WWWWem AVCI Yazıları
11 Ağustos 2013 Pazar
‘Özür'lü devlet’ gereğini yapmalı...
06 Aralık 2011
Bu yazıyı herhangi bir etnik grup, inanç grubu, siyasi grup
ya da aile adına kaleme almıyorum.
İfade edeceğim bütün görüşler “geleneksel aidiyet bağı”
içerisinde olduğum kesimlerin çoğunlukla destekledikleri görüşler olsa da,
aşağıda yazacaklarım her satırıyla bana aittir.
Öncelikle şunu belirtmeliyim; ben bu tartışmanın birinci
dereceden tarafıyım. Salt aile bağlarından ötürü değil, insan hakları, temel
hak ve özgürlükler noktasında da tarafım.
Bir yanımla Dersim ve Koçgiri isyanının komutanı Alişer
Efendi ve eşi Zarife Hanım'ın torunuyum.
Diğer yanımla da bu ülkede resmî ideolojinin hak ve
özgürlüklere karşı uyguladığı saldırgan tavrının tanığı bir yurttaşım.
Yani nereden bakarsanız bakın tarafım.
(Alişer Efendi ve Zarife Hanımın çocukları
olmaz. Kardeşi Kasım Çavuş’un oğlu Sabri’yi evlatlık alırlar. Devletin,
Alişer Efendi ve Zarife Hanım'ın katlının ardından Sabri Bey’i (dedemi) Elazığ
Valiliği'nde bir göreve (net bir bilgi olmamakla beraber vali vekili veya
kâtibi) tayin edilir ancak aile baskısı ve yaşanan büyük acı Sabri Bey’in bu
görevde uzun süreli olmasına mani olur. Kısaca Alişer’in oğlu Dedem Sabri Bey,
Sabri Beyin beş çocuğundan en küçük oğlu Hasan Cemal Avcı’nın oğlu Rüstem
Avcı’yım. Aile şeceresine ilişkin daha uzun bilgi verebilirim.)
Nuri Bey (sol başta-Sabri dedemin kardeşi), Sabri Bey
(sağ başta-Alişer Efendi'nin evlatlık aldığı dedem) Şevket amcam
(ortada-Sabri beyin oğlu, babamın abisi)
Katliamının 74. yılında nihayet Dersim’i tartışmaya
başlayabildik.
Bütün basın organları aynı anda “meğer Dersim diye bir yer
ve Dersim katliamı diye bir vahşet(?) varmış” demeye, ilgili ilgisiz herkesle
bu konuyu tartışmaya başladılar.
İnsan aklının ve vicdanının kabul edemeyeceği faşizan
ifadelerin yanı sıra çarpıtılmış tarih bilgisi ile beslenmiş okur-yazar
takımının gerçekle yüzleştiklerinde düştükleri durumu yer yer içim acıyarak
izledim.
Tarihe mal olmuş bu kıyıma dair edeceğim kelamlarımın
kinden, nefretten, hamasetten uzak, sadece tartışmaya katkı sunacak nitelikte
olmasını istiyorum.
Siyasi partiler boyutuyla da son günlerde yürütülen
tartışmanın ne denli gerçeklerden uzak ve salt seçmen tabanına dönük bir
tartışma olduğunun altını çizmeliyim. Ama yine de “her şerde bir hayır vardır”
kabilinden bugün bu devlet ayıbının tartışılıyor olması çağdaş demokrasiye
ulaşmak noktasında ülke insanı olarak beni umutlandırıyor.
Uzun yıllar sadece eş, dost, akraba içerisinde
konuşabildiğimiz bu katliamı, her ne nedenle olursa olsun kamuoyunda
konuşuluyor olabilmesini de ayrıca önemsiyorum.
Başbakan'ın CHP içindeki bir yarayı görüp, siyasi kazanımlar
gözeterek kaşımasıyla güncelleşen Dersim tartışmasında her an sapla saman
birbirine karıştırılıyor olsa da bu bir süreçtir, eğrisi doğrusuyla
yaşanmalıdır diye düşünüyorum. Ancak bu tartışma sürecinde yayınlanan
kaynakların azlığı ve devletin (egemenlerin) her dönem uyguladığı
dezenformasyonla karşı karşıya kaldığımız da su götürmez bir gerçektir. Öyle
ki; ne zaman konu hakkında “tarihçilere bırakalım” yorumu yapılsa irkiliyorum.
Egemenlerin, galiplerin gerçekleri çarpıtarak uydurdukları
tarih hikâyeleri ile dolu bu ülke daha fazla bu resmi yalanlarla zaman
kaybetmemelidir diye düşünüyorum.
Yine bu tartışma sürecinde 38 Dersim sürgününe ilişkin İsmet
İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan’ın “Ne var yani? İyi ki de sürülmüşler
Tunceli’den. Orta çağ koşullarında yaşamaktan kurtulmuşlar. Çağdaş, eğitimli,
kültürlü, insanlar çıkmış Tunceli’den bu sürgün sonucunda!” yorumu
Mussoloni’nin bile kemiklerini sızlatır niteliktedir.
Ama bu yorum dahi dönemin, başta Mustafa Kemal ve İsmet
İnönü’nün gerçek maksatlarının ne olduğunu özetlemeye yetmektedir. Ben şahsen
Bilgehan’ın bu talihsiz açıklamasının doğal bir refleks olduğunu düşünüyorum.
CHP’de siyaset yapan ve siyasal ikballeri aşkına,
bulundukları makamı korumak adına onurlu bir duruş sergileyemeyen başta genel Başkan
Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere birçok CHP’linin Dersim turnusolü ile halk
nezdinde tasfiye edileceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek.
CHP, günü kurtarma siyasetiyle tarihe bir iz
düşülemeyeceğini, tarihin sadece kahramanları hatırlayacağını bilmelidir.
Başbakan Erdoğan Dersim katliamından ötürü dilediği özrün
arkasında ne kadar kalır, ya da bu özür konusunda ne kadar samimidir bilemem.
Ama bildiğim bir şey varsa resmi tarih ve resmî ideolojinin
nihayet ezberi bozulmuştur.
Bir gecede yaratılmaya çalışılan tek tip toplum projesi
uğruna akıtılan kan geç de olsa ortalığa sızmıştır.
En muhafazakârından, sosyalistine, liberaline kadar herkesin
yüreğini sızlatan bu katliamın CHP seçmenince de vicdan temelli
değerlendirildiğini düşünüyorum.
“Yeni CHP ”nin eski tavrındaki ısrarı CHP’yi çatırdatır mı
bilinmez. Ama bugünden itibaren tarihle yüzleşmek konusunda statükocu
kalınamayacağı, güya “devletin bekası uğruna” halka zulüm yapılamayacağı
teyidinin de yapılmış olduğu kanısındayım.
CHP bundan sonra ne yapar?
AKP’nin yarattığı bu gündemle çalkalanıp debelenir mi?
Ya da Dersim katliamı salt CHP’yi mi bağlar ve AKP
katliamcıların siyasal genlerini de taşımakta mıdır?
Özür dilemekle asıl hedef Dersim seçmenini CHP ve BDP’den
uzaklaştırmak, hatta AKP’li yapmak mıdır?
Dersimliler insan hak ve özgürlüklerini özümsemiş,
insan-doğa-vicdan merkezli siyasi tercihlerini hak eden zeminlerde sürdürmeye
devam edeceklerdir. Bu tercihleri hangi partide zemin bulur?
Şu an için açıkçası çok da merak etmiyorum.
AKP’nin ve dolayısıyla devletin ne yapacağı ya da ne yapması
gerektiğiyle, kamuoyunun yıllar yılı resmi yalanlarla nasıl kandırıldığını
görmesiyle daha çok ilgiliyim.
Anadolu’da bir söz vardır; “Söz ağızdan bir kez çıkar”.
Bu ülkenin Başbakanı "Devlet olarak özür
diliyorum" dedi ve söz ağızdan çıktı. Artık, bu sözün gereğini yerine
getirmek zamanıdır.
“Toplumsal mutabakat” deyimini çok seven AKP’nin son
yıllarda ortaya koyduğu siyasi iradesi ile niyeti arasında ciddi çelişkiler
bulunmaktadır.
Öyle ki; siyaseten sürekli birtakım açılımlar dillendirip
bir iyi niyet beyanında bulunurken, iktidar olmanın kudretiyle bu niyeti siyasi
iradeyle buluşturamamaktadır.
Düşünün ki yüzde 50 gibi ciddi bir oy potansiyeline
sahipsiniz, ancak Kürt sorunu gibi yıllara mal olmuş, yakıcılığını koruyan bir
konuda hala bahanelere sığınıyorsunuz. Hal böyleyken Dersim özrünüzde de bir
samimiyetsizlik suçlaması ile karşı karşıya kalmanız kaçınılmaz olacaktır.
Siyaset, kurallarıyla yapılmalıdır.
Eğer 1934 yılında alınan TBMM kararları sonucu katliama
varan bir sonuç yaşandıysa, dilenecek özrün öncelikli yeri yine TBMM olmalıdır.
Birçok konuda biçimciliği reddetsek de bir özrün
samimiyetinin, dileniş biçiminde gizli olduğunu da biliriz.
Dersim, Alman Başbakanı Wall Birand’ın Varşova gettosunda
diz çökerek Yahudiler ‘den dilediği tarihi özrün emsalini hak ediyor.
Bu aşamada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Seyit Rıza anıtının
önüne gelip dileyeceği bir özür Kürt sorununda da yeni bir dönemin başlangıcı
olabilir.
Bütün devlet arşivlerini, her satırını kamuoyuna açarak işe
başlamalıdır AKP hükümeti. Meclis'te Dersim adının geri verilmesine itiraz
edecek bir siyasi tavrın olacağını sanmıyorum.
Gerçek bir yüzleşme yaşanacaksa her şey usulüne uygun
olmalıdır.
Tarihçileri de içine alan bir vicdan, hakikat kurulu
oluşturulup, resmi tarihle uyutulmuş bütün hücrelerimiz gerekirse şoka
sokulmalıdır.
Tüm bunların yapılabilmesinin önkoşulu ise artık o döneme
ait dilin terk edilmesidir.
“Çapulcu, hain, ihanet” türü sözcüklerden arındırılmış yeni
bir dile ihtiyaç vardır.
Bunun içinde o dönemi iyi tahlil etmek gerekmektedir.
Mustafa Kemal Sivas-Erzurum kongrelerini yapmadan önce dedem
Alişer Efendi’nin desteğini almıştır. Bu destek için verilen sözler yine
devletin arşivlerinde mevcuttur. Kurtuluş mücadelesinde desteğine ihtiyaç
duyulan Alişer Efendi ne olmuştur da isyan bayrağı açmıştır? Yine elimizdeki
mısralarından anladığımız kadarıyla (Mustafa Kemal’i kastederek) oyalandıklarını
ve kandırıldıklarını yazma gereğini neden duymuştur?
“Sarı Paşa
Çetelerden sonra girip savaşa
Geçmiştir başa
Ankara’da otağına kurulup
Bizi oyalamakla
Başlamış işe”
Gerek Seyit Rıza’nın gerekse Alişer Efendi’nin bölgede
hatırı sayılır varlıkları ve itibarları vardır.
Yaşamsal her şeye fazlasıyla sahiplerdir.
Alişer Efendi 1934 kararlarıyla devletin niyetini önceden
sezmesine karşın, bir ihanet sonucu katlını engelleyememiştir.
Dersim katliamının gerçekleşmesinin önünü açan da Alişer
Efendi ve kuvvetlerinin bu ihanetle beraber bertaraf edilmesidir.
İdeolojik aidiyetten uzak tarihçilerin, neden-sonuç ilişkisi
üzerinden gerçeği ortaya koymalarına fırsat tanınmalıdır. Osmanlı’da da
örnekleri bulunan ve Cumhuriyet'le birlikte ısrar edilen, ceberut devlet
anlayışına karşı bir direnişin ne denli meşru sayılabileceğine de yine
tarihçiler karar vermelidir.
Zira bugün olduğu gibi dünde kimse piknik yapmak üzere dağa
çıkmamıştır.
Bu kapsamda dedem Alişer Efendi’nin katledildiği gün ve 1958
yılında yine dönemin Demokrat Parti iktidarınca köyümüzdeki evimizden alınan
dedeme ait yazılı dokümanın (yazışmalar, yazı, şiir, makale) ailemize iade
edilmesi de niyet konusunda bir ivme olacaktır.
Yazının başında da belirttiğim gibi; tarihe mal olmuş bu
yaşananlara dair bundan böyle zikredilecek her sözün hamasetten uzak olması
gerekmektedir.
Ve bu devlet sadece Dersimle değil, yıllar yılı
ötekileştirdiği tüm kesimlerle barışmak zorundadır.
Ama samimiyetle…
Henüz tanışmasak da adının Rüstem olduğunu bildiğim Seyit
Rıza’nın torunu adaşımın da, benim gibi öncelikli talebi gerçeğin su yüzüne
çıkarılmasıdır. Devletin bu ayıptan bir an önce kurtulmasıdır…
Ama samimiyetle…
Twitter.com/rustem _avci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder