! Kahrolsun kahpe yalancılar!” sözlerini ana dili olan Zaza diliyle
söylemiş ve gözünü kırpmadan ölümünü bu sözlerle karşılarken, Seyid Rızanın
küçük oğlu Reşik Hüseyin’de babasına seslenerek “Baba, Kürt Milleti sağ olsun.”
diye seslenir.
ALİŞER:
Alişer, Dersim’in Şeyh Hasanan aşiretine mensup, Koçgiri
’nin Ümraniye Nahiyesindeki çiftliklerinde dünyaya gelmiş. Öğrenimini Sivas’ta
yapmış çalışkan, zeki ve edibi yanı güçlü bir şairdir.
Mustafa Bey parlak zekâsı ve kıvrak iş bitirici özelliklere
sahip bir kişilik olduğu için Dedesi olan Alişan Bey Koçgiri Aşiret liderliğini
torunu Mustafa Bey’e bırakır ve bütün aşiret mensuplarının da Mustafa Bey’e
itaat etmesini ister.
Sultan Abdülhamit Osmanlı imparatorluğunun yönettiği dönemde
Koçgiri aşiretlerinin kökeni olan İbolar kabilesinden olan ve Koçgiri aşiret
liderlerinden Mustafa Bey’e fahri Paşalık rütbesi vermiş olduğundan artık o
havalide Alişanbeyzade Mustafa Paşa en büyük nüfusa sahip bir emir olmuş ve
Alişer de Mustafa Paşa’ya katiplik yapmıştır.
Mustafa Paşa’ın havalide fazla nüfus ve hakimiyet kazanması
Sultan Abdülhamid’in hoşuna gitmez ve 1902 de Sivas’ta Doğu Seraskeri ve Valisi
sıfatıyla görev yapmakta olan sabık Sadrazam Gürcü Deli Reşit Paşa’ya verilen
bir emir gereğince Mustafa Paşa, Sivas’a davet edilmiş ve yolda zehirlenerek öldürtmüş.
Öldürtülmüş olan Mustafa Paşa’nın yerine oğulları Alişan Bey ve Haydar Bey geçer.
Mustafa Paşa’nın ölümünden sonra, Şair Alişer: Merhum
Mustafa Paşa’nın büyük oğlu Alişan Bey’e vasi tayin edilmiş ve bu nedenle de,
bütün Koçgiri aşiretleri üzerinde vasi tayını yapılan Alişer büyük bir etki ve
yetki sahibi olur.
Alişer kazandığı bu ün ve itimat ile Kürtlük ve bağımsız bir
Kürdistan davasına ömrünü adamış ve bu amaçla Dersim aşiretleri arasında
kuvvetli bir birlik yaratmayı yaşadığı dönemde başarmış olacak.
Alişer: Zarife isimli bir kızla evlenir ve Zarife’de koçası
gibi kendi milli davasına bağlı örgütlü bir birey olarak kendilerine bağlı
aşiret kadınları arasında milli uyanış için çalışkan bir propagandacı olmuş ve
kocası Alişer’in sağ kolu olmuş bir vaziyette kocasına hep “Hevelo” (Arkadaş) diye
hitap edermiş, inandıkları bu milli davaları için çalışan Alişer ve karısı Zarife’nin
bu evlilikten olma çocukları olmamış. Zarife Uzun boylu iriyarı ve her bakımda
yüzünde bir erkek cesaret ve yiğitliği okunan bir kadın olarak bilinir olmuş.
Zarife düzenli olarak her yılın belirli ayı belirli gününde
Dersim’e gider milli propagandalar yapar ve Alevi inanışına göre aşiret
mensuplarını cem törenlerinde bir araya toplar aşiretler arasındaki sorunlara Sümerler
dönemindeki kent devletleri yönetiminde olduğu gibi yetkili bir hâkim gibi
bakar olumsuzlukları gidermiş olarak gittiği yerlerdeki halkın sorunlarını
birebir yerinde toplanan yerel halk ile beraber araştırır karşılıklı sorunları
olanları dinler ve cem törenlerine katılan halk ile beraber oy birliği ile bir karara bağlayarak bunun sonucu görüp
uygulayarak halledermiş.
Alişer :1914 yılı birinci Dünya savaşında Kürdistan’ın
bağımsızlığı için Çarlık Rusya’nın ordusuna katılarak, Kürt temsilcisi olarak;
Koçgiri, Sivas, Malatya ve Dersim bölgelerini Rus himayesi altında Özerk
Kürdistan yönetiminin kurulması için çalışmış, Rusların Erzurum’u işgali
sırasında, Alişer kendisine bağlı bir askeri birlikle Ovacık ilçe merkezine
gelmiş ve orada Osmanlı hükümeti yönetimindeki idare merkezini dağıtarak,
yönetime yeni bir Kürt idaresi kurmuş ve elde ettiği bu başarı sonucu Çarlık
Rusya ordularının Dersim’le irtibat noktalarını güven altına almış olarak
Dersim’de tamamen bağımsız bir yönetim kurabilmiş ve 1917 de Çarlık Rusya’sında
gerçekleşen Devrim sonrasında Rus orduları işgal ettikleri Osmanlı
topraklarında çekilmiş ve Alişer’ de Rus odlarından ayrılarak Dersimde kalmaya
devam etmiştir.
Bu dönemde bölgede Osmanlı Hükümetini temsilen sorumlu
bulunan Vehip Paşa, siyasi bakımından Dersim’in durumunu önemli gördüğünden,
buradaki aşiretleri kazanmak için Alişer’in ve onunla birlikte Çarlık Rus
ordularına katılan Koçgiri ve Dersim gençlerinin affedilmesini sağlayarak,
Alişer ve bu gençlerin tekrar Koçgiri’ye dönmelerine olanak sağlamış olarak. Koçgiri’ye
yeniden dönen Alişer 1917 de İstanbul’da ki “Kürdistan Teali Cemiyeti’ne”
Koçgiri ve Dersim aşiretleri arasında konuşulup karara bağlanan bir mazbata
göndererek, Koçgiri ve Dersimlilerin “Kürdistan Teali Cemiyeti’ne”
bağlılıklarını bildirirken diğer taraftan da aynı zamanda her yerde “Kürdistan
Teali Cemiyeti Şubeleri kurmayı sürdürür. 1918 yılının ilk baharında, Dersim’e
gelen Alişer, Sevr Antlaşması gereğince Kürdistan’ın bağımsızlığının
onaylanması için Dersimdeki bazı aşiret liderleri ile birlikte yönetimdeki
hükümetlere telgraflar çekerken, bir taraftan da Dersim’de bulunmasından
yararlanarak aşiret mensuplarına Kürtçe konferanslar veriyor ve nere de ise tek
başına mücadeleler veriyor olarak, Koçgiri çatışmaları sırasında bölgedeki
Divanı harp mahkemesince gıyabından yargılanıp idama mahkum edildiğinden doya
da, artık Ovacık mıntıkasını kendisine ikametgah olarak seçmiş olarak Dersimde
yıllarca kalmış hükümetçe alınmış önlemlere rağmen bu bölgedeki aşiretleri ve
aşiretlere mensup gençleri milli duygular etrafından uyandırmak ve örgütlemek
işine devam etmiştir.
1919 yılında Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu
kuvvetlerine bağlı görevli askeri güçlerine karşı silahlı çatışmalara ve
ayaklanmaya başlamış bulunan Seyid Rıza’yla iş birliği yapmış kimi zaman sözle
kimi zaman yazarak fiilen Dersimlilerin maneviyatını takviyeye ve umumi milli
birliklerini perçinlemeye çalışmıştır.
Alişer 75 yıl süren hayatında yaşlılığa bağlı beli
eğilmeyen, yorgunluk duymayan bu korkusuz ve bir o kadarda pervasız adam ile
yoldaşı ve karısı Zarife kendi aşiret mensuplarının tuzağına düşürülüp başları
kesilip yaşamlarına son verilmiş olarak kesik başları Merkezi hükümete bağlı
ordu komutanlığına teslim edilmiştir.
SEYİD RIZA:
Batı Dersim’in Ovacık sülalesinden sürüp gelen ve bölgedeki
aşiretler arasında en asil sayılan bir ailenin oğlu Şıh Hasanan aşiretinin
kabile lideri ve Alevi inancına göre tarikat noktasından da en yüksek derece
olan “Rehber” mertebesine varmış olduğu ve İmam Hüseyin soyunda geldikleri
söylendiği için de kendisine “Seyid” unvanı verilmiş Seyid İbrahim’in oğlu
Seyid Rıza 1862 yılı Dersim doğumludur.
Seyid unvanı nedeniyle Dersim’in Şıh Hasanan aşiretinin tümü
Seyid Rıza’yı aşiretlerinin baş evladı olarak tanımıştır. Dersim’in Kuzey Doğu
mıntıkasında Dersimlilerin esas ataları adına ithaf edilen Kalmen Sor ve Lertik
mıntıkası, Deri Ari köyünü Seyid İbrahim kendisine karargâh yapmıştır. Seyid
İbrahim’in dört erkek evladı olup, en küçükleri Seyid Rızaydı. Baba Seyid
İbrahim, küçük oğlu Seyid Rıza’dan gördüğü zekâ ve dirayet nedeniyle ölümünden
sonra aşiret yönetimini Seyid Rıza’ya bıraktığını vasiyet etmiştir.
Dersimliler Seyid İbrahim’e baba anlamına gelen “Babo”
unvanı vermişlerdi çünkü: Babo İbrahim’in yaşadığı yıllarda Dersim merkezi
hükümetlerin kontrolünden uzak ve onlara bağlı olmadan bağımsız bir durumda
hükümet idarelerinden uzakta kalarak yaşamaktaydılar.
Seyit İbrahim eğitim ve öğrenimini ve “Yöresel Milli”
düşünceleri kendisine aşılayan; Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin Dedesi
Çolikzade Mehmet Ali Efendi’den almıştır.
Seyid Rıza’da: kendisinden sonra geleceğin aşiret lideri
olarak vasiyet ettiği küçük oğlu Seyid Reşik Hüseyin’i aynı milli duygu ve bu
düşünceleri öğütleyerek birebir öğretmiş olarak yetiştirmiştir.
Seyit Rıza’ya bağlı aşiret mensupları kendisine hitap ederlerken
Rızo ve Rehber veya babasının oğlu anlamına gelen ve Zaza dilinden Loce Baboyi
unvanı ile hitap ederler.
Seyid Rıza babası Seyid İbrahim’in ölümünden sonra oturmakta
oldukları Lertik’ten göç ederek Tujik dağı eteğindeki Ağdat Köyüne yerleşir.
Seyid Rıza: Neşeli, şakacı, aşiret üyeleriyle şakalaşmaktan,
kendisine gelenlere hizmet etmekten ve fakirlere yardım etmekten zevk alan
aşiret üyeleri gibi giyinir ve onlardan ayırt edilecek hiçbir işaret taşımaz
biri olarak aşiret mensuplarınca sevilir ve sayılır bir kişilik olarak aşiret
mensuplarına karşı Alicenaplığı o kadar geniştir ki hırs, kin, ve nefret
taşımaz aşiret üyelerinin yaşayış tarzlarında maddi ve manevi bir eşitlik ve
birlik kurulmasına dikkat ederken genel anlamda bütün insanların bir aile ve ocak
evladı olduklarını ve kardeşlik bağlarıyla birbirlerine bağlı olduklarını,
mutlulukta ve felakete ortak olduklarını, esaretten kurtulmak için milli
bağımsız haklarına kavuşmak için her aşiret mensubunun çalışmaya ve gerekirse
bu uğurda ölmeye hazır olması gerektiğini ilan ederken, her işten aşiretinin
üyelerine danışıp, konuşmadan onların onayını almadan asla bir girişimde
bulunmaz bir aşiret lideri olarak bilinir ve anlatılır olmuş şöyle ki:
Seyid Rıza, bir çeşme başında, Erzincan Valisi Ali Rıza ve
Ankara’dan gönderilen Erzincan Mebusu ve Müftüsü Hacı Fevzi’yle görüşmelerde
bulunduğu sırada; bu görüşmeler arasında, çeşme başındaki büyük bir dut ağacı
üzerinde dut yiyen ve aynı zamanda Merkezi hükümet ile Seyid Rıza’nın
sürdürdüğü görüşmelere de kulak kabartan ve Seyid Rıza’nın da genç bir
hizmetçisi olan Kumo, bir aralık bulunduğu dut ağacı üzerinden söze karışarak
Zazaki dilinde Seyid Rıza’ya hitaben, “Rahber Rızo, fikirleriniz doğru
değildir.” Demiş ve Seyid Rıza’yı tenkide koyulmuş ve Seyid Rıza başını
kaldırıp dut ağacı üzerinde valiye ikram edilmek üzere dut toplayan Kumo’yla
bir hayli tartışmış, görüşmeyi düzenleyen merkezi hükümet temsilcileri ve bu
görüşmeleri izleyen halk olup biteni izlerken ikili tartışma sonunda Seyid
Rıza, hizmetkârı Kumo ’ya hitaben “Oğlum senin sözlerin ve fikirlerin daha
mantıklıdır.” Diyerek Merkezi hükümet görevlileriyle yaptığı görüşmelerde
Kumo’nun Zaza dilinden kendisine söyledikleri fikirlerini ileri sürmüştür.
Ayrılıkçı çatışmaların seyrini takip eden ayrılıkçı “Kürt
Teali Cemiyeti” ve Silahlı “Kürt Fedai Birlikleri” üst düzey yöneticilerinden
biri olan Baytar Muhammet Nuri Dersim’i 11 Eylül 1937 tarihinden Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin sınırlarının dışına çıkar ve kendi milleti saydığı
ayrılıkçı silahlı kalkışmaya katılan aşiret ve mensuplarına karşı Türkiye
Cumhuriyeti hükümetlerinin bu olaylara karşı yaptığı karşı tedbirleri ve
yapılan uygulamaları protesto etmek üzere; Birleşmiş Milletler Cemiyeti ile
İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer bütün devletlerin
konsoloslukları aracılığıyla o ülkelerin Hariciye Nezaretleri ’ne aşağıya
aldığım şikayet dilekçesi sunar.
İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve diğer
bütün devletler Dışişleri Bakanlıklarına,
“Asırlardan beri: milliyetini, anane ve dilini koruyan
Kürdistan’a Türkiye topraklarından Bingöl, Ağrı, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri,
Dersim, Elaziz, Erzincan, Erzurum, Gazi Antep, Malatya, Maraş, Mardin, Muş,
Siirt, Urfa, Artvin, Kars, Van vilayetleri dahil olup, bu vilayetlerdeki Kürt
nüfus 1937 yılındaki Türk istatistiklerine dayanarak 4.326.447 kişidir. Keza
Türkiye’nin batı vilayetlerinden 1.426.076 kişi Kürt nüfusu vardır ki, bununla
Türkiye’nin gasp ettiği topraklarda 5.788.523 Kürt vardır. Bu yekûndan başka
1922 tarihinden bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin zulmünden sorumlu
bir ayrılma dolayısıyla vatanlarını terk ederek çeşitli ülkelere iltica eden
birçok Kürt’te vardır.
İşte biz Dersim Kürtleri, bu toplam nüfusun içinde Kürdistan
sahasının Bingöl yaylalarıyla Ararat dağları silsilesinden çıkan Fırat ve Murat
nehirleri arasında yerleşik bulunmaktayız.
Türkiye hükümetinin on beş yıldan beri bütün Kürdistan’da
muhtelif şekillerde takip ettiği imha siyasetini, özellikle iki yıldan beri
Dersim adını taşıyan bölgemizden yayılarak yaygınlaştırdığını, şimdiye kadar
çeşitli vasıtalarla medeniyet aleminin dikkatine arz ettiğimiz gibi bir kere
daha insani ve medeniyet dünyasının en yüksek mahkemesi olan Cemiyetinize
bildirmek zorunluluğu duyuyoruz.
Irk, dil, tarih, kültür ve medeniyet gibi, en esaslı
farklarla Türklerden ayrı olan Kürtlerin asırlardan beri ve Türklerden
asırlarca evvel üzerinde yaşadıkları öz ve tarihi vatanları üzerindeki milli
hayatlarına son vermek maksadıyla, Türkiye Hükümeti tarihin kaydetmediği zulmü
gerçekleştirirken, bu harekâtına bir medenileştirme adını takmak suretiyle
tarih ve dünya huzurunda en zalim yalanı söylemektedir.
Kendi tarihi yurdu üzerinde, kendi dilini ve kültürünü
geliştirerek, tarihin ve medeniyetin kendisine verdiği kutsal görevi yerine
getirmekten başka bir gaye gözetmeyen Kürt Milleti’nin gençleri, ihtiyarları,
kadınları, kızları ve çocuklarıyla Türk hükümetinin muhtelif şekil ve
sistemdeki imha siyasetine kurban olmaktadır. Bu hükümet, Kürt Milleti’nin
varlığına son vermek için, aile-aile, grup-grup, köy-köy, göç işlemleriyle
başlayarak, top, mitralyözlü uçak bombardımanları ve boğucu gaz saldırılarına
varıncaya kadar, hiçbir ölüm vasıtasını kullanmaktan çekinmemektedir. Türk
hükümetinin “medenileştirme” harekâtı adını verdiği bu toptan imha siyasetinin
bazı şekilleri dikkatinize sunmak istiyorum:
Bütün Kürt okullarını kapatmak. Kürt diliyle her türlü
neşriyatı, okuyup yazmağa, hatta Kürtçe konuşmağı en şiddetli tehditlerle men
etmek.
Kürt çocuklarının velev ki Türk diliyle ve Türk okullarında
bile orta ve yüksek öğrenim görmemeleri için katı tedbirler almak.
Türk ordusundan, Kürt subaylarının yetişmemesi için gizli
kanunlar yapmak.
Kürdistan bölgesinde hiçbir Kürdün sivil memuriyette bile
olsa memur alınmasına izin vermemek.
“Kürt” ve “Kürdistan” gibi Kürtlüğe ilişkin kelime ve
kavramları, tarih ve coğrafya gibi bilimsel eserlerden ve basından çıkarmak.
Bir kısım Kürt’ü kadınlarına ve genç kızlarına varıncaya
kadar Anadolu’dan en zalim dönemleri gölgede bırakacak bir acımasızlıkla kamçı
altında askeri inşaatlarda hizmet ettirmek.
Diğer bir kısım, Kürdü de, bütün mal ve eşyalarından yoksun
bırakarak beşer, onar kişilik kafileler halinde Türk bölgelerine, Türk
nüfusunun yüzde beşini geçmemek üzere tehcir etmek (zorunlu göçe tabi tutmak)
ve diğer bir kısım Kürt kızını ve genç
kadınını da ailelerinden zorla ayırarak, Türk evlerine, gayri resmi haremlerine
kapatmak, ve böylece Kürt Milleti’nin bir kısmını Türkleştirmek ve daha büyük
bir kısmını da muhtelif yöntemlerle imha etmek, Türk iç siyasetinin en başta
genel amacı ve uygulamasıdır. Türkiye Hükümeti işte bu görülmemiş zulümlere
“medenileştirme” adına yapmaktadır. Bu hükümet böylece gerçek ve adaletin ne
kadar tersini yapıyorsa, Kürt milleti ’de, sesini medeni dünyaya
işittirebilmekle o kadar felakete uğruyor.
Beş milyonluk Türkiye Kürdistan’ı içerisinde, beş yüz bin
nüfusluk bir bölge olan Dersim için, özellikle iki yıldan beri Türk
Hükümeti’nin ne kadar çekilmez bir hayat yarattığını bu hükümetin uyguladığı
icraatı göstermeğe yeterlidir. Bölgemizde en yükseğinden en aşağısına kadar,
bütün idari ve adli hizmetler genel olarak askerlerin elindedir. En adi hukuk
işlerine kadar her mesele, subaylardan oluşan askeri bir mahkeme tarafından
İstinaf ve Temyiz gibi adalet derecelerine tabi olmaksızın görülüyor. Bu askeri
mahkemenin sürü halinde zorla getirttiği Kürtler hakkında verdiği idam
hükümleri bile ne ikinci bir tetkike ve ne de üst bir tasdike tabi değildir.
Hatta hiçbir adalet girişimi ve hukuk mevzuatından görülmemiş bir esas olarak,
bu mahkemenin pek nadiren vermiş olduğu beraat kararları bile: aynı zamanda
olağanüstü kumandanlık vazifesini de gören Vali tarafından hemen cezaya ve çok
kere idam cezasına dönüştürülüyor. Demek ki bu mahkemeye sevk olunanlar için
kaçınılmaz olan tek sonuç ölümdür. Bu sonuç, Kürt aydınları hakkında kayıtsız
şartsız yürürlüktedir. İşte bu nedenledir ki, son zamanlarda Türkiye Hükümetini
gösterişli bir biçimde ilan ettiği af kararına güvenerek aylarca meşru bir
savunmadan sonra liderini teslim eden elli beş Kürt’ten on birini hemen idam ve
geriye kalanları ağır hapis cezasına mahkûm edilmişlerdir.
Bölgemizde bir kısım Kürt de mahkemeye sevk edilmeğe gerek
görülmeyerek ya geceleri evlerinden alınıp götürülmek veyahut maaşlı caniler
tarafından tuzak kurularak vurdurulmak suretiyle imha edilmektedirler. Bütün
Kürdistan’a ve yalnız Kürdistan’a özgü ve onunla sınırlı olmak üzere umumi
Müfettişlik adı altında oluşturulan özel örgüt, Türk Hükümeti’nin gizlice
düzenlediği kanunları böyle ateş ve kanla uygulamakla görevli kılınmıştır.
Irki ve Milli varlığı pek çok siyasi konferans ve
milletlerarası antlaşmayla tanımmış olan Kürt milletinin insani haklarına karşı
Türk hükümetinin bu zulmü, en büyük ve biricik merci tanıdığımız müessesiniz
yüksek ve kurtarıcı prensipleriyle taban tabana zıttır. Bu zulümlere, o kurumun
asla kayıtsız ve ilgisiz kalamayacağına büyük inancımız vardır.
Milletler Cemiyeti’nin, bu zulümlerin devamına ve Kürt
Milleti’nin topyekûn imhasına mâni olacak tedbirleri alması için, bu faciaların
doğru olup almadığını araştırması gerekiyorsa, Milletlerarası bir tahkik
komisyonunu da topraklarımıza gönderilmesi mümkündür. Biz, Dersim bölgesi
halkı, Milletler Cemiyeti müessesenin üzerine almış bulunduğu büyük insani
davanın bir parçası olan davamıza, hakkettiği acil ilgiyi göstererek böyle bir
komisyon tayin etmesini ve milletimizin böyle toptan mahvedilmemesi için de
etkili tedbirler almasını istiyoruz.
20 İkinci Teşrin 1937 DERSİM AŞİRETLERİ
ADINA (22 Kasım 1937) İMZA
1937 yılı kışı başlamış ve Dersim’de süre gelen silahlı
ayaklanmalar soncu hükümet kuvvetleriyle olan çatışmalarda durmuş ve İsmet
İnönü 1937 yılı sonunda Millet Meclisi’nde bir açıklama yaparak “Dersim
meselesi” nin sona erdiğini resmen ilan etmiş ve Meclisi tatmine çalışmıştır.
1938 yılının ilkbaharında Türkiye Cumhuriyeti hükümetine
bağlı ordu kuvvetleri seri ateşli ve atış kabiliyeti güçlü büyük toplar,
tanklar, uçak ve nehirlerde kullanılacak geçit ve inşaat araç gereçleri
hazırlayarak bunları çatışma bölgelerine sevk ederken, Çatışmaya katılan
Dersimli aşiretler ise medeni dünyada var olan büyük-küçük tüm devletlere
yaptıkları yardım çağrıları hiçbir sonuç vermemiş, Türkiye Cumhuriyeti
hükümetine karşı olumsuz hiçbir tepki yaratmamış olarak olup bitene seyirci
kalıyorlarken, Londra radyosu;” Türkiye’de Milli hak v e bağımsızlık davası
uğrunda Dersim Kürtleri savaşıyorlar,” diye yayın ve bazen de Türkiye
Cumhuriyeti hükümet kuvvetleri orantılı olmayan güçlerle Kürt azınlığına karşı
saldırılarına işaret etmesine rağmen, dünya barışının sağlanması ve mazlum
milletlerin haklarının savunulması için Cenevre de kurulan “ Cenevre Milletler
Meçlisi” bu çatışmalara karşı sessizliğini sürdürür.
Türkiye de yayınlanan Cumhuriyet gazetesinin 30 Haziran 1938
tarih ve 5000. Sayısında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Celal Bayar’ın nutkunu
yorumlayarak “Dersim’de askerî harekât yapacağız” başlıklı yazısında şeyle
yazıyor: “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti bu sene Dersim meselesini tekrar ela
alacak ve bu bölgede Askeri Hareket yapacağız, köprüler inşa edeceğiz ve
mektepler açacağız. Arzu ediyoruz ki askeri hareketler de durmaksızın devam
etsin. Geçen sene, büyük kuvvetlerimizi bölgeye yığdık ve bazı bölgelerde
çarpışmalar oldu. Bu sene de aynı bölgede askeri hareketlere devam etmek ve
geleceğe yönelik tatbikat yapılacaktır.
Ordularımız pek yakın bir zamanda Dersim bölgesinde
manevralar yapacak ve ondan sonra bu bölgenin sakinlerini tamamen kaldıracak ve
bu meseleyi temelden halledecektir.” Diyor ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
Başbakanı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmanın anlamı budur
diyor.
Halbuki çok değil yaklaşık altı ay önce yani 1937 yılının
sonlarında Seyid Rıza ve arkadaşlarının idamları dolayısıyla verdiği demeçte:
“Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik, Dersim sıkıntısından
kurtulduk, Dersimi her türlü askeri hareketlerle temizledik”. Diyerek hem ülke
vatandaşlarına hem dünya kamuoyuna duyuru niteliğinde bilgi vermişti.
Öyle anlaşılıyor ki Celal Bayar’ın 30 Haziran 1938 de
Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan demeci ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine
bağlı ordu kuvvetlerin yeniden Dersim’e hareket hazırlığı yapması İsmet
İnönü’nün 1937 yılı sonundaki demecini doğrulamakla beraber, Dersimlilerin Seyid
Rıza ve arkadaşlarının idamlarından sonrada inandıkları milli direnişlerine
devam ettiklerinin ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bağlı ordu kuvvetlerinin
de bu direnişlere tamamen baş edemediklerinin çok açık bir göstergesi olarak
çatışmalar yer yerde olsa devam ediyormuş.
Hatta: Başbakan Celal Bayar’ın bu açıklamalarından sonra
Şam’da yayınlanmakta olan “El-İhbar” gazetesi, 13 Temmuz 1938 gün ve 419 sayılı
nüshasında Londra’dan aldığı şu haberi yayınlar: “Türkiye’de Kürt ayaklanması
şiddetlendi, Kürtler Türk birliklerine saldırdılar ve onları yenilgiye
uğrattılar” başlığı altında şu bilgilere yer verir:
Londra-Dünkü gazeteler, Türkiye’de Dersim bölgesinde
şiddetli ayaklanmaların çıktığını bilinen kaynaklardan aldıkları bilgilere
dayanarak yazmaktadır. Kürtler Türk birliklerine hücum ederek yenilgiye
uğrattılar. Türker’den birçok yaralı ve ölü var.
Bazı görüşlere göre, işbu ayaklanmalar Çarlık Rusya’nın
verdiği para ve silahlarıyla beslenmektedir. Yorum olarak denmektedir ki: “1917
de Çarlık Rusya’sında yapılan Devrim soncu Çarlık Rus askerleri Anadolu da
işgal ettikleri topraklarda çekilmiş ama Kürtlere verdiği para ve silahları
geri almamıştır.” Bu ayaklanmayı bastırmak için Türkiye Hükümeti büyük askeri
kuvvetler göndermişti. Genel olarak Kürdistan’da bildiriler dağıtarak bütün
Kürtler birleşmeye davet edilmekte ve Türk boyunduruğundan kurtulmak için
çarpışmaların devam etmesini istenmektedir.” Diye yazar.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu arada acele bir kararla af
ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında Siyasi Mülteci olarak
bulunan ve içlerinde 1938 yılı temmuz ayının sonlarında Suriye’de bulunan Refik
Halit, Ali İlmi ve arkadaşları da dahil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan siyasilerinde
ülkeye dönmeleri amaçlanmış ve bir çok mülteciler de ülkeye dönmüşler.
Beyrut’ta çıkan Errabitat-Eşşarkiye gazetesinin 30 Temmuz
1938 gün ve 623. Sayısında “Dersim Bölgesinde Şiddetli Çatışmalar.” Bağlığı
altında şunları yazıyor: “Atina ve Türkiye’den gelen haberlere göre, Dersim
bölgesinde on günden beri şiddetli çatışmalar devam etmektedir.
Birçok kabile savaşa katılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti Hükümeti çatışmalara büyük askeri kuvvetler göndermiş ve hatta bu
kuvvetlere top, uçak, projektör ve büyük tanklar dahil edilmek zorunda
kalmıştır. Kürtler bu kuvvetlere karşı topyekûn saldırdı. Türler Dersim
Kürtlerini Dersim dağlarından kuşatmakta başarılı olamadı.”
Şam’da yayınlanmakta olan ve Arap kamu oyunca en çok
okunduğu söylenen “Elifba” gazetesinin 4 Ağustos 1938 gün ve 5252 sayısında:
“Dersim’de Kürt ayaklanması” ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın açıklamaları
ayaklanmanın varlığını ispatlıyor.” Başlığı altında şu yazılarını yayınlıyor.
“Hayli Zaman’dan beri telgraf ve dünya ajansları haberleri aralıksız olarak
Türkiye’nin Dersim bölgesinde Kürt harekâtından söz etmektedir. Ayaklanmanın yeniden
baş göstermiş olduğuna ayrıca işaret edilmektedir.
Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti böyle bir
durumu resmen yalanlamaktadır. Geçen yıl, bu ayaklanmaların bastırıldığı
bildirilmekte ve Dersim’de güvenliğin egemen olduğunun ayrıca belirtilmesine
rağmen, Dün Türkiye Cumhuriyeti Hükümet Başbakanı Celal Bayar’ın Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde yaptığı ve radyolarla yayınlanan açıklamasına; Ankara
Hükümeti’nin şimdiye kadar Dersim ayaklanmasını bastırmakta başarılı olamadığı
ve gerçekleri kamuoyundan gizlemiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü, Hükümet Başbakanı,
Kürdistan’da büyük askeri manevralar yapılacağını ve Derimde son gönlerde çıkan
ayaklanmaları bastıracağını ve bu maksatla üç büyük ordunun hem Dersim’e
gönderileceğini bildirmekle beraber bu orduların tank ve açıklamıştır. Bu
dehşetli açıklama, halka gerçekleri açıklamış ve Dersim’de bir ayaklanmanın
varlığının yanında, durumun pek tehlikeli olduğunu da ispat etmiştir.”
Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümeti yurt
dışında bulunan temsilcileri vasıtasıyla yurt dışına kaçmış “ayrılıkçı
isyanlara karışmış” kişilerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetlerine teslim
edilmelerini isterken Türkiye Cumhuriyeti ile komşu olan devletlerle de isyancı
Kürt kalkışmalarına karşı ortak tedbirler alınmasını sağlayabilmiştir.
Bu konuda Şam’da çıkan El Amel-El Kavmi isimli gazetesinin 7
Ağustos 1938 gün ve 52. Sayısında İstanbul, Atina ve Bağdat muhabirlerine
dayanarak verdiği haberler, meselenin önemini açıklarken şöyle yazmaktadır.
“Tehlikeli anlaşmalar”
“Kürtler Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine bağlı ordularına
saldırarak bir kısmını yenilgiye uğrattılar. Bu nedenle Irak, İran ve Türkiye
birbirlerine yardıma karar verdi.
İstanbul: Kürt ayaklanması şiddetlendiğinden, Dersim’e 3
Kolordu Türk askeri daha hareket etmiştir. Ayaklanmayı bastırmak için yeniden
çalışmalar başlamıştır.
Atina: Şiddetli sansüre rağmen, aldığımız emin ve önemli
bilgilere göre; Dersim Kürtleri, Dersim dağlarında Türk kuvvetlerini kırmışlar
ve birçok silah, cephane ve zahire elde etmişlerdir. Bu başarı üzerine,
tarafsız kabileler de kadın, kız, hatta çocuklarıyla savaşa katılmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti emrindeki orduya sürekli yardım
göndermektedir.
Bağdat: Kürt fitnesini bastırmak üzere Hamit Şapçı
kumandasındaki askeri birlikler Beşter bölgesine gönderilmiştir. Üç devlet
sınırlarında Kürt ayaklanma hareketinin genişlememesi için karşılıklı tedbirler
alınması konunda Irak, İran ve Türkiye hükümetleri arasında görüşmeler
yapılmaktadır.”
Derken Şam’da yayınlanan ve o zamanın hükümetlerinin yarı
resmi yayın organı olan El-Kabes isimli gazetenin 13 Ağustos 1938 gün ve 1470
sayısında Atina kaynaklı olarak yayınladığı haberde:
“Dersim’de Kürt Ayaklanması Canlandı. Hükümet manevra
bahanesiyle ordular gönderiyor. Atina- (Şark-el-Arabi) gazetesi: şiddetli
sansüre rağmen, Türkiye’de çıkan Kürt ayaklanması hakkında önemli bilgiler
alınabilmiştir. Yeni ve büyük kuvvetler yeniden Dersim üzerine gönderilmiştir.
Türkiye hükümeti telaş içindedir.
Kürt ayaklanmasını bastırmak amacıyla, Türkiye Hükümeti
yıllık askeri manevralarını Dersim bölgesinde yapmaya karar vermiştir.
Bu hal Türk Hükümeti’nin askeri, siyasi ve mülki
makamlarının ne derecede korkunç bir durumda bulunduklarını ve Kürt
ayaklanmasının ne derece önemli olduğunu göstermektedir.
Bu manevralar vasıtasıyla güdülen amaç, ayaklanma bölgesinin
temizlenmesi olduğunu hükümet itiraf etmiştir. Alınan son haberlerden
anlaşıldığına göre Türkiye Hükümeti, Kürt memleketinde toplumsal bir devrim
yapmak için hiçbir karar almakta başarılı olamamıştır.” Diye yazarken;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti Başbakanı Celal Bayar
ve Dış İşleri Bakanı bizzat çatışma alanına gelerek mücadeleyi yerinde izlemek
gereğini duymuşlardı.
Bir yandan da Dersim bölgesinde çıkartılan silahlı
ayaklanmalar Avrupa basınında “Din Tabusu ve bir yabancı tahriki diye
gösterilmekte devam ediyor.
Bölgede başlatılan askeri manevraları gözlemek ve denetlemek
amacıyla manevra mıntıkasını ziyaret eden Başbakan ve Dışişleri Bakanın
katılmış olması İstanbul da yayınlanmakta olan Cumhuriyet Gazetesinin 24
Ağustos 1938 gün ve 5130. Sayısında yayınlanan şu haber dikkatleri çekmektedir:
“Başbakan’la Dışişleri Bakanı dün Elâzığ’a hareket ettiler.
Celal Bayar, manevralar alanında kalarak Zafer Bayramı’nda İstanbul’a
dönecektir.
Dün özel bir vagon Ankara Ekspresi’ne bağlanarak şehrimizden
Elâzığ’a gitmek üzere hareket ettiler. Başbakan harekâtından evvel Dolmabahçe
sarayına, büyük şef Atatürk’e saygısını sunduktan sonra, yanında Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras olduğu halde, Akar motoruna binerek saat on dokuzda
Haydarpaşa’ya geçmiştir.
Aldığımız bilgilere göre: Başbakan Celal Bayar bu sabah
Ankara’da ancak bir iki saat kalacaktır. Başbakan ayrılan özel vagon başka bir
lokomotif tarafından sonra Elâzığ’a götürülecektir. Başbakan’ın ulaştığı gün
büyük manevralarda görev alan karşılıklı ordular birbirine kavuşmuş olacaktır.”
Diye yazarken aynı gazetenin bir başka sütununda ise:
“Dersim Manevraları; Bu Sabah Şafakla Birlikte
Başlayacaktır.”
Elaziğ-23: Özel muhabirimizden- Bütün hazırlıkları
tamamlanan Üçüncü Ordu’nun büyük manevraları yarın (bugün) şafakla birlikte
başlayacaktır. Bir haftadan beri Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la Üçüncü
Ordu Müfettişi Orgeneral Kazım ve diğer kumandanların katılmalarıyla
manevraların teması tespit edilmiştir. Harekatta motorlu birliklerle Hava
filolarımızın da büyük miktarda katılacaktır.
Aynı gazetenin bir sonraki gün ve 5131. Sayılı nüshasında,
“Dersim Manevraları dün sabah başladı.
Başbakan Ankara’da kısa bir süre kaldıktan sonra Elâzığ’a
hareket etti.” Başlığı altında şu haberi yayınlar:
Ankara 24 (A.A.) Anadolu Ajansı Elâzığ’a gitmekte olan
Başbakan Celal Bayar, eşliğinde Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras olduğu halde
sabah Anadolu ekspresiyle şehrimize gelmiş ve istasyonda kısa bir konaklamadan
sonra seyahatine devam etmiştir.
Başbakan istasyonda Büyük millet Meclisi Başkanı Abdülhalik
Renda’yla bakanlar, İsmet İnönü, millet vekilleri, Milli Savunma Genelkurmay
Başkanı ve diğer bakanlıklar tarafından karşılanmış ve uğurlanmıştır. Dışişleri
Bakanı, Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Başbakan’a eşlik etmektedir. Aynı
gazetenin aynı nüshasının bir başka sütununda:
Elâzığ- 24 (Sureti mahsusa ’da giden arkadaşımızdan):
Dersim bölgesindeki büyük askeri manevralar bu sabahtan
itibaren başlamıştır. Manevra sahası, Elâzığ- Dersim- Palu havalisidir. Vazife
alan ordular; ilk teması bugün öğleden evvel yapmışlardır. Bu ilk harekata hava
kuvvetlerimiz de katılmıştır. Harekât sahasında Mareşal Fevzi Çakmak’la milli
Müdafaa Vekili Kazım Özalp’ta hazır bulunmuştur. Başbakanımız Celal Bayar yarın
akşam beklenmektedir.
7 Ağustos 1938 gün Fransız L. Orient gazetesinin 26.
Sayısında “Kürt Ayaklanması 13 Yaşında” başlığı ile yayınlanan makaleden:
“İhtilal hareketlenin
lideri olan Şeyh Said asıldı, fakat savaş asla durmadı.”
Kürt ayaklanması 13 yaşındadır. On üç yıldır Kürt halkı
silahını terk etmemiştir. Muş ovalarından Ararat’a Dersim dağlarına kadar, Kürt
aşiretleri küçük gruplar halinde Türk alaylarına karşı direnmektedir.
Ayaklanma henüz bastırılmamıştır., fakat Türk Genelkurmayı
onu bastırmaya kararlı görünmektedir. Ankara’da bu kararı güvenilir kişiler
doğrulamaktadır.
İstanbul, 2 Ağustos – Kürt bölgesinde yapılmakta olan
manevralara karşılık, Kürtler ’in sık sık ayaklanmakta olduğu, Dersim
bölgesinde oluşan yeni karışıklıklara karşı savunma tedbirleri alınacağını
Başbakan haber vermiştir.
Çok sayıda tank ve uçakla takviye edilmiş üç Kolordu derhal
hareket edecektir.”
Kürt Ayaklanması Nasıl Doğdu:
1925 yılında Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti’nin
uygulamaya koyduğu İlk büyük reform kanunu uygulamaya konmuş Fetih Beyin
hükümeti, olağanüstü nitelikte olan bir işe devam etmekle sorumlu olduğunun
anlaşıldığı bir sırada, Şeyh Said liderliğinden Muş ve Sason havalisinde
Şeriatçı Kürt ayaklanması bayrağı altında silahlı isyan hareketi başlar. Muş
ovasından aylardan beri süren silahlı ayrılıkçı Şeriatçı Kürt isyancıları ile
Türkiye Cumhuriyeti Ordu kuvvetleri arasında silahlı çatışmalar devam
etmekteyken, isyancıları bastırmak isteyen askeri birlikler isyancıları
bastırmak için girdiği çatışmalarda büyük kayıplar vermiş ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti yöneticileri ayaklanmaları derhal bastırmak gerektiğine
karar verir ve İsmet İnönü Başbakan olarak hükümetin başına getirilir ve
Başbakan Fethi Bey ise Londra’ya elçi olarak gönderilir.
Şeyh Said ayaklanmasını bastırmak için Türkiye Cumhuriyeti
Devleti Hazinesine 25 milyon liralık bir zarara mal olmuş ve nihayet Şeyh Said
ele geçirilmiş ve Diyarbakır’da herkese acık bir meydanda asılmış ve Merkezi
hükümet ve Türkiye Büyük Millet Meçlisi üyeleri milletvekilleri ve yayın yapan
gazete muhabirleri ayrılıkçı silahlı dinci ayaklanmanın sona erdirildiğini
sanmaktadırlar.
Ve isyana katılan veya destek veren ayrılıkçı silahlı dinci
Kürt aşiret mensupları ve bazı Kürt Beyleri İzmir havalisine sürgüne
gönderilmiş, isyancıların köyleri boşaltılmış liderleri yakalanarak
muhakemelere sevk edilerek çeşitli cezalarla cezalandırılmışlar.
Fakat ayrılıkçı Kürt aşiretleri Şeyh Said’i inkâr etmemiş ve
Ankara Merkezi hükümetine karşı ayrılıkçı dinci direniş sessizce yer altında
gizli gizli devam etmekte ve her gün ordu kuvvetleriyle isyancılar arasında
çarpışmalar yapılmakta ve Ankara Merkezi hükümet yetkilileri bu bölgelerde olup
bitenlerden haberdardır.
Kürt ayaklanmasında o zamanın Başbakanı Fethi Beyin bir rolü
var mı? Diye bazı şüpheler tartışılır olmuş ve Fethi Bey Londra’dan görevli
bulunduğu elçilik görevinden ayrılarak ülkeye dönmesi için çağrılır ve Türkiye
Cumhuriyeti Devletinde ilk muhalefet partisi olan “Terakkiperver Partisi” Fethi
Bey tarafından kurdurulur.
Fethi Beyin kurduğu bu parti geniş bir propaganda ile işe
başlar ve Fethi Beyi’n tezlerini destekleyen Kürt Şefi İhsan Nuri Paşa Ararat’taki
kendi taraftarlarını yeniden ayaklandırmayı başarırlar.
Ayaklanan Kürtler çok sayıda Modern silah, cephane ve paraya
sahiptirler ve Karahan bu mıntıkasından geçerek Sovyetlerin Kürt Şefi İhsan
Nuri Paşa’yı desteklediği anlaşılır.
Ankara Merkezi Hükümetine bağlı ordu birlikleri Ararat
dağlarını kuşatarak bu ikinci ayrılıkçı dinci Kürt ayaklanmasını etkisiz hale
getirmeyi başarır. Ankara Merkezi Hükümetince yerlerinden alınan isyancı Kürt
aşiret mensupları sürgün edilmeye başlar ve Adana’da ayaklanan isyancı
Kürtlerden birçokları idam edilmişken aşiret mensuplarının çoğu toptan sürgün
yerlerine gönderilmiştir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri: bu karmaşayı
yaratan ayrılıkçı isyanları iyi kontrol edebilmek için, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti Hükümeti ile İran Devleti Hükümeti aralarında uzlaşarak Ararat’ı
oluşturan iki büyük dağın, Küçük ve Büyük Masis’in (Ağrı dağının Ermenice adı)
kontrolünü Türkiye Cumhuriyeti’ne terk eden bir Türk-İran paktı imzalanmış ve
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümetinin sağladığı bu yeni stratejik üstünlükten
sonra, esasa uygun olarak yeni reform hareketlerine başlar ve:
Şark Vilayetleri, maiyetinde askeri ve idari uzmanlar
bulunan ve Umumi Müfettiş unvanını taşıyan askeri bir valinin idaresine
terkedilmiş olur. Dilediği konularda dilediği kararları alıp, dilediğini yapabilmek
yetkisine sahip olan bu generalin Karargâhı Diyarbakır olup, Lyautey ayarındaki
Fransız inşaatçıları gibi, bu general de, köyler, okullar kurulmasına başlar.
İnşaatı teşvik ederken inşaatın yolunda gitmesiyle umduğu her şeyin yolunda
gideceğine inanır.
İskân kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisinde geçer ve bu
iskân kanunu hükümleri arasında hükümet, Türk olmayan ancak Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşı olanları çoğunluk oluşturdukları bölgelere dağıtmak yetkisine sahip
olur.
Bölgede görevli Umumi Müfettiş ve aynı zamanda Vali olan
paşa; Ankara Merkezi Hükümetinden izin alarak, Balkanlı Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı göçmenleri bu bölgeye nakledip yerleştirir, fakat bu uygulama sonucu
Balkanlarda gelen göçmenler bu yörenin iklimi şartlarına dayanamayarak, tarlayı,
takımı bırakıp bölge dışına kaçarlar.
Üçüncü Ayaklanma:
1936 yılı içinde Dersim dağlarında yaşayan aşiretler
ayrılıkçı hareketlerle ayaklanma halindedir. Ayaklanmanın bastırılması için bir
yıllık bir zaman tüketmek zorunda kalan Ankara Merkeze Hükümet kuvvetleri Hava
Kuvvetleri seferber edilerek, Genelkurmay’ın elinde bulunan her çeşit modern
savaş silahları bu yörede kullanılmış ve zaman 1937 yılına gelmiş İsmet Paşa
Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meçlisi Kürsüsünde Millet Vekillerine şöyle
seslenir:
“Gerçekten de mesele halledilmişe benziyor. İdari reforma
başlanıyor. Dersim yeniden vaftiz edilerek adı değişiyor, kanun ona “Tunceli”
adını takmıştır. Bu İl’e askeri bir vali tayin edilmiş ve Sıkıyönetim devam
etmektedir.”
Seyid Rıza’nın Halefleri: 4. Kürt ayaklanması:
Ankara merkezi hükümetleri tarafından tasarlanan reformun
uygulanmaya konması için, bir sessizlik döneminin başlaması beklenmekteyken, bu
sırada daha öncekilerden daha da şiddetli olan dördüncü ayrılıkçı silahlı
aşiretler ayaklanması patlak vermiş olur.
Yeni atanmış Başbakan Celal Bayar, 28 Mayıs 1938 de halkı
sükûnete davet eden şu açıklamayla işe başlar:
“Ey Dersim halkı, eğer silahlarınızı terk ederseniz, sizin
için kollarımız hazırdır. Merhametimiz büyüktür, fakat gazabımız daha büyüktür,
dilediğinizi seçmek sizin elinizdedir.” Der.
Seyid Rıza’nın yeğenleri Hüseyin ve Halilağazade Hasan,
Yusufan aşiret lideri Ferik Ağa gibi kişiler liderliğindeki aşiretler
kendilerine yeni aşiret liderleri seçmiş olarak yeniden ayrılıkçı milli mücadelelerinde
bağımsızlıklarını, özerkliklerini istemekte ve bu gibi amaçlarının
gerçekleşmesi için girişilen mücadeleye devam edeceklerdir.
Kürdistan saydıkları bölge kaynaşma halinde olup, her
taraftan takviye kuvvetleri yetişmekte ve isyancı silahlı aşiret mensupları
Irak, Cezire ve İran’dan gelmekte olan gönüllü gruplarla sayıları giderek artarak
çoğalmalarına karşın, Ankara Merkezi Hükümeti Başbakanı Celal Bayar’ın çatışma
bölgesine gönderdiği motorize askeri alayları, hava kuvvetlerine ve 3 Kolorduya
karşı silahlı gruplar ve önderleri birer birer yenilecekler ve bu amaçla talep
ettikleri milli istekleri sonuçsuz kalırken, ölen ve yenilenlerin yerlerine
yenileri gelmek üzere ekilen tohumlar ölmeyerek, ayrılıkçı hareket ve
ayaklanmalar devam eder.
1937 yılı sonlarında, Suriye’de bulunmakta olan, Şeyh
Said’in kardeşi Şeyh Abdullah, emrindeki aşiret ve mülteci Kürtdistan mensuplarıyla
Suriye’de hareket ederek Dersim bölgesinde sürdürülen silahlı ayaklanmalara
katılmak üzere Diyarbakır bölgesinde Ankara Merkezi Hükümet kuvvetleri ile
girdikleri çatışmalarda öldürülürlerken Dersim bölgesinde Ankara Merkezi
hükümet kuvvetlerine teslim olmayan Karabal, Ferhadan ve Pilvenk aşiretleri
çatışmalar sonucu öldürülürlerken, Aşiret Liderlerinden Kangozade Mehmet Ali ve
Alişerağazade Cemşit, Divan’ı Harp Mahkemesinin yaptığı yargılama sonucu
aldıkları ceza gereğince Hozat Caddesindeki Mustafa Paşa köprüsünde kurşuna
dizilerek cezaları infaz edilirler.
Öte yandan isyanlara katılan Pilvenk ve Abasane Jerin aşiret
mensubu kişiler de “İn ve İnciğe” vadilerinden çıkan çatışmalarda kurşunlanarak
öldürülürler.
Irgan köyünde de çıkan çatışmalar da ve çatışmalar
sırasından çıkartılan yangın sonucu birçok köylü ölür veya öldürülür. Hozat
merkezine getirilen Karaca Seyitler halkının çıkarttığı ayaklanma ve çatışmalar
sonucu öldürülmüşler.
Bir taraftan da Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerine teslim
olan Mazgirt ilçesinin Kureşan aşireti üyeleri tamamen sürgüne gönderilirler.
Ankara Merkezi hükümet kuvvetlerinin harekât sahasının
ağırlık merkezi Hozat, Çemişgezek, ovacık ve Mazgirt ilçeleri bölgeleri
olduğundan bu bölgelerde Bamansuran, Ğormek, Şadiyan, İzolan, Hıdıran, Balaban,
Koziçan aşiretleriyle Plümer, Nazmiye ve Erzincan bölgeleri aşiretleri üzerine harekât
fırsatını bulamadan, yoğun kar fırtınaları başlamış ve bu yüzden de askeri
birliklerin bir kısmı merkezi yerlerde bırakılarak arta kalanların geri
dönmeleri kararlaştırılır.
Kar-kıştan ve açlık ile soğuğun bastırmasıyla dağlardan inip
kasabalara yaklaşmaya mecbur kalan silahlı ayrılıkçı aşiret mensupları
kafileler halinde Askeri kuvvetlerce toplanarak, çatışmalara girenler arasında
Baytar Muhammed Nuri Dersimi ’nin kardeşlerinden Rıza ve İsmail ile 14
yaşındaki kızı karşılıklı çatışmalarda öldürülürken, teslim olan aşiret lider
ve mensupları arasında birçok yaşlı, kadın ve çocuklar seçilerek batı vilayetlerine
ve Ankara, Konya, Eskişehir, İzmir ve diğer sahil vilayetlerine sürgüne
gönderilirler.
Bölgede suren bu çatışma hali devam ederken: Şam’da çıkan
el-istiklal el- Arabi gazetesinin 6 Eylül 1938 tarih ve 3137 sayısında, bu
gazetenin Cerablus Türk sınırında elde ettiği bilgilere dayanarak yayınladığı
şu haber dikkat çekicidir.
DERSİM DAĞLARINDA:
“Cerablus-sınır (Arabi Ajans) -Dersim dağlarında ayaklanma
devam ediyor, bazen sönüyor, bazen yeniden canlanıyor. Meydana gelen şu garip
olay askeri karargahlarda önemli bir tepki uyandırmıştır!
8 günden beri Dersim dağlarının bir mağarasında Türk
kıtaları bir kısım Kürdü abluka altına almıştır. Asiler teslim olmak ve beyaz
bayrak çekmek zorunda kamışlardı.
Bunun üzerine Türkler asilere mağaralardan çıkmalarını
emretmiş ve sayıları yüz seksen kişiden ibaret olan bu kuvvetten bir kısım
mağaradan dışarı çıkmıştı. İsyancıların kumandanı mağara etrafındaki Türk
askerlerini görünce, bir küçük işaret vermiş ve mağaradaki diğer arkadaşlarının
da silahlı olarak mağaradan çıkmalarından sonra, isyancıların kumandanının
verdiği diğer bir işaret üzerine, isyancılar Türk birliklerine şiddetle hücum
etmiş ve Türk kuvvetlerini kısmen imha ve kısmen geri çekilmeye mecbur
bırakarak kuşatmadan kurtulmuşlardır.” Diye yazar.
Askerî harekât sona erdikten sonra Plümer-Kozican’dan
hükümet merkezine gelmiş olan aşiret liderleri de tamamen Batı vilayetlerine
sürgün edilmişler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti merkezi hükümeti; askerî harekât
bölgesini on yıl müddetle yasak bölge ilan etmiş ve bazı yerleri ayırarak
bunlara “ıssız bölge” adını vermiştir. Abdullah Alpdoğan Paşa’ın Umum Müfettiş
ve Vali olarak onayıyla Mazgirt ilçesinin Turşeumek nahiyesi, Munzur nehri ile
Pah sularının birleştiği noktada ki Mamıkan köyüne şehir kurarak burada birçok
kışla yaptırmış ve Tunceli merkezi olarak, bu köye “Kalan” adı verilmiş ve Ekim
1938 de Dersim kendi milli isteği olarak gördüğü özgürlük ve bağımsızlık
mücadelesini Türkiye Cumhuriyet Devleti hükümetlerine karşı kaybetmiştir.
Anadolu’nun batı vilayetlerine sürgüne gönderilen silahlı
ayrılıkçı aşiret lider ve mensupları çıkartılan af kapsamında on yıl sonra yani
1948 de kendi yerlerine geri dönmelerine izin verilmiş ve İstanbul da
yayınlanan “Son Posta” Gazetesi’nin yazarlarından Osman Mete 1948 yılında
Dersim’de yaptığı araştırma ve incelemeleri üzerine şunları yazar:
“Tunç Eli ’ne gittim. Burası eski adıyla Dersim’dir. Issız
ve insandan yoksun bu yerleri gezdim. Kalan’dan Ararat’a kadar orada yaşayan
inşalarla konuştum. Onlar tahsildarlardan ve jandarmadan başka bir hükümet
memuru görmemişler. Köylerin içerisine girdim, bu köyler takriben beş
kilometrelik araziler üzerinde kurulmuş ve her ev bir küçük tepe üzerinde inşa
edilmiştir. Buradaki insanları görmek ve onların sosyal ve ruhsal hayatlarını
yayınlamak istedim.
Fakat maalesef bizim eski vaktimizden kalmış hiçbir eser
göremedim. Sanat katiyen yoktur, ziraat ve ticaret yoktur. Orada bütün hayatını
yüz keçisinin arkasına bağlayan biçare insanlar gördüm. Tunç Eli, sabık Dersim,
beşinci asri yaşıyor ve bugünkü ilerlemiş Türkiye’nin sınırları içinde
bulunmasına rağmen, yirminci asrın nimetlerinden hiçte istifade etmemiş,
Nihayet başım döndü ve bir Türk çocuğu sıfatıyla hissiyatım yaralandı ve çok
üzüldüm.
Tunç Eli vilayetinin merkezi Kalan’dır. Munzur çayı üzerinde
tesis edilmiş yalnız elli haneden ibaret bir yer. Bu boğaz da hiçbir sağlık
koroma yok ve hiç önem verilmemiş ve her yıl burada üç milyon lira kayboluyor.
Kalan’da, bu köy niçin bu kadar uygunsuz bir mahalde inşa edilmiş? Diye sordum.
Bana dediler ki, Dersim vukuatları temizlendikten sonra Dersim’de bir vilayet
merkezi kurmak için bogazlar komisyonu tarafından zamanın müfettişlerinden
Abdullah Paşa’ya görev verilmiş ve uzmanların; “Paşam, burada vilayet yapılır
mı ve buraya milyonlar sarf edilir mi?” demelerine rağmen; Abdullah Paşa
fikrini yürütmüş ve vilayet merkezini orada kurmuştur.
Burada insanlar genellikle keçi gütmekte meşguldür. Kadınlar
özellikle fazla çalışır ve erkekler boş oturur. Dersim’de insan hayatı yüzde
seksen beş, durmuş ve kötürüm haldedir. Fikir yoktur, çünkü mektep, medrese
yoktur. Medeniyet şartlarının hiçbir usulü ve zerresi buraya girmemiştir. On
binlerce insanın nüfus kâğıdı ve kaydı bile yoktur. Doktor yoktur. İlaç denilen
bir şey orada malum değildir. Köyleri birbirine bağlayan yollar mevcut
değildir. Dersim halkından herhangi birisi, hükümet denince yalnız tahsildarı
ve jandarmayı bilir. Bu havalide yüz binden fazla nüfus yaşamaktadır. Bu bayağı
ve gayri insani halin sorumluluğu hükümetimizin tertip ettiği heyetlere düşse
gerektir, çünkü biz hükümet olarak Dersim’den alıyoruz fakat Dersim’e bir şey
vermiyoruz. Bu sorumlu durumu devam ettirmeye hakkımız yoktur.
Nisan 1948 Osman Mete
Hâlbuki bu yıllarda Ankara Merkezi Hükümetleri yıllık
bütçelerine Dersim merkezi için yılda 3 milyon lira ayırmasına karşı bu
paraların önemli bir kısmı amaçlanan hedeflere harcanmadığı bölgede görevli yöneticiler
bu paraları çarçur edip bir kısmını da keyifleri uğruna harcadıkları
yapılanlarında sadece göz boyama amacı taşıdığı meydandadır.
SAHİFE 315 DE KİMLER ZARAR GÖDÜYÜ BURAYA YAZ
Anadolu’nun Doğu ve Güney Doğu bölgesi Türkiye’nin en önemli
sınırlarının bulunduğu coğrafi konumda olduğunu bilip de taktir etmeyen yoktur.
Tarihin yazılı kayıtlar altına aldığı en yakın tarihimiz
olan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından tutunuz da, Balkan Savaşları, Birinci
Cihan Savaşı ve Çanakkale, son defa Fransız-İngiliz ve İtalyanlara karşı
Yunanlılar üzerinden yapılan Kurtuluş savaşlarında: Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin kuruluş başlangıcından Gazi Mustafa Kemal; İstanbul’dan yola çıkıp
Samsuna, oradan da Amasya’ ya uğrayıp ünlü Amasya Tamimini yayınladıktan sonra
halkın temsilcileriyle buluşması için Erzurum’a giderek ulusunun kurtuluşu için
çeşitli etnik köklerden oluşan milletin vereceği yardım ve sözüne güvenerek
“Milli Hareketin Örgütlenmesi” nin temelini atmıştır.
Yunanlıların Ankara Polatlı yakınlarına kadar gelmeleri ülkenin
dört bir yanında verilen ölüm-dirim savaşlarında Kürtlerin ekseri çoğunluğu her
zaman Ülkenin imdadına koşmuştur. İstanbul’dan dağıtılan Millet Meçlisini
yeniden Ankara’da toplamış olan Gazi Mustafa Kemal’i çeşitli saldırılardan
koruyan, düzenlenen suikastları açığa çıkaran ve henüz durdurulamayan Yunan
ordularının çeşitli saldırılarına karşı örgütlenmeyi Ankara’da kurulu Millet
Meçlisini dağıtarak; Kayseri ve Sivas’a çekilme teklifine karşı Mecliste
yapılan tartışmada söz alan Dersim Millet Vekili Diyap Ağa’nın Mertçe ve canı
pahasına “Biz buraya Milleti kurtarmaya mı, yoksa korkarak geri kaçmaya mı
geldik?” diye hitap etmesi Milet vekillerinin coşturmuş ve Erzurum Mebusu
Hüseyin Avni, Dersim Mebuslarından Hasan Hayri, Ahmet Ramiz, Urfa mebuslarından
Barizi aşiret temsilcileri Bozan Bey ile Şahin Bey,
Palu-Van-Bitlis-Diyarbakır-Malatya-Besni mebusları hep beraber Meclisin
Ankara’da kalarak savaşın sürdürülmesi kararı alınmasını isteyen mebuslara katılan
ve benzer kararlar alınmış olması sağlanırken bu ve benzer kararlar Türk Devrim
Tarihinin önemli olayları yanında altın harflerle yazılıp kayda geçmiştir.
Dar zamanlarda Anadolu halkının yaptıkları bu kadar vefakâr
ve fedakarlığa karşı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri
özellikle de 1938’den sonra kendisini yaratan Anadolu insanına karşı olan
minnet ve şükran borcunu nasıl ödedi?
Diye sormak gerekmiyor mu?
Bu sorunun cevabını elbette o günden bugüne gelecek yakın
zaman tespit ederek bize cevabını verecektir.
Ama yukarıda yer, zaman ve liderler bazında isimleri verilen
hem kendi milli isteklerinin bağımsızlığını isteyen kişiler hem de Türkiye
Cumhuriyeti Devleti Merkezi hükümetleri adına bu sorunları gidermek üzere
görevlendirilen asker veya sivil memurların neden olduğu; zulüm, katliam ve yer
yerde olsa imhalar yaşanmadı mı? Ateşler altında ölümler olmadı mı? Bu uğurda ve bu olup bitenlerde yalnızca
Kürtler mi zarar gördü? Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına görev yapan Ordu ve
sivil memurlar bastıkları dalı kesmiş olmadılar mı? Anadolu deyimiyle söylersek
“Kardeş katliamları” Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri hazinesine
milyarlarca liralık boşa giden masraflara mal olmadı mı? Bunun ağır yükünü
taşımak ve giderlerin karşılanması, yoksul Türkiye Cumhuriyeti Devleti mensubu
Köylü ve işçisi omuzlamaya mahkûm olmadılar mı? Türkiye Cumhuriyeti Devleti
hükümetlerinin yönettiği Anadolu coğrafyasında her yıl sayıları milyonlara varan
koyun, keçi, sığır ve o oranda da tiftik, yün, deri, yağ, kıl ve diğer
ürünleri: Yunanistan, Mısır, Filistin, Suriye ve diğer memleketlere ihraç
ediyordu.
Kürdistan hadiselerinden önce yalnız Suriye ve Filistin’e
yılda bin beş yüz sürü, yani her sürü 550 şer hayvandan oluştuğu bilinerek
yıllık toplamda bir milyona yakın koyun ihraç edilirken, bugün ihracat miktarı
yüz sürüye yani elli beş bin koyuna inmiştir.
Türkiye’nin batı vilayetlerine de odun-kömür gönderilirdi.
Bugün ise bu tür çatışmalar sonucu yüzde seksen oranında yurtdışına yapılan
ihracatlar eksilmiştir. Kabaca sadece kırsalda meydana gelen maddi zararların
küçücük bir tespitini yaparak şöyle bir kenara not ettikten sonra; Ülkede
meydana gelen Manevi ve toplumsal zararlara gelince:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri ile Kendi Milli
bağımsızlık ve özerklik gibi ya da federasyon talepleri uğruna ülkede yapılan
zulüm, sürgün ve katliamlar gibi olaylar ülke gençliğinin ruhunda o kadar derin
ve şifa bulmaz yaralar açmış, sinirlerini o kadar tahrik ederek germiştir ki,
bugününün, yarının ve geleceğin genç nesilleri bunu unutmayacak ve ülkelerinde
işlenen cinayetlerin hesabını sormaktan ve intikam için yaşamaktan geri
durmuyor. Bir zamanlar şen-şakrak ve neşeli olan ülke bugün harabeye dönmüş
baykuş yuvalarına dönüştürülmüştür. Anadolu’da yaşayan bugün ve geleceğin
gençleri ana-baba topraklarını her seferinde ana-babaların masum kanlarını
görerek Ülkenin Anadolu diyarının dağlarına, ovalarına, ormanlarına,
ırmaklarına baktıkça Ülkeleri uğruna ve onuru için kendini ölümlere atan on
binlerce insanın feryatları kulaklarında çınlamaya başlayacaktır. Diğer yandan dışarılarda
yad ellere sığınmış, coğrafyasına, dillerine, kültürlerine yabancıya boyun
eğmiş olarak sığınmış, Vatanının zümrüt dağları, yaylalarına, çayır-çimenine
hasret her gün damla damla eriyerek ölen ama ölmek istemeyen bir dirençle bir
gün anayurduna kavuşmak ve orada yaşayıp ölmek için, bir zamanlar volkanik bir
yanar dağ gibi patlamış ve ateşi sönmüş ama için-için yanan bir krater gibi tütmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bugüne kadar gördüğü ve
gelecekte de göreceği en büyük zarar, ölmek istemeyen her bir ulusal kimliği kendinden hesap sormak için
hazırlanan günün zararı ve bu zararlarının en korkuncu en dehşetlisi olma
ihtimali olacaktır.
Güldede nin yaşam ve inançları burayayaz.27.11.2017
wwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwwww
Geriye doğru 10-15 kuşak sayılacak torunları ile Bursa'da
arada bir buluşur görüşürüm.
Atma aşireti, önceleri Dersim ve Elaziz’e son zamanlarda
Malatya’ya bağlanan Arapgir (Arapkir) ilçesi merkez bölgesi olan Şotik
nahiyesinde otururlar.
Yerleşik olduğu alan Yama, Parçikan ve Arapgir dağları
bölgesi olup, yeşil ormanları, şirin vadileri ve yaylaları vardır.
Merkezleri Şotik nahiyesidir. Arapkir ilçesi Atma aşiretinin
etkisi altındadır.
Atma aşireti 12 kabileden oluşmaktadır. Ünlü liderleri
Battal zadelerden Mustafa ve Hulusi’dir. Mustafa Hulusi’nin liderliğinde
yönetilen bazı Atma Aşireti mensupları1920 de başlayan Koçgiri ayaklanması
sonrası Dersim bölgesinden ayrılıp Malatya’ya gelip Arapkir’in Şotik
nahiyesindeki Bahşikan köyüne yerleşmişler.
1925’deki Şeyh Said ayaklanmasından sonra bir çok aşiret
mensupları gibi Anadolu’nun batı illerine doğru sürülmüş fakat daha sonraki
genel aftan yararlanarak eski yerlerine dönenler çok olmuştur.
1937-1938 yıllarında patlak veren Dersim olaylarından sonra
yeniden Anadolu’nun batı illerine göç etmişlerdir.
Halen Malatya da yaşam süren ve göç eden Atma aşireti
mensupları atalarının Dersimli olduklarını iddia eder ve öyle dirlerde.
Bu aşiret Yama dağları boyunca uzayan büyük Drajen
aşiretiyle birleşerek Malatya vadisine kadar bütün yöreyle ve Malatya- Elaziz
arasındaki büyük İzol ve Piran aşiretleriyle birleşirler. Drajen aşiretinin
lideri Şatırzade Mustafa’dır.
Birçok kez tekrarlanan dağılmalar sonucu birçok kabile Atma
aşiretinden ayrılarak Güney batı vilayetlerine göçmüşlerdir.
Göç edenler, Antep, Kilis, Maraş, Kayseri ve Sivas
yörelerinde Alevi yaşam biçimlerini bugüne kadar korumuşlardır.
Sinemilli, Elğaz, Canbeg, Koçer kabileleri de atma
aşiretinden ayrılmışlardır.
Atma aşireti liderleri aydın kimseler olup bu aşiretin
yörede büyük bir etkinliği bulunduğu için, bunlardan bazıları Arapgir
kaymakamlığına, Şotik nahiye müdürlüğüne ve vilayet idare meclisi üyeliklerine
tayın olunmuşlardır.
Ünlü yazar ve Jön Türlerden aynı zamanda da İttihat ve
Terakki Partisi kurucularından beş kişiden biri olan merhum Doktor Abdullah
Cevdet ve uluslararası bir üne sahip olan bakteriyolog O. Nuri Arapkir’in
özellikle atma aşiretinin sinesinden çıkmış aydın Alevi çocuklarıdır.
Atma aşiretinin yerleşik olduğu yörenin iklim durumu ve
aşiret mensuplarının yaşam tarzı, bedeni güçlerini savaş yeteneklerini
artırmıştır.
Arapgir ilçesine bağlı Arguvan yöresi tamamen Alevi olup
Dersim’e bağlılıkları sürmektedir. Aynı yörenin Şıh Hasan köyünden Atma aşireti
mensubu olan Teslim Bey adlı bir gencin Malatya meydanında toplanan kalabalığa
hitap eden Malatya Mebusu Mehmet’i “Kürtleri ağır hakaret ettiği gerekçesiyle”
“Ben Kürt değilim ama siz, Kürtlere böyle ağır hakaret edemezsiniz” diyerek
tabancayla vurarak öldürdüğü bilinen bir olaydır.
Atma aşireti mensubu bu genç, her ne kadar Malatya Ağır Ceza
Mahkemesince ağır hapse mahkûm edilmişse de bu mahkûmiyeti Dersimlilerin
“Kürtlüğe hakarette bulunan bir kimseyi öldüren kişiye ceza verilmesinin
haksızlık olduğunu ve bu olayı protesto ederek iddia etmeleri üzerine, Gazi
Mustafa Kemal müracaat ederek bu genin af edilmesi için istedikleri affı çıkartarak
bu genci affedilmesi sağlanmış olur.
Dağılan atma aşireti üyelerden bazıları Malatya’nın
batısında daha önceleri Dersimdeki Atma aşiretinden ayrılan yerleştikleri
Akçadağ aşireti olarak bilinen aşiret ile yeniden birleşmişler ve
oluşturdukları bu yeni aşiretin en ünlüleri bugünkü isimlerle Baktıran, Harun
ve Balan kabileleri olup toplam 25 kabileden oluşmuştur. Liderleri Kasımzade
Munzur’dur.
Munzur Beyin oğlu Mehmet Ali, Birinci Dünya savaşı sırasında
Hükümete karşı ayaklanmış olup, daha sonraları yakalanıp idam edilmiştir.
Akçadağ aşireti Kürtçe ve Kurmanc lehçeleriyle konuşurlar.
Bu aşiret üyeleri Urfa, Antep, Besni, deki diğer aşiretlerle birleşmiş olup,
Besni de 3000 aileden oluşan Gavi aşireti ayni köke mensupturlar.
Bu aşiretin lideri Derviş ve Karaman ağa zade Ali’dir.
Mağara ve Pişnig köylerinde oturmaktadırlar.
Atama aşiretine ait Arapkir’in kuzey sınırı Koçkiri
aşiretinin yaşadığı Sivas iline bağlı Zara ve Ümraniye, Karacıvan, Bulucan ve
Beypınar nahiyeleri yöresinde 300 köye yerleşmiş Koçgiri aşiretleri
mensuplarıdırlar.
Koçkiri ilçe olmaya elverişli olduğu halde Alevi ve o
dönemin devlet yönetimine karşı isyan ettikleri için Yönetici devlet erki
tarafından ilçe merkezi olarak Zara ilçe merkezi seçilmiştir.
Yaşadıkları yöre bütünüyle dağlık ve ormanlıktır. Toprakları
ekilip-biçilen tarıma elverişlidir. Beg ve Koye Mar sıradağları yaşam
süreçlerine önemli katkılar sunmaktadır.
Koçgiri aşiretleri, Zara ve Divriği ilçelerinin doğusunu ve
Erzincan’ın Refahiye, Kercanis, Suşehri ve Kuruçay ilçeleri sınırlarındaki
bütün köyleri içine almaktadır. Bu ilçelerin halkları bu aşiretin adet ve
kültürüne bağlı yaşamaktalar.
Doğudan Erzincan vilayetine, Kuruçay, Kamaks ve Dersim
sınırına; güneyden de Arapkir’in Atma aşiretine kadar birleşen bu aşireti kuzeyden
Suşehri Şebinkarahisar yöresiyle de sınır oluşturmaktadır.
Koçgiri aşiretleri, Dersim’den ayrılarak birkaç yüzyıl önce
bu yöreye geldiklerini ve öz anneleriyle Şıh Hasanan aşiretine mensup
olduklarını asıl köklerinin de İbolar kabilesine dayandığını iddia ederler.
Adetleri yaşam biçimleri kültür ve fizyonomileri bütünüyle
Dersim ’lere benzer ve Dersim’le bağlarını bugünde koruyup sürdürerek korumaktalar.
Dilleri kurmancı ve Zaza’ca olup 12 büyük kabileden
oluşmaktalar. Bu aşiretlerin en ünlüleri Badılan, Saro, Bar, Garoa, İbo, balo,
Zaza ve eski Kâgirilerdir.
Bazı Kürt araştırmacılar Koçgiri aşiretlerini 10 ile20 bin
haneden ibaret gösteriyorsa da 1921 Koçgiri olayına kadar bu yörenin 30 bin
haneden ibaret bulunduğunu, o yöredeki gözlemlere dayanarak açıklamaktalar.
Bazı araştırmacılarında Koçgiri aşiretlerinin I. Sultan
Selim döneminde göçe zorlandıkları için bu mıntıkaya gelmiş olmaları olası
saymaktalar.
Fakat bu Koçgiri aşiretleri Osmanlı İmparatorluğu’nun
egemenliği altına asla girmemişlerdir. Çoğunlukla savaş tüfekleri ve
cephaneleri var olup, daima silahlıdırlar.
Koçgiri aşiretleri kendilerini yaratılış da zeki ve
milliyetçi sayar ve Dersimlilere oranla okumaya daha önem vermişlerdir.
Geçimlerinin önemli bir kısmını hayvancılıkla sağlarlar.
Aşiret liderleri İbo kabilesinden Mustafa paşazade Alişan ve
Haydar’dır ve aşiretin merkezi Boğsazvirandır.
Sivas bölgesi Koçgiri aşiretleri içinde Kurmeşan Aşireti
Sivas ilinin Hafik (Koçhisar) ilçesinin Yılanlı ve Karabel dağları eteklerinde
yerleşmiş olup, merkez köyleri Kaballa, Yalıncak ve Eymir’dir. Aşiret lideri,
Koçkiri olayında şehit düşen Güzel Ağa’ydı.
Dilleri Kurnanca olup Dersimdeki Kurmeşan aşiretinden
ayrılma olup Alevidirler. Koçgiri ilçesinin güney mıntıkasında geçen Kızılırmak
bu aşiretin bir kısım toprağını sular.
Koçkiri olaylarına katılan ünlü Alevi lider Hasan Hüseyin bu
aşiretten ve Aktaş köyündendir.
Kurmeşan aşireti, doğuda Koçgiri ve güneyden Çerakan
aşiretleri ile birleşmişlerdir.
Halen Güldede köyünde yaşan süren ve soy olarak İbolar bu
Koçgiri aşiretinden Atma aşiretine yeniden katılan İbolardır.
Ginniyan Aşireti’nin kökeni de Dersim olup, Sivas’ın Zara
ilçesine bağlı Beypınar mıntıkasını ve Karabel dağlarının Güney bölgelerinde
yerleşmişlerdir. Kuzeyden ve batıdan Kurmeşan aşiretleriyle birleşmişlerdir,
Bu bölge bütünüyle ormanlık olup bol miktarda keçi
sürülerine sahip zengin bir aşiret olan Gınniyanlar’ın dili Zazaki’dir. Zeki,
cesur ve savaşçı bir aşirettir.
Osmanlı yönetimi tarafından kendisine Paşa unvan verilmiş
Murat Paşa, Koçgiri olaylarında biz Kürt değiliz diye bir Kürt isyanı olarak
başlayan Koçgiri ayaklanmalarına katılmayı reddetmiştir.
Sivas Zara, Divriği, Kangal mıntıkasında büyük bir taraftar
ve şöhret kazanmış olan Murat Paşa büyük servet sahibi olarak ormanlar arasında
görkemli konaklar, evler yaptırmış ve Sivas ili ile cıvar yerleşkelerden
yaşayan hükümet görevlileri bu mesire yerlerine gelir giderlermiş.
Kendilerine Kürt fedaileri denen ve Dersim’den gönderilen
100 kişilik bir gurup 1926 yılında Çığız Mehmet Ali kumandasında Murat Paşa’dan
intikam almak üzere Sivas’a gönderilir.
Murat Paşa’nın oturduğu Merkez köyü çevresinde siper almış
vaziyette gerekli tertibat sağlanır ve Murat Paşanın konağında bulunduğunu
tespit ederler.
Bir mesiresinden diğerine giderken gerekli tedbirleri almak
üzere kendisine en az 200 kişilik bir kuvvet himayesinden yolculuk eden Murat
Paşa’yı bu şartlarda teslim alamayacaklarına karar verilir ve Haydar adında
birinin yanına dört kişilik bir Kürt fedaisine Resmi Türk Jandarma elbisesi giydirilerek
sabah erkenden Merkez köyünde ki Murat Paşa konağına gönderilir.
Doğrudan Murat Paşa’nın konağına varan fedailer, karşılarına
çıkan muhafızlara, tam bir soğukkanlılıkla, Zara’dan geldiklerini ve Paşa’dan
getirdikleri bir mektubu bizzat kendisine teslim edeceklerini söyleyerek, bir
zarf göstermişler ve süratle merdivenlerden yukarı çıkarak Murat Paşa’nın
bulunduğu odaya girmişler.
Murat Paşa’yı karşılarında bulan bu fedai ekip “Dökülen Kürt
kanının, lekelenen Kürt şerefinin, kirletilen Kürt namusunun intikamını, Kürt
düşmanı hain senden hesap sormaya geldik.” Diyerek kafasına sıktıkları
kurşunlarla kafatası parçalanır ve beyni delik deşik edilerek öldürülür.
Duyulan silah sesleri üzerine köyün etrafını saran siperdeki
“Kürt Fedai birlikleri” de yerlerinden fırlayarak konağı işgal ederler.
Murat Paşa’yı öldüren bu Kürt fedai kuvvetlerini teslim
almak için Sivas, Zara, Divriği, Hafik ve hatta Erzincan, Kamaks, Kuruçay,
merkezlerinden gelen kuvvetler bu fedai kuvvetlerinin birçoğunu öldürmüş dört
gün süren çarpışmadan sağ olarak Dersim’e gelebilen “Kürt Fedai Birliği”
mensuplarından iki kişi sağ olarak gelebilmişler.
1920’den başlayan Koçgiri Kürdistan bağımsızlık isyanı Murat
Paşa’nın 1926 yılından öldürülmesinden sonra silahlar susmuş olarak sona ermiş
olur.
Benim annem tarafım bu aşiretten olup bugün kütüklerimiz
Güldede Köyünde olup çoğunluğu Ankara ve İstanbul gibi illerde ve bazıları da
Avrupa’nın bazı ülkelerinden yaşam sürmekteler.
Ginniyan aşiretinin doğusundaki dağlık ve ormanlık bölgeyle
Ginniyan aşiretiyle iç içe yaşayan Çarekan aşiretinin yerleşim yeleri
Divriği’nin iç bölgelerine kadar uzanır ve Merkez köyleri Zeyve olup liderleri
Murat isimli aydın bir Alevi kimliktir.
Bu aşiret Kuzeyden ve batısından Ginniyan ve Kurmeşan,
Doğudan Koçgiri ve Güneyinden Şadiyan ve Canbegan aşiretleriyle birleşmiş
olduğundan, bu geniş bölge bütünüyle Alevi aşiretlerin yerleşim alanı olduğu
anlaşılmakta olup, Dersim’in Çarekan aşiretinden, yani Kozican’dan göç ederek
bu yöreye yerleşmiş olduklarını iddia ederler.
Bunların dilleri Zazaki’dir. Bu aşiretin İt kıran adlı bir
Alevi köyü bölgeye ün salmıştır. Fakat bu köy Çarekan aşiretinin kültürel
idaresi ve etkisi altında kalmıştır.
Kangal İlçesinin kuzeydoğu bölgesinde yerleşik ve Kuzeyden
Ginniyan ve Çarekan, doğudan Canbegan aşiretleriyle birleşerek Yama dağlarına
kadar uzanıp, orada Parçikan aşiretleriyle birleşir. Güneydeyse Malatya’nın
Hekimhan ilçesi sınırına kadar uzanır.
Aşiretin merkezi Eymir köyü olup, aşiret lideri çok içki
içermiş, Kadehleri her boşaltışında, Kürtçe “Lo ez Elo me Elmo!” (Ulan ben Elo
’yum Elo) diye nara atarmış. Bu ünlü kimlik 1919 yılında 95 yaşındayken ölür ve
yerine oğlu Mehmet Ali aşiret lideri olur.
Şadiyanlar Alevidirler. İnanç ve adetleri bütünüyle Dersimlilerin
inanç ve adetleri gibidir. Zaten kendileri de Dersimdeki Şadıyan aşiretinden
ayrılmış olduklarını söylerler.
Ünlü atları ve koyun sürüleri vardır. Dilleri Kurmacadır.
Şadiyanlar’ın büyük köyü Koçköprü, Sivas- Erzurum, Sivas-Malatya sınırını
oluşturur.
Ginniyan, Kurmeşan, Çarekan ve Şadiyan aşiretleri
birbirleriyle birleşerek batıda Tecer Dağları eteklerine kadar uzanırlar.
Kangal ve kısmen de Divriği ilçesinde yaşam süren Canbegan
(halk arasında canbekler olarak bilinir) aşiretinin merkez nahiyesi Yellice ve
Tekya’dır. Oldukça engebeli ve vadili
bir yerleşim yeri olup, Sivas-Erzurum tiren hattı bu aşiretin oturduğu bölgenin
içinden geçmektedir.
Sultan Selim katliamı döneminden sonra Atma aşiretinden
ayrıldıktan Dersim’deki Milan aşiretiyle birleştiklerini Davutoğlu Hüseyin’in
liderliğinde yeniden bir araya gelmiş olarak bu bölgeye yerleştiklerini
söylemektedirler ve dilleri Kurnanca konuşan Alevilerdir.
Canbegan Aşireti, güneyden Şadıyan, kuzeyden ve batıdan
Ginniyan ve Çarekan doğudan da Koçgiri ve Parçikan aşiretleriyle birleşirler.
Çamşeyhi denilen bu yöreden yaşayan aşirete mensup
insanların adetleri tamamen Alevi aşiretleri gibi olup, Kürtçe konuşurlar.
Çamo Ağa ve Memo Ağa, Çakır Ağa, Şahin, İğdeli, Söğütlü ve
Ümranlı köyleri tamamen alevi, Kabakçülik, Başviran, Güneş, Tekke, Hovık,
Domurca, Keklikpınarı, Yalnızsöğüt, Eşke, Hıdırlık, Mamaş, Zerk, Kavak,
Davulbaz, Anzağar, Toğut, köyleri tamamen alevi olup, Sünni Türklere “Yezit”
derler ve bunlarla alakalarının olmadığını söylerler.
Canbegan yöresinde ise Sünni Türk yoktur. Bu bölge halkı bir
birlik olarak Koçgiri olaylarına katılmış olarak birçok maddi ve manevi
bedeller ödemişlerdir.
Bu yörenin Alevi köylerinden olup Koçgiri olayları sırasında
kurulan “Kürt Fedai Birlikleri” ne liderlik eden Kuruçay’ın Bıldırcın köyünden
bir Türk Alevi olan Kımıl Aziz hiç ara vermeden 8 yıl silahlı çatışmalara
katılarak Sivas, Erzincan, Dersim ve Elaziz çetesi diye adlandırılarak, Hükümet
kuvvetleriyle yıllarca çarpışmış olduğu yazılı kayıtlara geçmiştir.
Kımıl Aziz 1920’de Baytar Muhammed Nuri Dersim’i ile beraber
tutuklanmış fakat ceza evindeyken kaçmayı başarmış ve Koçgiri ayaklanmasına
katılmış olarak sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordusuna karşı çatışmaları
yönetmiş olduğu bilinir.
Hükümet kuvvetlerine karşı 6 yıl mücadele ettikten sonra
1926’da Dersim’in Koçgiri Aşiretiyle birlikte çatışmaya devam etmişken,
Fakat Şemken aşireti liderlerinden Haydar ve Balan aşireti
liderlerinden Eyüp adlı kişiler bölgede hükümet kuvvetlerine kılavuzluk etmiş
ve temsil ettiği halkı gözünden kahraman olan Kımıl Aziz; Kozılca tepesinde
hükümet birliklerince dört bir yanını bütünüyle kuşatılarak teslim olması
istenen Kımıl Aziz de tam teslim olmak üzereyken ihbarcıları tarafından
arkasında vurulmuş olarak öldürülmüştür.
Kardeş katilleri Haydar ve Eyüp Elaziz Valisi Ali Cemal ve
Fırka Komutanı Haydar tarafından ödüllendirilmişlerdir.
Canbegan aşiretinin mensupları binicilikte usta olup, güzel
atlara sahiptirler, kullandıkları otlaklar Dumurca ve Yellice dağları, Yama
dağlarına kadar uzanır ve oradaki aşiretlerle birleşirler.
Koçgiri isyanı devam ederken 1924 yılında Seyid Rıza’nın:
(Emevilerin Kerbela vakasından sonra Peygamber sülalesi ve taraftarlarına
bulundukları yerlerden ayrılıp göç ettikleri yerlerde kimsenin onlara zarar
vermemesi için hükümetçe düzenlenmiş ve her yıl yenilenen bir kayıtlı belgede
adı geçen kişi ve liderlerine “Seyd” denmektedir.) Hozat kuşatması sırasında
Gazi Mustafa Kemal Paşa; Halk Fıkrası (partisi) adına; Dersimli ve
milletlerarası üne sahip hukukçu Lütfi Fikrinin amca zadelerinden Feridun
Fikri’yi mebus seçilebilmesi için aday göstererek Hozat merkezine göndermiş ve
o’nun adaylığını Seyid Rıza kabul etmez.
Bu arada Terakkiperver partisine geçmiş olan Dersim mebusu
Hasan Hayri Mustafa Kemal ve Halk Fırkası aleyhinde bulunmak üzere kaçarak Seyid
Rıza’ya sığınmış.
Seyid Rıza, Mustafa Kemal’e çektiği telgraflardan birinde,
Feridun Fikri’nin ileride Mustafa Sağır gibi kendisine suikastta bulunacağını
bildirmesi üzerine, Mustafa Kemal cevabında, Feridun Fikri’nin sadık ve vatan
sever bir şahıs olduğunu bildirerek, Baytar Muhammed Nuri Devrimi’yle Hasan
Hayri’nin Ankara Merkezi hükümetine karşı giriştiği ihanetleri dolayısıyla
Dersim’den çıkarılmalarını tavsiye ediyor.
Dersimli Hasan Hayri taraftarları Dersimin temsilcisi olarak
Hasan Hayri’nin seçilmesinde ısrar ediyor, bu amaçla Seyid Rıza iki bin kişilik
silahlı taraftarı ile Hozat merkezini kuşatarak, Ankara Hükümetine baskı
yapıyor.
Hasan Hayri’nin Mustafa Kemal’e karşı olduğu kesindi, bunu
Seyid Rıza ve taraftarları biliyor ve bu nedenle de adaylığının Ankara
hükümetince kabul edilmeyeceği muhakkaktı.
Halbuki bu gerçeklere karşın Seyid Rıza ve taraftarları
mevcut kanuni sakıncaları dikkate almaksızın kendi istedikleri kimseleri mebus
yapmak istiyorlar.
Gerçek olan şu ki yapılacak bir seçim değil kendi
istedikleri kişileri tayinen atama yapılır gibi Hozat Valisi sabit bir mazbata
düzenleyerek “seçimde kazanmıştır” diyecek ve millet vekili olarak atanmasıydı.
Gelişen bu ve benzer hadisiler ve Feridun Fikri’nin mebus
seçileceği haber almış kişiler Hozat kuşatmasında çatışmaları şiddetlendirirler.
Hozat’ta bulunan Jandarma kuvvetleriyle çarpışmalar olur. Feridun Fikri
yaralanır ve Elaziz ’den gelen askeri taburların himayesinden Elaziz’e götürülür.
Hozat’ın zaptı Seyid Rıza’nın hedefi olmasına rağmen,
kendisi de Alevi olan Hozat Jandarma Kumandanı Yahyaefendizade Ali Avni, Mezra
köyünde Seyid Rıza’yla bir görüşme yaparak, Seyid Rıza’nın Hozat kuşatmasını
kaldırtır.
CANBEGAN AŞİRETİNİ YAZ SAHA 55xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Kara soy ismi taşıyanlar 1940 lı yılarında Tokat/Zile
yöresinden gelmişlerdir ve Cambak aşiretine mensupturlar...
Gür soyadı taşıyanlar ise Sivas/ Kangal köylerinden
gelmişlerdir. Bölücek’ler gibi bunlarda, Ginnıli aşiretine mensupturlar...
Demir, Karagöz ve Şen soyadı taşıyanlar Maraş/Elbistan
köylerinden gelmişlerdir ve Sinemilli aşiretine mensupturlar.
Köy nüfusunun tamamı alevi-Bektaşi'dir...
Köyde cami veya Cem evi bulunmaz. Köy insanları bir insanın
ibadet 'ini kendi evinde de yapabileceğini düşünmektedir...
Köylünün birçoğunun yakınları İngiltere ve Almanya' ya
yerleşmişlerdir. İstanbul'da ikametgâh edenler bir dernek kurmuşlardır.
Derneğin Güldedeliler adı "GÜL-DER" olarak kısaltılmıştır.
Ekonomi:
Köyün ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Hayvancılık
daha çok koyunculuk şeklinde olup yeni yeni büyükbaş besiciliği yapılmaya
çalışılmaktadır...
Çünkü bozkır bitki örtüsü büyükbaş hayvancılığa elverişli
değildir. Buğday, arpa, nohut en çok yetiştirilen tarım ürünlerdedir.
Yerleşim yerinin Köy tüzel kişiliği alması ile birlikte;
köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de
yapılmaktadır.
Muhtarlık Seçimleri:
Biz seçimlerle ilk defa 1833’te tanıştık ve 43 yıl boyunca Osmanlı
İmparatorluğundan seçim yoluyla sadece muhtar seçtik.
Arşivlerimizde seçim tarihimiz hakkında bulunan en eski
kayıt 1833’te Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan muhtarlık seçimleri ile
ilgilidir, en eski belge de Bolu’da yine 1830’lardaki bir muhtar seçimine
aittir.
“Seçim” kavramı ile 1876’da ilân edilen Birinci Meşrutiyet
ile tanıştığımız zannedilir ama işin aslı öyle değildir.
Ülkemiz ’de seçimlerin geçmişi olan en eski kayıt 1830’lara,
İkinci Mahmut’un zamanına Bolu’da yapılan bir muhtarlık seçim belgesidir.
Yine bu konuda arşivlerimizde bulunan en eski bilgi, 1833’ün
sonunda Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde yapılan muhtarlık seçimleri ile
ilgili, bu belge Tarihçi Mehmet Güneş tarafından bulunmuştur.
Bizde “seçim” dendiğinde hatırlara 1876’da Birinci
Meşrutiyet’in ilânının hemen ardından yapılan Meclis-i Mebussan, yani o zamanın
Millet Meclisi seçimleri gelir ama Türkiye’de o tarihten 43 sene önce, İkinci
Mahmut’un hükümdarlığı zamanında yapılmış başka seçimler vardır.
Tarihimizin bu ilk seçimi mahallîdir, taşra vilâyetlerinde
muhtarları belirlemek için yapılmıştır ve Türkiye’nin seçim tarihi zaten genel
değil, mahallî seçimlerle başlar.
Biz, “seçim” kavramı ile 1808 ile 1839 arasında hükümdarlık
yapan İkinci Mahmut’un iktidar senelerinde tanıştık.
İkinci Mahmut’un zamanında imparatorluğun yapısı baştan
ayağa değişmişti, değişikliklerin arasında halkın köy muhtarlarını seçmeye
başlaması da vardı ve “muhtar” kelimesinin bir anlamı da zaten “seçilmiş”
demekti.
İlk seçimlerin asıl amacı da öyle yerel yöneticileri
belirlemek falan değil, İstanbul’a asırlar boyunca devam eden göçü
önleyebilmekti!
Osmanlı yönetimi İstanbul’a göçü durdurabilmek için asırlar
boyunca ellerinden gelen çabayı göstermiş ama muvaffak olamamıştı.
TAYİNLE GELEN MUHTARLAR
Devlet 18. yüzyılın ilk çeyreğindeki Lâle Devri’nde yüzünü
Batı’ya dönmeye, Avrupa’daki gelişmeleri örnek almaya başladı ama bu dönemde
“gelenekle karışık” bir batılılaşma vardı.
Gerçek mâniadaki batılılaşma İkinci Mahmut’un döneminde
başladı, gelenekten köklü şekilde bir kopuş yaşandı ve klasik sistem tamamen
değişti.
Değişikliklerin başarılmasında önceki reformlara karşı en
güçlü muhalefeti teşkil eden Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da ortadan kaldırılmış
olmasının rolü büyüktü.
İkinci Mahmut hem devletin büyük derdi olan göçü azaltmak,
hem de güvenliği ve düzeni daha mükemmel şekilde temin edebilmek maksadıyla
1829’da Üsküdar, Eyüp ve Galata Kadılıklarına bağlı muhtarlık teşkilâtlarını
kurdurdu ama muhtarlar seçimle değil tayinle göreve geldiler.
Taşradaki ilk muhtarlık teşkilâtı ise 1833’te Kastamonu’ya
bağlı Taşköprü’de kuruldu ve zamanla imparatorluğun değişik bölgelerinde de
benzer uygulamaya geçildi.
Eyaletlerde ve sancaklarda meclisler oluşturularak halkın
ileri gelenlerinin bu meclislere alınması tebaanın yönetime katılması
bakımından önemli bir adımdı, üstelik mutlakıyetten meşrutiyete giden yolda
önemli bir gelişme demekti.
Meclis üyeleri her sene İstanbul’a gelerek sıkıntılarını o
zamanın Danıştay’ı olan Şûra’yı Devlet’e bildirir ve meseleler burada müzakere
edilirdi.
OY VERMEK İÇİN VERGİ ŞARTI
Muhtar seçimlerine Osmanlı uyruğunda olan ve 18 yaşını
doldurmuş erkekler arasından yılda en az 50 kuruş vergi verenler katılabiliyordu,
çünkü muhtar olabilmek için de belli bir miktarda vergi vermek şartı vardı.
Yönetim, taşra idaresinde yaşanan bazı sıkıntıları gidermek
için 1864’te “Vilâyet Nizamnamesini yayınladı.
Nizamnameye göre vilâyet meclisi üyeleri cemaatler tarafından
seçilemeyecek, adayları valiler belirleyecek ve belli bir miktarda vergi
verenler de adayları oylayacaklardı.
Bu sistem 1871’de yaygınlaştırıldı ve imparatorluğun son
yıllarına kadar uygulandı. Müslümanlar ile gayrimüslim cemaatler, beraber
yaşadıkları köylerde kendi muhtarlarını bir yıllığına seçmeye başladılar.
SEÇİMİ TAŞRA DAHA İYİ BİLİR
“Seçim” kavramının hayatımıza tam olarak girmesi ise,
1876’da ilân edilen I. Meşrutiyet’ten sonradır.
19 Mart 1877’de açılan ve “Meclis-i Mebussan” adını alan ilk
parlamentomuza seçilen milletvekillerinin çoğu daha önce vilâyet meclislerinde
seçimle görev almış kişilerdi. Daha da önemlisi, taşra, seçimin ne demek
olduğunu İstanbul’dan daha önce ve çok daha iyi bilirdi. Zaten 1877’deki ilk
Meclis’e Edirne Milletvekili olarak giren Rasim Bey, bir oturumda “Biz
taşralıyız, bu işi elbette daha iyi biliriz, Tanzimat’ın başından beri bu işin
içindeyiz. İstanbul daha bu sene seçime girdi” demişti.
İŞTE, 104 YIL ÖNCESİNDEN BİR 'SEÇİM OYUNU' BELGESİ
Ülkemiz ‘de seçimler 1950’den buyana düzgün bir şekilde
yapılır ama hemen her seçimde “sahte seçmen” yahut “oy kaydırma” gibisinden
tartışmalar yaşanır.
Elde edilen bu belgeye göre, “Osmanlı İttihat ve Terakki
Cemiyeti Merkez-i Umumisi” nin antetli kâğıda yazılan ve Parti’nin en üst
organı tarafından alınmış kararı bildiren 30 Ocak 1911 tarihli belge, örgütün
kurucularından ve Selânik milletvekili olan Rahmi Bey’e gönderilmiş.
Belgeye göre, son dönem Türk Tarihi’nin en önemli siyasi
partilerinden olan İttihat ve Terakki’ye ait. 1911’de yapılan ara seçimler
öncesinde Selânik’te kendilerine muhalif olan gayrimüslim nüfusun fazlalığı
sebebiyle sandıkta bozguna uğramaları ihtimalinin yüksek olduğunu gören
İttihatçılar, çareyi şehre 20 bin Müslüman seçmen nakledilmesinde buluyorlar.
Belgede, o senenin aralık ayında yapılacak olan ve
İttihatçıların parlamentoya hâkim olmaları bakımından büyük önem taşıyan ara
seçimlerden söz ediliyor.
Merkez-i Umumi, İttihat ve Terakki’nin kurulduğu yer olan
Selânik’te seçimleri kaybetme endişesi taşıyor, sandıkta yenilgiye uğramamak
için “seçmen nakli” yapılması gerektiğini söylüyor ve bu iş için 300 bin liraya
ihtiyaç bulunduğunu bildirerek paranın temin edilmesini istiyor.
Merkez-i Umumi üyelerinden Hacı Âdil Bey’in imzasını taşıyan
belgenin bir bölümünde günümüz Türkçesi’yle yazılanların bir bölümünde ise
yorumsal düşüncesini aktaran;
“Selânik Mebusu Rahmi Bey kardaşımıza: Muhterem kardaşımız,
Osmanlılığın memleketimizde gerekli şekilde tesisinin ve Meşrutiyet’in bu son
derece saygın ve insanî amaca uygun bir tarz ve biçimde devam edip var
olmasının, memleketimizdeki Müslüman unsurların birbirine bağlı şekilde hareket
etmelerine bağlı bulunduğunu siz biraderimize izaha gerek izah olmadığı
şüphesizdir.
Millî Meclis’te mukaddes emellerimize hizmet edecek yeterli
sayıya sahip olamazsak, Osmanlı Birliği yerine bölünmeye gitmiş olacağız. ...
Selânik’te Müslüman nüfus o kadar azdır ki, tek bir
milletvekili çıkarabilme ihtimali bile yok gibidir.
Museviler ile Ulahların bizimle ittifak ederek aynı neticeyi
ve maksadı takip ettikleri düşünülse bile, Rumlar ile Bulgarların beraberce
hareketleri bu ittifakı sonuçsuz bırakacak ve Selânik, Müslüman
milletvekilinden mahrum kalacaktır.
Belki, ‘Selânik’ten milletvekili çıkmazsa ne olur?’ fikri
ortaya atılabilir.
Fakat, İttihat ve Terakki Cemiyeti veya partisi Selânik’te
milletvekili çıkartamazsa, emin olun ki, bu durum başka yerlerdeki
çalışmalarımız ve başarımız üzerinde çok fena tesirler yaratır.
Burada etkisiz kalacak olan bir partinin adayları, diğer
vilâyetlerde muvaffak olamazlar.
Çünkü Selânik’teki başarısızlık, bu kuvvetin sona ermesinin
delili demektir…
İşte, bu mahzur göz önüne alınarak mutlaka bir çare
düşünülmelidir.
Eğer Selânik’e yirmi bin muhacir yerleştirecek olursak,
mahzur ortadan kalkıyor.
Ama, bu işin başarılması için, üç yüz bin lira lâzım.
Vatanın büyük bir tehlikeden kurtarılması uğrunda üç yüz bin liraya gerek
duyuluyorsa, bu meblâğın hiçbir şekilde esirgenmeyeceğinden emin olmak bizim
hakkımız, bizi böyle bir haktan istifade ettirmek de sizin gibi vatanperver
kandaşların borcudur.
Sözün kısası, ne yapılırsa yapılıp bu üç yüz bin liranın
bulunması ve Rumeli’de her çeşit fenalığın sebebi gibi duran bu nüfus farkı
meselesinin halledilmesi kemâl-i hürmetle rica olunur çok aziz kardeş 30 Ocak
1911”.
Seçildikleri yıllara göre GÜLDEDE köy muhtarları.
1920 –İsmail Kartal; Gazi Mustafa Kemal Paşa hükümetleri
dönemi, Atama usulü ile seçilen ilk muhtar.
1923- Halife Kartal
1927- Gül Ali Kartal
1931- Gül Ali Kartal
1935- Kolo (Mehmet) Kartal
1941- Gül Ali Kartal
1943- Ali Boynueğri
1946- Hasan Kartal
1948-Çako Mehmet Tepe
1950- Maho Kartal
1954- Maho Kartal
1957- Hüseyin Kartal
1960- Hüseyin Kartal ve 1960 ihtilal dönemi
1961- Hüseyin Kartal
1965- Hüseyin Kartal
1969- Hüseyin Kartal
1971- Hüseyin Kartal ve 12 Mart darbesi dönemi
1973- Mehmet Ali Kartal
1977- Cafer Kartal
1980- Cafer Kartal ve 12 Eylül darbe dönemi.
1983- Cafer Kartal
1987- Mehmet Erdal
1991- Mehmet Erdal
1995- Mehmet Erdal
1999- Mehmet Erdal
2002- Kemal Tepe
2007- Kemal Tepe
2011- Kemal Tepe
2016- Kemal Tepe AKP hükümeti tarafından organize edilen
sivil hükümet darbesi dönemi
Altyapı bilgileri
Köyde, ilköğretim okulu vardır ancak öğrenci sayısı az
olduğu için kapatılmıştır ve taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içme
suyu şebekesi vardır kanalizasyon sistemi 2008 yılında tamamlanmıştır. PTT
şubesi yoktur ancak PTT acentesi vardır. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur.
Köye ayrıca ulaşımı sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon
ile nerede ise kişi başına en az bir adet olmak üzere cep telefonu ve internet
bağlantıları vardır.
Hüseyin Tepe 2009 Bursa
KAYNAKCALAR’DAN BAZILARI:
01-İsmail Beşikçi: Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi /Ankara
1992
02-Erdal Yeşil: Kominter Belgelerinde Kürt Sorunu/Tohum
yayınları İstanbul 2002
03-Dersim Jandarma Umumi Komutanlığının Raporu/ Kaynak
yayınları İstanbul 1998
04-TBMM: 27 Mayıs 1934 İskân Kanunu Muvakkat Encümen Raporu
05-Cemşit Bender: Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları
Kaynak Yayınları /İstanbul 1992
06-Nuri Dersimi: Kürdistan Tarihinde Dersim/ Doz yayınları
07-Tahsin Sever: Bitlis Harp Divanı/ Mingün Dergisi sayı 32
08-Kasım Fırat(Torunu): Şeyh Sait’in Son Sözleri /Dava
Dergisi Haziran-Temmuz 1990
09-Mehmet Ali Birand: Bugüne Kadar Kaç Kürt İsyanı Oldu
/Posta gazetesi 3 Ocak 2008
10-Atatürk İhtilali 1.2 ciltler /Kaynak yayınları İstanbul
2003
11-İsmet İnönü’nün 1925’te Şeyh Sait ayaklanmasının
bastırılmasından sonra “Türk Ocaklarında yaptığı konuşma.
12-Rıza Nur: Hayatım ve Hatıralarım /Altındağ yayınları
İstanbul 1968
13-Afet İnan: Mustafa Kemal Atatürk’ten yazdıklarım /MEB
yayınları Ankara 1971
14-Yusuf Ziya: Bitlis Mebusu Yusuf Ziyanın TBMM de yaptığı
konuşma tutanağında notlar.
15-Mustafa Kemal: Nutuk (Söylev): 19 Mart 1920 de yurdun her
yerinde seçimler yapılır, yalnız duraklama ve direnme gösteren yerler: Dersim,
Malatya, Elâzığ, Konya, Diyarbakır ve Trabzon’dur./Türk Dil Kurumu yayınları.
16-Doğan Munzuroğlu: Dağlara Şecere Yazan Adam/ Ankara 2008
17-Rahmi Apak: Topal Osman (Balkan Harbinde bacağında
vurulur ve bundan sonra bu isimle anılır.
18-Cafer Solgun: Dersim- Dersim (Sakallı Nurettin Paşa) / Ti
maş yayınları İstanbul 2014
19-Muhsin Batur: Anılar ve Görüşler üç dönemin perde
arkası/Milliyet yayınları 1986 İstanbul
20-Cengiz Kopmaz: 19 Ocak 2007 Röportaj Özgür Gündem gazetesi.
21-Rahmi Apak: Türk İstiklal Harbi 6 cilt / 1919-1921
yılları İç İsyanlar/ Genelkurmay Yayınları
22-Naci Kutay: Kürt Kimliği/ Dipnot yayınları 2012
23-Akçam T.: Hızlı Türkleşiyoruz/ Birikim Dergisi sayı 71-72
24-Akşit S.: İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadeleye Dönüş
1918-1919/ Cem yayınları 1982
25-Aladağ C.-Burkay Kemal: Milli Mesele ve Kürdistan
Feodalite Aşireti
26-Aralov S.İ.: Bir Sovyet Diplomatının Hatıraları 1967
27-Aşan A.: Şeyh Sait Ayaklanması
28-Doğan Avcıoğlu: Kurtuluş Savaşı ve Sonrası /Tekin
yayınları
29-Kazım Karabekir: İstiklal Harbinin Esasları
30-Kazım Karabekir: Kürt Meselesi
31-Hikmet Kıvılcımlı: İhtiyat Kuvvet (Şark)
32-Med Yayınları: Musul Kerkük Sorunu ve Kürdistanın
Paylaşımı 1991
33-Şerif Mardin: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri /iletişim
yayınları
34-Laclau E.: Siyasal Kimliklerin oluşu.
35-Lazarof: Kürdistan ve Kürt Sorunu 19. Yüzyıl sonlarında
1917 ye kadar.
36-Mehmet Emin Zeki: Kürdistan Tarihi
37-Orhonlu C.: Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı
38-TBMM: Gizli Zabıt Ceridesi cilt 3 Ankara 1985
39-Prof.Dr. Tarik Zafer Tunay: Türkiye de Siyasi Partiler
40-Prof. Dr. Mete Tuncay: Tek Parti Yönetiminde Kurtuluş /
Yurt yayınları
41-Seyfettin Çetin: Kürtler
42-Kemalettin Köroğlu: Eski Mezopotamya Tarihi / İletişim
yayınları 2006
43-Naci Kutay: Osmanlıdan Günümüze Kürtler / Dipnot
yayınları
44-Hüseyin Aygün: Resmiyet ve Hakikat
45-Mesut Yeğen: İngiliz Belgelerinde Kürdistan
46-David Me Dawall: Modern Kürt Tarihi /Doruk yayınları 2004
47-Prof.Dr. Abdul Haluk Çay: Kürt Dosyası / Üniversite
yayınları 1993
48-Erdal Sarızeybek: Cemaat ve Barzani/ ES yayınları 2013
49-Jean-Paul Roux: Pasifikten Akdeniz’e 2000 yıl Türklerin
Tarihi/ Kabalcı yayın 2004 İstanbul
50-İslam Ansiklopedisi: 1913-1940 Basımı
51-1969 Yılından itibaren Fransa’da Yayınlanan Türlerle
İlgili İnceleme Dergileri.
52-Ebulgazi Bahadır Ham: Moğollar – Tatarlar Tarihi
1871-1874
53-Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi 4 cilt İstanbul 1979
54-Eberhard W.: Çin-Şimal kaynakları 1942 Ankara
55-Mehmet Fuat Köprülü: Türklerin Tarihi 1929
56-W. Radlow: Türlerin ve Moğolların Eski Dini /Kabalcı 2002
57-F. Aubin: Yerleşim Yeri ve Göbeklitepe Hayatı
58-L. Bazın: Sagdların Etkileri/Doru yayınları 1975
59-Prof. Dr. Bahattin Ögel: Türk Mitolojisi
60- E.G.W. Gibb: Arap-Türk İlişkileri 1923
61-J. Saurdel: Ortadoğu’daki Müslüman Uygarlıklar 1968
63-W. Eberhard: Cindeki Türk Etkinlikleri 1942-1943
64-M.N. Kurat: Peçenek Tarihi / İstanbul1937
65- O. Franke: Uygurlar Hakkında Yazılmış Makaleler 1961
66-B. Ayalon: Türk Paralı Askerler hakkında çeşitli
makaleler. 1930-1961-1973
67-S. Kumcuman: Slav Öncesi Bulgaristan Tarihi /Londra 1930
68-C. Gerard: Volga Bulgarları Hakkında
69-W. Radlow: Kutadgu Bilik 1891-1920 Lebzing 1928
70-Bong ve J. Marqartın: Kumanlar Hakkında yazılan Makaleler
1941-1944
71-Boswell: Kıpçaklar Hakkında yazılan makaleler 1927
72-İ. Melinkof: Danişmentler (Moğollardan önce Hindistan da
bulunan Türkler 1936-1977
73-A. Gabriel: Türk Sanatının Kâşifi /1965
74- X. De. Planhol: Türklerin Yerleşik Hayatı konusunda
Anadolu’da göçebeler, bozkır ve orman adlı çalışması /1965
75- Veradsky: Moğol Kanunları
76- Cemal Köprülü: İran Moğolları (İlhanlılar) hakkında /
Türk Tarih Kurumu 1987
77- Minosky: Akkuyunlular ve Karakoyunlular Hakkında Bilgi
78- M. Uzunçarşılı: Anadolu Beylikleri /İstanbul 1937
79- A. Da Lavenıne: Kazaklar Hakkında
80- Kar Donne: Sibirya Hakkında Geniş Bilgi 1981
81- O.T. Katanuv: Orta Asya’nın Ruslar tarafından fethi 1943
82- Benningsen ve Lemercier: Sovyetler Birliğindeki Türkler
/1968
83- Samuel Noah0 Kramer: Tarih Sümer’le Başlar/ Kabalcı 1999
84- Jean-Paul Roux: Moğol İmparatorluğu
85- Marko Polo: Seyahatler/ Kabalcı 2001
86- Jean Paul Roux: Orta Asya Tarih ve Uygarlık
87- Aubins: Göçebelik ve Hayvancılık
88- Cansu Canan Özge: Metehan’da, Atilla’ya- Fatihten,
Atatürk’e
89- Prof.Dr. Ahmet Taşagil: Kök Tengrinin Çocukları
90- Prof.Dr. Ahmet Taşagil: Gökbörünün İzinde/ Büyükresim
yayınları 2017
91- Prof.Dr. İlber Ortaylı: Türklerin Tarihi
92- Aytekin Gezici: Osmanlıdan Cumhuriyete Kürt İsyanları
93- Uğur Koporan: Kürt İsyanları
94- Dikran Mesrob: Taşnaklar ve İttihatcılar/ Aras yayınları
2009
95- İsmet Bozdağ: Kürt İsyanları
96-Nurettin Gülmez: 1930 Ağrı İsyanları
97- Kemal Supandağ: Hamidiye Alayları- Ağrı Kürt Direnişi
98- Prens Süreyya Bedirhan: Kürt Davası ve Hoybun /Med
yayınları
99- Gökçen Başaran İnce: Domatesi Çiçek Sananlar
100-Genelkurmay Yayınları: Kürt İsyanları 1-2-3 ciltler
Kaynak yayınları
101- İhsan Nuri Paşa: Ağrı Dağı İsyanları / MEB yayınları
102- Şaban İbo: 1925 Kürt İsyanları ve Kemalist İktidar
(Alişan Bey, Seyid Rıza, Şeyh Sait)
103- Rıza Zelyut: Dersim İsyanları
104- Prof.Dr. Yalçın Küçük: Kürtler Üzerine Tezler
105- Ayşe Hür: Kürtlerin Öteki Tarihi
106- İsmail Beşikçi: Tarihi Kürt İsyanları
107- Dr. Müslim Erdoğan: Kurt Sorunu Sayılmayan İsyanlar
108-Eşref Günaydın: Yahudi Kürtler
109- Akinan N.: Polonyalı Simenou ve Seyahatnasi /Viyana
1936
110- Hay-vend L.: Alişan /Venedik baskısında çeviri
111-Çamiçyan M.: Ermeni Tarihi /Venedik 1735
112- Kovannesyan A.: Kudüs Tarihi /1890
113- Simenon: Tarihte Ermeniler 1608-1619/ Çiviyazıları
Majöre
114- Mehmet Bayrak: Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji / Ankara
2009
115- Fazıl Kısakürek: Son Devrim Din Mazlumları/ Büyük
Ortadoğu Yayınlara 1990
116- M. Kalman: Dersim Direnişleri /Nujay yayınları 1999
117- Genelkurmay: Dersim’de Alevilik/ Peri Yayınevi 1999
Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yayınları
118-Doğan Munzuroğlu: Dağlara Şecere Yazan Adam / Ankara
2008
119- Cumhuriyet Gazetesi: 18 Hazarin 1937 Tunceli’de Hava
Harekâtı
120- Ayşe Nur: 1937-1938 Dersimde Neler oldu. 18 Kasım 2008
Taraf Gazetesi
121- Seyfi Cengiz: Dersim ve Zaza Tarihi sözlü gelenek
122- Resmî Gazete 2 Ocak 1938 Sayı 3195 Tunceli Vilayetinin
İdari Hakkında Kanun
Kabul tarihi
25.12.1937 tarih ve 2584 sıra numaralı yasa.
123- 1936 Türkiye Büyük Millet Meçlisi açılış konuşmasından
alıntı.
124- Tanju Cığızoğlu: İhsan Sabri Çağlayangilin Anıları-
Kader Bizi Üne değil, İn’e götürdü. /Bilgi yay.2007
125- Marcel Brion: Tanrının Kılıcı Atilla
126- Ordinaryüs Prof. Dr. Zeki Veli Togan: Türklerin Tarihi
127- Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu: Kabileler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder