#HAYIR diyorum çünkü:
Beyin ve kontrol ettiği parça ile bileşenlerin biribirleriyle etkileşim kurarak insan bilincini bu bileşimlerle
nasıl etkileşim kurduğunu düşünerek anlamak gerek...
Basit parçaların kendilerinden büyük bir çok şeyi nasıl ortaya çıkarabildiğini görmek istiyorsak...
Hemen yanı başımızda her an dokunabileceğimiz karınca yuvasını şöyle bir incelememiz yeterde artar.(...)
Yaprak kesici karıncalar oluşturdukları milyarlarca üyelik koloni içinde kendi besinlerini kendileri yetiştirirler...
Karıncalardan bazıları taze bitkileri aramak için yuvadan çıkar ve aradıklarını bulduklarında da buldukları bitkiden
ısırarak kopardıkları büyük parçaları yüklenerek yuvaya taşırlar...
Ancak,taşıyıcı karıncalar bu parçaladıkları yaprakları yemezler...
Toplayıcı- Taşıyı karıncalardan aldıkları kopartılmış yaprak parçalarını bu defa daha küçük yapıda olan
işçi karıncalar alır ve çiğneyerek daha küçük parçalara böldükten sonra,bunları büyük yeraltı "Bahçe"lerinde
yetiştirdikleri mantarlara gübre olarak kullanırlar...
Bu şekilde beslemiş oldukları mantar ise, karıncaların daha sonra yiyeceği spor üretici küçük tomurcuklar oluşturur...
Karıncaların bu ortakyaşam ilişkisi artık öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, temel besinleri olan mantar artık tek başına
üreyemez hale gelmiştir...
Mantarın üremesi bundan sonra sadece karıncalara bağlıdır...
Ve karıncalar bu başarılı tarım stratejisini kullanarak, yeraltında yüzlerce metre karelik devasa yuvalar inşa ederler...
Burada her karıncanın tek başına yaptığı iş aslında sonderece basit olarak oluşturdukları talimat ve kurallara uymaktır.
O kadar...
Dikkat edilirse çok nek olarak görülen şu ki!
Kraliçe karınca buyruk yağdırıp diğer karıncaların davranışlarını yukarıdan aşağıya doğru düzenliyemez...
Onun yerine her karınca diğer karıncalardan, larvalardan aldığı yerel kimyasal sinyallere tepki vererek görevini yapar...
Ve her karıncanın, gösterdiği tepkiler yalnızca yerel ortama ve kendi türü için genetik olarak kodlanmış kurallara bağlı
olan gösterişsiz, otonom bir birimdir...
İyi bir gözlemcinin hem görebileceği gibi en tepeden merkezi bir karar sisteminin yokluğuna rağmen, yaprak kesici karınca
kolonileri olağan üstü karmaşık ve incelikli bir davranış biçimi sergileyerek mutlu bir yaşam sürdürürler...
Süren bu mutlu yaşamın'da, tek tek karınca bireyleri içinde ölümlü bir sonları vardır...
İşte bu ölümler gerçekleşirken ölen karıncanın ölüsünü dışarı atmak için oluşturdukları yuvadaki bütün girişlerden
en uzak olan noktayı bulmak için incelikli bir gometri problemini çözer gibi çalışarak ölü karıncayı oraya taşırlar...
Bana selendiğinizi duyar gibiyim; de hele sen bu gözlem ile bize ne anlatmak istiyorsun diye!..
Geçmiş yıllarda yani 8 ci Cumhurbaşkanı Turgut Özel, 9 cu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dönemlerinden bu yana
defalarca seslendirilen tek kişilik başkanlık sistemi...
Şimdi de 12 ci Cumhurbaşkanı Recep Tayyib Erdoğan tarafından seslendirilip dururken son bir kaç aydır da onayımıza
sunalan ve oylamasına son iki hafta kala bu tek kişilik yönetim biçimli anayasa taslağı bana karıncalırın bizden
daha sosyal pallaşımcı ve her bireyin kendi üstüne düşenden sorumlu olduğu işle meşgül olması onalara ne büyük
avantaşlar sağladğı kavgasız gürültüsüz mesut mutlu bir yaşam sürdüklerini hatırlattığı için bende oyumu
"karınca kararınca" diyerek üstüme düşeni yapmak için bu tek kişilik yönetim anlayışına: (...)
ne kendimi ne vatandaşlarımı nede Ülkemi teslim etmemek için #HAYIR diyorum...
29 Mart 2017 Çarşamba
28 Mart 2017 Salı
#HAYIR
diyorum çünkü:
Dünyada bildiğimiz diğer canlı-cansız nesneler de dahil, hayvanlar ile pek hakkaniyetli ya da merhametli ilişkiler kurarak
tanrılara dönüştüğümüz çok zaman olmuş...
6,5 milyar yıl önce dinazorları öldüren asteroitler geride kaldıysa da...
ilk organizmaların ortaya çıkmasından bu yana var olan yaban hayat nüfusunun yüzde 99 zu ya kaybuldu yada
henüz isimlendiremiyoruz...
Gelecekte bizi bekleyen ihtimalleri bir kenara bırakıp geçtiğimiz 70 bin yıla odaklanmak bile dünyamızın ne kadar
değiştiği ortada...
Ama gezegen hiçbir zaman tek başına değişime uğuramış bir ekosisteminden ibaret değil...
On binlerce yıl önce, Taş Devri'ndeki atalarımız Doğu Afrıka'dan dünyanın dört bir köşesine yayılmaya başlayıp. (...)
gittikleri her kıtanın bıtki örtüsü ve faunasını değiştirdi...
Ne varki ortadoğu'da avcı-toplayıcılık yedibin yıldan daha uzun zaman önce sona ermişti...
Ama; modern dünyadaki nesnelerin canlı ruha sahip olarak varlığını sürdüren "Animist dünya görüşü" hala varlıklarını sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı
topluluklaratanrısal güdülerle rehberlik etmeye devam ediyor...
Örneğin en eski ahit'te geçen Adem ile Havva hikayesinde,Cennet'te avcı-toplayıcı gibi yaşarlar...
Cennetten kovulmaları ise Tarım Devrimi'yle çarpıcı benzerliklere sahiptir...
Cenmet bahçesinin sahibi kızgın Tanrı,Adem'in cennet bahçesindeki meyve toplamaya devam etmesine izin vermektense...
Adem'i "alın terini dökerek kazandığı ekmeği" yemeye mahkum eder...
Nedeni çok basıt çünkü tanrı cenet bahçesinin mülken kayıtlara geçmiş tek sahibi, bu konuda tek yetkili o...
ondan izinsiz çalışanı Adem de dahil hiç kimse birşeye dokunamaz...
Üretmeye, korumaya, çoğaltmaya sen varsın ama tüketmeye, yararlanmaya izin çıkmadıkça yaptığın her şeyin karşılığında
mutlaka bir cezayi meyide ile muhatapsın...
Burada ortak yaşam, kararlara katılma, söz söslemeye kendine yararlı bir şey yapma yetkisi ancak yetkili kılınmış
tanrıya ait...
16 Nisan 2017 günü onayımaza sunalacak bu anayasa taslağını okuduğumda bana çağrıştırdığı bu tartışmasız yetkili kılınmış
tek kişik tanrı kavramı geliyor...
Halbuki bu tek kişilik tanrılar işlevini yitireli yıllar oluyor...
Yeni tanrıların doğmasını önlemek için şimdiden #HAYIR
diyorum çünkü:
Dünyada bildiğimiz diğer canlı-cansız nesneler de dahil, hayvanlar ile pek hakkaniyetli ya da merhametli ilişkiler kurarak
tanrılara dönüştüğümüz çok zaman olmuş...
6,5 milyar yıl önce dinazorları öldüren asteroitler geride kaldıysa da...
ilk organizmaların ortaya çıkmasından bu yana var olan yaban hayat nüfusunun yüzde 99 zu ya kaybuldu yada
henüz isimlendiremiyoruz...
Gelecekte bizi bekleyen ihtimalleri bir kenara bırakıp geçtiğimiz 70 bin yıla odaklanmak bile dünyamızın ne kadar
değiştiği ortada...
Ama gezegen hiçbir zaman tek başına değişime uğuramış bir ekosisteminden ibaret değil...
On binlerce yıl önce, Taş Devri'ndeki atalarımız Doğu Afrıka'dan dünyanın dört bir köşesine yayılmaya başlayıp. (...)
gittikleri her kıtanın bıtki örtüsü ve faunasını değiştirdi...
Ne varki ortadoğu'da avcı-toplayıcılık yedibin yıldan daha uzun zaman önce sona ermişti...
Ama; modern dünyadaki nesnelerin canlı ruha sahip olarak varlığını sürdüren "Animist dünya görüşü" hala varlıklarını sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı
topluluklaratanrısal güdülerle rehberlik etmeye devam ediyor...
Örneğin en eski ahit'te geçen Adem ile Havva hikayesinde,Cennet'te avcı-toplayıcı gibi yaşarlar...
Cennetten kovulmaları ise Tarım Devrimi'yle çarpıcı benzerliklere sahiptir...
Cenmet bahçesinin sahibi kızgın Tanrı,Adem'in cennet bahçesindeki meyve toplamaya devam etmesine izin vermektense...
Adem'i "alın terini dökerek kazandığı ekmeği" yemeye mahkum eder...
Nedeni çok basıt çünkü tanrı cenet bahçesinin mülken kayıtlara geçmiş tek sahibi, bu konuda tek yetkili o...
ondan izinsiz çalışanı Adem de dahil hiç kimse birşeye dokunamaz...
Üretmeye, korumaya, çoğaltmaya sen varsın ama tüketmeye, yararlanmaya izin çıkmadıkça yaptığın her şeyin karşılığında
mutlaka bir cezayi meyide ile muhatapsın...
Burada ortak yaşam, kararlara katılma, söz söslemeye kendine yararlı bir şey yapma yetkisi ancak yetkili kılınmış
tanrıya ait...
16 Nisan 2017 günü onayımaza sunalacak bu anayasa taslağını okuduğumda bana çağrıştırdığı bu tartışmasız yetkili kılınmış
tek kişik tanrı kavramı geliyor...
Halbuki bu tek kişilik tanrılar işlevini yitireli yıllar oluyor...
Yeni tanrıların doğmasını önlemek için şimdiden #HAYIR
#HAYIR
diyorum çünkü:
Dünyada bildiğimiz diğer canlı-cansız nesneler de dahil, hayvanlar ile pek hakkaniyetli ya da merhametli ilişkiler kurarak
tanrılara dönüştüğümüz çok zaman olmuş...
6,5 milyar yıl önce dinazorları öldüren asteroitler geride kaldıysa da...
ilk organizmaların ortaya çıkmasından bu yana var olan yaban hayat nüfusunun yüzde 99 zu ya kaybuldu yada
henüz isimlendiremiyoruz...
Gelecekte bizi bekleyen ihtimalleri bir kenara bırakıp geçtiğimiz 70 bin yıla odaklanmak bile dünyamızın ne kadar
değiştiği ortada...
Ama gezegen hiçbir zaman tek başına değişime uğuramış bir ekosisteminden ibaret değil...
On binlerce yıl önce, Taş Devri'ndeki atalarımız Doğu Afrıka'dan dünyanın dört bir köşesine yayılmaya başlayıp. (...)
gittikleri her kıtanın bıtki örtüsü ve faunasını değiştirdi...
Ne varki ortadoğu'da avcı-toplayıcılık yedibin yıldan daha uzun zaman önce sona ermişti...
Ama; modern dünyada varlığını sürdüren "Animist dünya görüşü" hala varlıklarını sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı
topluluklaratanrısal güdülerle rehberlik etmeye devam ediyor...
Örneğin en eski ahit'te geçen Adem ile Havva hikayesinde,Cennet'te avcı-toplayıcı gibi yaşarlar...
Cennetten kovulmaları ise Tarım Devrimi'yle çarpıcı benzerliklere sahiptir...
Cenmet bahçesinin sahibi kızgın Tanrı,Adem'in cennet bahçesindeki meyve toplamaya devam etmesine izin vermektense...
Adem'i "alın terini dökerek kazandığı ekmeği" yemeye mahkum eder...
Nedeni çok basıt çünkü tanrı cenet bahçesinin mülken kayıtlara geçmiş tek sahibi, bu konuda tek yetkili o...
ondan izinsiz çalışanı Adem de dahil hiç kimse birşeye dokunamaz...
Üretmeye, korumaya, çoğaltmaya sen varsın ama tüketmeye, yararlanmaya izin çıkmadıkça yaptığın her şeyin karşılığında
mutlaka bir cezayi meyide ile muhatapsın...
Burada ortak yaşam, kararlara katılma, söz söslemeye kendine yararlı bir şey yapma yetkisi ancak yetkili kılınmış
tanrıya ait...
16 Nisan 2017 günü onayımaza sunalacak bu anayasa taslağını okuduğumda bana çağrıştırdığı bu tartışmasız yetkili kılınmış
tek kişik tanrı kavramı geliyor...
Halbuki bu tek kişilik tanrılar işlevini yitireli yıllar oluyor...
Yeni tanrıların doğmasını önlemek için şimdiden #HAYIR
diyorum çünkü:
Dünyada bildiğimiz diğer canlı-cansız nesneler de dahil, hayvanlar ile pek hakkaniyetli ya da merhametli ilişkiler kurarak
tanrılara dönüştüğümüz çok zaman olmuş...
6,5 milyar yıl önce dinazorları öldüren asteroitler geride kaldıysa da...
ilk organizmaların ortaya çıkmasından bu yana var olan yaban hayat nüfusunun yüzde 99 zu ya kaybuldu yada
henüz isimlendiremiyoruz...
Gelecekte bizi bekleyen ihtimalleri bir kenara bırakıp geçtiğimiz 70 bin yıla odaklanmak bile dünyamızın ne kadar
değiştiği ortada...
Ama gezegen hiçbir zaman tek başına değişime uğuramış bir ekosisteminden ibaret değil...
On binlerce yıl önce, Taş Devri'ndeki atalarımız Doğu Afrıka'dan dünyanın dört bir köşesine yayılmaya başlayıp. (...)
gittikleri her kıtanın bıtki örtüsü ve faunasını değiştirdi...
Ne varki ortadoğu'da avcı-toplayıcılık yedibin yıldan daha uzun zaman önce sona ermişti...
Ama; modern dünyada varlığını sürdüren "Animist dünya görüşü" hala varlıklarını sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı
topluluklaratanrısal güdülerle rehberlik etmeye devam ediyor...
Örneğin en eski ahit'te geçen Adem ile Havva hikayesinde,Cennet'te avcı-toplayıcı gibi yaşarlar...
Cennetten kovulmaları ise Tarım Devrimi'yle çarpıcı benzerliklere sahiptir...
Cenmet bahçesinin sahibi kızgın Tanrı,Adem'in cennet bahçesindeki meyve toplamaya devam etmesine izin vermektense...
Adem'i "alın terini dökerek kazandığı ekmeği" yemeye mahkum eder...
Nedeni çok basıt çünkü tanrı cenet bahçesinin mülken kayıtlara geçmiş tek sahibi, bu konuda tek yetkili o...
ondan izinsiz çalışanı Adem de dahil hiç kimse birşeye dokunamaz...
Üretmeye, korumaya, çoğaltmaya sen varsın ama tüketmeye, yararlanmaya izin çıkmadıkça yaptığın her şeyin karşılığında
mutlaka bir cezayi meyide ile muhatapsın...
Burada ortak yaşam, kararlara katılma, söz söslemeye kendine yararlı bir şey yapma yetkisi ancak yetkili kılınmış
tanrıya ait...
16 Nisan 2017 günü onayımaza sunalacak bu anayasa taslağını okuduğumda bana çağrıştırdığı bu tartışmasız yetkili kılınmış
tek kişik tanrı kavramı geliyor...
Halbuki bu tek kişilik tanrılar işlevini yitireli yıllar oluyor...
Yeni tanrıların doğmasını önlemek için şimdiden #HAYIR
27 Mart 2017 Pazartesi
#Hayır diyorum çünkü...
Aklıma tek kişilik yönetimlerden biri olan Osmanlı ülkesinden Abdülhamit geliyor...
Cesur değil ama metindi...
Elektrik fobisini bir türlü yenemedi..
hassas, vehimli, kuruntulu, hiç bir kişiye güvenmez bir karaktere sahip Abdülhamit 1905 bombalı suikastı sırasındaki davranışı bu cesaretin belgesi olarak gösterilerek resmi bildiriye bile konmuştur......
Ama Abdülhamit yaşamı boyunca ölüm ve öldürülme korkusundan sıyrılamadığını defalarca itiraf etmiştir.
26.09.1909 tarihli Selanik'ten
"Devlet-millet, mebussan ve askere" hitabındaki yazısında "Can korkusu insan için her an ölümdür. Hayat ise kutsaldır, ondan güvensizliğe düşmek gibi bir felaket olmaz" diye yazmıştır...
Kişisel korkuları öyle artmıştı ki Tarabya oteline elektrik verilmesi kararlaştırıldı binaya kablolar döşendi hatta ampuller dahi takıldı... ancak elektrik akımını sağlayan dinamoların ülkeye girişine izin verilmedi ve gümrükten içeri sokulamadı...
10.07.1899 günü dinamolar kaçak olarak ülkeye sokulabildi...
Bu yıllarda Osmanlı ülkesinde Işıklandırmak yada ulaşım için dahi elektrik kullanmak şiddetle yasaktı..
Nihayet İngiliz ve Fransız şirketine İzmir ve Selanik'in Elektrik ile ışıklandırılması için sultan irade gösterip izin alınabildi...
Elektrik korkusuna karşılık 04.03.1900 dan bu yana Osmanlı ülkesinde telgraf kullanımına Sultan dahil kimse karşı çıkmamaktadır...
Bu ve benzer milyonlarca olay tarihin yazılı kayıtlarına girmişken gel de tek kişilik yönetim biçimine güven ve onayımıza sunulan bu anayasa taslağına onay ver ...
İnanın bana Abdülhamit de gelip oy kullansa kendi çektiği eziyet ve sıkıntılar nedeniyle halka yaptıkları aklına gelir de bu böyle olmaz tek kişi ile ülke yönetilemez der ve tıpkı benim gibi bu oylamada #HAYIR der...
Aklıma tek kişilik yönetimlerden biri olan Osmanlı ülkesinden Abdülhamit geliyor...
Cesur değil ama metindi...
Elektrik fobisini bir türlü yenemedi..
hassas, vehimli, kuruntulu, hiç bir kişiye güvenmez bir karaktere sahip Abdülhamit 1905 bombalı suikastı sırasındaki davranışı bu cesaretin belgesi olarak gösterilerek resmi bildiriye bile konmuştur......
Ama Abdülhamit yaşamı boyunca ölüm ve öldürülme korkusundan sıyrılamadığını defalarca itiraf etmiştir.
26.09.1909 tarihli Selanik'ten
"Devlet-millet, mebussan ve askere" hitabındaki yazısında "Can korkusu insan için her an ölümdür. Hayat ise kutsaldır, ondan güvensizliğe düşmek gibi bir felaket olmaz" diye yazmıştır...
Kişisel korkuları öyle artmıştı ki Tarabya oteline elektrik verilmesi kararlaştırıldı binaya kablolar döşendi hatta ampuller dahi takıldı... ancak elektrik akımını sağlayan dinamoların ülkeye girişine izin verilmedi ve gümrükten içeri sokulamadı...
10.07.1899 günü dinamolar kaçak olarak ülkeye sokulabildi...
Bu yıllarda Osmanlı ülkesinde Işıklandırmak yada ulaşım için dahi elektrik kullanmak şiddetle yasaktı..
Nihayet İngiliz ve Fransız şirketine İzmir ve Selanik'in Elektrik ile ışıklandırılması için sultan irade gösterip izin alınabildi...
Elektrik korkusuna karşılık 04.03.1900 dan bu yana Osmanlı ülkesinde telgraf kullanımına Sultan dahil kimse karşı çıkmamaktadır...
Bu ve benzer milyonlarca olay tarihin yazılı kayıtlarına girmişken gel de tek kişilik yönetim biçimine güven ve onayımıza sunulan bu anayasa taslağına onay ver ...
İnanın bana Abdülhamit de gelip oy kullansa kendi çektiği eziyet ve sıkıntılar nedeniyle halka yaptıkları aklına gelir de bu böyle olmaz tek kişi ile ülke yönetilemez der ve tıpkı benim gibi bu oylamada #HAYIR der...
27.03.2017 #HAYIR
#HAYIR
diyorom çünkü:
Yaradılıştan bu yana evrilerek oluşan "Biyokimyasal sistemimiz" nesiller boyunca mutluluğumuzu değil,
sağ kalma ve üreme ihtimalimizi artıracak şekilde evrildi.
Evrilmeye devam ediyor ve edecektir elbet...
Biyokimyasal sistemimiz , sağ kalmaya ve üremeye yardımcı olan davranışları haz veren duygularla ödüllendirir...
Yaşayan hepimiz biliyoruz ki bunlar geçici hal yada biyokimyasal hilelerimizdir...
Açlık hissinde kurtulmak, keyifli orgazmların tadını çıkarmak, yemek ve eş bulmayı gerektirdiği için mücadele ederiz...
Ancak yaşadıklarımızın bize öğrettiği bir şey varki...
Bize haz veren duygular ve kiyifli orgazmlar çok uzun sürmez...
O anları tekrar yaşamak istiyorsak dışarı çıkıp daha fazla yemek ve eş aramamız gerekir...
Diyelim ki sıradışı bir mütasyon, tek fındıkla sonsuz keyif duyabilen bir sincap yaratabilseydi ne olurdu?
Belki teknik olarak sadece sincabın beynini yeniden düzenlersek bu mümkün olabilir...
Teşbihte hata olmaz demiş ya atalarımız!
Kim bilir belki de şanslı bir sincap, önüne rakam koyamadığımız binlerce yıl bu deneyi gerçekten yaşımıştır ha ne dersiniz?
Kabul edelimki durum öyleyse bile, o inanılmaz mutlu sincabın çok kısa süren hayatının sona ermesiyle bu sıradışı
mütasyon da ortadan kalkmış olmalı...
Mutluluktan bulutların üzerinde yaşayan sincap, bırakın farklı eşler aramayı, daha fazla fındak bulkak için bile
çaba harcamayacaktır...
Halbuki çok değil beşdakika sonra acıkan rakip sincapların daha uzun süre hayatta kalma ve genlerini bir sonraki
nesile akatarma şansı sonsuz yüksektir...
Anlattığım bu menkibe özlü yazıda:
Kazançlı işle,büyük evler güzel eşler gibi edinmek istediğimiz fındıklar, bizi mutlu eden amacın kendisi değil de
ona varırken yürüdüğümüz yada yürüyeceğimiz yol olduğunu, konuşarak, dokunarak tartışarak,flort ve ön sevişmenin,
orgazmın kendiszinden daha heyecanlı olduğunu yaşatarak bize öğeretmiştir.
tam da bu sebepten tek başlarına kişi yada nesnenin bizi uzun süre tatmin edemediğini bildiğim için 17 Nisan 2017
günü onayımıza sunulan bir fındık ile her türlü haz ve ihtiyacımızı
karşılamaya talip bu anayasa taslağına #HAYIR
diyorom çünkü:
Yaradılıştan bu yana evrilerek oluşan "Biyokimyasal sistemimiz" nesiller boyunca mutluluğumuzu değil,
sağ kalma ve üreme ihtimalimizi artıracak şekilde evrildi.
Evrilmeye devam ediyor ve edecektir elbet...
Biyokimyasal sistemimiz , sağ kalmaya ve üremeye yardımcı olan davranışları haz veren duygularla ödüllendirir...
Yaşayan hepimiz biliyoruz ki bunlar geçici hal yada biyokimyasal hilelerimizdir...
Açlık hissinde kurtulmak, keyifli orgazmların tadını çıkarmak, yemek ve eş bulmayı gerektirdiği için mücadele ederiz...
Ancak yaşadıklarımızın bize öğrettiği bir şey varki...
Bize haz veren duygular ve kiyifli orgazmlar çok uzun sürmez...
O anları tekrar yaşamak istiyorsak dışarı çıkıp daha fazla yemek ve eş aramamız gerekir...
Diyelim ki sıradışı bir mütasyon, tek fındıkla sonsuz keyif duyabilen bir sincap yaratabilseydi ne olurdu?
Belki teknik olarak sadece sincabın beynini yeniden düzenlersek bu mümkün olabilir...
Teşbihte hata olmaz demiş ya atalarımız!
Kim bilir belki de şanslı bir sincap, önüne rakam koyamadığımız binlerce yıl bu deneyi gerçekten yaşımıştır ha ne dersiniz?
Kabul edelimki durum öyleyse bile, o inanılmaz mutlu sincabın çok kısa süren hayatının sona ermesiyle bu sıradışı
mütasyon da ortadan kalkmış olmalı...
Mutluluktan bulutların üzerinde yaşayan sincap, bırakın farklı eşler aramayı, daha fazla fındak bulkak için bile
çaba harcamayacaktır...
Halbuki çok değil beşdakika sonra acıkan rakip sincapların daha uzun süre hayatta kalma ve genlerini bir sonraki
nesile akatarma şansı sonsuz yüksektir...
Anlattığım bu menkibe özlü yazıda:
Kazançlı işle,büyük evler güzel eşler gibi edinmek istediğimiz fındıklar, bizi mutlu eden amacın kendisi değil de
ona varırken yürüdüğümüz yada yürüyeceğimiz yol olduğunu, konuşarak, dokunarak tartışarak,flort ve ön sevişmenin,
orgazmın kendiszinden daha heyecanlı olduğunu yaşatarak bize öğeretmiştir.
tam da bu sebepten tek başlarına kişi yada nesnenin bizi uzun süre tatmin edemediğini bildiğim için 17 Nisan 2017
günü onayımıza sunulan bir fındık ile her türlü haz ve ihtiyacımızı
karşılamaya talip bu anayasa taslağına #HAYIR
26 Mart 2017 Pazar
#HAYIR diyorum çünkü:
16 Nisan 2017 günü onayımıza sunulun ülkenin yönetimini tek kişilik bir ^"ÜSTÜNLÜK" ayrıcalığını başkanı bulunduğu partinin içindeki gruplara dönüşümlü olarak yaşatma isteği ve tasarlanmasına bile gerek görülmeyen bu kuralsız sistem gelişi güzel olacaktır...
Halbuki dünyanın doğrularının sabit olmadığını, siyasi propagandaların vahşetle sonuçlanacak olan İNSANDIŞILAŞTIRMA sürecinin yolunu kesmek için tek umudumuz bizi iç ve dış gruplar oluşturmaya yönlendirilen bu sinir bozucu propagandanın güdülerimizi yönlendirmek için kullandığı "STANDART HİLELERİ" anlayarak bu gidişe KOCAMAN BİR #HAYIR
16 Nisan 2017 günü onayımıza sunulun ülkenin yönetimini tek kişilik bir ^"ÜSTÜNLÜK" ayrıcalığını başkanı bulunduğu partinin içindeki gruplara dönüşümlü olarak yaşatma isteği ve tasarlanmasına bile gerek görülmeyen bu kuralsız sistem gelişi güzel olacaktır...
Halbuki dünyanın doğrularının sabit olmadığını, siyasi propagandaların vahşetle sonuçlanacak olan İNSANDIŞILAŞTIRMA sürecinin yolunu kesmek için tek umudumuz bizi iç ve dış gruplar oluşturmaya yönlendirilen bu sinir bozucu propagandanın güdülerimizi yönlendirmek için kullandığı "STANDART HİLELERİ" anlayarak bu gidişe KOCAMAN BİR #HAYIR
- #HAYIR
diyorum çünkü geçmişte buldukları çer-çöple hayatta kalmaya çalışan avcı-toplayıcıdan, kendi kaderini elinde tutan, üyeleri birbiriyle üst düzeyde bağlantılar kurarak 80 milisaniyede mesajlar gönderiyor, uzaydan dolanıp duran bir insan kolonisine ulaşmak üzere, saniyede 60 megabit hızla verili dosyalar yükleyebilerek. bilgi ve görgülerimizi paylaştığımız için zenginleştirebiliyoruz...
Türümüzün bu büyük başarısını borçlu olduğumuz şeyse,..
Kafatasımızın içinde saklı d...uran bir buçuk kilogramlık madde kitlesinin sıra dışı özellikleridir.
bu günden geleceğe yol alırken bu yolculuk sırasında tek kişilik bir beynin bilgi ve görgüsüne yönelmemizi isteyen bu anayasa taslağına #HAYIR diyerek beyin gücümüzü daha dikkatli daha anlamlı, daha ortaklaşa paylaşımcı bir biçime yönelerek önümüzdeki binlerce hatta dünya denen bu gezegenimizin daha kullanabilecek kalan yaşı olan beş buçuk milyarlık bir zamanın bizlere neler sunacağını yaratmak için tertemiz yollar açmak için bu tek kişilik anayasa taslağına #HAYIR
#HAYIR
diyorum çünkü:
Dünyaya geldiğimizde sahip olduğumuz vücut, aslında sadece bir başlangıç noktasıdır.
içinde yaşadığımız ve devamımız olan uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duygumuzda gelişmeye tabi olaraktır...
Yeni duyusal deneyler kazanıp yeni vücut türlerini kontrol etmeye başlamamız, bizi derinden değiştirecektir......
Nasıl hissettiğimiz, nasıl düşündüğümüz ve en önemlisi de kazandığımız yeni kimlik ile kim olduğumuzla ilgili olarak bizi evrene hazırlayan fiziksel özelliğimizdir...
16 Nisan 2017 de onayımıza sunulan bu tek kişilik sabit yapılı değişmez saplantılı ve tartışılmaz, hesap sorulmaz, eleştiri hakkı olmayan asla da sorgulanıp yargılanmayacak bu anayasa taslağı ile gelişmiş dünya ülkelerinde kullanılan standart duyular ve standart vücudun sınırlamaları ortadan kalktığında, biz de farklı insanlar oluruz....
Tarihinin bulunduğumuz şu noktasında Taş Devri atalarımızla paylaşmamız istenen bu anayasa taslağında bize sunulan ortak yönlerimiz, yakın gelecekteki torunlarımızla kıyaslandığında geri kalmışlık daha fazla olacaktır...
Bunu önlemenin tek yolu hep beraber #HAYIR demek
Dünyaya geldiğimizde sahip olduğumuz vücut, aslında sadece bir başlangıç noktasıdır.
içinde yaşadığımız ve devamımız olan uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duygumuzda gelişmeye tabi olaraktır...
Yeni duyusal deneyler kazanıp yeni vücut türlerini kontrol etmeye başlamamız, bizi derinden değiştirecektir......
Nasıl hissettiğimiz, nasıl düşündüğümüz ve en önemlisi de kazandığımız yeni kimlik ile kim olduğumuzla ilgili olarak bizi evrene hazırlayan fiziksel özelliğimizdir...
16 Nisan 2017 de onayımıza sunulan bu tek kişilik sabit yapılı değişmez saplantılı ve tartışılmaz, hesap sorulmaz, eleştiri hakkı olmayan asla da sorgulanıp yargılanmayacak bu anayasa taslağı ile gelişmiş dünya ülkelerinde kullanılan standart duyular ve standart vücudun sınırlamaları ortadan kalktığında, biz de farklı insanlar oluruz....
Tarihinin bulunduğumuz şu noktasında Taş Devri atalarımızla paylaşmamız istenen bu anayasa taslağında bize sunulan ortak yönlerimiz, yakın gelecekteki torunlarımızla kıyaslandığında geri kalmışlık daha fazla olacaktır...
Bunu önlemenin tek yolu hep beraber #HAYIR demek
HAYIR
#HAYIR
diyorum çünkü:
Sevgili Neşat Ertaş'ın deyimiyle "kadın insandır, erkek insan oğlu"
tek tek kişilerin ömrü sonsuz, sınırsız değildir...
Hayat ölümle tamamlanır...
Fakat doğumla hayat, sürekli olarak yenilenir (...)
yenilenir...
Bunun içindır ki doğurgan olan insan (kadın) hep genç ve çanlıdır...
dünya var oldukça ebedidir ve hep öyle kalacaktır...
Yazılı kayıtlara girmiş ilk insanlar Akdeniz kıyılarına yerleştiklerinden beri...
KOLOMB'un selefidirler (bir yerden başka birinden önce bulunan)...
Bilinmeyene doğru gidiş özellikle Akdeniz insanın karakteristik özelliğinden biridir...
Çünkü insan denen yaratık daima yeni şeyler görmeye eğilimlidirler...
Ancak ister hava,ister uçsuz-bucaksız gökyüzündeki yıldızlar ve Ay'a yolculuk yada geziler olsun bunlar derinlemesine
incenirse; serüven dolu yolculukların büyük bir kısmında kökleri Akdenizlilere dayanan bilgi ve görgünün miras olarak
rol oynadığı ortaya çıkar...
Akdeniz kökenli değişik topluluklar doğrudan doğruya batıya göç ediyorlardı...
Yakın doğu sayılan bu havzada özellikle Avrupa, Asya-Afrika'ya yayılmış "KÜÇÜK ASYA"(Anadolu) yarım adasında
toplanıyorlardı...
Yakındoğudaki var olan SÜMER-AKAT-BABİL-ASUR- MİSIR-ERTÜSK-HİTİT- MİNOEN-GİRİT FENİKE- HELEN- PERS-LATİN- vesaire gibi
birçok uygarlığın gelişmesi, toplanması değieşik toplum ve farklı geleneklerin karışımına sıkı-sıkıya bağlıdır...
Ne var ki;
İlkçağda Anadoluda başlayan gelişme, çeşitli firenlemelere uğradı...
Dar doğmatizm (boş inançlara saplanıp kalma) ve emperyalizm bir uygarlığın yayılması ve gelişmesini firenleye biliyor...
Yavaşlata biliyor...
Mesela döneminin en gelişmiş uygarlığı olan Anadolu uygarlağını sona erdiren İran, Sparta ve Atina emperyalalizmleridir...
yaşayan zaman diliminde doğal olmayan anlayışın duraklaması ve birtür tutuculukt olan...
PERİKLES zamanında ki doğmatizmdir...
İyonyalı olan iki düşünür PROTAGORAS ve ANAKSAGORAS (...)
Bunlar "Ay ve Güneş tanri yada tanrıca değil,birer madde kütlesidir" diyip bu nesnelerin kutsallığını yok sayıyorlardı...
Bu iki bilim insanın tavrı,tanrıları yok saymaktan başka birşey sayılmayıp,bu nedenle ATİNA SENATOSUNCA ölüme mahkük
edilmişlerdi...
PERİKLES onları kurtarmak için çaba gösterdi...
Perikleş Anadolulu bir kadın olan MİLETOSLU Aspasya ile evlenmişti...
Kadınların erkekler ile eşit şartlarda tartışmalara katıldığı bir ikliminden yetişmiş bir anadolu kadınıydı,
öylesine saygın bir kimlik edinmiştiki...
Atinadaki senato tartışmalarına katılabilen tek kadındı...
PERİKLES Atina senatosunda ağladı...
Bu iki kişinin Cezalırını ancak sürgüne çevirebildi...
Ama Atinaya dönerlerse hemen idam edileceklerdi...
Atinanın dışında diledikleri gibi düşünmekten özgürdüler...
Halbuki o dönemin Atinasında PLATON ve SOKRATES habire ruhun ölümsüzlüğünü tartışıyorlardı...
Ölümsüz sayılan ruhun yani (Nefesin-hava'nın) insan bedeninden ayrılmasını ayrılırkende kötü yollardan benenden
ayrılmasını önlemek için Atinalılar (...) kuru fasulye yemiyorlardı...
İçinde yaşamaktan ne kadar övüç duysak doyamıyacağımız Anadolumuzdan o günden bu güne gelerek ortak yaşamımızı daha da
zenginleştirmek birlik ve bereberlik için ortak karar alıp bunu ortaklaşa paylaşma aşamasına gelmişken...
17 Nisan 2017 günü onayımıza sunulan bu tek kişilik doğmatik anayasa taslağıyla yeniden ta ilk çağların kaide kurullarını...
belirleyecek tek kişinin emir ve komuta yada kararnameleri ile şekillenecek bu anayasa taslağına #hayır
diyorum çünkü:
Sevgili Neşat Ertaş'ın deyimiyle "kadın insandır, erkek insan oğlu"
tek tek kişilerin ömrü sonsuz, sınırsız değildir...
Hayat ölümle tamamlanır...
Fakat doğumla hayat, sürekli olarak yenilenir (...)
yenilenir...
Bunun içindır ki doğurgan olan insan (kadın) hep genç ve çanlıdır...
dünya var oldukça ebedidir ve hep öyle kalacaktır...
Yazılı kayıtlara girmiş ilk insanlar Akdeniz kıyılarına yerleştiklerinden beri...
KOLOMB'un selefidirler (bir yerden başka birinden önce bulunan)...
Bilinmeyene doğru gidiş özellikle Akdeniz insanın karakteristik özelliğinden biridir...
Çünkü insan denen yaratık daima yeni şeyler görmeye eğilimlidirler...
Ancak ister hava,ister uçsuz-bucaksız gökyüzündeki yıldızlar ve Ay'a yolculuk yada geziler olsun bunlar derinlemesine
incenirse; serüven dolu yolculukların büyük bir kısmında kökleri Akdenizlilere dayanan bilgi ve görgünün miras olarak
rol oynadığı ortaya çıkar...
Akdeniz kökenli değişik topluluklar doğrudan doğruya batıya göç ediyorlardı...
Yakın doğu sayılan bu havzada özellikle Avrupa, Asya-Afrika'ya yayılmış "KÜÇÜK ASYA"(Anadolu) yarım adasında
toplanıyorlardı...
Yakındoğudaki var olan SÜMER-AKAT-BABİL-ASUR- MİSIR-ERTÜSK-HİTİT- MİNOEN-GİRİT FENİKE- HELEN- PERS-LATİN- vesaire gibi
birçok uygarlığın gelişmesi, toplanması değieşik toplum ve farklı geleneklerin karışımına sıkı-sıkıya bağlıdır...
Ne var ki;
İlkçağda Anadoluda başlayan gelişme, çeşitli firenlemelere uğradı...
Dar doğmatizm (boş inançlara saplanıp kalma) ve emperyalizm bir uygarlığın yayılması ve gelişmesini firenleye biliyor...
Yavaşlata biliyor...
Mesela döneminin en gelişmiş uygarlığı olan Anadolu uygarlağını sona erdiren İran, Sparta ve Atina emperyalalizmleridir...
yaşayan zaman diliminde doğal olmayan anlayışın duraklaması ve birtür tutuculukt olan...
PERİKLES zamanında ki doğmatizmdir...
İyonyalı olan iki düşünür PROTAGORAS ve ANAKSAGORAS (...)
Bunlar "Ay ve Güneş tanri yada tanrıca değil,birer madde kütlesidir" diyip bu nesnelerin kutsallığını yok sayıyorlardı...
Bu iki bilim insanın tavrı,tanrıları yok saymaktan başka birşey sayılmayıp,bu nedenle ATİNA SENATOSUNCA ölüme mahkük
edilmişlerdi...
PERİKLES onları kurtarmak için çaba gösterdi...
Perikleş Anadolulu bir kadın olan MİLETOSLU Aspasya ile evlenmişti...
Kadınların erkekler ile eşit şartlarda tartışmalara katıldığı bir ikliminden yetişmiş bir anadolu kadınıydı,
öylesine saygın bir kimlik edinmiştiki...
Atinadaki senato tartışmalarına katılabilen tek kadındı...
PERİKLES Atina senatosunda ağladı...
Bu iki kişinin Cezalırını ancak sürgüne çevirebildi...
Ama Atinaya dönerlerse hemen idam edileceklerdi...
Atinanın dışında diledikleri gibi düşünmekten özgürdüler...
Halbuki o dönemin Atinasında PLATON ve SOKRATES habire ruhun ölümsüzlüğünü tartışıyorlardı...
Ölümsüz sayılan ruhun yani (Nefesin-hava'nın) insan bedeninden ayrılmasını ayrılırkende kötü yollardan benenden
ayrılmasını önlemek için Atinalılar (...) kuru fasulye yemiyorlardı...
İçinde yaşamaktan ne kadar övüç duysak doyamıyacağımız Anadolumuzdan o günden bu güne gelerek ortak yaşamımızı daha da
zenginleştirmek birlik ve bereberlik için ortak karar alıp bunu ortaklaşa paylaşma aşamasına gelmişken...
17 Nisan 2017 günü onayımıza sunulan bu tek kişilik doğmatik anayasa taslağıyla yeniden ta ilk çağların kaide kurullarını...
belirleyecek tek kişinin emir ve komuta yada kararnameleri ile şekillenecek bu anayasa taslağına #hayır
13 Mart 2017 Pazartesi
İpekçinin ardından
İPEKÇİ’NİN ARDINDAN ÜÇÜNCÜ YAZI YERİNE:
1883 NEW YORK ,1933 BERLİN, 2017 SİLİVRİ
Abdi Bey yazıları şeriat yanlılarının faşist sürülere karıştığı yakmalı yıkmalı/ öldürmeli saldırmalı yıllarda ödenen büyük bedelin küçük bir parçasıydı. Köprüden önce son çıkış kazasına uğramadan İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümüyle o günlere nokta koymak istiyordum. Olmadı.
Olmadı çünkü, Abdi Beyin Milliyet mirası üstüne var edilen Doğan imparatorluğunun sahte makyajı emperyalizmin tuzağında çırpınan Türkiye’nin medya gerçeğinin üstüne aktı.
ADI BELLEKTİR
Rejimin dönüştürülme sürecini izleyen gazetecilerin aklı ; önce dünün(2010) ve bugünün(2017) Silivri’si belgelerine gitti. Sonra uzak geçmişin, 1933’lerin Berlin kayıtlarına doğru yola çıktı. Belleğini zorlayanlardan çok eskilere, 1800’e ulaşanlar oldu.
Bellektir hikmetinden sual olmaz. Belleğin keyfine karışılmaz. Adı bellektir. Sağı solu yoktur. O söyler biz dinleriz.
Boyun eğmediğimiz günleri anımsarız aşk olsun çocuklar deriz, çoşarız, seviniriz. Yitirdiklerimiz düşünür tek tek sayarız ,yanarız hüzünleniriz.
Sonra toplumsal ve siyasi tarihimizi her daim kuşatan tanklı toplu “asker faşizmi” ile takkeli, sarıklı “sivil faşizm” günlerimizin faturasına döner sorarız:
MECZUP BİR İMAM
-Neredeyse çeyrek yüzyıldır her gün ölü çocuklarını toprağa veren, yaşayan çocuklarını geleceksizliğe mahkum eden kim?
-Hazineden maliyeye, bankadan borsaya, sanayiden tarıma kadar birçok alanda emeği ve sermayeyi finans kapitale tutsak eden, parayı pula çeviren kim?
-Ülkenin karasını denizini, limanını gölünü, akarsuyunu, ormanını, madenini, doğasını çiçeğini böceğini emperyalizme teslim eden kim?
-Açları toklarından ,yoksulları varsıllarından daha çok olan; sosyal devleti sadaka devletine çeviren kim?
-TC’ni TİC’ne dönüştürmek için ordu, yargı, polis ve öğretmen kadrolarını meczup bir imamın cemaatiyle dolduran kim?
-Cezaevlerini üniversite hocaları, generaller, yargıçlar, düşün ve bilim insanları, gazeteciler, yazarlar ve gençlerle dolduran kim?
-Medyası, üniversitesi, sendikaları,siyasi partileri kanunsuzluk cezasızlıkla susturulan halkı kendi ezberleriyle yaşamaya zorlayan kim?
ELBETTE VAR
İddia sahiplerinin söylediği gibi ülkede “kansız bir iç kargaşa” ya da “örtülü bir iç savaş” yaşanmıyorsa eğer, binlerce insan cami avlularında mezarlıklarda buluşup çocuklarının tabutlarına neden sarılıyor? Belleğimizin bir köşesinde bu soruların yanıtı var mı?
Elbette var. Geçen bin yıldan kalma bir yanıt hem de. Anlayana servet. değerinde kıymetli bir armağan. Bu sorunun yanıtını, inanması güç ama, tam 134 yıl önce 12 Nisan 1883 tarihinde New York Times gazetesinde düzenlenen bir törende gazeteci John Swinton verdi. Özgür ve bağımsız basının onuruna kadeh kaldırmak için Swinton kürsüdedir:
ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ BASIN
“Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da ‘özgür, bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz, bizde…
Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda, yazdıklarınızın basılmayacağını bilirsiniz çünkü.
Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine, yazmamam için bir ücret ödüyor.
İçinizde benzer biçimde, benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır.
Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazacak olsaydım, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır.
Bunu siz de biliyorsunuz, ben de.
Öyleyse şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının şerefine’ kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı?
Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler, ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz,olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı..” (Erbil Tuşalp,İslam İmparatorluğu,sayfa 676-677, Kırmızı yayınları,İstanbul 2010)
(Özür notu:John Swinton’ın eskimeyen/eskimeyecek olan bu özeleştirisinin son üç sözcüğünü yazmadım. O nitelikteki insanların medya piyasasındaki yoğunluğunu düşününce ürktüm. Korktum. Elim varmadı.)
ÇÖLDE BİR VAHA
İnsanlık tarihinde faşizmin “medyayı baskı altına alarak suç ve ihanet, ceza ve linç psikolojisi yaymak” siyasetine aracılık eden gazeteci yazar örnekleriyle dolu olduğu biliniyor.
Tersi de var ama: İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümüne nokta koymadan önce daha dün, bizim mahallede içimizi ısıtan çok taze bir örnek yeşerdi .
Abdi İpekçi’nin Milliyet’i üzerinde yükselen Doğan-Erdoğan imparatorluğunun bir televizyonunda Kanal D’de oyuncak olmaya, kul olmaya, kukla olmaya karşı çıkan bir televizyon gazetecisi medya çölünde bir vaha oldu.
Sosyal medya notunda referandumda “Bilim insanını, sanatçıyı, yazarı, çizeri, öğrenciyi, işçiyi, çiftçiyi, madenciyi, gazeteciyi, itaat etmeyen herkesi düşman bilene Hayır!” diyeceğini açıkladığı için işine son verildi.
Kanal D'nin haber spikeri İrfan Değirmenci’nin değirmeninde ürettiği ilkeli tepkisi güneşli günlerin müjdesi oldu.
Sevgili İrfan’ın irfanlı çıkışı bana bağımsızlığı, özgürlüğü , laikliği, hukuk devletini , emeği ve demokrasiyi savundukları için öldürülen yol arkadaşlarımıza dostlarımıza dua gibi geldi.
Dahası ifade özgürlüğünü ve haber alma hakkını kutsal bildikleri için cezaevlerinde olmadıkları söylenen 156 gazeteci yazar arkadaşımız için karanfil kokulu sigara yerine geçti.
BUGÜN PAZARTESİ.
Masanıza oturun önünüzde bir fincan kahve olsun. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin, Ağca’nın yakalanmasının, Ağca’nın firarının, Ağca’nın yurtdışına çıkarılmasının, Ağca’nın Papa suikastının, Ağca’nın örgütsel ilişkilerinin, Ağca’nın iadesinin, Ağca’nın yargılanmasının, Ağca’nın salıverilmesinin dün perde arkasında olanların bugün de güneşli günlerimizi karartmak için sahne aldıklarını bir kez daha şöyle bir düşünün.
Kimlerin Türkiye’de yangın çıkarma amacına dönük olduğunun ipuçlarına ulaşacaksınız.
İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümünü de Uğur Mumcu, Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy,Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı’nın eli kanlı burnu kokainli katillerini de birgün mutlaka yeniden yazacağım.
1883 NEW YORK ,1933 BERLİN, 2017 SİLİVRİ
Abdi Bey yazıları şeriat yanlılarının faşist sürülere karıştığı yakmalı yıkmalı/ öldürmeli saldırmalı yıllarda ödenen büyük bedelin küçük bir parçasıydı. Köprüden önce son çıkış kazasına uğramadan İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümüyle o günlere nokta koymak istiyordum. Olmadı.
Olmadı çünkü, Abdi Beyin Milliyet mirası üstüne var edilen Doğan imparatorluğunun sahte makyajı emperyalizmin tuzağında çırpınan Türkiye’nin medya gerçeğinin üstüne aktı.
ADI BELLEKTİR
Rejimin dönüştürülme sürecini izleyen gazetecilerin aklı ; önce dünün(2010) ve bugünün(2017) Silivri’si belgelerine gitti. Sonra uzak geçmişin, 1933’lerin Berlin kayıtlarına doğru yola çıktı. Belleğini zorlayanlardan çok eskilere, 1800’e ulaşanlar oldu.
Bellektir hikmetinden sual olmaz. Belleğin keyfine karışılmaz. Adı bellektir. Sağı solu yoktur. O söyler biz dinleriz.
Boyun eğmediğimiz günleri anımsarız aşk olsun çocuklar deriz, çoşarız, seviniriz. Yitirdiklerimiz düşünür tek tek sayarız ,yanarız hüzünleniriz.
Sonra toplumsal ve siyasi tarihimizi her daim kuşatan tanklı toplu “asker faşizmi” ile takkeli, sarıklı “sivil faşizm” günlerimizin faturasına döner sorarız:
MECZUP BİR İMAM
-Neredeyse çeyrek yüzyıldır her gün ölü çocuklarını toprağa veren, yaşayan çocuklarını geleceksizliğe mahkum eden kim?
-Hazineden maliyeye, bankadan borsaya, sanayiden tarıma kadar birçok alanda emeği ve sermayeyi finans kapitale tutsak eden, parayı pula çeviren kim?
-Ülkenin karasını denizini, limanını gölünü, akarsuyunu, ormanını, madenini, doğasını çiçeğini böceğini emperyalizme teslim eden kim?
-Açları toklarından ,yoksulları varsıllarından daha çok olan; sosyal devleti sadaka devletine çeviren kim?
-TC’ni TİC’ne dönüştürmek için ordu, yargı, polis ve öğretmen kadrolarını meczup bir imamın cemaatiyle dolduran kim?
-Cezaevlerini üniversite hocaları, generaller, yargıçlar, düşün ve bilim insanları, gazeteciler, yazarlar ve gençlerle dolduran kim?
-Medyası, üniversitesi, sendikaları,siyasi partileri kanunsuzluk cezasızlıkla susturulan halkı kendi ezberleriyle yaşamaya zorlayan kim?
ELBETTE VAR
İddia sahiplerinin söylediği gibi ülkede “kansız bir iç kargaşa” ya da “örtülü bir iç savaş” yaşanmıyorsa eğer, binlerce insan cami avlularında mezarlıklarda buluşup çocuklarının tabutlarına neden sarılıyor? Belleğimizin bir köşesinde bu soruların yanıtı var mı?
Elbette var. Geçen bin yıldan kalma bir yanıt hem de. Anlayana servet. değerinde kıymetli bir armağan. Bu sorunun yanıtını, inanması güç ama, tam 134 yıl önce 12 Nisan 1883 tarihinde New York Times gazetesinde düzenlenen bir törende gazeteci John Swinton verdi. Özgür ve bağımsız basının onuruna kadeh kaldırmak için Swinton kürsüdedir:
ÖZGÜR VE BAĞIMSIZ BASIN
“Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika'da ‘özgür, bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz, bizde…
Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda, yazdıklarınızın basılmayacağını bilirsiniz çünkü.
Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine, yazmamam için bir ücret ödüyor.
İçinizde benzer biçimde, benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır.
Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazacak olsaydım, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır.
Bunu siz de biliyorsunuz, ben de.
Öyleyse şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının şerefine’ kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı?
Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler, ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz,olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı..” (Erbil Tuşalp,İslam İmparatorluğu,sayfa 676-677, Kırmızı yayınları,İstanbul 2010)
(Özür notu:John Swinton’ın eskimeyen/eskimeyecek olan bu özeleştirisinin son üç sözcüğünü yazmadım. O nitelikteki insanların medya piyasasındaki yoğunluğunu düşününce ürktüm. Korktum. Elim varmadı.)
ÇÖLDE BİR VAHA
İnsanlık tarihinde faşizmin “medyayı baskı altına alarak suç ve ihanet, ceza ve linç psikolojisi yaymak” siyasetine aracılık eden gazeteci yazar örnekleriyle dolu olduğu biliniyor.
Tersi de var ama: İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümüne nokta koymadan önce daha dün, bizim mahallede içimizi ısıtan çok taze bir örnek yeşerdi .
Abdi İpekçi’nin Milliyet’i üzerinde yükselen Doğan-Erdoğan imparatorluğunun bir televizyonunda Kanal D’de oyuncak olmaya, kul olmaya, kukla olmaya karşı çıkan bir televizyon gazetecisi medya çölünde bir vaha oldu.
Sosyal medya notunda referandumda “Bilim insanını, sanatçıyı, yazarı, çizeri, öğrenciyi, işçiyi, çiftçiyi, madenciyi, gazeteciyi, itaat etmeyen herkesi düşman bilene Hayır!” diyeceğini açıkladığı için işine son verildi.
Kanal D'nin haber spikeri İrfan Değirmenci’nin değirmeninde ürettiği ilkeli tepkisi güneşli günlerin müjdesi oldu.
Sevgili İrfan’ın irfanlı çıkışı bana bağımsızlığı, özgürlüğü , laikliği, hukuk devletini , emeği ve demokrasiyi savundukları için öldürülen yol arkadaşlarımıza dostlarımıza dua gibi geldi.
Dahası ifade özgürlüğünü ve haber alma hakkını kutsal bildikleri için cezaevlerinde olmadıkları söylenen 156 gazeteci yazar arkadaşımız için karanfil kokulu sigara yerine geçti.
BUGÜN PAZARTESİ.
Masanıza oturun önünüzde bir fincan kahve olsun. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinin, Ağca’nın yakalanmasının, Ağca’nın firarının, Ağca’nın yurtdışına çıkarılmasının, Ağca’nın Papa suikastının, Ağca’nın örgütsel ilişkilerinin, Ağca’nın iadesinin, Ağca’nın yargılanmasının, Ağca’nın salıverilmesinin dün perde arkasında olanların bugün de güneşli günlerimizi karartmak için sahne aldıklarını bir kez daha şöyle bir düşünün.
Kimlerin Türkiye’de yangın çıkarma amacına dönük olduğunun ipuçlarına ulaşacaksınız.
İPEKÇİ’NİN ARDINDAN HEP O ÜÇ YAZI’nın son bölümünü de Uğur Mumcu, Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy,Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı’nın eli kanlı burnu kokainli katillerini de birgün mutlaka yeniden yazacağım.
12 Mart 2017 Pazar
HAYIR DİYORUM.
Ben Amerika'ya katil derken
Sen katile hizmet ediyordun
Ben Fetö'ye terörist derken
Sen hoca efendi diyordun...
Ben Apo'ya bölücübaşı derken
Sen barış elçisi diyordun
Ben Atatürkçü paşalara sahip çıkarken
Sen Ergenekon'un savcısıydın
Ben Suriye'nin iç işlerine karışmayalım derken
Sen Amerika'nın gazıyla Esed gidecek diyordun
Ben milli bayramlarımda coşayım derken
Sen bana biber gazı sıkıyordun
Ben 1 Mayıs'ta işçi tulumuyla halay çekerken
Sen beni copluyordun
İşte bu yüzden seni sevmiyorum
Ben ülkemin muassır medeniyetler seviyesinde olmasını istiyorum
Sen tarikatlar şeyhler ve müritler ülkesi yapmaya çalışıyorsun
Ben bütün inançlara eşit mesafedeyim
Sen kendi inancın dışındakilere düşmanlık yapıyorsun
Ben kadınla erkek eşittir diyorum
Sen kadını aşağılıyorsun
Ben bilimi birinci yol gösterici kabul etmişim
Sen bilime düşmanlık ediyorsun
Ben sanatın içinde yaşıyorum
Sen sanatın içine tükürüyorsun
Ben ormana yeşile sahip çıkıyorum
Sen rant uğruna kesiyorsun
Ben demokrasiyi amaç edinmişim
Sen demokrasiye araç diyorsun
İşte bu yüzden seninle anlaşamıyorum
Ben insanım
Sen kul olayım istiyorsun
Ben düşünüyorum
Sen vuruyorsun
Ben sorguluyorum
Sen biat istiyorsun
Ben çoğulcu demokrasiden yanayım
Sen tek adamlık istiyorsun
Ben Cumhuriyetçiyim
Sen saltanat istiyorsun
Ben laikim
Sen şeriat istiyorsun
Ben halkçıyım
Sen kralcı olmamı istiyorsun
Ben Anadolu çocuğuyum
Sanayide çıraklık
Tarlada ırgatlık
Kışlada askerlik yaptım
Sen çocuğuna çürük alıyorsun
Ben türküyüm
Hasret Gültekin'im
Nesimi Çimen'im
Muhlis Akarsu'yum
Sen beni yakıyorsun
Ben ozanım
Aşık Mahsuni'yim
Arif Sağ'ım
Fevzi Kurtuluş'um
Sen sazımı kırmak istiyorsun
Ben halkım
Deniz Gezmiş'im
Dadaloğlu'yum
Pir Sultan Abdal'ım
Sen kellemi istiyorsun
Ben solcuyum
Ben Nazım Hikmet'im
ben Uğur Mumcu'yum
Sen bana vatan haini diyorsun
Ben Atatürk'ün torunuyum
Sen ATA'ma ayyaş diyorsun
İşte bu yüzden sana HAYIR diyorum !
Ben Amerika'ya katil derken
Sen katile hizmet ediyordun
Ben Fetö'ye terörist derken
Sen hoca efendi diyordun...
Ben Apo'ya bölücübaşı derken
Sen barış elçisi diyordun
Ben Atatürkçü paşalara sahip çıkarken
Sen Ergenekon'un savcısıydın
Ben Suriye'nin iç işlerine karışmayalım derken
Sen Amerika'nın gazıyla Esed gidecek diyordun
Ben milli bayramlarımda coşayım derken
Sen bana biber gazı sıkıyordun
Ben 1 Mayıs'ta işçi tulumuyla halay çekerken
Sen beni copluyordun
İşte bu yüzden seni sevmiyorum
Ben ülkemin muassır medeniyetler seviyesinde olmasını istiyorum
Sen tarikatlar şeyhler ve müritler ülkesi yapmaya çalışıyorsun
Ben bütün inançlara eşit mesafedeyim
Sen kendi inancın dışındakilere düşmanlık yapıyorsun
Ben kadınla erkek eşittir diyorum
Sen kadını aşağılıyorsun
Ben bilimi birinci yol gösterici kabul etmişim
Sen bilime düşmanlık ediyorsun
Ben sanatın içinde yaşıyorum
Sen sanatın içine tükürüyorsun
Ben ormana yeşile sahip çıkıyorum
Sen rant uğruna kesiyorsun
Ben demokrasiyi amaç edinmişim
Sen demokrasiye araç diyorsun
İşte bu yüzden seninle anlaşamıyorum
Ben insanım
Sen kul olayım istiyorsun
Ben düşünüyorum
Sen vuruyorsun
Ben sorguluyorum
Sen biat istiyorsun
Ben çoğulcu demokrasiden yanayım
Sen tek adamlık istiyorsun
Ben Cumhuriyetçiyim
Sen saltanat istiyorsun
Ben laikim
Sen şeriat istiyorsun
Ben halkçıyım
Sen kralcı olmamı istiyorsun
Ben Anadolu çocuğuyum
Sanayide çıraklık
Tarlada ırgatlık
Kışlada askerlik yaptım
Sen çocuğuna çürük alıyorsun
Ben türküyüm
Hasret Gültekin'im
Nesimi Çimen'im
Muhlis Akarsu'yum
Sen beni yakıyorsun
Ben ozanım
Aşık Mahsuni'yim
Arif Sağ'ım
Fevzi Kurtuluş'um
Sen sazımı kırmak istiyorsun
Ben halkım
Deniz Gezmiş'im
Dadaloğlu'yum
Pir Sultan Abdal'ım
Sen kellemi istiyorsun
Ben solcuyum
Ben Nazım Hikmet'im
ben Uğur Mumcu'yum
Sen bana vatan haini diyorsun
Ben Atatürk'ün torunuyum
Sen ATA'ma ayyaş diyorsun
İşte bu yüzden sana HAYIR diyorum !
5 Mart 2017 Pazar
TÜRKİYE CUMHURİYETİ KURULMADAN ÖNCE:
ANAYASA AVRUPALI MI!DOĞULU MU?
YOKSA İLKEL Mİ OLMAL! …
Her toplumun öncelikleri gibi Osmanlı toplumunun iç
sorunlarının başında yeni bir toplumsal düzen arayışı geliyordu.
Anayasa gerekli miydi?..
Tam uygulansa Osmanlı Devleti’ni parçalamadan kurtara bilir
mıydı?..
Meclis gerekli miydi?...
Meclis birleştirici bir unsur olabilir miydi?..
Gibi bu sorular hep sorulmuştur. Osmanlıyı devletini yani
ülkeyi 30 (otuz) yıl Meclis ’siz ve dondurulmuş bir Anayasa ile keyfi olarak
yöneten Abdülhamit yerine, Anayasa ve Meclisli bir hükümdar olsaydı neler
değişirdi?...
Ama tarih falcılık olmadığından böyle varsayımları ciddiye
elbette ciddiye almayacağız…
Yapacağım açıklamaları toplumsal gelişimin dalgalanmaları
içinde aramaya çalışayım…
III. Selim ile canlandırılan meşveret (bir kişi arasında tartışma
-görüşme-konuşma)sisteminin başlattığı süreç, Gülhane Hattı’yla padişahın kendi
kendini sınırlandırmasına varmış, sonra Tanzimat’ın düzenlenmeleriyle de
devletin ve yerel yönetimlerin danışma meclisleri oluşturulmuştu. Tolum
tarafından bunlara öyle alışılmış öyle düzenli buluşmalar haline gelmişti ki birçok
gözlemcinin de belirttiği gibi 1877 Meclis toplandığında sanki alışılmış bir
kurummuş gibi işlemişti…
Anayasa fikrini savunanlar, bu uygulaması dünyada zaten başarı
göstermiş sistemi, Tanzimat fermanındaki muğlak havasından çıkarıp kesin bir
yapıya kavuşturmayı amaçlıyorlardı…
Özellik 1877’den sonra hortladığını fark etikleri Padişah
keyfiliğini önlemek istiyorlardı…
Peki; Aziz’in tahttan indirilmesiyle resmen gündeme gelen
Anayasa fikrini savunanlar kimlerdir?..
Namık Kemal ve diğer Yeni Osmanlılar sürgündeydi…
Desteklenmesini bekledikleri Sultan Murat karşı çıkmış ve 8
Haziran’da toplanan Meşveret Meclisi de buna gerek olmadığına karar v ermişti…
O dönem Orduya hâkim olan günün kuvvetli adamı Hüseyin Avni
ve sadrazam ile gelenekçi birçok rical yani rütbeli mevki sahibi kişiler de
zaten karşıydılar…
Bu durumda Mithat ve ordunun azınlıktaki anayasacı kanadını
temsil eden Süleyman Paşa ve birkaç ulema kesin olarak azınlıkta kaldılar!..
Böyle olunca da konu gündemde çıkarıldı!..
Daha iki hafta geçmeden bu dengeyi alt-üst eden ve
Meşrutiyet’in kurulmasında rol oynayan rastlantılar birbirini izledi…
Ve Hüseyin Avni öldürüldü!..
Murat delirdi!...
Bunun sonucu olarak en güçlü engeller ortadan kaldırıldı!..
Bu arada Namık Kemal ve arkadaşları sürgünden dönüp
kamuoyunu etkileme rollerini yeniden üstlendiler…
Karşıt grup içinde, Mithat Paşa’ya karşı çıkabilecek
etkinlikte ve düzeyde devlet adamı yoktu…
Çünkü; yeni başbakanımızın deyimiyle her yeni seçilenlerde
eski seçilenler gibi “Abidik-Kubidik” yöntemlerle seçiliyorlardı…
Ve çok önemli bir katkı olarak, beklenmedik şekilde Veliaht
Abdülhamit, anayasanın ilanı koşuluyla tahta çıkmayı kabul etti!..
Oynanan bu etkenin büyük bir ağırlık taşıdığını, Mithat’ın
işini son derece kolaylaştırdığını ve padişahın anayasa metni üzende istediği
ödünleri fazla direnmeden kabul etmesinde başlıca gerekçesi olduğunu kabul
gerekir!..
Eğer Hüseyin Avni’nin ölümü ve Murat’ın delirmesi olmasaydı,
kabul etmemiz gerekiyor ki yazılı bir anayasaya kavuşmamız daha bir süre
gecikecekti…
Ama yine kabul gerektiriyor ki mutlaka Osmanlı toplumunun
gündemine bir gün gelecekti!..
Ve böylece tarihe Mithat Anayasası diye geçecek metin
hazırlığı başladı…
Halbuki gerçekte anayasa metni Mithat’ın tasarladığı anayasa
metninden çok farklıydı!..
Ancak; Mithat’taki “Anayasa fikr-i sabiti” yüzündendir ki
çıkacak metin ne olursa olsun onunla özdeşleştirilecekti!..
C. Mismer anılarında bu tutumun en az on yıl önce de Mithat
da bulunduğunu şöyle anlatmış…
“Fuat Paşa, Mithat’ı ikinci dereceden yararlı, birinci
derecede tehlikeli bulurdu” … Bu adam,
derdi…
Politikanın panzehirlere ilaçlardan daha fazla isyankar
olduğundan hiç kuşkulanmadın, parlamenter rejimde her derde bir deva görüyor” …
Fakat buna karşılık Abdülhamit’in Mithat’ı sürdükten sonra,
yerli ve yabancı basın, resmî belgeler ve muhtıralarında, anayasanın kendi
eseri olduğu yolunda yürüttüğü çok yoğun ve hatta Mithat’ı aşağılayıcı (“Anayasa
nedir bilir miydi diye getirir”) kampanyanın Abdülhamit’in anayasa konusunda
içtenliğini yansıtmak istediği kanaati oluşturuyor insanda…
Nitekim Mithat’ta sürgündeyken, Journal des Debats’ya
gönderdiği 19.08.1877 tarihli mektubundan “Halkına hürriyeti veren padişah”
diye bahseder…
Yine aynı sıralarda yayınladığı kitabında Abdülhamit
rejiminin üç yıl hapse mahkûm ettiği Teodor Kasap da şöyle yazar…” Mithat’ın
sürülmesini izleyen ilk aylarda, Babıali’den çıkan bütün resmi yazılarda
anayasa sözcüğü “Zat-ı Şahanenin ülkeye ve millete kendi girişimiyle
kazandırdığı, iyiliklerimiz, özgürlük ve refahımızın kaynağı ve niteliklerini
eklemek bir adet hükmüne girmişti.” Der.
Görünen odur ki gerçekten Abdülhamit haklıdır… 1876
Anayasası Abdülhamit’in çıkarttığı bir anayasadır…
Çıkmasını sağlayan Mithat da olsa, içeriğini saptayan
Abdülhamit’tir…
Mithat’ın Anayasa taslağındaki meçlisin bütçeye hâkim
olması…
Hükümetin ve bakanların meclis karşısında sorumlu olmaları….
Fikir özgürlüğü ve sürgün yasağı gibi en temel görüşleri
hazırlanan bu metinden yer almamış ya da tamamen değiştirilerek
kullanılmışlardır…
Çünkü Abdülhamit “Usul ve istidadı (bir şeyi yapmaya hazır
olma) memlekete muvafık (başarı sağlayan) olmayan şeylerin” taslağa konmaması
yanlısıydı!..
Bu nedenle taslağı hazırlayan 28 (yirmi sekiz) kişiden
oluşan taslağı hazırlayıcı Cemiyet-i Mahsusa adlı komisyonun taslağı da,
özellikle padişah yetkilerini sınırlayıcı noktalardan reddetmiştir…
Mithat’ın bu değişikliklere rağmen metnin kabulünü savunmasında,
…
Bir yandan İstanbul’da Büyük Avrupa Devletleri
temsilcileriyle yapılacak toplantıya yetiştirilerek Osmanlı aleyhtarı akımı
önlemek,
Bir yanda da ne olursa olsun bir Anayasaya kavuşarak toplumu
daha ileri bir aşamaya ulaştırma isteğinde bulunduğu bes-bellidir…
Her ne kadar içinde sınırlayıcı maddeler de bunsa!...
Düşünülüyordu ki halkın temsilci seçme ve seçtiği bu
temsilciler aracılığıyla devletin yönetimine katılma sistemi bir kez kurulunca,
kendi dinamizmiyle daha ileri aşamalara ulaşılacağına inanmış olduğu anlaşılıyor…
1876 yılının Haziran ayıyla Aralık ayı arasında ülkedeki
mahalle kahvehanelerine kadar her yerde tartışılan anayasa fikrine karşı
başlıca üç itirazın belirdiğini bize Niyazi Berkes şöyle anlatıyor…
Halk egemenliğine dayanan meşveret usulü dinimizin kanunu
olan şeriata ayar mı?..
Böyle bir rejim, Osmanlı halkları içinde üstün unsur olan
İslam milletinin üstünlüğünün sembolü olan Osmanlı hükümdarının egemenlik
hakkının yok edilmesi demek değil mi?...
Meşveret meclisi, İslam devletinin dirilmesini mi sağlayacak!
Yoksa Batı devletlerinin bir kopyasını ve Hristiyan “millet”lerin
bağımsızlığını mı hazırlayacak?...
Böylece tüm anayasa tartışmaları ve bu soruların
yanıtlanmasına çalışılması!...
Fakat aydınlığı kavuşturulamaması içinde geçmiştir…
Bu tartışmalarda görülen o dur ki, İlk kez İslami direnç
daha sistematik hale gelmişti!...
İslam’ın gerici olmadığını savunan Yeni Osmanlıların bile
evvelce fark etmemiş oldukları bir “İslamcı cephe” O döneme göre çok ama çok
çok kötü olan Cumhuriyeti Mithat’ın istemiş olması dehrilik (dünya olaylarını
tabiattan olduğuna inanan, olup bitenin din ile ilgisi olmadığına inanılan)
gibi bir şey ve gâvur yanlısı olmakta suçlayacak içerikli yaftaları,
İstanbul’un duvarlarına yapıştıracak bir dinamizm ortaya çıktı!..
Görülüyor ki yeni Osmanlıların da anayasa konusunda kesin
bir fikre sahip0 olmamaları, hatta kendi aralarından Namık Kemal ‘i bile
anayasaya karşı olmakla suçlayanların çıkabilmesi, bu grubun etkenliğini
artırdı!...
Abdülhamit’in kendi yetkileriyle ilgili maddelerde ödün
vermez bir tutuma girmesi hatta “imzalamam” diyecek kadar cesaret
göstermesinde; kuşkusuz Yeni Osmanlılar cephesinin dağınıklığı kadar ki
Mithat’ı da ödün vermeye zorlayan bu olmalıdır ki artık sesini işittirmeye
başlayan pasif çoğunluktan başka destek görmemesi de etken olmuştur elbet…
Anayasa çalışmalarının en yoğun dönemine girdiği bir sırada
yani 25 Kasım 1876 günü kabul ettiği Belçika elçisine Abdülhamit’in söyle
sözler ifade eder…
Anayasa girişimlerine karşı olmadığını ama yerel koşulları
göz ardı etmediğini kanıtlamaktadır…
Bu görüşme sonucu Belçika elçisi hükümetine gönderdiği
raporda şunları kaydediyor!...
“Sultan yakında reformların uygulamaya konulacağını,
anayasanın tamamlanmasıyla yakında ilgilendiğini belirtti!..
Bunun Doğunun özel koşullarına uygun, DOĞAL OLARAK İLKEL,
bir anayasa olacağını söyledi…
Esas ve tek ilkenin ırk ve din ayırımı olmadan bütün
vatandaşların eşitliği olduğunu ekledi…
Ve devam etti: Eğer Avrupa devletimizin varlığını tehlikeye
sokacak nitelikte isteklerde bulunursa, reddeder ve bütün hakkımızla birlikte
bir adam kalıncaya kadar her türlü fedakarlıklarda bulunuruz!...
Ve babam gibi, bu konuda Avrupa devletleri arasında
müttefikler bulacağıma inanıyorum.”
Evet tamda burada Abdülhamit’in alıştığımız klasik taktiklerinden
birini oynadığı ayan beyan görülüyor…
Çünkü Belçika Avrupa devletleri arasında hiç rolü bulunmayan
bir küçük devlettir!..
Abdülhamit’in takındığı taktik de “kızım sana diyorum,
gelinim sen işit” tir…
Biliyor ki Belçika elçisi bu görüşmeyi Avrupa’nın büyük
devletlerine duyuracaktır!...
Böylelikle de Sultan özel antlaşma yapacağı bir güçlü bir
müttefik aradığını dosta-düşmana duyurmuş olacaktır!...
Aradığı bu desteği sağlaya bilirse de ülkesinin üstüne
çullanmış o dönemin güçlü Avrupa baskısını bölmek ve Mithat’cılara karşı da bir
Avrupa gücünün desteğini sağlamak peşinde olduğu ayan-beyan edilmiştir...
Bunu ifade ederken de diğer taraftan da Mithat’cılar türü
direnci tam dışlayamadığını söylüyor!..
Anayasanın önemi ise:
Vatandaşların genel haklarını…
Kişisel özgürlüğünün dokunulmazlığını…
Özel Mülkiyet hakları…
Söz söyleme hakları…
Cemiyet kurma
hakları…
Konut dokunulmazlığı….
Açık yargılanmadan cezalandırılmama hakları…
Gibi ilkelere yer vermiş olmasıydı!...
Fakat şunu peşinen kabul etmek gerekiyor ki hiçbirinin
Müeyyidesi yani yaptırımı yoktu!...
Önemsememiz gereken şu ki bunlara karşılık ilk kez olarak
DİN-DEVLET bileşimi resmileşmiş olarak meşruiyet kazanmış oluyordu…
Anayasa metninin 3-4-5 ve 13. Maddeler ile hükümdarın şarta
bağlanmamış yetkilerine ayrıca dinsel bir meşruluk temeli de saylıyorlardı…
Yine padişahın yetkileri ise son derece geniş tutulmuş,
Padişah Ayanı seçer, hükümeti seçer ve seçilen hükümet meclise değil padişaha
karşı sorumludur!...
Meclisinin yasa yapma yetkisi bile hükümetin önerisine
bağlıdır!...
Ve sonsöz de yine padişahındır…
Padişah istediği an seçilmiş meclisi feshi edebilir…
İstediğini sınır dışı edebilir, Padişah bu anayasanın 113.
Maddesinde kendisine tanınan yetkisini kullanarak Mithat’ı sınır dışına sürgüne
yollamıştır…
Ve padişah bütün bunlardan sonra da “kutsal ve sorumsuzdur”
Görüldüğü gibi geleneksel padişah yetkileri anayasa
maddeleriyle daha da pekişmiş ve yasalara bağlanmıştır…
Bu sonucun sağlanmasında Yeni Osmanlılarımın kararsızlıkları
ve parçalanmışlıkları kadar Abdülhamit’in tartışmacılık yeteneklerinin rol
oynadığı ayan-beyan bellidir!..
O zamana kadar Yeni Osmanlılar karşısında “laf sıkıntısı” ve
“gerekçe kısırlığı” çeken pasif çoğunluk
Daha ilk günden itibaren, lider niteliği taşıyan…
Ne istediğini bilen…
Kararlı bir kimseyi bulunca fazla ayrıntısını araştırmadan
hemen peşine takıldı sıradan sayılan halk!..
Meclisinin birlikten çok parçalanma getirebileceğine inanlar
ise…
Bilgilerini ve hizmetlerini ona arz etmeye başladılar!...
Ne açıdır ki Komisyonda, ortalığı karıştırıcı öneriler ve
yapılan tartışmalarla iş sürüncemeye sokuldu!...
Böylelikle gerginlikler arttırıldı!...
Ahmet Cevdet Paşa gibi, “evvelkiler deliydi!..
Anayasa gerekliydi…
İşte akıllı bir padişah bulduk artık ne gereği var” diyenler
çıktı!...
Mithat tek başına bunlarla savaşmak zoruna kaldı!...
Ama sonunda Babıali bürokrasisinin yavaş-yavaş padişahın
tarafına yönelmeye başladığı kendi gözleriyle gördü!...
Nihat; Harbiye Nezaretinin (korkutup günah işlemekten alı
koyan yer-söz) resmi organı Hakikat’te yaptığı açıklamayla “… eğer meclis
kuramazsak Bosna’ya, Hersek’e, Bulgar’ı da özellikle tanımak zorunda kalırız!..
Sonra işler Girit’e döner diye yazdırıyordu…
Aynı şeyin Yanya, Manastır, Selanik, İşkodra, Erzurum,
Diyarbakır, Suriye ve Bağdat’ta da yinelenebileceği yazıya eklenmişti!..
Ki gerçekten de bu son derece doğruydu!...
Ve gerçekten reformlar bir anayasa çerçevesinde bir meclise
bağlanırsa, dış müdahale oyunlarının engellenmesi gerçekleştirile bilinirdi!...
Nitekim bakınız TİMES de 25.08.1876 anayasasının Çarlık Rus
taktiklerini alt edebilecek özelliklerini belirtiyor!..
Ve ekliyor eğer teorinin ötesine geçilip uygulanması
sağlanırsa Osmanlı, Avrupa’nın en uygar milletlerine yaklaşacak bir girişim
diye niteliyor ve İgnatiyef, Osmanlının serbestçe verdiğinin yarısını isterse
mantıksız olur” diye ekliyordu!..
Mithat’ı endişelendiren, Osmanlı toplumunu oluşturan ve
cemaatler arasında ayrılıkçı eğilimlerin ve özel haklar isteme çabalarının
artmış olmasıydı!...
Daha Aziz düşer düşmez, bir Devlet memuru olan Suriyeli
Hristiyan Halil Gamen, 08.06.1876 tarihinde Stanboul da yayınladığı bir açık
mektubunda Irak, Suriye ve Arabistan da yaşayan 8 (sekiz) milyon Müslüman ve
Hristiyan Arab’a eşitlik tanınmasını istemişti!..
Hem de Osmanlı toplumunun yapısını üç dereceli bir
sınıflandırmayla açıklayarak: Bunlar Türk ya da Osmanlı unsuru, fethedilmiş
(yani nezaketen de olsa esir dememiş) Müslüman elemanlar ve Hristiyan
elemanlar!..
Bu tespite göre de böylece ilk kez ikinci sınıf bir Müslüman
Osmanlı nüfusu bulunduğu…
Varılan bu sonuca göre de Sadece Türk’e bağlı bir sistemin
varlığı iddiası hem de Osmanlının merkezi olan İstanbul’da açıkça ortaya
atılmış oluyordu!...
Diğer yandan Rumlar ve Bulgarlar, Sırplar için İstanbul’da
Avrupa devletleri konferanslar toplarken…
Ermeni ve Yahudi cemaatleri de ulusal haklarının
unutulmaması için yapılan bu konferanslara raporlar sunuyorlardı!..
Osmanlı Ülkesinin içine dağılmış ama hiçbir yerde çoğunluk
oluşturamayan grupların bile hak istemelerine karşı Mithat’ın meclis ve anayasa
formülü hiç olmazsa bir noktada tartışma yaratsa da!..
Taşradaki çekişmeleri azalta bilirdi!..
Hele İstanbul’daki Tersane Konferansında Balkan
eyaletlerinin zaman içinde kopmasına sebep olacak şekilde İngiliz elçisine;
elli yıl önceki Sırbistan örneğini de anımsatacak öneriler getirilince…
Mithat yeni bir formül ileri sürmek zorunda kaldı ve
Reformları öngören anayasanın uygulanmasının büyük devletlerin güvencesi altına
alınması yani Babıali için uluslararası bir zorunluluk haline sokulması…
Avrupa’nın parçalayıcı önerileri yerine “ehveni-i şer” diye
sunulmakla birlikte bu öneri bir başka açıdan çok daha tehlikeli olabilirdi!...
Çünkü 1856 Paris Antlaşması’na Islahat Fermanı’nın
uygulanmasını Avrupa ipoteği altına sokmak, belki bölgesel özerklik isteklerini
önleyecekti!.
Amma en basit olaylara karışmalarına kapıyı açarak devletin
bağımsızlık ve egemenliğini sona erdirecekti!...
Böylece de Osmanlı topraklarını paylaşmanın bam başka bir
yolu açılmış ya da gündeme gelmiş olacaktı!...
Görünen o dur ki Mithat’ı bu öneriyi yapmaya yönelten şey,
alelacele bir yöntemle Tersane Konferansının ilk gününe yetiştirdiği
Anayasa’nın ne kamuoyunda ne de asıl belediği yerde yani Konferans temsilcileri
üzerinde istediği etkiyi yapmamış olmasıdır!...
Malumunuz üzere Tersane Konferansı’nın ilk günkü toplantısı
sırasında toplar atılıp Anayasa’nın ilanı bildirilmişti!...
Fakat Mithat bunun ne etki yarattığını çok merak ediyordu!..
Konferanstan dönen Saffet Paşa’ya şöyle soruyordu!..
…Ne dediler?
…Ne dediler?..
Saffet Paşa’da…
Ne dediler, çocuk oyuncağı dediler…
Der.
Kısacası Padişah Abdülhamit’in istediği içerik bu damgayı
yiyor…
Ama bu damganın sorumlusu da Mithat oluyordu!...
Ne yapacaksın tek adamlık yönetimlerde dönen ve bu günlerde
yeni gündem oluşturan “Antin-kuntin” işler işte!..
Birinci Meclis-i Mebussan üzerinde araştırma yapmış olan
DEVEREUX’ye göre, İlk anda Osmanlı toplumun tepkisi de pek lehte olmamıştır…
Genellikle çoğunluğu Hristiyan olan gruplar gösteriler
yapmış…
Müslümanlar isteksiz ve Şeriat bir kez daha iğfal edildi
düşüncesinde olmuşlardır!...
Öyle ki Halep’te karşı gösteriyle kilise basılmasına bile
tanık oluyoruz!...
Birçok yerde olduğu gibi Ankara’da da, tipik bir toplantı
yapılmıştı…
O sırada Ankara’da bulunan BURNABY isimli bir İngiliz şunları
anlatıyor!...
…” emirle toplanan hak Padişah’ın anayasayı ihsan (sağlamlaştırma)
ettiğini valinin ağzından dinlemiş, duayı okuyan müftüyle birlikte AMİN demiş,
sonra ne olduğunu fazla anlamadan sessizce evlerine dağılmışlardır”…
DEVEREUX’nün belirttiği gibi Avrupa’daki tepki ede olumlu
olmadı!...
Anayasa’nın Hristiyanların şikayetlerini azaltacak olması
işlerine gelmiyordu…
Anayasa’yı reddetmeleri, başarısız olacağına inançlarından
değil, başarılı olabileceği korkusundandı!...
Fakat bu karış çıkmada Çarlık Rusya’sı hepsini bastırıyordu…
Çünkü: Habeşistan, Çin ve İran’la birlikte dünyanın
anayasasız dört ülkesinden biri olarak kalmıştı…
Daha da ilginci, Moskova’da Çarlık Rusya’sı içinde Osmanlıda
ki gibi anayasa isteyenlerin bildirileri duvarlara asılmış olduğunu NEUE FREİE PRESSE
03.01.1877 tarihli baskısında bu yüzden tutuklamalar olduğunu ve Osmanlı
bunlara kötü örnek oluşturduğu yazıyordu…
Mithat’ın, Tanzimatçı ödüncülüğünün “ehven-i şer”
mantığından kaynaklanan bu önerisinin asıl zayıf tarafı, Avrupa’ca kabul
edildiği şansının azlığı hatta yokluğundaydı!..
Çarlık Rusya’sının kendisinde bulunmayan anayasa ve meşrutiyet
rejiminin Ruslarca güvence altına alınmasını istemek büyük çelişki olurdu!...
Hele onların kabul etmesi daha da büyük çelişki olurdu!...
İngiltere’nin ise aynı hakları isteyen Hintlileri reddettiği
bir sırada bunu Osmanlıya tanıması kendi kendisiyle tutarsızlığa düşmesi
demekti!..
Dolayısıyla İngilizler el altından yapılan bu öneriye
yanaşmadılar ve Mithat’ın da toplanan konferans karşısında, ileri sürebileceği
başka bir öneri seçeneği kalmadı!...
Mithat: anlaşılan şu ki: “bizden istenen öden değil,
İmparatorluğun parçalanmasıdır. Bu bizim için ölüm-kalım sorunu olduğundan
hükümet-i şahane bunun gereğine göre hareket edecektir” diyordu…
Bunun üzerine, Tersane Konferansı’nda Avrupa devletlerince
Babıali’ye önerilen koşulları görüşmek üzere toplanan 3/4 (dörtte üçü) Müslüman
ve 1/4 (dörtte biri) Hristiyanlardan oluşan Meclis-i Umuminin görüşmelerinde,
durumun tehlikesi Sadrazam Mithat Paşa tarafından açıkça ortaya kondu!...
Osmanlı politikasının iç yüzünü iye takip ederek bilen
İngiliz elçisi Elliot, Sadrazam’ın son derece ılımlı bir konuşma yaptığını
savaş tehlikesini iyice belirttiğini hükümetine rapor etmiştir!...
19.01.1877 günü Eski Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa’da Mithat’ın
kine benzer bir konuşma yapmış!...
Ve “Hayat ruhla kaimdir. Devletin ruhu bağımsızlıktır. Sözü
edilen teklifler de devletimizin ruhunu yok ederek, bizi ruhsuz bir kalıba
döndürüyor. Bağımsızlığı kalmayan bir devlet için beka farz olunsa bile
namussuz yaşamak caiz değildir. Bunun reddiyle hakkın korunması yolunda her
türlü fedakarlığı göze almak namus ve hamiyet vazifesi olduğundan reyimiz katiyen
reddi tarafındadır.” Der.
Bu düşünceye karşı çıkanlar olduysa da oylamada Rum ve
Ermeni temsilcilerin de dahil olduğu çok büyük kısmı aynı yönde konuştu ve 237
üyenin katıldığı oylamada, Avrupa’nın önerisinin reddi: 2 (iki) ye karşı 235 oyla
kabul edildi!..
Mithat, Meclis-i Umumi ve Avrupa temsilcileriyle
cebelleşirken, Abdülhamit, olayların ve alınan kararların dışında kalmaya
dikkat gösteriyordu!...
21.12.1876 günü Avrupa önerilerini kendisiyle konuşmaya
çalışan İngiliz temsilcisine hayatının tehlikede olmasından bahsetmesi, ona “Padişah,
zavallı aciz bir yaratıktır ve sorunun çözümü bakımından onun hiçbir önemi
yoktur” şeklinde rapor vermek ortamını hazırlıyordu!...
Abdülhamit gibi zeki ve insanları istediği havaya sokmasını
bilen bir kimsenin bu davranışını bilinçli olarak yaptığı anlaşılmıyor mu?
Bilal Şimşir’in de belirttiği gibi “Böylece projenin kabulü için
yapılacak baskıları kendi üzerinden atıp, tebaasının veya hükümetinin
omuzlarına kaydırmak istemiştir! (…)
Gerçekten de bundan sonraki günlerde İngiliz baskılarını
Mithat Paşa göğüslemek zorunda kalmıştır!...
İngiliz elçisi ve temsilcisi de Londra’ya raporlarını yazarlarken
Padişahın henüz nazırları üzerinde otoriteyi kuramadığını, kurabilseydi
konferansın daha olumlu sonuçlara varabileceğini bildiriyorlardı!..
En önemlisi de: “Nazırların v erecekleri ödünleri padişahın
karşı çıkmayacağına inandıklarını” belirtmeleridir!...
Anlaşılan o dur ki: ödün verilecekti ve Abdülhamit de bunu
kabul ediyor ve kabul ettiğini İngilizlere bildiriyor olmasıydı!...
Ancak kararın kendisinden çıkmamasını arzusundaydı!...
Ve sorumluluğunu hükümetin ve Umumi Meclis’in üstleneceği
bir kararı onaylayabildi!...
O kadar!...
Son kez kendisiyle görüşen İngiliz temsilcisi SALİSBURY’e
Avrupa önerisini kabule karşı olmadığını ancak nazırlarıyla görüşmeden bir
kendisine bir yanıt veremeyeceğini belirtmiştir!..
Salisbury, Nazırlarının etkisinde kalmamasını ve otoriteyi
kendi eline almasını padişaha sağlık verdi!...
Salisbury; Ertesi günkü bir notunda da padişahın haklarına
saygı gösterebileceğini belirtti!...
Bu, Nihat’tan yana olduğu sanılan İngiliz desteğinin
padişaha da verilebileceğinin açık işaretiydi…
Osmanlı tarafında tartışma artık sadece ödünün derecesi üzende
oluyordu!..
Mithat ise bu önerilerin içinde iki nokta dışında kalanları
kabul edeceğini özel olarak bildiriyordu…
Nazırlarıyla yaptığı toplantılarda ise daha çok
dinleyiciydi. Meclis-i Umuminin red karı çıktıktan sonra Salisbury’e yolladığı
mektupta Mithat, tümünün kabulünün İmparatorluğun kesin yıkılmasını kabul etmek
olacağını bir kez daha anımsatıyordu!...
Tersane Konferansı 20 01.1877 tarihinde bir sonuca varamadan
dağıldı!
27.01.1877 tarihinde bütün delegeler ve elçiler, yerlerine
işgüderler bırakarak, İstanbul’dan ayrıldılar…
Mithat ise hem Karadağ ve Sırbistan’la barışı bir an önce
sağlamak, hem de reformları acele başlatmak için yoğun bir çalışmaya girdi!
Hızla bazı sonuçlara ulaşıp, devletin anayasa ile çözümler
getirebileceğini böylece Avrupa müdahalesine gerek kalmayacağını ispatlamak
istiyordu!
Bunlar sağlanırsa Çarlık Rusya’nın savaş tehdidi de atlatılmış
olabilirdi!...
Görüldüğü gibi ortamın gerginliği karşısında kimde
sorumluluk almıyor, herkes sadece Mithat’a bakıyordu!...
Mithat ise tam anlamıyla yapa yalnız kalmıştı!...
İngiliz elçisi Mithat’ın bu yalnızlığının farkına varmış ve
İstanbul’dan ayrılmadan önce Londra’ya yolladığı raporunda Mithat’ın 8 (sekiz)
gün içinde mutlaka devrilmesinin beklenebileceğini bildirmişti…
04.02.1877 tarihinde hem Londra hem de Viyana hükümetleri
Mithat’ın durumunun çok kritik hale geldiği hakkında temsilcilerinden haber
aldılar!...
İngiliz İşgüderi, sarayda, Hıdivin yeğeni olan Halim Paşa’nın
eniştesi Damat Mahmut’un katıldıkları bir komplonun Mithat’ı devirmeye
hazırlandığını bildiriyor “Ama sadrazam kararlı ve azil tehlikesine aldırmıyor”
diye ekliyordu!...
Ertesi günü Mithat gemiye bindirilip Ülkeden çıkarıldı!...
2 Mart 2017 Perşembe
Trakyalıların kökleri
Traklar'ın Kökeni ve Dağlılar(Bessi)
Bana Trakları Anlat Projesi: Türkçe( PDF-1 , PDF-2) English( PDF-1 , PDF-2) български( PDF-1 , PDF-2)
"Geçmişini bilmeyen, geleceğine yön veremez."
Bana Trakları Anlat Projesi: Türkçe( PDF-1 , PDF-2) English( PDF-1 , PDF-2) български( PDF-1 , PDF-2)
Doğu Trakya'da Traklar(Prof. Dr. Engin Beksaç) PDF
Traklarda Kutsalın Göstergesi: Gerçekler ve Yanılgılar(Prof. Dr. Engin Beksaç) PDF
Dağlılar'ın yaşadığı yerler/ Harita için Tıklayın
Kırcali Dağlı İsyanları(1791-1808) PDF
-Özet-
Traklar, Antik çağda bugünkü Trakya, Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan'da yaşamış, ancak sonraki dönemlerde önemli ölçüde asimile olmuş bir kavimdir. Herodot'a göre Hindulardan sonra dünya üzerindeki en kalabalık halk idiler. Ancak hiçbir zaman tek bir adamın liderliğinde birlik olamadılar. Genel anlamda savaşçı özellikler taşıyan Traklar arasında birleşme sorunu olduğu bir gerçektir. Odris Krallığı ve bazı kabile devletleri dışında birlik tam olarak hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. Bu kavmin en önemli boylarını Odrüsler, Getler ve Daklar teşkil etmekteydi. Traklar'ın en önemli özelliklerinden birisi, Demir Çağı kültürünün önemli bir temsilcisi olarak bilinmeleridir. Trakya'ya M.Ö.1200'lerde ve belkide biraz daha erken dönemde başlayan göçlerle yerleştikleri tahmin edilmektedir. Gelenlerin bir kısmı Kuzeybatı Anadolu'ya yerleşmiştir.(Bitniler, Frigler...) Avrupa'da Bronz Çağı sonlarında şekillenmeye başlayan Trak kültürü, erken Demir Çağı olarak bilinen dönemde kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Traklar'ın dili Hint-Avrupa dillerinin Satem Grubu'na dahil edilmiştir. Trak dili, İlir dili ile birlikte Balto-Slav dillerine yakın özellikler gösterir. Ancak ölü bir dildir ve yazı kullanmamış olan Trak toplulukları, dilleri hakkında fazla birşey bırakmamıştır. Traklar Doğu Avrupa'nın en eski halklarından biridir ve çok erken devirlerden itibaren ölü yakma geleneklerinin olduğu bilinmektedir. Orta Avrupa'daki Urnolu Mezarlar Kültürü, Trak kültürü ile çok yakından ilişkilidir.
Traklar, her şeyden önce Geç Bronz Çağı ortamında kendisini gösteren ve daha çok da Erken Demir Çağı ve takip eden süreçte güçlü bir biçimde ortaya çıkan bir Demir Çağı kültürünün temsilcileridir. Trak kimliği ve kültürünün orijini hususu bu noktada daima dikkat çekmiştir. Bu hususta tartışmalar yapılmıştır.Fakat net olarak belli olan bir husus, Trakları farklı kılan özelliklere rağmen ortak yönleri olan Avrupa’nın doğusuna doğru, özellikle Orta Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Tuna Nehri ile Karpatlar’a yakın ve Avrasya bozkırları ile temasta olan bölgelerin Bronz Çağı kültürel ortamının önemli bir kaynak teşkil olduğunun fark edilmesidir.Bu noktada da eldeki veriler M.Ö. 2000′in ikinci yarısına kadar çıkarılmaktadır. M.Ö. 1500 – 1200 dönemi takip eden zaman zarfında oluşan hareketli ve karmaşık ortamın Trak kültürünün oluşumunda önemli bir rolü vardır.
Traklar Roma Dönemi'nde paralı askerlik yapmıştır. Ancak bölgeye gelen yoğun göçler sonucu büyük bir kısmı asimile olarak yok olmuştur. Makedon ve Yunan halklarıyla Traklar arasındaki ilişkilerin pek dostça olmadığı bilinmektedir. Yunan yayılmacı politikasına karşı duran Traklar, Yunan kolonicileri için büyük bir sorun oluşturmuştur ve çoğu zaman bu durum savaşlar ile sonuçlanmıştır. Özellikle Yunan kolonicilerin, Traklar'ın gücünü kendi lehlerine kullanmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.
Bu halkın Haimimontos (Balkanlar) ve Rhodope (Rodop) Dağlarında yaşayan kesimi isyankar,kavgacı ve ilkel kabilelerdi. Romalı tarihçiler, özellikle Rodop çevresindeki bazı kabileleri, eşkiyalıkla geçimini sağlayan topluluklar olarak tanımlamaktadır.Bunların yanında bir de Ege ve Marmara kıyılarında kurulan Helen kentleriyle ilişki kurabilen, ovada yaşayan, sâkin ve barışsever bir kesim vardı. Trak kabîlelerinin adları Grekçe veya Latince olarak zamânımıza kadar gelmiştir. Bu adlar bâzen büyük kabîlelerin bölündüğü küçük oymakları ifâde ederken, bâzen de Grekler tarafından kabîleleri veya kabîle gruplarını birbirinden ayırt etmek için çeşitli şekillerde, Örneğin “Dağlı Traklar”, “KralsızTraklar”, “Kılıç Taşıyan Traklar” gibi adlandırılmışlardır. Ya da oturmuş oldukları yerlere göre isimlendirilmişlerdir.
Trak kabileleri bölgeye Orta Avrupa'nın kuzeydoğu bölgesinden özellikle de Karpat Dağları'na ve Tuna nehrine yakın bölgelerden Milattan önce 1200'lerde başladığı düşünülen göçlerle gelmiştir ve önemli bir nüfusla bölgeyi iskan etmişlerdir. Bazı Trak soylu gruplar Kuzeybatı Anadolu'ya yerleştiler. Bitinya ve Frigya bölgesine adını verenler Bitniler ve Frigler olarak bilinen Trak kabileleridir. Bitniler Demirköy bölgesine yerleşen ve Trakların en savaşçı kabilelerinden biri olan Tynler'e akrabadır ve Anadolu'ya geçtikten sonra Bitni adını alırlar. Traklar'ın en savaşçı diğer kabilesi ise Bessiler ya da o zaman kendi dillerindeki tanımlamalarıyla Dağlılar'dır. Peki günümüz Dağlılar'ı bu eski Trak kabilesinin torunlarıysa, bugüne kadar nasıl geldiler ve kimlikleri nasıl yok olmadı. Buna yol açabilecek önemli bir olay bulunmalı. Bir şekilde kendilerini izole etmeyi başarmış olmalılar. Bunun için tarihe tekrar göz atalım. Prof. Dr. Engin Beksaç'ın yazısından bir bölüm:
"M.S. 11'deki Bessi isyanıyla sarsılan bölge, özgürlüğüne düşkün Traklar’ın özgürlük ateşiyle, M.S. 21'de tekrar tutuştu. Romalılar'a ve onlara bağımlı Trak yöneticilerine duyulan öfke büyüktü. Büyük bir yayılma gösteren Dağlı Trak isyanı MS 26'da bastırılabildi. Romalılar direkt olarak yönetime el koymak isteğiyle de fazla bir şey yapamıyordu. Büyük bir yayılım alanı bulunan isyan sırasında yüksek dağlık bölgeler üzerinde kurulmuş doğal tahkimata sahip muhtemelen Avrupa Demir Çağı kalelerinin uzantısı olan Trak kalelerinin isyancılar için avantaj sağlamış olması muhtemeldir. Belki de bu mahal, büyük Trak isyanının bastırılmasında önemli bir etki yapan, içine sığınmış olan Traklar'in açlık ve susuzluk nedeniyle teslim olduğu önemli bir kaledir. Traklar'in bir kısmi teslim olurken, diğer bir kısmi da, intihar etmeyi yeğlemişti. M.S. 21 de II. Rhoemetalkes içinde Odrislerin de bulunduğu isyancılar tarafından Filibe’de öldürüldü.Geleneksel Trak değerleri ve yaşam biçiminden destek alan ve dini çevrelerce desteklendiği fark edilen bu isyan sırasında Roma ve onun kuklası olan krallara karşı duyulan büyük bir nefret oluşmuştu. Önemli ölçüde Trakya’yı yıkıma uğratan bu isyan sırasında isyancılar dağlık kesimlerde üslenmişti. İsyancıların önemli bir kısmının savunmakta oldukları doğal istihkâmlarda intiharı yeğledikleri bilinirken, bir kısmının da açlık ve susuzluk nedeniyle teslim olduğu öğrenilmektedir. MS 38'de tahta çıkan Rhoemetalkes’in bütün Roma desteği ve korumasına rağmen MS 45'te öldürülmesiyle birlikte bu son Trak Krallığı da tarihe karışmıştır. İmparator Claudius ( MS 41 – 54 ) tarafından Trakya’nın son parçası da Roma’ya bağlı bir eyalet haline getirilmiştir. Son Trak kültür izlerinin Orta Çağ içlerine kadar yaşadığı bellidir. Bölgedeki son önemli izlerin önemli ölçüde Bizans yönetimi esnasındaki Hıristiyan inanışının etkisiyle ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Ama bölgenin folklorik verileri incelendiğinde bu Trak kültür mirasından kalma pek çok inanış ve davranışın Trakya üzerinde yakın zamanlara kadar mevcut olduğu açıkça görülmektedir."
***Bölgede büyük bir Trak isyanı gerçekleşmişti. Ve bu isyanı gerçekleştirenler Bessiler'dir. Peki neden Bessiler? Bunu küçük bir araştırmayla bulmak mümkün;
Bessi'ler;
Trak kabilelerinin en güçlülerinden biridir. Geç devirlere kadar özelliklerini korumuşlardır. Meriç, Rodop ile Haimos arasındaki derin vadilerde oturmuşlardır. Heredot bunların tanımını şöyle yapmaktadır:
Satrailer;
(Bessi kabilesinin bir klanı) bizim bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar hiç kimsenin egemenliği altına girmemişlerdir; Traklar içerisinde günümüze değin özgür kalanlar yalnız bunlardır. Çünkü bunlar, yüksek dağ başlarında yaşarlar, derin kayalarla dolu, çeşit çeşit ormanlarla kaplı, karlarla örtülü dağlardır.
Bessi Kabilesi Hakkında(8.yy da Bessiler’in Rodoplar’daki varlığı açık bir şekilde birçok kaynakta belirtilmektedir.)
Bessiler PDF
Bessiler/Wikipedia: https://en.wikipedia.org/wiki/Bessi
Traklar/Wikipedia: https://en.wikipedia.org/wiki/Thracians
Traklar(Lionel Casson)PDF Trak Kralları ListesiPDF Trak Dilinde Bazı Kelimeler(P. Serafimov)PDF
"Urnfield/Urnolu Mezarlar" Kültürü/Lichtenstein Mağarası DNA Analizi Sonuçları PDF-English PDF-Deutsch
Trak Y-DNA Raporu PDF.file
Trakya Y-DNA Haplogrup I-L161 Sonuçları Excel.file
Referans Trak Y-SNP Listesi Excel.file
YFULL.com(ID: YF04325) Referans Trak Y-SNP Listesi RAR.file
Not: Dağlılar’ı tanımlamak için "Kırjalı/Kırcalı veya Gırjalı/Gırcalı"gibi kelimeler de kullanılmaktadır.
1-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-1
2-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-2
3-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-3
Osmanlı İmparatorluğu'nda Dağlı İsyanları(1791-1808)
Bölge Türkleştikçe etnik grupların adları da Türkçeleşmiştir. Örneğin Arnavutlar için düşünecek olursak, Romalılar "Arben" kelimesini "Arvanit" olarak kendi dillerine çevirmiştir. Daha sonra Türklerin bölgeye gelmesiyle "Arvanit" kelimesini Türkler kendi dillerine "Arnavut" olarak geçirmiştir. Dağlılar için de durum aynı.Dağlılar'ın da Boşnaklar,Arnavutlar gibi toplu halde din değiştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Dağlılar'ın Müslümanlık öncesi Hıristiyan oldukları tahmin edilmektedir. Ancak ne tür bir Hıristiyanlık, bunu söylemek güç. Hıristiyanlıktan önce ise Pagan(Doğa dinleri) inanışın bölgede hakim olduğu bilinmektedir.
Dağlılar'ın İslamlaşma süreci incelendiğinde bunun bir nedeni olarak bölgeye 6.yüzyıl'da gelmeye başlayan Slavlar gösterilebilir. Bu yüzyıllarda, Balkanlar çok yoğun bir Slav göçü almıştır. Ve Slavlar'ın yerli topluluklar üzerindeki baskısı bu toplulukları Osmanlı'ya yakınlaştırmıştır. Dağlılar üzerinde de muhtemelen Bulgar baskısı vardı. Boşnaklar'da da Sırp baskısının olduğu düşünülebilir. Aslında Traklar'ın Osmanlı kültürüne pek de uzak olmadıkları söylenebilir. Çünkü Osmanlı'dan hemen önce, Selçuklu'nun Anadolu'da kullandığı dil Farsça'ydı. Çok daha önceleri de Pers İmparatorluğu vasıtasıyla, Farsça'nın bölgede kullanıldığı bilinmektedir. Ve tarihte kurulan tek Trak Krallığı olan Odris Krallığı da, yönetim biçimi olarak Perslerin sistemini benimsemiştir. Yani Anadolu ve Trakya arasında etkileşim uzun süredir vardı.
Günümüz Türkiye Trakya'sında yaşayan insanların geneli Balkan kökenlidir, diğer bir deyişle göçmendir. Çoğunluğu Müslümandır.(Bulgaristan'daki Türk köyleri: http://bulgaristanturkkoyleri.blogspot.com.tr/) Nüfusun genelinin eğitim seviyesi yüksektir. Trakya nüfusu Atatürkçü bir yemle beslenmektedir. Bu yem onlara birçok fayda sağlamıştır. Ancak Atatürkçü olmak herkese aynı ölçüde fayda sağlamaz. Bu görüşten en çok Orta Asya'dan gelen, Türk dili konuşan ve bu kültürün kökeni olan bölgelerdeki topluluklar faydalanır. Çünkü Atatürk'ün zamanında hazırlanmış "Türk Tarih Tezi", Türkler'in kökenini Orta Asya'ya dayandırır. Aslında problemin kaynağı da budur. Çünkü Türklük kültürel anlamda beraber yaşamayı tercih etmiş bir topluluğu tanımlamak için kullanılmalıdır. Ve sadece birkaç yüzyıldır kullanılmaktadır. Yani Türkler'in kökeni diye birşeyden bahsetmek birçok problemi de beraberinde getirebilir. Getirmiştir de. Tabiki Atatürkçü görüş sadece Türkçülük ile sınırlı değildir. Bu görüş, bölgedeki insanları eskiye göre daha ileri bir seviyeye getirmiştir. Çünkü bu görüşten önce, bölgede Osmanlı kültürü baskındı ve bunun sonucu olarak Araplar'ın yaşam tarzı halk tarafından kabul edilmişti. Ancak şüphesiz kendilerinden de bu kültüre yeni şeyler katmışlar. Çünkü baskın kültür, yuttuğu kültürü ve insanlarını tamamen yok etmez. Yeni bir sentez meydana gelir. Şunu da söylemek mantıklı olabilir, insanların Atatürk'e olan aşırı bağlılıkları kendilerini önemli ölçüde soysuzlaştırmıştır. Trakya'daki çoğu insan, dedelerinin bölgeye Osmanlı zamanında Konya'dan ya da Karaman'dan gönderildiğini zanneder. Çünkü geçmişini bilmez. İnsanlar, Osmanlı ile gelen baskın Arap kültürüyle Müslüman olmuştur ve daha sonra Atatürk'ün Türkçülük akımıyla kökenleri iyice belirsizleşmiştir. Bu durumun sonucu olarak Dağlılar kendinden başka neredeyse her millete hizmet etmektedir. Trakya'daki topluluğun kültürü doğu kültürü olarak tanımlayabileceğimiz Türk ve İslam kültürü tarafından neredeyse tamamen yutulmuştur. Yutulma olayı bir süreçtir ve bir anda olmaz. Bu olay sonucunda toplum, kültürüyle birlikte intihar etmiştir. Tabiki böyle bir sonuçla karşılaşılacağı şüphesizdi. Çünkü Türkiye'de uzun süredir Türk kültürü, Arap kültürü ile birlikte baskın. Bunun sonucu olarak, Türk ve Arap kökenli olmayan bölge halkının nüfusu yok olmadı, ancak önemli ölçüde azaldı. Diğer bir deyişle yem oldular.
http://www.edirnehaber.org/yazar/1974/traklar_10.html
Trakya; Balkanlar’da yer alan Bulgaristan, kuzeydoğu Yunanistan ve Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki topraklarının yer aldığı coğrafi bir bölgedir. Bu coğrafi bölgenin önemli dağları Balkan dağ silsilesinin batı uçları (Haimos), Rodop dağ silsilesi ve Istıranca dağlarıdır. Bölgenin nehirleriyse Meriç (Hebros), Tunca (Tonzos), ve Arda (Ardeskos) nehirleridir. Tarımsal anlamda oldukça verimli ovalara sahiptir. Maden yatakları bakımından da bolca miktarda demir yataklarına sahiptir. Bu verimli topraklara Antik Yunanlılar (Rodop ve Istıranca Dağları ve çevresi için) puslu ve karanlık yer anlamında “Trakis” demekteydiler, burada kabileler halinde yaşayan topluluğa da puslu ve karanlık toprakların insanları anlamında “Trak” demişlerdir. İşte bu Yunanlılar’ın tarihçileri olmasa traklar hakkında bu gün pek bir bilgi sahibi olamazdık (Traklar yazı kullanmazlardı). Traklar, Orta Avrupa’nın kuzeyinden kabileler halinde Rodop ve Istıranca Dağları çevresine demir ve çeşitli madenlerini işlemek için kabileler halinde göç ettiler. Trak kavimleri oldukça geniş bir coğrafyada yaşamıştır. Kuzey batı Anadolu’da yaşadıkları bilinmektedir (Bithynler ve Phyrgyalılar). Traklar yeni yerleştikleri topraklarda demir madenini savaş aletlerinde kullanarak yenilmez birer savaşçılara dönüştüler. Kendi birliklerinin yanı sıra dönem dönem Greek orduları ve Roma ordularında paralı asker olarak görev yaptılar. Traklar’da tarım ile uğraşmak aşağılık bir işti, bir Trak asla toprakla uğraşmaz soyluluğun simgesi olan askerlik mesleğini icraa ederdi. Lakin Traklar cesur, savaşçı ve yayılımcı olmalarına karşın bir birlik oluşturamamışlardır. Bunu Herodotos (Historia,V, 3) isimli kitabında şöyle anlatıyor: “Yeryüzünde, Hintliler’den sonra, en kalabalık olanlar Trakya’lılardır; bir tek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Ama onlar için imkânsızlık buradaydı ve bu birlik hiçbir zaman kurulamadı; bunların zayıf yerleri burasıdır.” demektedir. Strabon kendi döneminde bütün Trakya’da 22 adet Trak kabilesinin yaşadığını belirtmekte ve bir savaş anında 50.000 süvari ile 200.000 piyadeden oluşan bir güç gönderebildiklerini aktarmaktadır. Günümüzde Traklar’ın yaklaşık olarak 36 boydan oluşan bir halk olduğu kabul edilmektedir. Traklar dini açıdan ezoterik bir inanç sistematiğine bağlıydılar. Yapılan ritüeller gizliliği ve ergenliği gerektirmekteydi. Dionysos kültüne ve Orphik rite bağlı kalmışlar, bazı kabileler de Greek Tanrılarına tapınım görülmüştür. Traklar reenkarnasyona inandıkları için cesetlerini çoğunlukla yakar ve küllerini urne kabına (pişmiş topraktan yapılan ayaklı vazo) saklayarak toprak altına gömerlerdi. Bu dünya da kirlenen vücut kramasyon ile arınarak yeniden doğuşa hazır hale gelmekteydi. Bu dünyada yeniden doğuşa engel olmasından korkulan her objeden uzak dururlardı. Bunlardan biri de yazı, yazıyı arınmalarına engel bir obje olarak gördüklerinden kullanmazlardı (Greek koloni şehirleriyle sıkı ilişkiler içinde olan kıyı kabileleri ticaret alışverişleri esnasında o bölgede kullanılan yazı örneklerini kullanmışlardır). Traklar’ dan günümüze kültürel anlamda sadece şef mezarları (Tümülüsler) ve Ana Tanrıça kültünü yansıtan Dolmenler gelebilmişlerdir. Doğu Trakya’da yaşayan Trak kabileleri varlıklarını Roma döneminin ortalarına kadar kısmen de olsa devam ettirmişlerdir. Geç Roma ve Bizans dönemi ile birlikte Traklar tarih sahnesinden kaybolmuşlar ve diğer topluluklarla birlikte Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde asimile olmuşlardır. Traklar hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler National Geographic Türkiye'nin Aralık 2011 sayısını okuyabilirler.
DİP NOT:
Çeşitli kaynaklar emperyalizmi aşağıdaki şekilde tanımlar:
Trakya Haritası(Roma Dönemi) |
Traklar, Antik çağda bugünkü Trakya, Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan'da yaşamış, ancak sonraki dönemlerde önemli ölçüde asimile olmuş bir kavimdir. Herodot'a göre Hindulardan sonra dünya üzerindeki en kalabalık halk idiler. Ancak hiçbir zaman tek bir adamın liderliğinde birlik olamadılar. Genel anlamda savaşçı özellikler taşıyan Traklar arasında birleşme sorunu olduğu bir gerçektir. Odris Krallığı ve bazı kabile devletleri dışında birlik tam olarak hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. Bu kavmin en önemli boylarını Odrüsler, Getler ve Daklar teşkil etmekteydi. Traklar'ın en önemli özelliklerinden birisi, Demir Çağı kültürünün önemli bir temsilcisi olarak bilinmeleridir. Trakya'ya M.Ö.1200'lerde ve belkide biraz daha erken dönemde başlayan göçlerle yerleştikleri tahmin edilmektedir. Gelenlerin bir kısmı Kuzeybatı Anadolu'ya yerleşmiştir.(Bitniler, Frigler...) Avrupa'da Bronz Çağı sonlarında şekillenmeye başlayan Trak kültürü, erken Demir Çağı olarak bilinen dönemde kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Traklar'ın dili Hint-Avrupa dillerinin Satem Grubu'na dahil edilmiştir. Trak dili, İlir dili ile birlikte Balto-Slav dillerine yakın özellikler gösterir. Ancak ölü bir dildir ve yazı kullanmamış olan Trak toplulukları, dilleri hakkında fazla birşey bırakmamıştır. Traklar Doğu Avrupa'nın en eski halklarından biridir ve çok erken devirlerden itibaren ölü yakma geleneklerinin olduğu bilinmektedir. Orta Avrupa'daki Urnolu Mezarlar Kültürü, Trak kültürü ile çok yakından ilişkilidir.
Traklar, her şeyden önce Geç Bronz Çağı ortamında kendisini gösteren ve daha çok da Erken Demir Çağı ve takip eden süreçte güçlü bir biçimde ortaya çıkan bir Demir Çağı kültürünün temsilcileridir. Trak kimliği ve kültürünün orijini hususu bu noktada daima dikkat çekmiştir. Bu hususta tartışmalar yapılmıştır.Fakat net olarak belli olan bir husus, Trakları farklı kılan özelliklere rağmen ortak yönleri olan Avrupa’nın doğusuna doğru, özellikle Orta Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Tuna Nehri ile Karpatlar’a yakın ve Avrasya bozkırları ile temasta olan bölgelerin Bronz Çağı kültürel ortamının önemli bir kaynak teşkil olduğunun fark edilmesidir.Bu noktada da eldeki veriler M.Ö. 2000′in ikinci yarısına kadar çıkarılmaktadır. M.Ö. 1500 – 1200 dönemi takip eden zaman zarfında oluşan hareketli ve karmaşık ortamın Trak kültürünün oluşumunda önemli bir rolü vardır.
Traklar Roma Dönemi'nde paralı askerlik yapmıştır. Ancak bölgeye gelen yoğun göçler sonucu büyük bir kısmı asimile olarak yok olmuştur. Makedon ve Yunan halklarıyla Traklar arasındaki ilişkilerin pek dostça olmadığı bilinmektedir. Yunan yayılmacı politikasına karşı duran Traklar, Yunan kolonicileri için büyük bir sorun oluşturmuştur ve çoğu zaman bu durum savaşlar ile sonuçlanmıştır. Özellikle Yunan kolonicilerin, Traklar'ın gücünü kendi lehlerine kullanmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.
Bu halkın Haimimontos (Balkanlar) ve Rhodope (Rodop) Dağlarında yaşayan kesimi isyankar,kavgacı ve ilkel kabilelerdi. Romalı tarihçiler, özellikle Rodop çevresindeki bazı kabileleri, eşkiyalıkla geçimini sağlayan topluluklar olarak tanımlamaktadır.Bunların yanında bir de Ege ve Marmara kıyılarında kurulan Helen kentleriyle ilişki kurabilen, ovada yaşayan, sâkin ve barışsever bir kesim vardı. Trak kabîlelerinin adları Grekçe veya Latince olarak zamânımıza kadar gelmiştir. Bu adlar bâzen büyük kabîlelerin bölündüğü küçük oymakları ifâde ederken, bâzen de Grekler tarafından kabîleleri veya kabîle gruplarını birbirinden ayırt etmek için çeşitli şekillerde, Örneğin “Dağlı Traklar”, “KralsızTraklar”, “Kılıç Taşıyan Traklar” gibi adlandırılmışlardır. Ya da oturmuş oldukları yerlere göre isimlendirilmişlerdir.
Trak kabileleri bölgeye Orta Avrupa'nın kuzeydoğu bölgesinden özellikle de Karpat Dağları'na ve Tuna nehrine yakın bölgelerden Milattan önce 1200'lerde başladığı düşünülen göçlerle gelmiştir ve önemli bir nüfusla bölgeyi iskan etmişlerdir. Bazı Trak soylu gruplar Kuzeybatı Anadolu'ya yerleştiler. Bitinya ve Frigya bölgesine adını verenler Bitniler ve Frigler olarak bilinen Trak kabileleridir. Bitniler Demirköy bölgesine yerleşen ve Trakların en savaşçı kabilelerinden biri olan Tynler'e akrabadır ve Anadolu'ya geçtikten sonra Bitni adını alırlar. Traklar'ın en savaşçı diğer kabilesi ise Bessiler ya da o zaman kendi dillerindeki tanımlamalarıyla Dağlılar'dır. Peki günümüz Dağlılar'ı bu eski Trak kabilesinin torunlarıysa, bugüne kadar nasıl geldiler ve kimlikleri nasıl yok olmadı. Buna yol açabilecek önemli bir olay bulunmalı. Bir şekilde kendilerini izole etmeyi başarmış olmalılar. Bunun için tarihe tekrar göz atalım. Prof. Dr. Engin Beksaç'ın yazısından bir bölüm:
"M.S. 11'deki Bessi isyanıyla sarsılan bölge, özgürlüğüne düşkün Traklar’ın özgürlük ateşiyle, M.S. 21'de tekrar tutuştu. Romalılar'a ve onlara bağımlı Trak yöneticilerine duyulan öfke büyüktü. Büyük bir yayılma gösteren Dağlı Trak isyanı MS 26'da bastırılabildi. Romalılar direkt olarak yönetime el koymak isteğiyle de fazla bir şey yapamıyordu. Büyük bir yayılım alanı bulunan isyan sırasında yüksek dağlık bölgeler üzerinde kurulmuş doğal tahkimata sahip muhtemelen Avrupa Demir Çağı kalelerinin uzantısı olan Trak kalelerinin isyancılar için avantaj sağlamış olması muhtemeldir. Belki de bu mahal, büyük Trak isyanının bastırılmasında önemli bir etki yapan, içine sığınmış olan Traklar'in açlık ve susuzluk nedeniyle teslim olduğu önemli bir kaledir. Traklar'in bir kısmi teslim olurken, diğer bir kısmi da, intihar etmeyi yeğlemişti. M.S. 21 de II. Rhoemetalkes içinde Odrislerin de bulunduğu isyancılar tarafından Filibe’de öldürüldü.Geleneksel Trak değerleri ve yaşam biçiminden destek alan ve dini çevrelerce desteklendiği fark edilen bu isyan sırasında Roma ve onun kuklası olan krallara karşı duyulan büyük bir nefret oluşmuştu. Önemli ölçüde Trakya’yı yıkıma uğratan bu isyan sırasında isyancılar dağlık kesimlerde üslenmişti. İsyancıların önemli bir kısmının savunmakta oldukları doğal istihkâmlarda intiharı yeğledikleri bilinirken, bir kısmının da açlık ve susuzluk nedeniyle teslim olduğu öğrenilmektedir. MS 38'de tahta çıkan Rhoemetalkes’in bütün Roma desteği ve korumasına rağmen MS 45'te öldürülmesiyle birlikte bu son Trak Krallığı da tarihe karışmıştır. İmparator Claudius ( MS 41 – 54 ) tarafından Trakya’nın son parçası da Roma’ya bağlı bir eyalet haline getirilmiştir. Son Trak kültür izlerinin Orta Çağ içlerine kadar yaşadığı bellidir. Bölgedeki son önemli izlerin önemli ölçüde Bizans yönetimi esnasındaki Hıristiyan inanışının etkisiyle ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Ama bölgenin folklorik verileri incelendiğinde bu Trak kültür mirasından kalma pek çok inanış ve davranışın Trakya üzerinde yakın zamanlara kadar mevcut olduğu açıkça görülmektedir."
***Bölgede büyük bir Trak isyanı gerçekleşmişti. Ve bu isyanı gerçekleştirenler Bessiler'dir. Peki neden Bessiler? Bunu küçük bir araştırmayla bulmak mümkün;
Bessi'ler;
Trak kabilelerinin en güçlülerinden biridir. Geç devirlere kadar özelliklerini korumuşlardır. Meriç, Rodop ile Haimos arasındaki derin vadilerde oturmuşlardır. Heredot bunların tanımını şöyle yapmaktadır:
Satrailer;
(Bessi kabilesinin bir klanı) bizim bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar hiç kimsenin egemenliği altına girmemişlerdir; Traklar içerisinde günümüze değin özgür kalanlar yalnız bunlardır. Çünkü bunlar, yüksek dağ başlarında yaşarlar, derin kayalarla dolu, çeşit çeşit ormanlarla kaplı, karlarla örtülü dağlardır.
Bessi Kabilesi Hakkında(8.yy da Bessiler’in Rodoplar’daki varlığı açık bir şekilde birçok kaynakta belirtilmektedir.)
Bessiler PDF
Bessiler/Wikipedia: https://en.wikipedia.org/wiki/Bessi
Traklar/Wikipedia: https://en.wikipedia.org/wiki/Thracians
Traklar(Lionel Casson)PDF Trak Kralları ListesiPDF Trak Dilinde Bazı Kelimeler(P. Serafimov)PDF
Traklar genel anlamda Dinarik ve Dinaro-Nordik özellikler gösterir. Bilindiği kadarıyla topluluğun geneli beyaz tenli, açık renk gözlü ve kumral\sarışın insanlardan oluşmaktaydı. Günümüz Dağlıları halen benzer özellikler göstermektedir. Antropologların geneli I2a2b(I-L161) olarak bilinen haplogrubun Traklar arasında sıklıkla bulunduğunu düşünmektedir. Trak kültürü ile ilişkili olan Orta Avrupa'daki "Unetice" kültürü için yapılan antik dna analiz çalışması da, bu kültüre ait Almanya'daki antik kalıntıların yoğun olarak I-L161 mutasyonu taşıdığını göstermiştir. Konuyla ilgili raporun ayrıntılarına aşağıdaki link ile ulaşılabilir. Trakların mt-DNA haplogrupları hakkında bir tahminde bulunmak, ataerkil yapıdaki Trak toplulukları için pek mümkün gözükmemektedir. Ancak çok genel olarak birşey söylemek gerekirse, Avrupa'da çok yaygın olan haplogrup "H" ve "U" nun çeşitli altgrupları ile ilişkili olacakları şüphesizdir.
FTDNA Balkan Projesi: https://www.familytreedna.com/groups/balkangenetics/about/background
"Unetice" Kültürü ve Almanya Antik DNA Analizi Sonuçları PDFFTDNA Balkan Projesi: https://www.familytreedna.com/groups/balkangenetics/about/background
"Urnfield/Urnolu Mezarlar" Kültürü/Lichtenstein Mağarası DNA Analizi Sonuçları PDF-English PDF-Deutsch
Trak Y-DNA Raporu PDF.file
Trakya Y-DNA Haplogrup I-L161 Sonuçları Excel.file
Referans Trak Y-SNP Listesi Excel.file
YFULL.com(ID: YF04325) Referans Trak Y-SNP Listesi RAR.file
Not: Dağlılar’ı tanımlamak için "Kırjalı/Kırcalı veya Gırjalı/Gırcalı"gibi kelimeler de kullanılmaktadır.
1-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-1
2-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-2
3-Doğu Trakya Ağızları(Dağlılar) PDF-3
Osmanlı İmparatorluğu'nda Dağlı İsyanları(1791-1808)
Kitapta 1791-1808 yılları arasında Kırcali yöresinde gerçekleşen Dağlı isyanları konu alınmıştır. Kitapta dönemin ünlü Dağlı kabile şefleri hakkında ilginç bilgilere ulaşabilirsiniz. Bunun dışında bu kabile reislerinin Osmanlı tarafından teker teker nasıl katledildiği de anlatılmaktadır. Kitabın son kısmında harita bulunmaktadır. Bunun dışında değişik arşiv belgeleri de bulunmaktadır.
Rumeli'de Dağlı Ayaklanmaları(Osmanlı Dönemi) için:TıklayınDağlılar'ın İslamlaşma süreci
Kısaca söylemek gerekirse, Boşnak,Arnavut,Pomak... gibi Balkan toplulukları nasıl Müslüman olduysa, Dağlılar da aynı şekilde Müslüman olmuştur. Bunu söylemek için çok düşünmeye gerek yok. Balkanlar'da İslamlaşma'nın Bektaşilik ile başladığı tahmin edilmektedir. Öncelikle Dağlılık, Trakya'da bir etnik grubu temsil etmektedir. Dağlılar'a sırf dağlık bölgede yaşadığı için Dağlı dendiğini düşünmek ve bu topluluğu bir kenara atmak büyük bir yanlış olacaktır. Herşeyden önce bu geleneğin kökeni Traklar'a dayanmaktadır. Çünkü bu topluluk da benzer yerlerde yaşamayı tercih etmiştir. En önemlisi de günümüz Dağlılar'ıyla aynı bölgede yaşamış, yine kendi dillerinde kendilerine Dağlı diyen bağımsız ve güçlü bir Trak kabilesi yaşamıştır. En izole grup, dağlarda yaşayan bu kabileydi. Bessiler. İzole olmaları sayesindedir ki Dağlı Traklar, günümüze kadar gelebilmiştir. Bilinen son kabile.Bölge Türkleştikçe etnik grupların adları da Türkçeleşmiştir. Örneğin Arnavutlar için düşünecek olursak, Romalılar "Arben" kelimesini "Arvanit" olarak kendi dillerine çevirmiştir. Daha sonra Türklerin bölgeye gelmesiyle "Arvanit" kelimesini Türkler kendi dillerine "Arnavut" olarak geçirmiştir. Dağlılar için de durum aynı.Dağlılar'ın da Boşnaklar,Arnavutlar gibi toplu halde din değiştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Dağlılar'ın Müslümanlık öncesi Hıristiyan oldukları tahmin edilmektedir. Ancak ne tür bir Hıristiyanlık, bunu söylemek güç. Hıristiyanlıktan önce ise Pagan(Doğa dinleri) inanışın bölgede hakim olduğu bilinmektedir.
Dağlılar'ın İslamlaşma süreci incelendiğinde bunun bir nedeni olarak bölgeye 6.yüzyıl'da gelmeye başlayan Slavlar gösterilebilir. Bu yüzyıllarda, Balkanlar çok yoğun bir Slav göçü almıştır. Ve Slavlar'ın yerli topluluklar üzerindeki baskısı bu toplulukları Osmanlı'ya yakınlaştırmıştır. Dağlılar üzerinde de muhtemelen Bulgar baskısı vardı. Boşnaklar'da da Sırp baskısının olduğu düşünülebilir. Aslında Traklar'ın Osmanlı kültürüne pek de uzak olmadıkları söylenebilir. Çünkü Osmanlı'dan hemen önce, Selçuklu'nun Anadolu'da kullandığı dil Farsça'ydı. Çok daha önceleri de Pers İmparatorluğu vasıtasıyla, Farsça'nın bölgede kullanıldığı bilinmektedir. Ve tarihte kurulan tek Trak Krallığı olan Odris Krallığı da, yönetim biçimi olarak Perslerin sistemini benimsemiştir. Yani Anadolu ve Trakya arasında etkileşim uzun süredir vardı.
Malisörler ve Kırcali Dağlıları
Osmanlılar döneminde Arnavutluk'ta yaşayan Katolik Arnavutlar'a verilen ad Malisör'dür. Arnavutça, "Mal" dağ, Malisör de, Dağlı demektir. Arnavutlar'ın İlir Kavmi'nin günümüzdeki temsilcisi olduğu düşünüldüğünde, İlirler'e akraba bir topluluk olan Traklar'ın günümüzdeki temsilcisi olarak Bulgaristan Dağlıları'nın varlığı, Antik Balkan kültürlerinde Dağlılık kavramını ön plana çıkarmaktadır.Ölü bir dil olan Trakça'nın günümüzdeki en yakın akrabası Arnavutça'dır.Bilinen Trak kabile adları ve yaşadıkları bölgeler
Astai: Yıldız dağlarında oturmuş olanlar.Apsintiler: Enez doğusunda oturmuş olanlar.Binnai: Meriç'in orta ve aşağısında oturmuş olanlar.Bessalar: Rodop ile Haimos arasındaki vadilerde oturmuş olanlar.Bettegerriler: Edirne civarında oturmuş olanlar.Bisaltlar: Akte yarımadasında oturmuş olanlar.Bistanlar: Ege kıyılarında oturmuş olanlar.Briantlar: Semadirek adası karşısında oturmuş olanlar.Danthaletler: Yukarı Vardar bölgesinde oturmuş olanlar.Darsiler: Aşağı Vardar mecrasında oturmuş olanlar.Digerler: Rila vadisinin kuzeyinde oturmuş olanlar Drugeriler: Orta Meriç bölgesinde oturmuş olanlar.Hedonlar: Aşağı Vardar vadisinde oturmuş olanlar.Tynler: İğneada ve midye bölgesinde oturmuş olanlardır. Trakların en savaşcı halkıdır.Kainoiler: Marmara sahilinde oturmuş olanlar.Kebreniler: Arisbos çayı üzerinde oturmuş olanlar.Kikonlar: Biston gölü civarında oturmuş olanlar.Kovpiller: Dedeağaç bölgesinde oturmuş olanlar.Kalopothaklar: Enez'in güneyinden gelibolu yarımadasına kadar olan bölgede oturmuş olanlar.Ladepsoylar: Ergene vadisinde oturmuş olanlar.Mygdonlar: Axias ile vardar arasında oturmuş olanlar.Nipsoylar: Kıyılara yakın yerlerde oturmuş olanlar Odomantlar: Aşağı vardar vadisinde oturmuş olanlar.Odrysler: Tunca vadisinden sahile kadar olan bölgede oturmuş olanlar.Paitler: Aşağı meriç'ten melas nehrine kadar olan bölgede oturmuş olanlar.Pieresler: Makedonya'dan sürülmiş olanlar.Pyrageriler: Arsuz bölgesinde oturmuş olanlar.Saioylar: Taşoz civarında oturmuş olanlar.Sapailar: Bistanis gölü ve rodopların içine kadar olan bölgede oturmuş olanlar.Satrailer: Rodoplarda oturmuş olanlar Selletler: Balkanlarda oturmuş olanlar.Serdailer: Sofya civarında oturmuş olanlar.Setonlar: Pallene yarımadasında oturmuş olanlar.Sintoylar: Axias ile Vardar arasındaki dağlık bölgede oturmuş olanlar.Trallesler: Yukarı nestosta oturmuş olanlar.Hypsaltalar: Odryslerin komşusu olup Meriç bölgesinde yaşamış olanlar.
Günümüz Dağlıları
Günümüz Türkiye Trakya'sında yaşayan insanların geneli Balkan kökenlidir, diğer bir deyişle göçmendir. Çoğunluğu Müslümandır.(Bulgaristan'daki Türk köyleri: http://bulgaristanturkkoyleri.blogspot.com.tr/) Nüfusun genelinin eğitim seviyesi yüksektir. Trakya nüfusu Atatürkçü bir yemle beslenmektedir. Bu yem onlara birçok fayda sağlamıştır. Ancak Atatürkçü olmak herkese aynı ölçüde fayda sağlamaz. Bu görüşten en çok Orta Asya'dan gelen, Türk dili konuşan ve bu kültürün kökeni olan bölgelerdeki topluluklar faydalanır. Çünkü Atatürk'ün zamanında hazırlanmış "Türk Tarih Tezi", Türkler'in kökenini Orta Asya'ya dayandırır. Aslında problemin kaynağı da budur. Çünkü Türklük kültürel anlamda beraber yaşamayı tercih etmiş bir topluluğu tanımlamak için kullanılmalıdır. Ve sadece birkaç yüzyıldır kullanılmaktadır. Yani Türkler'in kökeni diye birşeyden bahsetmek birçok problemi de beraberinde getirebilir. Getirmiştir de. Tabiki Atatürkçü görüş sadece Türkçülük ile sınırlı değildir. Bu görüş, bölgedeki insanları eskiye göre daha ileri bir seviyeye getirmiştir. Çünkü bu görüşten önce, bölgede Osmanlı kültürü baskındı ve bunun sonucu olarak Araplar'ın yaşam tarzı halk tarafından kabul edilmişti. Ancak şüphesiz kendilerinden de bu kültüre yeni şeyler katmışlar. Çünkü baskın kültür, yuttuğu kültürü ve insanlarını tamamen yok etmez. Yeni bir sentez meydana gelir. Şunu da söylemek mantıklı olabilir, insanların Atatürk'e olan aşırı bağlılıkları kendilerini önemli ölçüde soysuzlaştırmıştır. Trakya'daki çoğu insan, dedelerinin bölgeye Osmanlı zamanında Konya'dan ya da Karaman'dan gönderildiğini zanneder. Çünkü geçmişini bilmez. İnsanlar, Osmanlı ile gelen baskın Arap kültürüyle Müslüman olmuştur ve daha sonra Atatürk'ün Türkçülük akımıyla kökenleri iyice belirsizleşmiştir. Bu durumun sonucu olarak Dağlılar kendinden başka neredeyse her millete hizmet etmektedir. Trakya'daki topluluğun kültürü doğu kültürü olarak tanımlayabileceğimiz Türk ve İslam kültürü tarafından neredeyse tamamen yutulmuştur. Yutulma olayı bir süreçtir ve bir anda olmaz. Bu olay sonucunda toplum, kültürüyle birlikte intihar etmiştir. Tabiki böyle bir sonuçla karşılaşılacağı şüphesizdi. Çünkü Türkiye'de uzun süredir Türk kültürü, Arap kültürü ile birlikte baskın. Bunun sonucu olarak, Türk ve Arap kökenli olmayan bölge halkının nüfusu yok olmadı, ancak önemli ölçüde azaldı. Diğer bir deyişle yem oldular.
Traklar-Edirne Haber
Hakan Akıncıhttp://www.edirnehaber.org/yazar/1974/traklar_10.html
Trakya; Balkanlar’da yer alan Bulgaristan, kuzeydoğu Yunanistan ve Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki topraklarının yer aldığı coğrafi bir bölgedir. Bu coğrafi bölgenin önemli dağları Balkan dağ silsilesinin batı uçları (Haimos), Rodop dağ silsilesi ve Istıranca dağlarıdır. Bölgenin nehirleriyse Meriç (Hebros), Tunca (Tonzos), ve Arda (Ardeskos) nehirleridir. Tarımsal anlamda oldukça verimli ovalara sahiptir. Maden yatakları bakımından da bolca miktarda demir yataklarına sahiptir. Bu verimli topraklara Antik Yunanlılar (Rodop ve Istıranca Dağları ve çevresi için) puslu ve karanlık yer anlamında “Trakis” demekteydiler, burada kabileler halinde yaşayan topluluğa da puslu ve karanlık toprakların insanları anlamında “Trak” demişlerdir. İşte bu Yunanlılar’ın tarihçileri olmasa traklar hakkında bu gün pek bir bilgi sahibi olamazdık (Traklar yazı kullanmazlardı). Traklar, Orta Avrupa’nın kuzeyinden kabileler halinde Rodop ve Istıranca Dağları çevresine demir ve çeşitli madenlerini işlemek için kabileler halinde göç ettiler. Trak kavimleri oldukça geniş bir coğrafyada yaşamıştır. Kuzey batı Anadolu’da yaşadıkları bilinmektedir (Bithynler ve Phyrgyalılar). Traklar yeni yerleştikleri topraklarda demir madenini savaş aletlerinde kullanarak yenilmez birer savaşçılara dönüştüler. Kendi birliklerinin yanı sıra dönem dönem Greek orduları ve Roma ordularında paralı asker olarak görev yaptılar. Traklar’da tarım ile uğraşmak aşağılık bir işti, bir Trak asla toprakla uğraşmaz soyluluğun simgesi olan askerlik mesleğini icraa ederdi. Lakin Traklar cesur, savaşçı ve yayılımcı olmalarına karşın bir birlik oluşturamamışlardır. Bunu Herodotos (Historia,V, 3) isimli kitabında şöyle anlatıyor: “Yeryüzünde, Hintliler’den sonra, en kalabalık olanlar Trakya’lılardır; bir tek adamın komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence, ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Ama onlar için imkânsızlık buradaydı ve bu birlik hiçbir zaman kurulamadı; bunların zayıf yerleri burasıdır.” demektedir. Strabon kendi döneminde bütün Trakya’da 22 adet Trak kabilesinin yaşadığını belirtmekte ve bir savaş anında 50.000 süvari ile 200.000 piyadeden oluşan bir güç gönderebildiklerini aktarmaktadır. Günümüzde Traklar’ın yaklaşık olarak 36 boydan oluşan bir halk olduğu kabul edilmektedir. Traklar dini açıdan ezoterik bir inanç sistematiğine bağlıydılar. Yapılan ritüeller gizliliği ve ergenliği gerektirmekteydi. Dionysos kültüne ve Orphik rite bağlı kalmışlar, bazı kabileler de Greek Tanrılarına tapınım görülmüştür. Traklar reenkarnasyona inandıkları için cesetlerini çoğunlukla yakar ve küllerini urne kabına (pişmiş topraktan yapılan ayaklı vazo) saklayarak toprak altına gömerlerdi. Bu dünya da kirlenen vücut kramasyon ile arınarak yeniden doğuşa hazır hale gelmekteydi. Bu dünyada yeniden doğuşa engel olmasından korkulan her objeden uzak dururlardı. Bunlardan biri de yazı, yazıyı arınmalarına engel bir obje olarak gördüklerinden kullanmazlardı (Greek koloni şehirleriyle sıkı ilişkiler içinde olan kıyı kabileleri ticaret alışverişleri esnasında o bölgede kullanılan yazı örneklerini kullanmışlardır). Traklar’ dan günümüze kültürel anlamda sadece şef mezarları (Tümülüsler) ve Ana Tanrıça kültünü yansıtan Dolmenler gelebilmişlerdir. Doğu Trakya’da yaşayan Trak kabileleri varlıklarını Roma döneminin ortalarına kadar kısmen de olsa devam ettirmişlerdir. Geç Roma ve Bizans dönemi ile birlikte Traklar tarih sahnesinden kaybolmuşlar ve diğer topluluklarla birlikte Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde asimile olmuşlardır. Traklar hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler National Geographic Türkiye'nin Aralık 2011 sayısını okuyabilirler.
DİP NOT:
Çeşitli kaynaklar emperyalizmi aşağıdaki şekilde tanımlar:
- Bir ülkenin topraklarını genişletmesi
- Bir ulusun veya toplumun başka bir ulusu veya toplumu vergiye bağlaması
- Bir ulusun veya toplumun başka bir ulus veya toplumun topraklarındaki kaynaklarından yararlanması
- Bir ülkenin veya toplumun başka bir bölgeye kendi kültürünü yayması ve oranın halkını köle olarak kullanması
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)